tag:blogger.com,1999:blog-872330550569207302024-03-13T02:01:46.868+03:00Ruh MüzemZeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.comBlogger892125tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-66139979626398178932023-09-19T12:17:00.003+03:002023-09-19T12:20:58.702+03:00Hakiki Muhatabı Tanıma Rehberi<p align="center" class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: center;"><i><span style="font-family: "Times New Roman",serif;"></span></i></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><i><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEifjmW5WHcoQGfLwT-4le2HrXESq1VjFM5bwEZ9_W-LEJb3JittTXW_6nk8TX4KeYVToAnLUWQqDsedRwnIRc0jFVbeXrb2rFKMhHRR6A9BXLZ2D77ugDqaUpNwMkIamvg9zjdPuYM9AtQY9X1LT4N8o8qS8yPhAjjPHrLZNPWpopEGeYzaXcZo9Sun98I/s1662/muhit-dergisi-agustos-sayisinda-ozkan-ugur-u-16219344_amp.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1662" data-original-width="1200" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEifjmW5WHcoQGfLwT-4le2HrXESq1VjFM5bwEZ9_W-LEJb3JittTXW_6nk8TX4KeYVToAnLUWQqDsedRwnIRc0jFVbeXrb2rFKMhHRR6A9BXLZ2D77ugDqaUpNwMkIamvg9zjdPuYM9AtQY9X1LT4N8o8qS8yPhAjjPHrLZNPWpopEGeYzaXcZo9Sun98I/w289-h400/muhit-dergisi-agustos-sayisinda-ozkan-ugur-u-16219344_amp.jpg" width="289" /></a></i></div><i><br />“Nerden bildin benim ben olduğumu?
Oruç Aruoba</i><p></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">İyi gelmek, bir insana
verilebilecek en güzel hediye. Sesiyle, sözüyle, bakışıyla, duruşuyla, hâliyle,
enerjisiyle, perspektifiyle, eylemleriyle birine iyi gelmek, varlığını,
yaşamını yükseltmek… Bundan daha iyisi, birbirine iyi gelmek olsa gerek. İyi
olmak, iyi gelmeye yetmiyor her zaman. İyi olmasına rağmen iyi gelmeyen
insanlar var. Ve kötü olmasına rağmen iyi hissettiren(!) insanlar. İyi olan ve
iyi gelenin içinde iyinin en iyi versiyonu var. O iyiye rast gelmek ne büyük
baht.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">"Sizin istediğiniz gibi
davrandığımda ‘bana’ ulaşamazsınız”</span></i><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">
diyor Arno Gruen. İnsanların çoğu birine değil; o birinin ihtiyaç duyduğu,
kendi istediği ve kendi faydasına dokunan versiyonuna ulaşmak istiyor. Kimse
birbirine gerçekten ulaşamıyor bu yüzden. Artık herkes çevrimdışı. Bu kalbi çevrim
dışılıkta doğru insanları seçmenin incelikleri, bir tür hakiki muhatapları
tanıma rehberi(!) var mıdır peki? Bilinmez ama o insana, o insanlara rast
gelmenin bazı işaretleri vardır belki. Sayalım o halde:</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;"><br /></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Kısa Vadeli İnsan<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Kısa vadeli insanlar var.
Yaşamımıza katılmak için değil; bizi bir bilince ulaştırmak için girmiş
insanlar. Duvara toslar gibi, trafik kazası gibi yaşamımıza giren, bazen de
serin bir rüzgâr gibi esip geçen insanlar... Vadeleri dolunca, vazifeleri
bitince uğurlanacak insanlar. Kısa vadeli insanlar çoğu zaman bir tür fırsat
vadeder. Fazla seçeneğin olduğu yerde "fırsat" vardır. Seçenek
fazlalığı mukayese yaptırır, rekabeti tetikler. Hunharca değersizleştirir.
Estetize etme becerisi vermez. Bazı ilişkiler plastik çiçek gibi bazıları ise
muazzam bir heykel gibi… İlişki emeği ve estetiğinin farkı da buradadır işte.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Kısa vadeli insan yaklaşımında
insanı ve hayatı şirket yönetir gibi planlayan kişisel gelişim furyasının
etkisi var. "En çok vakit geçirdiğin 5 insanın ortalamasısın"cılık, "sana
... yapanı hayatından çıkar" diyen kişisel gelişim buyrukçuluğu, "5
adımda kendinin en iyi versiyonu ol"culuk ve canım kendimcilik… Hayatın
böylesi bir matematiği yok oysa. Yaşamın estetiği, olağan dışılığı, saçmalığı
vardır. Yaşama hedef/performans/başarı odaklı bakan tipler Steve Jobs tarzı
yaşamın estetiğini ıskalayan tipleri hatırlatıyor. Zamanı, kendini,
potansiyelini en verimli şekilde kullanmak elbette mühim ama hayat bazen
saçmadır. Hayat bazen yenilgidir. Çünkü hayat böyle muhteşemdir. Bazen en
yüksek bilgeliği bir kalp sızısı öğretir. Bazen en olmadık insandan, yıllarca
aradığınız o cevabı duyarsınız. Bazen ruhunuz acır, o acıdan sanat doğar. Bazen
büyük bir hatadan şahsiyetinizin inşası başlar. Yaşamın estetiği, yaşamın
bilgeliği formüle edilemez çünkü.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;"><o:p> </o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Yanlış İnsan<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">"Ruhsal sıkıntıların
kaynağında, anlamsız insanlarla anlamlı ilişkiler yaşama isteği ve çabası yatar</span></i><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">." der Viktor Frankl. Bir şeye
yüklediği/estetize anlamı o şey taşıyamadığında, o anlamın ağırlığının altında
kendisi kalıyor insanın çünkü. Mesela terk edilme, aşağılanma travması olanlar;
şiddetli bir şekilde onlara yüz vermeyen, reddeden insanlara çekiliyorlar.
Hasbelkader yüz buldukça da ilgilerini kaybedip onlara yüz vermeyen, ısrarla
reddeden yeni "güçlü kurban" avına çıkıyorlar.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Yanlış insanları tanıma bahsinde
yalan en tanıdık eleme yöntemi. "Ah yalan dünya" "Dünyada
ölümden başkası yalan" şarkıların bile söylediği gibi dünyaya en yakışan
sıfat yalan. Dünyaya alışan, her veçhesiyle en önce güzel yalanlarda
ustalaşıyor. Bu dünya ve insanına onca mânâ, güzellik, derinlik, incelik,
yücelik yüklemek boşuna... Yakışmıyor, taşıyamıyor, kaldıramıyor. "<i>Yalanlar
istiyorsan yalanlar söyleyeyim, incinirsin"</i> demişti Özdemir Asaf.
Yalan incitmiyor artık. Dünyanın en saçma, en aptal, en şahsiyetsiz yalanı da
olsa... Çoğu insan ona fayda sağlayan yalanın en sessiz en sadık müşterisi
oluyor. Ve o yalana yeni şık isimler icat ediyor.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">“Sadakat kişinin kendinde bir
kişiye yer ayırması ve o yeri hep onun için korumasıdır. Sadakatsizlik de
kişinin o yerin korunmasını savsaklamasıdır. İhanet ise, kişinin, o yerine,
başka bir kişiyi sokması.”</span></i><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">
der Oruç Aruoba. Aldatan, kazananların en mutsuzudur. Ve bütün galiplerin en
huzursuzu. Her aldatışıyla ruhunu soldurur yalancı. Kandırmanın zaferiyle,
teslimiyetin huzurundan mahrum eder sinesini. Ve sonsuza kadar o "zalim
şüphe"den kurtaramaz sinesini. Masumun en saf intikamıdır bu. Aldatmak bir
çukurdur bütün veçhesiyle. <i>"Sana alçak diyemem çünkü alçak da bir
seviye belirtir. Sen çukursun." </i>der Necip Fazıl. Ne şık bir hışım... Çukur,
incitmez. Çukur, utandırılamaz... Çukur aşağılanamaz bile. Çukurda tökezleyen;
çukur olmadığına şükreder. Tek hamlede silip paçasını, salınarak yürümeye devam
eder.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Yanlış insanlar, yanlış
tanışıklıklar, yanlış anlaşılmalar… Yanlış anlaşılma kaygısı çoğu zaman
"yanlış kulaklara seslenme ısrarı" yüzünden. Bu anlaşılma eforuna
değen çok daha güzel uğraşlar var yaşamda. Yanlış kulaklara seslenme ısrarı,
doğru muhatapları geciktirmekten başka bir şeye yaramıyor üstelik.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;"><o:p> </o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">İnsan Kendini Nasıl İfşa Eder?<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">İyi gelen insanı, kötü gelen insanı
tanımanın incelikleri nedir? İnsan sürekli kendini ifşa eder. Üstelik gönüllü
bir ifşadır bu. Bu gönüllü ifşaları fark ederek birinin ruhunu kolaylıkla
okuyabilir insan. Nedir o ifşalar? Sıralayalım o halde:</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman", serif; text-indent: -18pt;">Bir
insan sizle en çok neyi paylaşıyor? Neyini paylaşıyor? Sevgisi? Mutluluğu?
Acısı? Arzusu? Keyfini? Fikirleri? İdealleri? Sırları? Sorunları? Talepleri?
Peki ya ruhunu? En çok neyini?</span><span style="font-family: "Times New Roman", serif; mso-spacerun: yes; text-indent: -18pt;"> </span><span style="font-family: "Times New Roman", serif; text-indent: -18pt;">Paylaşım
neyse bağ o oluyor, paylaşılan azalıyorsa bağ da kalmıyor o yüzden.</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman", serif; text-indent: -18pt;">Birinin
varlığına, varoluşuna bakmak da onu tanımanın en kestirme yolu. Varlığı
gürültülü insanlar var. Varoluşu gürültülü insanlar. Kendiyle meşgul olmak ne
kadar güzelse; kendinden başka derdi, gündemi olmayan ve varlığını başkalarına
dayatanlar o kadar gürültülü. Oluş ne kadar sessizse; "varoluş
gösterisi" o kadar gürültülü.</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman", serif; text-indent: -18pt;">Güç. Güç. Güç. Bir türüyle, birazcık güç verin insanlara ve onların gerçek
şahsiyetlerini seyredin. İnsanın güçle kurduğu ilişki onun gerçek ahlâkını
anında ifşa ediyor. Katlanabilmesi en güç şey de bu; bir şekilde güçlü olan
insanların ahlâksız, şahsiyetsiz ve kötü olması.</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman", serif; text-indent: -18pt;">"Zayıf
karakterli olmak" insanın en büyük defosu. Duruşsuzluk, korkaklık,
riyakarlık, yalancılık, x düşkünlüğü... Zaaf arttıkça karakter zayıflıyor. Zekâ,
güç, güzellik, birikim... Zayıf karakterde hepsi boşa düşüyor. Ve kendi eliyle
öz sermayesini istismar ediyor insan.</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman", serif; text-indent: -18pt;">"Her
şeyi istemenin hiçliği" var. Her şeyi isteyen bir insan modeli var.
Başarı, kariyer, mal mülk, makam, âşk, ilgi, tutku istiyor. İtibar istiyor,
şöhret istiyor. Her şeyi istiyor, her şeyden biraz istiyor. Her şeyi istemek,
hiçbir şeyi gerçekten istememektir oysa.</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman", serif; text-indent: -18pt;">"Kendinden,
fikirlerinden, tercihlerinden şüphe etmeyen kişi korkunçluğu" diye bir şey
var. Bir an olsun yanıldım, saçmaladım, hata ettim diyemeyen insan korkunçluğu.
Tanrı olmak isterken(!) insana razı olmuş gibi korkunç bir hâl: Şüphesizliğin o
kibirli aptallığı.</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman", serif; text-indent: -18pt;">Benzemek,
en büyük çağrı. Zamanla benzediği şeye yakınlaşır ya da benzerini kendine
çağırır, kendine çeker insan. Benzer şekilde... Benzemediği, "artık
benzemek istemediği şey"den uzaklaşır, ayrılır ve şiddetle kopar insan.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;"><o:p> </o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Bize Ait Olan Ne Kadar Uzakta?<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">“Sensin o. O sensin. Sen o’sun… Bir
şey –bir ilişki- başlatıyorduk; ama ne kadar yetebilecektik buna? Anlamlarımız,
anlamalarımız, anlatmalarımız anlaşmaya ne kadar yetecekti?” Oruç Aruoba.<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">"Tanrı benimle ne kastetmiş
olabilir?" Kierkegaard'ın bu tutkulu sorusu ilahi plana, ilahi adalete ve
ilahi ironiye inananlar için sarsıcı bir münâcâta dönüşüyor. Tanrı'nın kastını
merak etmek... Tanrım, yaşadığım bu deneyimle bana neyi, kimi işaret ediyorsun?
Neyi? Kimi? Bize ait olanı bilme ve tanıma bahsinde bu işaretler öyle pusula
ki.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">"Bana ait olmayan hiçbir şeyi
istemiyorum. Bana ait olmayan başarıyı, gücü, malı, mülkü, âşkı, insanı
istemiyorum. Bana ait olmayan Güneş'i bile istemiyorum." diyen bir ses var
içimizde. Yalnız kendine ait olanı istemeyi bilmek diye kendini bilmek görgüsü
var. Üstelik her türden hüzne ve kıskançlığa şifâ. Çünkü ancak bize ait olan,
eksik bırakabilir bizi. Ancak o şey bizi paramparça edebilir. Bütünlüğümüz
ancak böyle bozulabilir. Sahte olan, boşluk hissi verir. Eksiklik
yanılsamasıdır bu. Uçucudur, geçicidir. Sahte boşluklar her şekilde dolarken
aidiyet doldurulamaz bu yüzden. Ne istediğini bilen insan eminliği diye bir şey
var. Ve ne aradığını dahi bilmeyişin o şaşkın, heveskâr telaşı. Tıpkı bir
mağazaya girince alacağı şeyi dahi bilemeden gözleri her şeye koşturan
kararsızlık karşısında görür görmez bu "bu bana ait" dedirten ve alan
eminlik.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;"><o:p> </o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Ruha İmza Atmak & Ayrıcalık
Beklentisi<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Bazı insanlar hayatımıza son
rötuşları yapmak için giriyor sanki. Ruhumuza, zihnimize, perspektifimize dokunuşlarını
yapıyor, silinmez iz bırakıyorlar. Bir parfümün notası, bir yemeğin baharatı ve
bir tasarımın, heykelin son rötuşları gibi tıpkı... Ruhumuza imzasını
atıyorlar. Üslûp ruhun markası. Üslûp ruhun, kalbin, zihnin öyle aynası ki
üslûbunu sevmediği insanı da sevemiyor insan. Üslûp her şeyi sızdırıyor.
Bilgeliği, iyiliği, riyayı, sahteliği, kibri, kötülüğü, art niyeti, sevgiyi her
şeyi. İnsan birini sevmeye üslûbundan başlıyor. Hususî bir kitap gibi okunmaya
layık bazı insanlar. Ve marifetli bir elden çıkmış kaligrafi gibi yazgıları.
Bazı insanların mürekkebi (ruhu), kalemi (varlığı) ve defteri (yaşamı) öyle
güzel ki; hüsn-ü hat gibi bir yazgı kalıyor onlardan geriye. Bak, seyret ve
oku.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Çok özel bağlarda tuhaf bir
"ayrıcalık beklentisi" var. İçsel ve sessiz bir beklenti. Muhatabın
herkese gösterdiği prosedüre razı olmayan, zarif bir dikkat ve hususî bir alâka
beklentisi. Bulamadığında sessizce uzaklaşan sitemsiz ve kırılgan bir beklenti.
Öğrenilmiş jestler, bir iki romantizm hilesi, partiler, buketler, pahalı
hediyeler falan... Hiçbiri. "Bir ruha özel olduğunu hissettirebilme
kudreti" her tür hediyenin özü bu. Kelimeler, jestler, çiçekler hepsi
bahane.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;"><o:p> </o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">İkiz Alev<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Platon’un Symposion diyaloğunda
Aristophanes’in aşk üzerine yaklaşımı bugün popülerleşen “ikiz alev” kavramının
kıvılcımını yakmış olur. Yunan mitolojisine göre insanlar iki başlı, dört kol
ve dört bacakla yaratılmışladır, bu hallerindeyken çok güçlü oldukları için buna
mâni olmak isteyen Zeus onları iki yarım parçaya ayırır… İşte o yarımlara ikiz
alev (twin flame) denir. Dünyada birçok insanın birçok ruh eşi olmasına rağmen
sadece bir tane ikiz alevi vardır. Çünkü bazı şeylerin "tek yarım"ı
vardır. Ve sayısız yarımı olan şey paramparçadır…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">"Sen ile ben, hiç ‘bir arada’
olmadan ‘birlikte’ olabiliriz”</span></i><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">
der Oruç Arouba. Oruç Aruoba'dan ilhamla insanlar arasındaki yakınlık
aşamalarından bahsedilebilir: Bir aradalık, beraberlik, birliktelik, birlik ve
bir olmaklık. Tanışıklıktan tanımaya, sevmekten o sadık tutkuya ve
benimsemekten aidiyete… Beğendiğimiz sıfatlara sahip onlarca insana duyulan
şeyin adı mıdır aşk? Bu mudur? Bu kadar mıdır? Beğendiği sıfatlara sahip
insanlardan hoşlanmayı flört için yeter şart ve aşk başlangıcı sayıyor çoğu
insan. Tez kızarıveren güller gibi kolayca birilerine meylediyor herkes artık. Birbirine
benzeyen herkes alternatif, herkes bir seçenek artık. Ve kimse kimseyi eşsiz
kılmanın o sihrini bilmiyor artık. Oysa yalnız birbirinin yarısı olan, başka
hiç kimseyle tamamlanamayan ve ancak böyle bir ve var olabilen ikiz alevler
gibi; hakiki muhatabını arayanlar hep vardı dünyaya düştükleri o günden beri.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Tam da bu yüzden… Birini "bize
en çok tesir eden yer, zaman ve koşullarda değil de bambaşka bir zaman, mekân
ve şartlarda tanısaydık yine de onu seçer miydik?” sorusunda, onun hakiki
muhatabımız olup olmadığının cevabı saklı.<o:p></o:p></span></p>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-1694624205562086992023-08-23T13:07:00.007+03:002023-08-23T13:08:35.874+03:00Kibirli Selfieler, Sanal Personalar ve Yaralı Kimlikler<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman", serif; font-size: 12pt; line-height: 107%;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><span style="text-align: justify;"><div class="separator" style="clear: both; font-size: 12pt; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEixMFLSA4fad_-hsRLbYRJhJwTy1SqCp6F7v16BAAYjIHc1el77WM7HyG_90bOhH05ea2ihZvPNceDAnsNTsPNtXtCxtMR9Svkkg1bjae_wME_OcAU0xf-9etAWme2zfVQzrAOooDBEufqG_0vsoCHDedh2y6-gU_fzZe3WWxHAG7gkmIuWi6RHLgb5UPA/s1047/1692784535944z.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1047" data-original-width="801" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEixMFLSA4fad_-hsRLbYRJhJwTy1SqCp6F7v16BAAYjIHc1el77WM7HyG_90bOhH05ea2ihZvPNceDAnsNTsPNtXtCxtMR9Svkkg1bjae_wME_OcAU0xf-9etAWme2zfVQzrAOooDBEufqG_0vsoCHDedh2y6-gU_fzZe3WWxHAG7gkmIuWi6RHLgb5UPA/w306-h400/1692784535944z.jpg" width="306" /></a></div><br /><span style="font-family: times;">İnsanı en çok ne ifşa eder? Günümüzde en
büyük ve üstelik gönüllü ifşa edicinin sosyal medya olduğunu söylemek yanlış
olmaz herhalde. Birinin playlisti, sosyal medyada yaptığı likelar, varsa fake
hesabı ve kullanma stili, çarçabuk sildiği göz atma geçmişi, DMleri, online
alışverişleri… O kişinin isminden, cisminden, kimlik bilgisinden, sosyo-ekonomik
& sosyo-kültürel statüsünden, mesleğinden daha çok ifşa ediyor varlığını artık.
Sosyal medya izleri, kimliğimizin sanal gölgeleri artık. Çünkü insanların varlığını
gösterme şekli ruhlarını ele verir. Çoğu zaman oldukları değil olmak
istedikleri personaları hatta bir konsept gibi tasarladıkları kişilikleri
görürüz. Sosyal Medyayı kullanma & Sosyal Medyada var olma şeklimiz
hakkımızda öylesi şeyler apaçık ediyor ki “birinin ne olduğunu değil ama ne
olmak istediğini” hemen ifşa oluyor artık bu sanal göstergelerle.</span></span></div><span style="font-family: times;"><o:p></o:p></span><p></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;"> </span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Sosyal Medya & Sanal Personalar<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">İnsanlar gerçekte oldukları kişiyi sanal
personalarla kamufle edebiliyorlar. Gerçekte olduğu kişiden çok uzakta ideal
benliğini sosyal medyada yansıtan çok kişi var. Bu örneklerden en çarpıcısı Twitter’da
kendini sonradan Müslüman olmuş bir İspanyol gibi tanıtan ve yaklaşık on yıl bu
sahte kurguyu oynayan Anita Kaver isimli kullanıcı hesabıydı. Yıllar sonra
ortaya çıkan ifşayla aile baskısını aşamayan, bir yalanın ardında kendine
çarpık bir dünya inşa etmiş, kendisi olma cesareti gösterememiş bir tip çıkmıştı.
Tüm bu hikayelerin ardında değişmez bir gerçek var: Kendi gerçekliğini
sevememek. Kendini, yaşamını, sahip olduklarını bir türlü sevemeyenler
kendilerine kurgu bir persona yaratıyorlar. Gerçek dünyayla ve hiçlik
duygularıyla ancak böyle baş edebiliyorlar. Sosyal Medya bu özelliğiyle böylesi
trajik vakaları ayyuka çıkaran, sayısız örnekle tescilleyen bir mekanizma
durumunda. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Sosyal medyanın toplum sosyolojisini,
eğilimlerini ve karakteristiğini gösteren örnekleri de var. İlginç bir örnektir
mesela: Herhangi bir kuaförün instagram hesabına bakın, paylaşımların çok büyük
bir bölümünün sarı saç ve türevlerinden oluştuğunu fark edeceksiniz.
İstanbul'dan Trabzon'a, Hakkâri’den Edirne'ye böyle, esmer kadınlar bile platin
sarısı. Elbette bu durumun başka gerekçeleri de var ama genetik olarak bu kadar
tezat bir kategoriye benzeme hevesinin dahi kimlikle bağlantısı var. Sarışınlık
ve Avrupalı hissetmek üzerine Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi kitabında genetik
olarak esmer, koyu tenli ve koyu saç renkli bir coğrafyanın kadınlarının
sarışınlık hevesi üzerine çarpıcı bir çıkarım yapıyor: <i>"...kalplere
asıl mutsuzluk sızısı veren şey... Sarışın Inge'nin, kendilerini olduklarından
da Avrupalı hissetmek için çırpınarak saçlarını sarıya boyayan, kaşlarını
yolan, ve butik butik gezip kıyafet seçen sosyete kadınlarına, ten renginin ve
ırk yapısının da ne yazık ki kolay telafi edilemeyecek önemli bir eksiklik
olduğunu hatırlatmasıydı."</i> Görünme biçimleri ve kimlik arasında
kuvvetli bir ilişki var. Sarışınlık ve Avrupalı hissetmek arasında da. Dileyen
dilediğini tercih eder elbette ama bir insanın görünme biçimi tercihlerine
bakarak onun kimliğine dair çok şey okuyabilirsiniz.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Sosyal medyaya dair trajik çarpıklardan biri de
ilişkiler ve ilişkilere olan yansımaları. Sosyal medya ve sağladığı iletişim
emniyeti konforu (şifreler, gizli yazışma özellikleri vs.) güvensizlikler,
aldatmalar üzerine de çok şey ifşa ediyor. Orijinal ismi <i>Perfetti
Sconosciuti</i><b> </b>(Kusursuz Yabancı) olan Ferzan Özpetek'in <i>Cebimdeki
Yabancı</i> uyarlaması sosyal medya, stalk kültürü(!), internetteki sanal
kimliklerimiz ve trajik yalanlar üzerine çarpıcı tespitler yapıyor. Filmdeki
çarpık ilişkiler ağı sosyal medya üzerine konumlanıyor ve her gerçek sosyal
medyayla kanalıyla ifşa oluyor. Bağ kurma hızı ve kurulan bağların kopma hızı sosyal
medyayla daha da mümkün hale geliyor. Sosyal medya bağları hızlı dostlukların,
tek kalemde harcayışları da beraberinde getiriyor. Bauman, Kimlik kitabında Charley
Handy’den sanal cemaatlerdeki "yakınlık yanılsaması"ndan harika bir
alıntıyla bahsediyor: <i>“Ne kadar eğlenceli olursa olsunlar bu sanal cemaatler
sadece bir yakınlık yanılsaması ve yalandan bir cemaat hissi yaratmaktan başka
işe yaramazlar.”</i><o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><span style="line-height: 107%;">Umberto Eco, sosyal medya toplumunun
görünmezlik üzerine konumlandırıldığını ve sosyal medya kimliklerinin
varlığının gizlilikle sarılı olduğunu söyler. Gizliliğin kaybı mahremiyetin yok
olmasına sebep olsa da kazanılacak yeni sanal kimlik bu fedakarlığın karşılığı olabilir.</span><a href="file:///D:/ZEYNEP%20MERDAN/YAZILAR/Yeni%20Yaz%C4%B1lar/Zeynep%20MERDAN%20-%20Kibirli%20Selfieler,%20Sanal%20Personalar%20ve%20Yaral%C4%B1%20Kimlikler.docx#_ftn2" name="_ftnref2" title=""><sup><sup><span style="color: black; line-height: 17.12px;">[1]</span></sup></sup></a><span> </span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Sanal bir persona yarat, o personayla her tür
suç unsuru taşıyan eylemler yap… Sosyal medyada böyle suistimallere de fırsat
veriyor. Böyle örneklerin suç konusu teşkil etmesi örnekleri de var. Tüm bu
gerekçelerle sosyal medyada tıpkı gerçek hayatta olan bir etik anlayışı olmalı.
Bu anlamda Sosyal Medya Etiği çalışmaları oldukça önemli. Tüm bu siber
zorbalıklara karşı alınacak en iyi önlem T.C. Kimlik numarası şartı konulması. Dileyen
mahlas kullansın fakat suç teşkil edecek bir eylemde bulunulduğunda resmi
mercilerce ivedi şekilde gereği yapılsın. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;"> </span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Kibirli Selfieler<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><i><span style="line-height: 107%;">“Selfie bağımlılığı ‘Ben’in iç boşluğuna
işaret eder. İç boşluğunun karşısında bu Selfie öznesi beyhude yere kendisini
üretmeyi denemektedir. Selfie benliğin boş biçimidir. Boşluğu üretir. Ne
narsist kendi kendine delice bağlanma ne de kibir Selfie bağımlılığını çıkaran
şeydir; fakat iç boşluk bunu üretir. Burada sabit, kendi kendisini seven
narsist bir ‘Ben’ yoktur. Daha ziyade bir “negatif narsisizm” söz konusudur.” </span></i><span style="line-height: 107%;">der Byung-Chul
Han, Güzeli Kurtarmak kitabında.<i><o:p></o:p></i></span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Jean Baudrillard ise Kötülüğün Şeffaflığı
kitabında artık her kişinin kendi görüntüsünü aradığından <i>“Varım, buradayım
değil; görülüyorum, bir imajım; bak bana, bak! Narsisizm bile değil bu; sığ bir
dışadönüklük, herkesin kendi görünüşünün menajeri haline geldiği bir tür
reklamcı saflığı.”</i> diyerek bahseder. Bu gönüllü ifşanın aynı zamanda bir
kibir aptallığı getirdiğini söylemek yanlış olmaz. Kibre has bir aptallık var. İçten
içe büyüyen “sen eşsizsin” telkini, herkesten başkasın yanılsaması ve hayattaki
her şey seninle ilgili sanrısı. Hayat en şık kibirli aptallarla dalgasını
geçiyor oysa. Üstelik hep aynı cümleyle: "Çok özelsin..." Kibir, en
çok benzerliği sevmiyor. Kendini eşsiz kılabilmek için biriciklik hırsı ile
benzer rakipleriyle bitimsiz bir mücadeleye giriyor. Kaybeden önce kendisi ve
kendiliği oluyor. Eşsizlik imkânsız, benzerlik kaçınılmazdır çünkü. Özel olma
arzumuz, otantiklik kaygımız biriciklik hırsıyla kibir güzellemesine dönüşüyor
çoğu zaman. Var olma sürecimiz; bir bebeğin doğuşu, bir çiçeğin açışı, bir
kuşun uçuşu gibi kendiliğinden olmalı oysa.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><i><span style="line-height: 107%;">"Beni, sahip olduklarımı, beni beni,
seçimlerimi, beni beni beni, seçmediklerimi, aşkımı, hayatımı seyredin!"</span></i><span style="line-height: 107%;"> diyen,
tüm enerjisini seyredilmeye, göstermeye harcadığından zihni, ruhu, dili tutuk
kalmış influencer tipi var. Çocukken zengin, popüler ya da şımarık olan
çocuklar; kendi gibi olmayan diğerlerini içine alan doğal bir çember halesi
yaratıp ve onları seyirci kılıp en ince ayrıntısına kadar işte tam böyle
anlatırlardı. Bugün o çocuklara "youtuber, influencer" diyoruz.
Göstermenin bile sınıfsallığı var. Şatafatlı “sünnet vlogu” ya da “Paris kombinim
vlog”u arasında bir fark var mı? Instagramda elbise, ayakkabı odalarını
gösterip uzun uzadıya anlatan influencer kadınlardan ne farkı var şatafatlı,
altın varaklı bir sünnet töreni organizasyonunun? İki tarafın da nihai amacı
göstermek değil mi? Tek fark hedef kitleleri. Birinin hedef kitlesi orta &
üst sınıf; ötekinin mahalle & akraba grubu. Nihai amaç ve yöntem birebir
aynı. Toplumun entelektüel bilinci gelişmemiş her tabakası aynı gösterme
hevesine sahip. Birini aşağılayarak ötekini hayranlıkla seyretmek ise sınıfsal
bir bönlükten ibaret.<o:p></o:p></span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times; line-height: 107%;"> </span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Narsisizm Salgını<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Kemal Sayar, şişkin egolar çağında “narsisizm
salgını”nda olduğumuzu söyler. Narsisizmin salgın metaforuyla ifadesini bulması
günümüzdeki tabloyu iyi izah ediyor. Benzer metaforu Jean M. Twenge de <i>Asrın
Vebası: Narsisizm İlleti </i>kitabıyla yapıyor. Jean M. Twenge, <i>Asrın
Vebası: Narsisizm İlleti</i> kitabında narsisizmin selfiesini çekiyor: <i>“Narsistler
için, kimin en çok ve "en seksi" arkadaş ekleyebildiğini görmek, iyi
bir rekabet unsuru ve narsistler rekabeti severler.”</i> Bu bağlamda narsistler
heyecan veriri ilişkiler sunarlar ve bağları ego beslemek üzerine kurumuştur.
Temel hedef kendi egolarını beslemek olsa da geri dönüşünü almak şartıyla
muhataplarının da egolarını beslerler. Twenge’e göre narsistler özsaygı ve
konumlarını yükseltemeyen bağları sonlandırma eğilimindedir çünkü narsistler
partnerlerine yakıt gözüyle bakar. İnsanları itibar ve mevkilerini beslemeyen
insanları bir çırpıda çöpe atıverirler. İnsan harcama hızı çok yüksektir
narsisistlerde çünkü narsistlerin hedefi uzun vadeli, sağlıklı bağlar kurmak
değil olabildiğince çok insanı kazanmak ve dikkatini çekmektir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><span style="line-height: 107%;">Engin Geçtan, narsisizm kendini sevmeyi
değil, kendine yabancılaşmayı simgelediğini söyler. Gençtan, Karen Horney’e
atıf yaparak narsisizmin kişiye acı veren hiçlik duygusuna karşı geliştiğini,
kişinin olağanüstü bir varlık inanarak hiçlik acısını bastırdığını ifade eder.
Kişideki artan yabancılaşma duygusuna bağlı olarak olağanüstü varlık olduğuna
ilişkin inancın da arttığının altını çizer. Türkiye'de bilhassa Z kuşağının
ürettiği sosyal medya içerikleri bu anlamda bu yabancılaşma ve narsisistik yönelimi
ifşa eder nitelikte. İçeriğe bakarak, kitledeki narsisizm salgınını okumak güç
değil. Bu bağlamda Say Yasası iktisat kadar sosyolojide de işlevsel. Her arz
kendi talebini; her içerik de kendi kitlesini yaratıyor. Arz nitelikli hale
getirilmedikçe kitleden nitelikli talep de çıkamayacak.</span> <span style="line-height: 107%;">Dünya
bir zamanlar nasıl savaşlara, kıtlığa, ideolojilere karşı önlem almış,
silahlanmış ve savaşmışsa bugün de ruhunun, aklının ve kalbinin sıhhatini
korumak adına bu narsistik vebalara karşı da ruhsal silahlarla teçhizatlanmak
zorunda.<o:p></o:p></span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;"> </span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Kombin Kimlikler ve Kimlik İnşası<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Bireylerin yaşam deneyimleri, öznel tercihleri, bireysel farklılıkları
kimlik inşalarında belirgin etkiler yaptı, gittikçe çeşitlenen kimlik
tasavvurları meydana getirdi ve sosyal medyayla birlikle daha da görünürlük
kazandı. Ve halihazırda etkisi olan Narsisizm salgınıyla kimlik tasavvurları
özellikle sosyal medyada daha da çeşitlenen bir görünüm sergiledi. Tüm bu
süreçlerle birlikte kimlik ve kimlik inşası süreci üzerine yeni yaklaşımlar da
orta çıktı. Onlardan biri olan ve kimlik üzerine de teorileriyle öne çıkan
Manuel Castells, kimliğin inşa edici karakteristiğine dikkat çekti.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Manuel Castells, küreselleşmeyi 1970’lerden bu tarafa enformasyon
toplumunun ortaya çıkışı ile bağlantılandırır. Özellikle internet gibi yeni
iletişim teknolojileriyle veri ve bilgi akışları hız kazanmış; toplumlar
politik ve ekonomik açılardan birbirleriyle bağ kurabilir hale gelmiştir.<a href="file:///D:/ZEYNEP%20MERDAN/YAZILAR/Yeni%20Yaz%C4%B1lar/Zeynep%20MERDAN%20-%20Kibirli%20Selfieler,%20Sanal%20Personalar%20ve%20Yaral%C4%B1%20Kimlikler.docx#_ftn2" name="_ftnref2" title=""><sup><!--[if !supportFootnotes]--><sup><span style="color: black; line-height: 107%;">[2]</span></sup><!--[endif]--></sup></a> Toplumsal etkiler
ve kimlik bağlamında kimliğin yapılandırılması baz alındığında kimliğin iki
boyutundan bahsedilebilir. Bunlardan ilki; Kimlik Çakışması-Yakınsaması:
Üzerinde mutabakata varılmış bireylerin ve hareketin birleşimlerine vurgu
yapar. Bir diğeri ise Kimlik İnşası: Kişiler ve kolektif kimliklerin
bağlantıları ve bununla birlikte bireylerin kendilik algısı süreçlerine vurgu
yapar.<a href="file:///D:/ZEYNEP%20MERDAN/YAZILAR/Yeni%20Yaz%C4%B1lar/Zeynep%20MERDAN%20-%20Kibirli%20Selfieler,%20Sanal%20Personalar%20ve%20Yaral%C4%B1%20Kimlikler.docx#_ftn3" name="_ftnref3" title=""><sup><!--[if !supportFootnotes]--><sup><span style="color: black; line-height: 107%;">[3]</span></sup><!--[endif]--></sup></a><o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Henri Tajfel ve John Turner tarafından geliştirilen Sosyal Kimlik Kuramı
ise bireyin düşünce, duygu ve davranış kalıplarının meydana gelmesinde sosyal
grupların etkisi olduğuna dayanır. Tajfel ve Turner’ın kuramı, grup içindeki
benlik algısı ve grup dışındaki benlik algısının farklı olduğunu; grup
dışındaki kişisel kimliğin grup içinde kendini sosyal kimliğe bıraktığını ileri
sürer. Bu bağlamda bireylerin toplum içindeki davranışlarını kişisel kimlikten
daha çok sosyal aidiyetin olduğu sosyal kimlikler belirler. John Turner’ın
Sosyal Kimlik Kuramına paralel olarak oluşturduğu Kendini Sınıflandırma Kuramı,
bireylerin birçok konuda kendilerini sınıflandırdığını ileri sürer: İnsanlık
Boyutu (Bireyin İnsani Kimliği), İç-Dış Grup Boyutu (Bireyin Sosyal Kimliği) ve
Özgül Boyut (Bireyin Kişisel Kimliği)<a href="file:///D:/ZEYNEP%20MERDAN/YAZILAR/Yeni%20Yaz%C4%B1lar/Zeynep%20MERDAN%20-%20Kibirli%20Selfieler,%20Sanal%20Personalar%20ve%20Yaral%C4%B1%20Kimlikler.docx#_ftn4" name="_ftnref4" title=""><sup><!--[if !supportFootnotes]--><sup><span style="color: black; line-height: 107%;">[4]</span></sup><!--[endif]--></sup></a><o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;"><span style="line-height: 107%;"><span style="font-family: times;">Bu kuramsal çerçeve hem sosyal hem bireysel hem de sanal yaşamlarımızda
bizlere çözüm yolu sunuyor. Sağlıklı bir benlik inşası için en önce kendini ve
sahip olduğu her şeyi kabullenme bilinci gerekiyor; kendilik inkârı değil. Sonradan
edindiği, inşa edilmemiş, kurgu ve sanal personalarla sağlıklı bir benlik,
kimlik inşa edilebilir mi insan? Kimlik inşasında ilk durak yüzleşme bu yüzden.
Yüzleşmek, acıtır. Yüzleşmek; insanın hakiki yüzüne varana kadar yüzündeki
personaların derisi soymaya benziyor. Ne acıdır soyulan bir derinin ardında, iç
yüze varmak... Ve kanamış gözlerle, hakiki yüze bakakalmak. Toplumca ve ferdi
olarak hepimizin en önce bu yüzleşmeye ihtiyacı var. En önce de kendi yüzümüz
ve sosyal medyadaki sanal personalarımızla. </span><span style="font-family: Times New Roman, serif;"><o:p style="font-size: 12pt; font-size: 12pt;"></o:p></span></span></p>
<div><!--[if !supportFootnotes]--><br clear="all" />
<hr align="left" size="1" width="33%" />
<!--[endif]-->
<div id="ftn1">
<p class="MsoFootnoteText"><span style="font-family: times; font-size: x-small;">[1] Alperen Karapınar, (2022), “Twitter Gündem Ağları: Twitter Türkiye Gündemlerinin Ağ Toplumu Kavramı Üzerinden İncelenmesi” (Doktora Tezi) s. 44.</span></p><p class="MsoFootnoteText"><span style="font-family: times; font-size: x-small;">[2] Aylin Akpınar, (2014), “Toplumsal Değişme ve Küreselleşme” Yeni Toplumsal Hareketler, Anadolu Üniversitesi Yayınları, s. 17-19.</span></p><p class="MsoFootnoteText"><span style="font-family: times; font-size: x-small;">[3] Snow ve McAdam’dan aktaran: Filiz Göktuna Yaylacı, (2014), Yeni Toplumsal Hareketler. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, s. 92.</span></p><p class="MsoFootnoteText"><span style="font-family: times; font-size: x-small;">[4] R. Saim Dalbay ve Nazmi Avcı (2018) “Kimlik İnşasına İlişkin Temel Yaklaşımlar ve Bu Yaklaşımların Türkiye'ye Yaklaşımları” Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi s. 31-32.</span></p></div></div></div><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgKVh1U6n6UlrhqPBh0V4WHn95ZKuGfzzu9NdwsrIenASrigzKKyra-g_5NSOaPEd3FbQnClqEoHV0mxRPilYrW_y8Yws0okhnsX5Xpu6Nz1N6o3pKsAyT9UGuCDZQAghA7wJoSSF7mHwyL9Es9BaaxwpdvysGEL370WrrnEAJpvvCM2yxnMPE-Yei4OEA/s1600/F1ApYDnXsAA1hdg.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1600" data-original-width="1221" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgKVh1U6n6UlrhqPBh0V4WHn95ZKuGfzzu9NdwsrIenASrigzKKyra-g_5NSOaPEd3FbQnClqEoHV0mxRPilYrW_y8Yws0okhnsX5Xpu6Nz1N6o3pKsAyT9UGuCDZQAghA7wJoSSF7mHwyL9Es9BaaxwpdvysGEL370WrrnEAJpvvCM2yxnMPE-Yei4OEA/w305-h400/F1ApYDnXsAA1hdg.jpg" width="305" /></a></div><br />Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-88779480617651551212023-04-26T21:04:00.006+03:002023-04-26T21:05:16.411+03:00 O Zarif Kıskançlık<p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgSqN4_T8lbBxlAoNegg25DH4HaMSLaDngF98L5VE2HYsNliaeTGjA5okj5EzsPdHFPgQixj6WFivVnxrqbwKOffmKfk-o5QbPtmuoAtCpq-u7jT3df7HYyTKYqUzmdc-6w016TkbuXiDunIueyhgWA85I9DdlfLo-O4ldlP1ODO2_7bPSmhD8nrmoa/s1197/photo1682531884%20(2).jpeg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><span style="font-family: times;"><img border="0" data-original-height="1197" data-original-width="897" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgSqN4_T8lbBxlAoNegg25DH4HaMSLaDngF98L5VE2HYsNliaeTGjA5okj5EzsPdHFPgQixj6WFivVnxrqbwKOffmKfk-o5QbPtmuoAtCpq-u7jT3df7HYyTKYqUzmdc-6w016TkbuXiDunIueyhgWA85I9DdlfLo-O4ldlP1ODO2_7bPSmhD8nrmoa/w300-h400/photo1682531884%20(2).jpeg" width="300" /></span></a></div><span style="font-family: times;"><br /></span><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Kıskançlığın zarif bir tonu var. Sevilene zarar veren zehirli kıskançlık değil, sevene zarar veren tonu. Sahip olma hırsından değil; ait olunan kişiye yakın olamamaktan gelen ince sızı kıskançlığı. Eskilerin "ince hastalık" sebebine dahi vardırdığı, Vadideki Zambak'taki Henriente kıskançlığı. “Kıskançlık, aynı zamanda, kovulamayan bir şeytandır, her defasında yeni bir şekle bürünerek çıkar ortaya” der Marcel Proust. Kıskançlık böyle dönüştürücü etki taşır bazen. Kıskançlığın başka görünümleri, başka tonları var mıdır peki? Vardır. Keşfedelim o halde: </span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></div><p></p><p style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times;">Hasedin Ateşi</span></b></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Haset, birinin topyekûn varlığını kıskanmak ”O” olmayı istemek. Kıskançlıksa birine bahşedilenlerin kendinde olmayışının hazımsızlığı. Kıskançlığın hayranlığın ardın gizlenen bir yüzü vardır bir de. “Kıskançlık, gizli bir hayranlıktır” der Kierkegaard. Benzer frekansta Peyami Safa da “Hayranlık mağlûp olmuş bir kıskançlıktır. Yani kıskançlık gıptaya, gıpta hayranlığa yerini verir. Dibinde kin vardır. Gitgide, hayranlığın zaafa uğradığı anlarda bu kin ortaya çıkar.” der. Böylesi bir hayranlık öylesi çaresiz bir kıskançlıktır ki muhatabını istese de alt edemez.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Dahil olamadığı güzelliğe hüsn-ü zanla bakamayan, kendine benzemeyenin başarısını hazmedemeyen, dahil olamadığı her şeyi kötüleyen bir kıskançlık eşiği var bir de. Kendi biriciklik yanılmasını tehdit eden bir rakiple karşılaşan ve varlığını rakibi karşısında çelimsiz hisseden insanlar dedikodu, yalan, iftirayla kıskandığı insanları alt etmek adına her türlü çirkinliği göze alabiliyor. Kıskançlık, mahrum edici bir karakteristik taşır. Kıskançlık yüzünden ne çok güzelliği ıskalıyor insan. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Nedensiz husumet en kısa haset tanımı bazen. Telaşlı itibarsızlaştırmaların ardından çaresiz bir kıskançlık çıkıyor çoğu zaman. Birini sürekli eleştirmek, her sözü/eylemi üzerinden antitez geliştirmekten belirgin kıskançlık işareti yok. Öylesine hastalıklı bir haldir ki bu kıskançlık duyulan kişiyi alt edebilmek için onun kötü, şahsiyetsiz, aşağılık biri olduğuna kendini inandırarak mücadelesini meşrulaştırır. Odağını hakikate, yaşamına ya da kendisine değil de başkaları üzerine çeviren ve hasedin ateşiyle yanan hakikat nasipsizi insan profilidir bu. Kendi ve hakikat arasındaki ilişkiyle varlığını meşgul edeceğine başkasının hakikatle ilişkisini tahrip etmenin peşinde, kıskançlığın zirvesinde zehirlenmiş bir ruhun tezahürüdür aynı zamanda. Kendi varlığının sesine dalmak varken ne beyhude bir uğraş. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></p><p style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times;">Kibir Rekabeti</span></b></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Eleştirilerin temelsiz, yargıların dayanaksız, yergilerin ölçüsüz ve üslubun sığ olduğu her rekabet özünde "kibir rekabeti"dir. Tarafların birbirlerinin kibrini incitmeyi hedeflediği bu rekabet yalnızca mutlak hamlesizlik; kayıtsızlıkla son bulabilir. Böylesi bir üstünlük yarışında savaşan rakiplerin kibirleridir esasında. Hiçbir sıfatın, başarının, mülkün hükmü bulunmayan bu soyut savaşta; gözün içindeki, ruhtan gelen o halede "fıtrî ışık"tadır muzaffer. Yarış, nispet, rekabet hırsıyla sağına soluna bakınıp duranlar, geçmişin ardına takılıp kalanlar, yukarılara bakmaktan boynu bükük duranlar ve aşağı bakmaktan kendini alçak bir yükseklikte zannedenlerin arasında; insanın önüne bakıp yürümesi ne güzeldir oysa.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Virüsten daha hızlı ve bulaşıcı bir şey var: Hırs. Rekabet azığıdır onun, kışkırtmak huyu. Gözüne kestirdiği yere varmak ister. Ve hedefi vurmak, on ikiden vurmak... Sonucu düşünür hep, niçini hiç. Niçini düşünen yavaşlar çünkü. Başarmayı ve kazanmayı "olmak"tan çok seven insanların en belirgin özelliği: Rekabet. Rekabet güdülerini tahrik eden her şeye vahşi bir sırtlan gibi hırsla koşarlar. Çatlarcasına koşarlar... Yine de bir yere varamazlar. En çok da kendilerine. Rekabetçi, hırslı, yaşamı bir yarış gibi görüp şeye koşanlar nihayetinde kendilerine gecikiyorlar. Kendisi yerine başkalarıyla yarışanlar, kendi yolundan uzaklaşıp kendi hızını yavaşlatıyorlar çünkü. İnsanı en çok hırsı yavaşlatıyor.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Benzer ruhlara sahip olup; benzer şeylere sahip olmayanların o ölümcül husumetlerini Dostoyevski muhteşem teşhisliyor: “Ona benziyorsun, çok benziyorsun hatta belki akrabasınız; aranızdaki tek fark onun parlak bir şahin ve bir prens, seninse bir baykuş ve tezgâhtar olman.” Bitimsiz egosantrik mücadelelerin ardında kindar ve sadık kıskançlıklar vardır. Böylesi sadık kıskançlıkların en güzel faydalarından biridir bu: İnsanın hasmını bile nitelikli hale getirir. Kıskançlığın dahi kalifiye, derin ve estetik olanı vardır çünkü. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></p><p style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times;">Sahte Kayıtsızlık</span></b></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Atmosferin katmanları gibi... Yoğun görünen duyguların ardında bambaşka duygular saklanıyor bazen. Küçümsemenin ardında mahcup bir kıskançlık, aşka benzeyen şeyin ardında başkasına intikam. Ve öfke görünen şeyin ardında gizli bir utanç. Bazen de birbirine geçmiş haldedir duygular. Sanılanın aksine kıskançlık ve kibir beraberdir. Kibri içten içe kendine yakıştırırken kıskançlığı şiddetle reddeder insan. Yükselen narsisizmin zamanında en üvey evlat duygu kıskançlık artık. Hep şiddetle reddedilen ve hep başkalarına layık görülen. Oysa insanın en sık, en yoğun yaşadığı duygulardan biri kıskançlık. Bu "kıskanıyorlar beni!" sendromu iyice yaygınlaştı. Kimse kimseyi kıskanmıyor, herkes kıskanılan kişi artık. İnsan ara ara "Beni neden kıskansınlar?" diye sorup kendine ciddi ciddi düşünmeli bunu. Kıskançlıkla perdelenmiş kibrin en bariz göstergesi sahte kayıtsızlık var bir de. Sahte kayıtsızlık; kibir ve kıskançlığın bir olduğu o hali ele veren ilk şey. Bastırılmış kıskançlık; şiddetli aşağılamalarla ya da sahte kayıtsızlıkla ele veriyor kendini. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Her tür kıskançlık için güçlü bir reçete var: Sahip olunamazsanız, kaybedilemezsiniz. Rekabet etmezseniz, yenilemezsiniz. Kıyaslamazsanız, kıskançlık duyamazsınız. Kıskançlık, bir tür kalbî cimrilik. İnsan, ihsan etmenin hazzına varınca kıskançlığın cimriliğin kötü bir şekli olduğunu fark ediyor. Cimrilik, hissedememektir sonsuzu. Kıskançlık, eksilmiş hissetmekten gelir çünkü. Sonsuz olan eksiltilemez, çalınamaz oysa. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></p><p style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times;">Âşık Kıskançlık</span></b></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">"Kıskançlık sevginin sıfatlarındandır" der Muhyiddin İbn Arabi. İbn Arabi, Aşk Risalesi’nde sevenlerin özelliklerinden, kalbi hallerinden bahis açar: Erimek, Garam (üzüntü içinde sevgilide yok olmak), Şevk (kavuşmaya dönük ruhani bir hareket), Heyam (kara sevda, kendinden geçmek), İnlemek, Kemed (gam, tasa, kalpteki aşırı üzüntü) Aşkın bu katmanları, her katmana has bir kıskançlık yorumunu da beraberinde getiriyor. Yaşanmamış güzelliklerin olasılığını kıskanmak gibi estetize edilmiş kıskançlıklar vardır ve bu en güzel iltifattır bazen.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Samipaşazade Sezai kıskançlıktan “en mülayim insanları bile heyecanlandıran aşk felaketi” olarak bahseder. “Bu kıskançlıktı. Aşkın öbür çehresi olan kıskançlık. Bütün hazların ve saadetlerin, bizi mesut eden tebessümlerin, ahitlerin, ümitlerin tekrar gerisin geriye dönüp, keskin bıçaklar, çok sivri neşterler halinde içimize saplandığı kıskançlık!” der Ahmet Hamdi Tanpınar da. Böylesi bir kıskançlığı tek kelimeyle ifade edilse "kanser" olurdu. Ve bunu yalnızca Henriette anlardı. Kanser gibi kıskançlık sessizdir, müthiş sezgindir, rakiplerini kıskanmaz. Kanser gibi kıskançlık Henriette'dir. Ölümcüldür.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Proust’un aşk anlayışı da bu noktada enteresandır. Aşka “karşılıklı bir işkence” diyen Proust; kıskançlığı da “endişeli bir zorbalık ihtiyacının aşkî konulara yönelmesinden” ibaret görür. Proust ayrıca kıskançlığın en acı halinin sevilenin bizde kaybettiği şeylerin başkasında bulmakla yaşandığını söyler. Buradan hareketle muhatabın bir vakit zihnine, kalbine ve ruhuna tesir etmiş bir rakip her zaman hakiki bir kıskançlık nedenidir. Bir varlığa yönelmiş hususi dikkat en belirgin aşk belirtisi ve kıskançlık nedenidir. Rekabet içgüdüsü, seçici olmayan flörtöz meraklar ve maymun iştahla içselleştirilemeyen her insanla alâka kuranlar; hiçbirinde derinleşemediklerinden bu yüzden gerçek bir aşk yaşayamıyorlar. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Aşkın acı verici karakteristiğinin en yakıcı yüzlerinden biri de âşık kıskançlıktır. Charlotte Bronte, âşık kıskançlığın haz verecek kadar şiddetli halini kahramanı Jane Eyre’i, âşık olduğu adamı başka bir kadınla flört edişini seyrettirerek ifadelendirir: "Baktım. Bakmaktan şiddetli bir zevk aldım. Yine de değerli bir acıydı bu." Platonik ve seyirci bir kıskançlığın hâlidir bu. Bu hale daha ince bir yorum “Her aşkın içinde bir intikam gelip gider” diyerek Sezai Karakoç’tan gelir. Aşkın şiddetli, sitemkâr ve ketum bu karakteristiği Sezai Karakoç’un şiirlerinde belirgindir. Çok özel bir kıskançlığı vardır Karakoç’un. Âşık kıskançlığın sesini en güzel estetiz eden isimlerden biri olarak Köşe şiirinde ifadelendirir: “Ben geleceğin kara gözlü zalimlerindenim / Bir tek köşen bile ayrılmamışken bana / Var olan ve olacak olan bütün köşelerinin sahibi benim.” Platonik bir aidiyet hırsı vardır burada, zorba olmayan, ümitvar ama bir o kadar da mahzun bir aidiyet hırsı. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></p><p style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times;">Gayret Makamı</span></b></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">İskender Pala, Kitab-ı Aşk’ta gayret kelimesinin bugün pek kullanılmayan bir anlamından; kıskanmak, çekememek ve tahammülsüzlük anlamlarından bahseder. Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk mesnevisine atıf yaparak Aşk ve Hüsn isimli iki gencin aşk yolculuğunda Aşk’ı, Gayret adında bir lalanın yetiştirdiğinden bahis açar. Hüsn’e âşık Aşk’ın, Kalp Ülkesi’ne varması için “gayret” kaçınılmaz bir yol arkadaşıdır çünkü. Gayret, Şeyh Galip’te; sevilen için gösterilen çaba, göze alınan meşakkat, ödenen bedeller olduğu gibi aşka ve maşuka başkasını ortak etmek istemeyen kıskançlığa karşılık gelir. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Divan Edebiyatındaki gayret ve makamının en güzel nişanesi Çamlıbel'in o mısrası "Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun." cümlesinde saklı olabilir. Yahut "Saçın yüzüne değse telini kıskanırım" şarkısında. Oysa hepsinden daha yukarıda bir Gayret Makamı var: Sevilen ruhta, başka ruhların zerre tesirine dahi tahammül gösterememek. Bugün en yüksek beşeri sevgide bile başka ruhların tesiri var. Oysa birinin en’i olmak, tesir listesinin zirvesinde olmak ya da en çok sevilen olmak yetmiyor. Kul da Tanrı’ya öykünüyor, haddini aşıyor ve O’nun gibi tek, eşsiz, ortaksız olmak istiyor aşk bahsinde. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Sahip olma hırsı çok defa sevgi ve aşk işareti olarak sayılıyor. İnsanlara aidiyet bağı yerine mülkmüş gibi bir sahip olma hırsıyla yaklaşmak ruhsal ve hissi bağları tahrip ediyor. Sahip olma hırsıyla dolup taşanlar, sevdikleri insanlarla aidiyet yerine mülkiyet bağı kurarlar. Hakiki muhatap ile mülkiyet değil aidiyet bağı kurulur oysa. Ancak bir sözleşme unsuru ile mülkiyet bağı kurulabilir. Mülkiyet bağı kurulan her şey diğerleriyle kıskançlık; aidiyet bağı kurulan her şey başkalarıyla "Gayret Makamı" doğurur.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Gayretin bilinen anlamıyla bazen bir şeyin yalnızca bizim çabamıza bağlı oluşu da heves kırıyor. Çaba bitince, o şey de bitecek çünkü. Gayret mühim şey ama gayret tutkuya hiç yakışmıyor. Sadece çabayla sürecek şeylerin doğmadan ölmesi en güzeli bu yüzden.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></p><p style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times;">O Tutkun Aidiyet </span></b></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Hisler karışıp yepyeni hisler doğurur bazen. Hislerin birleşmesinden doğan hisler daha güzel: Huzurlu neşe, zarif şefkat, mutlu yalnızlık, kırılgan öfke, buruk mutluluk, derin kıskançlık, huzurlu acı, mağlup hınç, mutsuz aşk, şaşkın sevgi, mahcup sevinç, dingin dalgınlık, hırçın mutsuzluk, hüzünlü intikam, tutkulu karamsarlık… Tutku farklı olarak karıştığı hissi daha da yoğunlaştırır. Tutku sadakat ve aidiyete çok yakışır bu yüzden. “Tutku istisnai bir duygudur, kıskançlık ise dünyadaki en istisnai tutkudur” der Dostoyevski Beyaz Geceler’de. Kıskançlığı bir tutku türü olarak okumak, kıskançlığı en estetik ve zehirli tutku haline getiriyor. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Karanlık tutkunun verdiği azapların en kötüsü özel olamama acısıdır. Bu tür özel olamama acısı için birebir: Sizi özel bulmayan biri sizin için özel olamaz. Ve özel olmayan bir şey için, biri için üzülmek bir anlam taşımaz. Kendi özel olanını bulma ümidi, özel olamama acısının en güzel şifasıdır bu yüzden.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Aidiyet, en sarsılmaz his. Ruhen, kalben, zihnen, bedenen tek bir varlığa ait hissedince; didaktik, tehditkâr ve vaiz gibi konuşan iç seslere, kıskançlık kavgalarına, saf dışı bırakılan rakiplere, sadakat ödevlerine, yasaklara gerek kalmıyormuş. Aidiyet, sadakatin tek muhafızıymış. Ve en zarif kıskançlıkların bile tek devası. Aidiyet, hemdemlik getirir. Hemdem enfes bir kelime. Birlikte (hem) ve nefes (dem) kelimeleri kavuşmuş ve hemdem olmuş. Birinin nefesini varlığında hissetmek. Yalnız teninin nefsini değil. Zihninin nefesi, ruhunun nefesi, kalbinin nefesi ve cânının nefesini de. Bir varlıkta ve hep "bir"likteymiş gibi.</span></p>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-84325907860167014092023-04-26T21:02:00.003+03:002023-04-26T21:06:25.433+03:00 O Aşık Dikkat<p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh3sshylnKZkJ5BUD-Cvbh7xcymnSpdwQCI3j0LFYml1ZXJwoqFtf05PXaNiqNjr7mzXJEoxhu-GTc3HLTZuCq7JWOTwse0guO2O93K7UHD3kJZSeKzhi7fuHzQOAUFW1104DsomCPvFgwsh8oUsKjITCfOzMe-gWuAbh0SivUeZqcm2j0cLBhw9UGF/s1074/photo1682531884%20(1).jpeg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="713" data-original-width="1074" height="265" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh3sshylnKZkJ5BUD-Cvbh7xcymnSpdwQCI3j0LFYml1ZXJwoqFtf05PXaNiqNjr7mzXJEoxhu-GTc3HLTZuCq7JWOTwse0guO2O93K7UHD3kJZSeKzhi7fuHzQOAUFW1104DsomCPvFgwsh8oUsKjITCfOzMe-gWuAbh0SivUeZqcm2j0cLBhw9UGF/w400-h265/photo1682531884%20(1).jpeg" width="400" /></a></div><span style="font-family: times;"><div style="text-align: justify;"><br /></div><div style="text-align: justify;">Sayfaları gezinirken durdunuz ve tam şu an bu cümleyi okuyorsunuz. Evet, biraz dikkatinizi çekti. Alaycı bir tebessüm? Bıkkın bir göz devirme? Bıkkın gözleri uğurlayarak tebessümünü yüzünde sürdürenler için devam edelim o halde. Tıpkı böyle… Her alaka dikkatle başlar. Maşukun ay gibi aşığının yörüngesinde gezinmesi gibi kati: Tesir ruhun, beğeni gözün, sevgi kalbin, dikkat de zihnin ilgisi.</div></span><p></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Zihnin dikkatini istemsizce verdiği şey, meşgul olduğu biricik ayartıcısını ele verir. Zihin hoşlandığı şeye dair her ayrıntıya dikkat kesiliyorken umursamadığını anons gibi onlarca kez duyup geçiyor. Beden dilindeki aynalamanın zihinde de izdüşümü var. Kelime seçimleri zihinsel tahriklerimizi ifşa ediyor. Daha önce hiç kullanmadığınız bir kelime dilinize pelesenk mi oldu birden? Yeni fikir flörtünüze merhaba deyin.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Dikkatsizlik, bir umursamazlık türü. Sıklıkla yapılan dikkatsizliklere dikkat etmekte fayda var bu yüzden. Orası şuurun uyuduğu nokta. Uyuyan şuur ve istikrarlı dikkatsizlik felaket çağırıyor çünkü. Tersi mantıkla bilinçli umursamazlıkta da saklı bir alaka var. Freud’un meşhur tespiti “Bir insan bir yere bakıyorsa orada ilgilendiği bir şey vardır. Bir insan bir yere hiç bakmıyorsa, orada ilgilendiği bir şey kesinlikle vardır.” sözü bu bağlamda karşılığını buluyor. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></p><p style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times;">Zarif Dikkat</span></b></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Bakımı özen, zarif bir dikkat ve özel bilgi isteyen nadir çiçek türleri gibi bazı insanlar. Eşsizce açmak için hususî alâka bekliyorlar. Ama... Yaşamın meşakkatli yollarından zorlukla geçenlerin ne hâli ne de "vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya" Neyse ki zarif kavrayışın meşakkatine talip olanlar da var. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">"Olağanüstü bir şekilde senin gözlerinde / Kendimi olurken gördüm" der Friedrich Hebbel. Kendi oluşunu bir çift gözün içinde seyretmek. Bir çift gözü ayna olarak görmek. Ve bir çift gözü varoluşunun şahidi etmek... Eşsiz bir şey. Bu eşsizliği veren nedir peki? Zarif bir dikkat. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Zarif dikkat ne güzeldir. En büyük iltifattır o. Bir şeyin en küçük ayrıntısına, muhatabın her zerresine nazik bir dikkat, ihtimam göstermek... Hususî, zarif ve derin bir dikkate layık olmaktan daha çok ruhu okşayan ne var?</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></p><p style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times;">Gizli Dikkat</span></b></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">“Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar.” der Kur’an. İbret kelimesinin, bugün romantik hakikatçi bir çağrışımı var. Oysa ibret nazarının ibresi vardır, gizli dikkati işaret eder o.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Gizli dikkat ne güzeldir. Göstermeden kendini, hedefini gözleyen keskin nişancı gibidir. Yahut kalabalık bir salonda gözünün ucuyla maşukunu izleyen aşık gözler gibidir. Stalker ya da hırsız gibi "göz diken" değildir o. Kendine ait olanı bilen ve bakandır o.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Başka bir âleme dikkat kesilmişliğin o sessiz bakışı… Başka bir aleme dikkat kesilmişliğin dalgınlığı vardır bir de. Gözü dalmak... Başka bir âleme dikkat kesilmenin, şimdi ve burada değil orada ve o zamana iltica edişin resmi sanki. Birinin gözünün daldığı yere gitmeyi istemek, bakışın şiiri değil de nedir?</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></p><p style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times;">Aşık Dikkat</span></b></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">"Göz izi" muhteşem bir terkip. Bakışın görünmez izi vardır, izi kalır bellekte. Göz, muhabbetle baktığı her şeyi mühürler. Tutkuyla baktığı şeye ait olur ruh. Bugün en çok da çok fazla şeye meylle, hevesle, açgözlülükle baktığı için ait olamıyor insan. Belki de bu yüzden içine başka bir çift gözün şirki düşmemiş tek bir tane göz yoktur diye karadeliğe sönedurur yıldızlar.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">“Seni hiçbir dünya telaşına değişmedim ben.” demişti Şükrü Erbaş. Hakiki muhatabın en küçük ayrıntısına bile en mühim işi yapıyormuşçasına mesai ayırıp zarif ve incelikli bir dikkat göstermekten daha büyük bir aşk alameti var mıdır ki?</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></p><p style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times;">Keskin Dikkat</span></b></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Her şeye nişan alarak bakan namlu göz, aynada kendini vurur. Tıpkı böyle… Dehşetli, çarpıcı, kötücül şeylere tanık oluşun açık bir yara gibi izi kalır gözlerde. Gözün tanıklığıdır bu. Göz bir yaraya benzer. Bakış zehirli bir ok'a. Bazen de doğrulmuş bir namluya. Baktıkça acır ve acıtır.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">"Tedavi olmak istiyorsan, yaranı açmalısın" der Boethius. Anlamak, yaralar bazen. Bir şeyi en derin manasıyla idrak etmek kanatır. Çünkü kanayarak keşfi öğrenir göz ve bakış. Alex Andreyev'in ''İnsanın gözlerini açması bazen çok acı verici olabilir" tablosu gibi tıpkı.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">"Yetiştirdiğim en iyi nişancı vurdu beni" der Birhan Keskin. Ya da şöyle: En iyi keskin nişancılar yetiştirdi beni. Her saldırı savaşma kabiliyeti kazandırır aynı zamanda. Vuruldukça, vuruldukça ve ölmedikçe daha da güçlenir insan. Keskin dikkat gibi hırçınlık bir dikkat türü. Bilenmiş bir dikkatse eğer. Dilde, hâlde, tavırda, yazıda; açık, örtük, metaforik ya da estetik... Fark etmiyor. Hırçınlık insanın bilendiği yeri ifşa ediyor anında.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></p><p style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times;">Okurun Dikkati</span></b></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Ruhsal, zihinsel, kalbî çekicilik de var. Şahsiyeti, benliği çekici olanlar... Çekiciliğin bedene, beden diline indirgenmesi fahiş bir yanılgı bu yüzden. Bazı düşünür, yazar ve kitaplara duyduğumuz dikkat; bu soyut çekiciliğin varlığının en büyük işareti.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Bakış, okuyuşa benziyor bazen. Bir yüzü her şeyiyle seyretmek; o yüzün ruhuna dair bilinmeyenleri bakışın ritmiyle hece hece keşfetmek bir kitabı okumaya benziyor... Evet, anlamlı yüzleri seyretmek de okumaya dahil. Derin bir bakış olmadan, fotoğrafa bakar gibi okuyoruz artık. Yüzeysel, görsel bir okumayla. Kimse okuduğu şeyin gerçek bağlamını idrak edecek kadar bile dikkat etmiyor.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></p><p style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times;">Çeldirici Dikkat </span></b></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Ken Follett “Paradoks, dikkat çekmek için tepe taklak duran hakikattir” der. Gerçeğe olan dikkat, gerçeği görmeye yetmiyor her zaman. Salman Rushdie'nin ilginç bir sözü var aynı güzergahta: "İnsanın anlatmayı seçtiği her hikâye bir tür sansürdür, başka hikâyelerin anlatılmasını engeller." Bazen bir tarafa olan aşırı vurgu, o şeyi vurgulamak için değil; diğer tarafı kamufle etmek içindir. Dikkati güçlü olan yere çekerek zayıf olan tarafı kamufle etmek en kurnaz saklanma biçimidir. Doğada savaşçı ve güçlü olmayan birçok hayvanın yıllarca hayatta kalabilmesi de bu stratejiye bağlıdır.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Çeldirici dikkatte kötücül çekiciliğin tesiri var en çok: Şeytan tüyü. "Şeytan tüyü"nü iltifat; çekiciliği güzelliğin bir şartı olarak gören bakış; saflık ve masumiyetten şefkatli bir küçümseyişle bahsediyor.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></p><p style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times;">“Çalınan Dikkat”</span></b></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Dikkat üzerine son yıllarda yazılmış en iyi metinlerden biri olan Çalınan Dikkat kitabında Johann Hari, dikkat üzerine güçlü çıkarımlar yapıyor. Hari, yaşadığımız çağın dikkati çalan etkisinden bahsederek bu çağın parolasının "Yaşamayı denedim ama dikkatim dağıldı" cümlesiyle ifade eder. Hari, bilhassa sosyal medya etkisiyle beraber insanların hiçbir şeyle uzun alakalar kuramadığını çarpıcı bir örnekle izah ediyor. Harvard’da bir profesörün bile öğrencilerine kısa kitaplar okutma zorlandığını ve çözüm olarak Youtube videoları ve podcastlari kullandığından bahsediyor. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Bu alaka dikkatsizliği için süratin derinliği feda ettiren yanına dikkat çekerek derinliğin zamana mecbur olduğunu altını çiziyor. Sosyal medya kullanımının getirdiği hız aynı zamanda empati kaybı meydana getiriyor ve kullanıcıları daha agresif hale getiriyor. Hari’nin kendi ağzından teşhise ve çözüme kulak vermeli:</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">"Böyle az uyuyup çok çalışan, üç dakikada bir faaliyet değiştiren, zaaflarımızı öğrenip manipüle etmek için tasarlanmış sosyal medya siteleri tarafından takip edilip gözlemlenen, stres fazlalığından aşırı tetikte yaşayan, enerjinin sıçrayıp çakılmasına yol açan bir şekilde beslenen, her gün beyne zarar veren toksinlerle dolu bir kimyasal çorbası soluyan bir toplum olmaya devam ettiğimiz takdirde -ciddi dikkat sorunları yaşayan bir toplum olmaya da devam edeceğiz, evet. Ama bunun bir alternatifi var. Örgütlenip karşı koymak - dikkatimizi ateşe veren kuvvetlerle mücadele edip yerlerine iyileşmemize yardımcı olacak kuvvetler geçirmek."</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></p><p style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times;">Kendine Dikkat</span></b></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">(MS 25-MS 95) yaşamış Romalı stoacı filozoflardan Musonius Rufus "İnsan ancak kendine daimî bir dikkat göstererek temin eder, kendi ruhunun selametini" demişti. Kendine dikkat kesilmek… Bu gürültülü dünyada kendine dikkat kesilmek mümkün müdür ki? Kendine dikkat kesilmenin bir de kendine saplanıp kalma eşiği var. Kendine dikkat kesilmekle, kendine saplanmanın bencilliği arasındaki farka dikkat çekmekte fayda var. Bencilliğin dikkati, başkalarına hayata dikkatsiz kılıyor. Dikkat yoksa, alaka yoktur, alaka yoksa aşk yoktur, ihtimam yoksa aşk yoktur çünkü. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Başka bir güzergahta kendi ekseninden çıkıp başkalarına pervane olanların farkına dikkat çekiyor İhsan Fazlıoğlu. “Kendini ihmal edip başkalarına dikkat kesilen kişi, daha yaşarken bedenini mezara çevirir, aklını çöle.” diyor Fazlıoğlu. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">İnsanın yalnız kaldığı anlardaki "gözetleyicisi" gerçek benliğine dair çok şey ifşa eder. Gözetleyicimiz kim? Yaratıcı mı? İçimizdeki seçkinlerin üstenci gözleri mi? Süper egomuz mu? İdeal benimiz mi? Karşı cins mi? Bize hayran bir tribün mü? Yoksa hayalî bir sahne mi? Kendi gözlemleyişini gözetleyebilen göz ikisini de yapabilir.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Dikkat çekme hevesinin, göze girme telaşının kendimizi harcatan etkisi var bir de. Gözden düşenler, göze girmek için çırpınanlardan çıkıyor en çok. Kendilerine yalnız başkalarının gözlerinde yer bulabiliyorlar çünkü. Bu yüzden bir göz açıp kapatma süresince sürüyor münasebetleri.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></p><p style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times;">Sonsuza Dikkat</span></b></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Göz bir yere, bir şeye, bir kimseye sonsuza bir dikkat gösterir. Bazı dikkatler ne güzeldir. Şöyle tıpkı: Trende camdan dışarı seyrediyorum müzikle. Camın aksine bir suret düşüyor sızan güneşle... Karşımda görme engelli gencin apaçık gözleri. Güneşle bir olmuş bana bakıyorlar... Güneşin gözleriyle göz gözeyiz sanki.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Gurmeler, antikacılar, sarraflar... Bir parçaya neye göre paha biçerlerdi? Biçilen pahayı sonsuz sayıdaki deneyimin ehlileştirdiği, seçmeyi bilen o göz belirlemez miydi? "Göz görgüsü" değerlinin değerini bilen o gözün nazarındadır işte.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Sonsuza dikkat kesilmek enteresandır. Sonsuza dikkatte, yaşamın ve ölümün sırrına nüfuz etme ısrarı vardır. Sonsuzdur son bakış. Göz ölse bile son bakış hep yaşar. Her şeyi unutabilen insan son bakışı unutamıyor. Yıllar geçti, o bakışı unutamıyorum. Gözlerin de yası var. Gözün bir yere, o yere dalıp gitmesi… Gözün yası da bu olsa gerek.</span></p>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-81929201759951380532023-04-26T20:52:00.002+03:002023-04-26T21:06:52.347+03:00 O Sadık Tutku<p style="text-align: justify;"><i></i></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><i><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiA6jFpesgD6rWPYClkGNFbt8psP8y-x8BH0hL8P1Ujij92Rqe1ryW12XCfmo4XiKrcDpVStS5WLENZOy4IknTbUFdzUSkARRBlbuXR21LKsZ4P-F3LFOFRwy7NE7FvbS_uBQUsY3MhFFq4UacbJGApS9A0JSTyJrJ1IQ_pV5f788qDfni9hz-V0WsS/s1104/photo1682531884.jpeg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1104" data-original-width="1080" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiA6jFpesgD6rWPYClkGNFbt8psP8y-x8BH0hL8P1Ujij92Rqe1ryW12XCfmo4XiKrcDpVStS5WLENZOy4IknTbUFdzUSkARRBlbuXR21LKsZ4P-F3LFOFRwy7NE7FvbS_uBQUsY3MhFFq4UacbJGApS9A0JSTyJrJ1IQ_pV5f788qDfni9hz-V0WsS/s320/photo1682531884.jpeg" width="313" /></a></i></div><i><span style="font-family: times;"><br />"Muhammed'in dağa gitmesi gibi aşka gittim" Balzac</span></i><p></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Tutku, sadıktır. İnsan en çok tutkusuna sadıktır. Tutku öylesine nüfuz eder ki ruha, insan tutku duyduğu o şeye karşı yüksek bir sadakat gösterir. Zorunlu olmayan sadakat hem de. Sadık bir tutku aidiyeti ne muazzam şeydir. Ruhun biricik tutkusunu keşfedip tüm varlığıyla aidiyet bağı kurduktan hemen sonra yaşadığı o tamamlanma hissi... Yaşamda deneyimlenebilecek en kemâl haz başka nedir ki?</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Ruhen, kalben, zihnen, bedenen tek bir tutkuya ait hissedince didaktik, tehditkâr ve vaiz gibi konuşan iç seslere, kıskançlık kavgalarına, saf dışı bırakılan rakiplere, sadakat ödevlerine, yasaklara gerek kalmıyormuş. Aidiyet, sadakatin tek muhafızıymış. İnsan tutkusu kadar kendine, özüne ve aslına da sadık olmalı. Kendine sadık olamayan, hiçbir şeye gerçekten bağlı olamaz.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></p><p style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times;">Tinsel Tutku</span></b></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">“Tanrısallık takıntısı dünyevi sevgiyi yok eder. Bir kadın ve Tanrı... Aynı anda ikisini birden tutkuyla sevmek mümkün değildir. Yok edilemeyen iki erotiğin karışımı, sonu gelmeyen bir dalgalanma yaratır.” der Cioran. Tanrısal ve dünyevi olan arasında güçlü bağlantılar vardır. Tanrı, Aşk ve Ölüm... Bu üçlüyle bağ kurma şekline dair sorular birini tanımanın en kestirme yolu: Tanrısı neye benziyor? Aşkı nasıl yaşıyor? Ölüme nasıl bir mânâ yüklüyor? Tanrı, Aşk ve Ölüm: Sonsuzluk, Haz ve Karanlık bilgisi... Bu üçlünün ardında o kişinin ruhunun sırrı var. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Tutku en çok dinlere yakışır aslında. Tinsel tutku, metafizik yatkınlık ve arayış ıstırabı... Dini arayışlar en güzel böyle başlar. Ruhu bu hasletlere yatkın olmayan, bilincen hazır olmayan insanlarla din konuşmak ya da dini vecibeleri dayatmak beyhude bir yorgunluk bu yüzden. Ahlakçılık bu yüzden kaba bir yontma telaşına benzer. Ahlâkçı, arzudan korkandır. Çoğu ahlakçılığın ardında arzunun ifşa olma korkusu yatar. Ahlâklı ve ahlâkçının farkı da buradadır: Ahlâklı arzusunu tanıyan; ahlâkçı ise arzusunu bastırandır. Bu yüzden en önce kendine sonra da başkalarına zulmeder. Şeytani estetik bu yüzden korkutur. Şeytanî estetiğin en tekinsiz haliyle ifadesini bulduğu bu zamanlarda ürkek ve tutuk bir sanat anlayışı hâkim hala. Oysa özellikle de muhafazakarların en ihtiyacı olan şey tutku; tinsel tutku. Cioran "Bach'ı dinlediğinizde Tanrı'nın filizlendiğini görürsünüz..." derken ne kadar haklı. Tinsel tutkunun sanatta çok güzel görünümleri var. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Tutkunun bir de karanlık yüzü var. Karanlığın değil ışıksızlığın rengi, siyah ateşin rengi. Işıktan çok uzakta savrulmanın, kavrulmanın, ahenkle kararmanın rengi. Verdiği hazzı misli acılarla geri alan kahreden tutku rengi: Tinsel tutkunun rengi. Yüksek tutku duyulan bazı şeyler, uçurum etkisi yapar bu yüzden. Uçurum kenarındayken ihtirasla dans eder insan. Sonra birden aşağı düşer. Mahvolur acıyla yavaş yavaş, paramparça olana dek ta ki. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></p><p style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times;">Heves & Tutku</span></b></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Alâkalar da aşk gibi sadakat istiyor. İstikrarsız bir hırs, rekabet içgüdüsü, seçici olmayan meraklarla, içselleştirmeden, maymun iştahla, her alanla alâka kuranlar; hiçbirinde derinleşemediklerinden gerçek bir eser ortaya koyamıyorlar. Tutkunun erken keşfi bu yüzden büyük şanstır. Tutkuyu tetikleyici bir işaret olarak okumak, insana kendi varoluş yolunu işaret ediyor. Tutku ne denli otantikse yol o denli aşkınlaşıyor. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Bu gösteri çağında maymun iştahlı heveslerin trajik örnekleri var. Eskiden “Bir şey yap, popüler ol” anlayışı varken şimdi “popüler ol, bir şey yap” anlayışı hâkim. Şöhretin bu dönüşümü bile popülerliğin yapılacak en büyük şey olduğunu söylüyor kolektif bilinçaltımıza. Kelebek ömürlü popülerliklerin ucu bir şekilde şarkıcı, influencer, youtuberlığa çıkıyor bu yüzden. Her şey olmayı isteyip birini bile olamamak… Heveslerin tutkuya evirilecek sabrı yoktur çünkü. Tutku, heves ve saplantı arasındaki fark da böyle ortaya çıkar. Heves ithaldir, taklittir, mimetiktir. Tutkunun dalgaları vardır, saplantının aşağı çeken bataklığı. Tutkunun derinliğini vardır; saplantının dibi. Tutku, denizdir; saplantı, çukur.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">En çok taklit edilen şeylerden biri arzu, arzunun ta kendisi. Girard’ın mimetik arzu kavramı bu anlamda mühim. Şuursuzca tesirinde kaldığı insanların gizil arzularını arzulamak, onlara has, ait ve özgü olan şeylerin tesirinde kalıp taklit fikirler geliştirmek kendinin kâşifi olamayanların en belirgin özelliği. İlk arzunun keşfi bu yüzden mühim. Çocukken kendiliğimize daha çok yakınızdır çünkü. Şuursuzca başkalarının arzularının peşinde sürükleneceğine o "ilk arzu”sunu hatırlamalı insan. Başkasının arzularının peşinden sürüklendikçe karanlık yollara sapar insan. İnsanın kendi yolunu kesmesi ne trajik. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Tutkunun yaşam pratiklerinde sağlıklı bir şekilde kendine nasıl yer bulacağının güzel örnekleri var. Japon düşüncesinde kendine yer bulan ve yaşam amacı, her zaman meşgul olmanın mutluluğu anlamlarına gelen “ikigai” kelimesi yaşamdaki tutkunun ideal görünümü için işlevseldir. Sevdiğimiz şey, iyi olduğumuz şey, para kazandıran şey, dünyanın ihtiyacı olan şeylerin hepsinin kesişimi olan nokta “ikigai” noktasıdır. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></p><p style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times;">Sanatın Tutkusu & İştah</span></b></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">“Tutkulu ruhların çoğunda olduğu gibi, hayattaki inancının tükendiği an gelmişti.” cümlesini okudum. Bir saniye sonra, cümle içimde bir kez daha yankılanıyordu ve gözyaşlarına boğulmuştum.” Albert Camus’nün bu sözü tutkulu ruhlardaki sonsuzluğun taşkınlığını işaret ediyor. Nadiren ağlayan tutkulu ruhlar için; ağlamak kupkuru bir toprağa düşmüş bahar yağmuruna benziyor. O yağmurdan sonra filizleniyor ya da çürüyor ruh.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Geçmiş, çok geçmiş zamanlara olan tutku, bir tür "kayıp zamanın izinde"ye benziyor. Neden eski zamanlara çağırır ki ruhumuz bizi? Geçmişe, olanaksıza olan tutku çok defa sanata götürür insanı. Dostoyevski'nin "Tanrı’ya giden yolun başlangıcında tutku vardır" sözü ilginç bir kesişime işaret ediyor. Tanrı'ya da Şeytan'a da giden yolun aynı oluşunu... Tutku kavşağı ermişlerin, sapkınların ve bütün büyük sanatçıların yolunun kesiştiği o noktadadır. Dünya üzerinde büyük ruhlardan biri yoktur ki yolu tutkunun kavşağından geçmemiş olsun.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Richard Sennett'in Balzac için söylediği “kendi kendini tüketen tutku” kavramından ilhamla tutkunun doyumsuz hali arzudan da bahsetmek gerekir. "Arzunun tüm nesnelerini yemek isteriz. Güzellik, yemek istemeden arzulanan şeydir." der Simone Weil. Böylesi estetik bir bakışın keşfi, yüksek bir iştahın doyuma ulaşmasından daha zevklidir kim bilir? İştah için tutku raddesine varamamış bir istek denebilir. İştah kendini isteme şekliyle ele verir: Her şeyi isteyenler, çok şeyi çok isteyenler, çok şeyi az isteyenler, az şeyi çok isteyenler, az şeyi az isteyenler, hiçbir şey istemeyenler, istememeyi isteyenler ve tek şeyi tutkuyla isteyenler... Çünkü isteme şekli ifşa eder ruhu. Her şeyi istemek, iştahtır. İştah varsa tutku yoktur. Hakiki tutkunun neliğinde iştah kapasitesi kesin bir ayırt edicidir. İştahın başka başka görünümleri vardır: Hırs (başarı iştahı), ihtiras (güç iştahı), kibir (eşsizlik iştahı), şehvet (elde etme iştahı), şöhret (ün iştahı), intikam (had bildirme iştahı). Adları, türleri değişiyor yalnızca. İştah, hep aynı iştah. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></p><p style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times;">Beğeni & Sevgi & Aşk & Tutku</span></b></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">“Alakalarımızın yüz bin şekline isim bulamıyoruz sevmek deyip çıkıyoruz. Onun için ne kadar suistimale uğruyor bu kelime” Peyami Safa’nın bu ikazı alaka çeşitlerin ayırdına dikkat çekiyor. "Beğeni" gözün ölçüsü, "sevgi" kalbin ölçüsü, "alâka" zihnin ölçüsü, "tesir" ruhun ölçüsü. Dört dörtlük bağların büyüsü bunların harmonisinde. Sayısız farklı bağ şekli var insanlar arasında: Fiziksel, duygusal, zihinsel ve ruhsal bağlar. Ruhsal ve zihinsel bağ kurduğunuz insanlarla ölene kadar bitmiyor o bağ. En çok da ruhsal, tinsel bağlar kopmuyor. Tensel ve duygusal bağların vadesi ise kısacık.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Aşkın yüzlerinin başka başka görünümleri vardır: Yan yana başka yöne: zorunlu bir aradalık, hep O'nun yönüne: platonik aşk, tutkuyla yüz yüze: aşk, yan yana aynı yöne: mutlak sevgi. Aşkın bu başka yüzlerinden platonik aşkın hoşnut yüzüne bir şerh düşmeli. Ruhun tutkuyla meyledip sahip olamadığı uzak güzelliklere has bir hoşnutluk hali vardır. O kadar güzel bir hâl ki sahip olsa da olmasa da hoşnuttur. Uzakta ama hoşnuttur. Asla varamayacak olsa da yine de hoşnuttur. Platonik aşk huşusu gibi tıpkı.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Mevlâna’ya atfedilen ''bir aşkı ancak başka bir aşk söndürebilir'' sözü bir şeyi işaret ediyor. Ateş gibi, aşk gibi, yakıcı, kahredici yaşam yangınlarıyla baş etmenin yolu söndürmekten değil; daha büyük bir ateş yakmaktan geçiyor bazen. Aşkın bu yakıcı doğası tutkunun ilkel doğasını hatırlatır. Polanski'nin aşkın ilkel doğası üzerine ince tespitler bırakan filmi Bitter Moon ilkel tutkudaki tehlike üzerine güçlü bir soru bırakır zihnimize: "Huzur, bir aşk ilişkisinde tutkunun baş düşmanı değil midir?" İnsanın kadim doğası estetize edilmiş ihtiras, ilkel tutkuya meyleder çoğu zaman. Hazzın sadık bir kölesi olan ilkel tutku sadakat bilmez. Oysa birbirine yıllarca aşık ve sadık kalabilme mucizesini başarmış bir yaşlı bir çift yaşayabilen en yüksek tutkunun en güzel kanıtı değil midir? </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></p><p style="text-align: justify;"><b><span style="font-family: times;">Hakiki Tutku</span></b></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Ali Şeriati’nin "Onu görmemiş olsaydım ne yoksul bir ruhum ne vasat bir kafam ve ne sönük bir bakışım olacaktı." dediği Louis Massignon’un “La Passion de Husayn ibn Mansûr Hallâj” kitabının ismi manidardır. Massignon, Hallac-ı Mansur için tutku (passion) kelimesini seçmiştir. Bazı tutkular böyledir. Silsileyi takip eder, bulaşıcıdır ve kendinden başka herkesi, kendinden gayrı her şeyi silikleştirir. </span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Öyle değil midir? Hiçbir şey yapmak istememek, bir şeyi yapmayı çok istemek yüzünden. Hiç kimseyle konuşmak istememek, tek kişiyle konuşmayı çok istemek yüzünden. Ve herkese mesafeli olmak, tek kişiye çok yakın olmayı çok istemek yüzünden. Sıradanlık, küfür gibidir bazen. Layık görüldüğü her şeyi alçaltır, bayağılaştırır. Yüce, derin, aşkın olanı mahkûm eder sıradanlık. Yüce olanın, sıradan olacağına şerefiyle ölmesi gerekir bu yüzden. Unutulmazlık... Tesirin kudreti, âşkların sadakati, savaşçıların zaferleri, tarihin altın harfleri hep onunla ölçülür. Oysa gerçekten unutulmaz olan tek şey şüphedir. Unutulmazlık isteyen, muhatabına muhteşem bir şüphe bıraksın.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Hakiki tutku gibi hakiki tutkunun muhatabını ifşa eden bir ölçü vardır. Ruhu peşinde koştuğu şeyler kadar ifşa eden bir şey yoktur çünkü. Mevlâna’nın "Neye talipsen O'sun" sözünden ilhamla "Neyi seçiyorsan o'sun" denilebilir pekâlâ. İnsan en çok seçtiği şeye ait. Şartlar, zorluklar, engeller, mukayeseler, seçenekler, kararsızlıklar... Birini tanımanın en kısa yolu seçtiği şeylere bakmak. İnsanı en çok seçtikleri ifşa ediyor. Seçemeyişi ve seçmek zorunda kaldığı şeyler bile.</span></p><p style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">“Seni hiçbir dünya telaşına değişmedim ben.” demişti Şükrü Erbaş. Hakiki muhatabın en küçük ayrıntısına bile en mühim işi yapıyormuşçasına mesai ayırıp; zarif ve incelikli bir dikkat göstermekten daha büyük bir aşk alameti var mıdır ki? "Sen olduğun için" dünyanın en güzel iltifatı olabilir. Egoyu, biriciklik hırsını okşadığı için değil. Sayısız kulvardaki yarışın birincisi olduğu için değil. Cevapsız tüm soruların cevabı olduğu için. Bir ruhu görmenin sırrı olduğu için. Sen olduğun için.</span></p><p style="text-align: justify;"><i><span style="font-family: times;">Ey güzel tutku, sadığım ben sana. Yalnız sana.</span></i></p><p style="text-align: justify;"><i><span style="font-family: times;">Dünyanın son gününde, dünyada son günümde,</span></i></p><p style="text-align: justify;"><i><span style="font-family: times;">Gökyüzüne bakıp dönerek seni söyler</span></i></p><p style="text-align: justify;"><i><span style="font-family: times;">Ve sana gönenirdim yalnızca.</span></i></p>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-10677335457903385282023-03-01T22:25:00.011+03:002023-03-01T22:29:37.869+03:00O Şarkı*<iframe frameborder="0" height="270" src="https://youtube.com/embed/D3Ob2QygV40" style="background-image: url(https://i.ytimg.com/vi/D3Ob2QygV40/hqdefault.jpg);" width="480"></iframe><div><br /></div><div>Carla Morrison / Devuélvete*</div><div><br /></div><div>1700'lerden, 1800'lerden karanlık bir ses çağırıyor sanki: "Duy beni..."</div><div>Karanlık bir marş, tehlikeli bir şarkı.</div><div>Buz kesen ten, ılık ateş, kahreden aşk...</div>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-78743895158446237162023-01-01T22:43:00.002+03:002023-01-01T22:44:29.920+03:00.: Maça Kızı :.<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgyWZXBYapm6k4u9iyGpCZzDBuce9kGKBlJCR_8AdRSYcZ2y3Ap-zI65nmyv8bqLOembt1FpXG_5aj3cIj6XUymtZbyE9RY_aSPZ48yaISRF-r4CWczhSfX-ytWC8hUYWdw0bqDbHU-QVJfCHjrUb_i_NwkVOnODhvxiJ67caucjmBKh139R88QwVD-/s1280/WhatsApp%20Image%202023-01-01%20at%2022.43.49.jpeg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1280" data-original-width="1267" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgyWZXBYapm6k4u9iyGpCZzDBuce9kGKBlJCR_8AdRSYcZ2y3Ap-zI65nmyv8bqLOembt1FpXG_5aj3cIj6XUymtZbyE9RY_aSPZ48yaISRF-r4CWczhSfX-ytWC8hUYWdw0bqDbHU-QVJfCHjrUb_i_NwkVOnODhvxiJ67caucjmBKh139R88QwVD-/w396-h400/WhatsApp%20Image%202023-01-01%20at%2022.43.49.jpeg" width="396" /></a></div><br /><br /></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiC88PBDiYxzM6Xxrd9yxM__BTViWHjs6t-qKbLa7Zrqk5eb_8cNI_uokkPo2qKO9KKIb72BQgWGFIkxvqe8GSaXpUEhx_kdPhttMktZpfdwN9m_4SNRI6hj3NtO7kuBB_dGFtz7ht_TflfBeR0GZHxMCi2PeDNduBYBBAy5pRA4a_a3BeZ3KRvo_Bo/s6479/Zeynep%20Merdan%204.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="6479" data-original-width="4480" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiC88PBDiYxzM6Xxrd9yxM__BTViWHjs6t-qKbLa7Zrqk5eb_8cNI_uokkPo2qKO9KKIb72BQgWGFIkxvqe8GSaXpUEhx_kdPhttMktZpfdwN9m_4SNRI6hj3NtO7kuBB_dGFtz7ht_TflfBeR0GZHxMCi2PeDNduBYBBAy5pRA4a_a3BeZ3KRvo_Bo/w276-h400/Zeynep%20Merdan%204.jpg" width="276" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhiku7Vye2tN47q3GFy_atxd70VEfQUWs2cWSinjKTOSYdb3jobVxBhNfIxf_e_QnTmj0agW19ePiMzSmN4ihMLHdJITbmIdl5qe0JxUNLR401AY02OgkbDlI5YtF_X5ZqHkwP2RmOSBrTjjV_FRuu08VEjsSliPjh19kE2NZu6afPYvrCiAsdHg8sw/s3341/Zeynep%20Merdan%202.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="2752" data-original-width="3341" height="330" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhiku7Vye2tN47q3GFy_atxd70VEfQUWs2cWSinjKTOSYdb3jobVxBhNfIxf_e_QnTmj0agW19ePiMzSmN4ihMLHdJITbmIdl5qe0JxUNLR401AY02OgkbDlI5YtF_X5ZqHkwP2RmOSBrTjjV_FRuu08VEjsSliPjh19kE2NZu6afPYvrCiAsdHg8sw/w400-h330/Zeynep%20Merdan%202.jpg" width="400" /></a><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhiku7Vye2tN47q3GFy_atxd70VEfQUWs2cWSinjKTOSYdb3jobVxBhNfIxf_e_QnTmj0agW19ePiMzSmN4ihMLHdJITbmIdl5qe0JxUNLR401AY02OgkbDlI5YtF_X5ZqHkwP2RmOSBrTjjV_FRuu08VEjsSliPjh19kE2NZu6afPYvrCiAsdHg8sw/s3341/Zeynep%20Merdan%202.jpg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><br /></a></div><p></p><p><br /></p><p><br /></p><p><br /></p><p><br /></p><p><br /></p><p><br /></p><p><br /></p><p><br /></p><p><br /></p><p><br /></p><p><br /></p><p>Kıymetli Sinan Kemal'in kamerasından Ben. Ve "broşlarım" diye eklemeliyim :) 1800'ler, broşlar ve kitaplar... Biraz femme fatale. Çektiği harika portrelerden bir kuple. 2023'e merhaba ♠️</p><p>*</p><p>Sanatçının ilk eseri kendisidir. Sanatçı en önce kendini doğurandır çünkü. Muhatabı sanat eserine dönüştürme sanatı ve "iki sanatçının birbirini sanat yapma sanatı" vardır bir de. Sanatın sanatını yapmak... Ne sanatkârane bir kudret.</p><p>Sanatçı gözüne şükranla ♠️</p>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-91118820956325500222022-12-26T14:54:00.002+03:002022-12-26T14:54:09.795+03:00İlahi Şiir: Rast Makamı<p align="center" class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: center;"><i></i></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><i><a href="https://www.kitapmatik.com.tr/u/kitapmatik/img/c/m/u/muhit-35-sayi-kasim-2022-3315-1667383923.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="800" height="320" src="https://www.kitapmatik.com.tr/u/kitapmatik/img/c/m/u/muhit-35-sayi-kasim-2022-3315-1667383923.jpg" width="320" /></a></i></div><i><br />“Vakt, şu an kendisiyle olduğundur” Ebu Ali ed-Dekkak</i><p></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;">Sufilerin El-Kitabı’nın vakt bölümünde İbn Acibe, Sufilerin “vaktin
çocuğu” olduğunu söyler.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Ve vaktin
kılıca benzediğini ona yumuşak davrananın güvende olduğunu; sert davrananın ise
yaralanacağını ekler.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Vakt, öyledir.
Peki, vaktin de güzeli, doğrusu, hayırlısı, efsunlusu var mıdır? Vardır belki.
Hatta makamı bile vardır: Rast Makamı.</p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;">Rast makamını zamanın diğer evlatlarından ayıran vasfı nedir peki?
Kendiliğinden olanın zamanıdır o. Zamanın büyüsüdür. Birbirine ait olan her
şeyi vakti geldiğinde rastlaştıran bir vakti var hayatın: Rast Makamı. <i>“Farsça
kökenli rast kelimesi, doğru ve hayırlı demek. Bundan dolayıdır ki bazılarıyla ‘karşı’laşıyor,
bazılarına ise ‘rast’lıyoruz.” der </i>Bertan Rona. Şans, tesadüf, nasip...
Bambaşka adlar verirler ona. Rast Makamı öyle bir vakittir ki; ona hiçbir
müdahale, hırs, entrika işlemez. "Kaderin üstündeki kaderin
bilgisi"dir o. O vakit gelmişse her şey tamamdır. Gelmediyse her şey eksik,
tüm mümkünler çaresiz. Paulo Coelho kitabı Simyacı’da <i>“Becerebilsem talih ve
rastlantı sözcükleri üzerine büyük bir ansiklopedi yazardım”</i> der. Bu
noktada ayırdı sıkça yapılan tesadüf (rastlantı) ve tevafuk bahsi önemlidir.
Rastlantı için herhangi bir türden sebebe bağlı olmayan karşılaşma der
sözlükler. Tevafuk, ilahi zamanın vaktidir. Dünyevilikte tesadüf, uhrevilikte
tevafuk vardır bu yüzden.</p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b>İlahi Şiir: Rast Vakti<o:p></o:p></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;">Makamlardan en çok Rast Makamını severim... Rast Makamı üzerine biraz
araştırınca Rahmi Oruç Güvenç’in icralarına rast geldim. Sonra doğduğum günün, onun
vefat ettiği güne rast geldiğini. Savaş Barkçin <i>40 Makam 40 Anlam</i>
kitabının Rast Makamı bölümünde rast makamını böyle tanıtır: <i>“Rast uhrevi
bir makamdır. Yani öteleri, sonsuzluğu terennüm eder. Sekinet yani iç huzurun
makamıdır.”</i> Rast Makamı, birliğin makamıdır. Bütün makamların anası kabul
edilir, rengi beyazdır. Çünkü rast makamında bütün makamların aslı gizlidir tıpkı
beyaz renk gibi. Aklın karıştığı, gönlün huzursuz olduğu vakitlerde rast makamı
dinlemek ruhu şifalandırırmış bu yüzden.</p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;">Miguel de Unamuno <i>“En üstün sanat rastlantı sanatıdır</i><span style="mso-bidi-font-style: italic;">.” <i>“</i></span><i style="mso-bidi-font-style: normal;">Rastlantı! Rastlantı dünyanın gizli ritmidir, rastlantı şiirin ruhudur</i>"
der. Rastlantılar, ilahi bir şiir olsa gerek. Rastlantının zamanı nasıl akar? O
kısacık rast anı neden sonsuzca gelir? Salise, saniye, dakika, zaman... O anın ölçü
birimleri bunlar değildir sanki. Zaman eşit anlarla ölçülse de aynı şekilde
akmaz çünkü. Öyle değil midir? Zamanın bambaşka akışları en çok da sevilenin
yanındayken anlaşılır. Tıpkı şöyle: Vakit geçirmek için beraber yürürsün /
Beraber yürürsün ve vakit geçmiştir / Vaktin nasıl geçtiğini anlamadan yürürsün.
Vaktin suya benzediği yerdir sevilenleyken an. Bazı anlar o kadar güzeldir ki o
"hiç bitmesin" anının bir gün solgun bir anıya dönüşeceği korkusu hücum
eder kalbe hemen. Çok güzel anların kısacıklığı o korkudandır hep. Çok güzel
an, bir nefes kadar kısa bir yutkunuşa en son da yumruya dönüşür bu yüzden.</p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b>Tanrı Misafiri Cevaplar & Doğru Zaman<o:p></o:p></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;">Günlerdir zihninde cevabını arayıp durduğun bir sorunun, beklenmedik
bir ağızdan önüne cevap olarak gelişi... Ve "cevabımı buldum" hissi.
Tanrı misafiri gibi gelen cevaplar, muazzam bir şey. Cevapların bile doğru
zamanı var. Yanlışı söylemenin bile doğru zamanı var. Doğru zaman, sorunun
cevaba kavuştuğu an'a değil "cevabın idrak edildiği an"a tekabül
ediyor. İnsanın doğru cevaba varması bir ömür sürüyor bazen. Cevabı yıllar
öncesinde duymuş olsa bile. Bazı soruların cevabı "o an"da değildir
çünkü. Bazı soruların cevabı geçmiştedir, gelecektedir. Bazı soruların cevabı
ise zamansızlıkta...</p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;">Zamanın devingen buyruğuyla güncelleriz aşklarımızı, ideallerimizi,
fikirlerimizi, gerçeklerimizi, ümitlerimizi... Zaman her şeyi yalanlar, yazgımızı
şahit kılarak üstelik. Zamanla baş edebilecek neyimiz var ki? Tüm gerçekleri
yalanlayacak kudret zamansa; zamanın ta kendisi midir hakikat? Zaman, en büyük
ifşa edici. Zaman, sahte olan her şeyin aslını vakti geldiğinde ifşa edecek
kudret. Zamana inanmak, yaşamak ümidini diri tutuyor. Zamanın efsunlu ölçüsü rast
makamının bambaşka akışlarını da işaret ediyor. Sayalım o halde:</p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;">Akışın zamanı vardır. Zamanın akışınca dilediğince akar hayatın akışı.
"Serbest bırakmayı bilmek" muhteşemdir. O ahenkli ritimde insanlar
sanatı, müziği, dansı keşfetti. İnsan zihnini ve ruhunu serbest bırakmayı
öğrenmeli en çok da. Nasihatçı, didaktik, vaazcı tiplerin felsefi, estetik ve
mizah anlayışları bu yüzden gelişemiyor.</p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;">“Yardımın tekâmül geciktirici etkisi” vardır bazen. Düşmeden öğrenemeyecek
olana yardım etmek; tekâmülünü geciktirmekten başka bir şeye yaramıyor.
Bazıları olgunlaşmak için düşmek zorunda. Kaybetmek zorunda. Kahrolmak, pişman
olmak zorunda. Kahrın da zamanı var. Kalbin en karanlık gecesinin şafağı var.
Ve kalbin en aydınlık sabahının bir gecesi. Gün gibi döner durur kalbin
halleri. "Kabz"ın gelişi, "bast"ı müjdeler. Bast'ın gelişi
kabz'ın geleceğini hatırlatır. Kalbin lütfu da kahrı da hoştur bu yüzden.</p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i>"Kalbin Rabbin kararına dayanmasıdır"</i> İbn Acîbe,
sabrı böyle tanımlar. "Kalbî sağlamlık" mühim şey. Büyük acılarla
bağışıklık kazanmış güçlü bir kalp, hasret duyduğu her hissin yokluğuna
dayanıyor. Fakat en güçlü kalp bile âşk karşısında derman bulamıyor. Aşkın da
zamanı var. "<i>Hiçbir zaman aşkı kovalama. Eğer sana serbestçe gelmediyse
değersizdir.”</i> der Paulo Coelho. Yalnızca aşk için değil. Hırsla,
stratejiyle, tek bir kişinin gayretiyle ya da "bir çiçeğin açışı gibi
kendiliğinden gelmeyen" her şey için geçerli. Hırsla elde edilen hırsla
elden çıkar. </p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b>Şeylerin Vakti<o:p></o:p></b></p>
<p class="MsoNormal" style="text-align: justify;">Bazen kalpten bir dileğiniz yerin
yüzüne düşer. <span style="mso-bidi-font-weight: bold;">Hissikablelvukuyla ya da</span>
telepatik bir bağla dostların kalbine, oradan hediye diye varır ellerinize. Cândan
yapılan her şey böyle “adrese teslim" olur: Kalpten kalbe kargo hizmeti. Ruhların
frekansı vardır çünkü. "Rast Makamı"nda buluştukları
istasyonları.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Hologramları vardır aşk
auralı. Ve de müzikleri vardır, radyolarında çaldıkları. <i>"İki insan,
aynı ya da birbirine yakın frekansta iseler ancak ortak bir şeylere sahip olur
ya da yan yana gelebilirler”</i> derler bu yüzden. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;">Bir ruha, bir insana, bir yüze varmanın bile vakti vardır. "Yüzlerinizin
hikâyesi farklı" diyeni anmanın tam zamanı. Yüzlerin de hikâyesi vardır.
Her yazgının yüze düşürdüğü, ruhun sîretini yüzde zuhur ettiren hikâyesi
vardır. İnsan birinin yüzüne varabilir mi? Yollar, yüzler, gözler... Yüzü
yüzünüzün yoluna çıkmayan, gözü gözünüzle çakışmayan, yazgısı yazgınıza rast
gelmeyen bir yüze nasıl varabilir ki bir yüz?</p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;">Kitapların da vakti vardır. Tıpkı doğru insanlarla rastlama vakti
gibi. Kitaplar da insanlar gibi. Vaktinde çıkıyorlar karşımıza. Ya da yıllarca
baş ucumuzda, bilincimizin hazır olacağı zamana değin saklarlar kendini. Doğru
zamanda karşımıza çıkan doğru insanlar gibi. Tıpkı onlar gibi vakti var bazı
kitapları okumanın. İnsan kitabını bulur, kitap insanını bulur... Bazen sadece
vakti vardır, vesilesi vardır.</p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;">Bitişlerin de zamanı vardır. Çok eski hikâyeler tamamlanmak ister.
Sıkıcı virgüller, yapmacık ünlemler, sonsuz üç noktalar... Eski hikâyeler
noktaya varmak, nihayetine kavuşmak ister. Bittikten sonra isim konur
hikâyelere çünkü. Başlangıçlar bambaşkadır ama tüm bitişler birbirine benzer.
Bir gücün bitişi, bir devrin bitişi, bir aşkın bitişi, bir günün bitişi ve bir
ömrün bitişi... "Bütün düşüşleri ezberlemiş" gibi bütün sözlerini
ezberlemiş oluruz bazen eski şarkılarımızın. Ve de hayatımızın. Artık yeni
şarkılar dinlemek lazım.</p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;">Varamayışın da vakti vardır. <i>"Biliyorum, sana giden yollar
kapalı"</i> demişti Cemal Süreya. Varamayışın vaktini tarif için. Çünkü iç
sese denk gelmek de doğru zaman ister. İçtenlik, kalbin derinliklerine giden
yolları bilip işaret eden gizli bir pusula sanki. Avcumuzun içi gibi bildiğimiz
kalplere bile bazen varamayışımız bundan. Ya yol yok ya pusula kayıp ya da
puslu kalmış kalpler.</p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;">Özlemsizlik, güzel şey...<span style="mso-spacerun: yes;">
</span>"Özlemsiz bir şimdi"de yaşamak, büyük talih. Özlemin; şimdiyi
geçmişte esir, gelecekte rehin tutan bir yanı var. Şimdiyi severek yaşamak
muhteşem bir şey. Şimdide yaşayış, kendiliğinden olanın sevincini bahşeder. İnsanın
hayatında "Hadi!" diyebileceği; hesapsız, çıkarsız, spontane
tekliflere "evet!" diyeceğinden emin olduğu birilerinin olması
muazzam bir şey. Hayatın gökkuşağı gibi ansızın gelen güzelliklerini ancak
böyle yakalayabiliyor insan çünkü.</p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b>Yalnızlık Vadesi<o:p></o:p></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;">“Bekleyişin acziyeti" diye bir şey var. Beklemek, bir tür
dilenciliğe benziyor. Seçebilirken zenginiz, seçilmeyi beklerken ise dilenci. İsteyişin
dilencisi heves de böyle değil midir? İnsan hevesine yetişemiyor, hayaline
dokunamıyor, idealini yaşayamıyor çoğu zaman. Zamanın akmadığı, uzanıp da
varamayışın bu zamanlarda durmak en iyisidir. Duran, koşacak dermanı da bulur
çünkü. Belki bunca durmak, vakti gelince koşulacak içindir. Zamanı gelince
nefesiniz kesilinceye kadar koşmak içindir. Güzel şeyler beklenirken gelmez.
Onlar hep birdenbire gelir. İstek gölge gibidir. Kovalanan bir gölge gibi
peşine düştüğü hiçbir şeye varamaz insan. Varanlar; nefes nefese koşanlar değil
çağırmayı bilenlerdir. Varılan, çağrılandır aslında.</p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;">Tenezzül etmeyişin gururu ne fiyakalı gelir. Varlığını en büyük
zenginlik sayan insana. İhtiyaç duymak istemeyişin kibri vardır bir de. Hiçbir
şeye, hiçbir insana ve hiçbir imkâna... Oysa insan ihtiyaç duydukça insanlaşır.
En çok da insana. Kendini başkalarının lütfu, velinimeti görenlerin kendi
gerçek değerlerini idrak etmelerinin tek yolu yalnızlıktan geçiyor. Bir
yalnızlık vadesi, herkese kendi gerçek değerini ve kimsenin kimseye ihtiyacı
olmadığını hatırlatmaya yetiyor çünkü. Mahrumiyet sanılan şeyin esirgenmek
olduğunu idrak etmekle gelen o şükran hissi vardır bir de. İnsan yazgısıyla en
güzel böyle barışıyor. Yaşayışın saadeti tam bu vakte denk düşüyor. Razı oluşun
vakti… Bu bahiste <span class="MsoHyperlink"><span style="color: windowtext; text-decoration: none; text-underline: none;">Ahmet Haşim'in merdiveni hâlâ güçlü
bir imge. Ağır ağır çıkılıyor merdivenlerden. İster tepelerden bak, ister
aşağıların hevesiyle. Nerede durursan dur ne yaparsan yap. Doğduğun basamaktan
üç beş basamak öteye yükselebilmekten ibaret işte yaşamak.</span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b>Kendimize Çarpmak<o:p></o:p></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i>"Koşsaydım yetiştirdim, koşmadım"</i> der İbrahim
Tenekeci. Ve ekler: <i>“İsmet Özel"in ‘iniyorum ama indirilmedim’ dizesine
benzedi. Benzesin.”</i> Ne güzeldir bir mümküne varabilecekken o mümkünden
vazgeçebilme kudreti. O bir hürriyettir: Vazgeçişin hürriyeti. Ne güzel bir
hürriyet.</p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i>“Kendimden kaçmak istiyordum. Böyle bir rastlantı mümkün müydü?” </i>Sadık
Hidayet Kör Baykuş’ta.<i> </i>Kendinden kaçtığında en saklı haline çarpar
insan. Kendimizi bulmak istediğimizde ancak rastlarız kendimize. Tanışmayı
değil rastlamayı, buluşmayı değil karşılaşmayı, aramayı değil önüme çıkmasını
severim. Bilinçsiz bir arayışta, yolumuzda giderken henüz adı bile konulmamış o
şeye "rast" geldiğini keşfedişin o anı. Yürüyorken... Kaçmamış,
kaybolmamış. Ve aramıyorken. Bulmayı, bulunmayı, karşılaşmayı ummamışken ve. Ta
karşıda "rast" gelmesi gibi. Aşığım bu hisse.<o:p></o:p></p>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-54825619487680727892022-12-16T22:21:00.004+03:002022-12-16T22:21:44.557+03:00.: Arkası imzalanıp mektuba iliştirilen o fotoğraf :.<p><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj_IKwS0eddDipgsMxBZwNhXWPJ5hM-6owhDE4ccOplnOh07AN8ui7TYaC2w8AXIbCLI6XgcpeblegvuoB45RTONjRb7P0DlZ5B3YaewZhT3H9db6p2VZSZnGTaPvk1MPi7XEjBCM6DA022CXXtCLXG-0hspRNhBmLb7rdMW_tebAuj8nx1VJstsaiv/s1920/FkHtPLxWABcxVKX.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="1920" data-original-width="1280" height="640" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj_IKwS0eddDipgsMxBZwNhXWPJ5hM-6owhDE4ccOplnOh07AN8ui7TYaC2w8AXIbCLI6XgcpeblegvuoB45RTONjRb7P0DlZ5B3YaewZhT3H9db6p2VZSZnGTaPvk1MPi7XEjBCM6DA022CXXtCLXG-0hspRNhBmLb7rdMW_tebAuj8nx1VJstsaiv/w426-h640/FkHtPLxWABcxVKX.jpg" width="426" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Fotograf: Esmahan Özkan / 2022, Kasım </td></tr></tbody></table><br /> </p>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-7970823496479253802022-11-04T23:15:00.008+03:002022-11-04T23:27:58.535+03:00Ah<iframe frameborder="0" height="270" src="https://youtube.com/embed/piFwIysx8dQ" width="480"></iframe><div><br /></div><div><i>Yunus Emre / Benim Gönlüm Gözüm* (An'dan İçeri)</i></div>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-57129417421255170732022-10-28T00:03:00.001+03:002022-10-28T00:03:32.778+03:00Tanrı, Aşk, Ölüm<iframe frameborder="0" height="270" src="https://youtube.com/embed/GvlSyPCCNcM" width="480"></iframe><div><br /></div><div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Tanrı, Aşk ve Ölüm... Bu üçlüyle bağ kurma şekli birini tanımanın en kestirme yolu.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Tanrısı neye benziyor? Aşkı nasıl yaşıyor?</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Ölüme nasıl bir mânâ yüklüyor? Tanrı, Aşk ve Ölüm: Sonsuzluk, Haz ve Karanlık bilgisi... Bu üçlünün ardında o kişinin ruhunun sırrı var.</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><br /></span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">"Kendilik Cesareti"nin en güzel fragmanı,</span></div><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: times;">Sevgili Kübra Sönmezışık'ın dokunuşuyla TRT 2 "Hayat Sanat" programındaydı bu hafta. Tatlı bir hatıra☘️</span></div></div>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-75964331704229403962022-10-16T14:46:00.001+03:002022-10-16T14:46:06.707+03:00Kendi Peşine Düşen Aşık: Kierkegaard<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiVOiPrjrnt81ViZg6HNOipCIvEAo6rO0TQthx5eKF-mtjecK-3ZI1mE-SWeIASJmaugE0E0iFMiaUvghcG52B-Fq3fCiuGdQopeURqHbyYyIwYvB0r37lgjVuyBOyEb-7_kPAbMZLcOipV2znLV8Fwf5pnsm7KZY-HPilmIz9s_KZuhGdrBz2v5sEq/s1280/photo1665920664.jpeg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1280" data-original-width="981" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiVOiPrjrnt81ViZg6HNOipCIvEAo6rO0TQthx5eKF-mtjecK-3ZI1mE-SWeIASJmaugE0E0iFMiaUvghcG52B-Fq3fCiuGdQopeURqHbyYyIwYvB0r37lgjVuyBOyEb-7_kPAbMZLcOipV2znLV8Fwf5pnsm7KZY-HPilmIz9s_KZuhGdrBz2v5sEq/w306-h400/photo1665920664.jpeg" width="306" /></a></div><i style="text-align: center;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">-Radiohead’tan Creep
eşlik edebilir bu yazıya-</span></i><p></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; mso-layout-grid-align: none; text-align: justify; text-autospace: none;"><i><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">"Nereden
bildin benim ben olduğumu?"</span></i><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">
diye sormuştu Oruç Aruoba karşısındaki “sen”e. “Ben” dediğimizin ben olduğundan
dahi emin olamıyorken, sen dediğimizden nasıl emin olacağız? “Sen” diye
güzelleyip seçtiklerimizden peki? Birini bize en çok tesir eden yer ve zamanda
değil de bambaşka koşullarda tanısaydık yine de onu seçer miydik? Bu soruda o
kişinin, “gerçek sen”imiz olup olmadığının cevabı gizli. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Mutlak sen, pusulanın kuzeyi gösteren o ibresi
gibi her koşulda hep aynı kişiyi işaret eder. Zamansız bir lamekânda birbirine
ait iki ruh gibi... Bu kadim sorunun peşine düşen en bilindik örneklerinden
biri de Kierkegaard değil miydi? Kierkegaard meşhur kitabı <i>Baştan
Çıkarıcının Günlüğü</i>’nde aşkın peşine düşüyor, sonrasında aşkın yolundan
sapıp kendi peşine düşüyordu.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; mso-layout-grid-align: none; text-autospace: none;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Kendi
Peşine Düşmek<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; mso-layout-grid-align: none; text-align: justify; text-autospace: none;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Çocukluğunu
sert bir Hristiyanlık eğitimi ile geçiren Kierkegaard’ın babasıyla olan
çatışması ve yaşamındaki trajik tezatların onun düşüncesinde ve yaşam
deneyiminde ciddi tesirler bıraktığını söylemek yanlış olmaz. Ateşli bir muhayyileye,
rasyonel muhakeme becerisi de eklenince tanrı, aşk, iman ve yaşam arasında
tutkulu bir bağ kurması kaçınılmaz olur. <i>Filozoflar, Yaşamları ve Eserleri </i>kitabında,
1813’te Danimarka’da dünyaya gelen Kierkegaard’ın doğum öyküsü hayli
enteresandır. Kierkegaard’ın babası, ilk eşinin ölümünün ardından okuma yazma
bilmeyen oda hizmetkarı Ana Sorensdatter Lund’dan çocuk sahibi olup daha sonra
onunla evlenir. Kierkegaard da bu evliliğin sonuncu çocuğu olur. Zina yüzünden
kök salan suçluluk duygusu ve Tanrı tarafından cezalandırılma korkusunun olduğu
bir ev ikliminde, kendiyle şiddetli bir ilişki kurar Kierkegaard. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; mso-layout-grid-align: none; text-align: justify; text-autospace: none;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Kamuran
Gödelek’e göre babasının ölümünden kısa bir zaman önce babasıyla barışması,
Kierkegaard’ın ahlaksal dönüşümünün zirve noktasıdır. Kierkegaard babasının
sırrını asla onunla paylaşamayacağı ve bu durumun kendindeki infialinin Regina’ya
zarar vereceğini düşündüğü için âşık olduğu halde Regina’dan ayrılır. Aşkın
başka bir yorumda ise Hamza Celalettin şöyle ifade eder: <i>“Kierkegaard'ın
nişanlısı Regine'yi terk edişi, İbrahimî bir kurban girişimi ve yüceleşme
talebiydi. İbrahim için feda edilemez olan oğlu, Kierkegaard içinse feda
edilemez olan Regine'ydi. Kierkegaard da etik olanı (evliliği) askıya almış ve
bütün varlığını Yüce'sine sunmuştu”</i></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Aşk Korkusu</span></b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;"> <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Bir şeyi çok fazla istemek, çok
fazla sevmek o şeyi kaybetmenin en kısa yolu. Sevgi ve istek şiddetlendikçe
"kaybetme korkusu" galip gelir. Çok sevilen, çok istenen şeyler ürkek
bir serçeye benzer. Ve korkunun üşüştüğü yerde çok istenen her şey kuş olup
uçuverir. Tıpkı bu şekilde Kierkegaard’ın Regine Olsen’le kurduğu ilişki ve
bozduğu nişan farklı bir gözle okunduğunda onun tanrı, yaşam ve aşkla kurduğu
ilişkiyi ifşa eder niteliktedir.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Yaşam öyküsünden oluşan ve aşkının
anatomisi gibi yorumlanacak kitabı <i>Baştan Çıkarıcının Günlüğü’</i>nde
Kierkegaard kendi aşk felsefesi ve deneyiminden ipuçları sunar. Kitapta bu sapmalı
ve dalgalanmalı ilişkiyi çok net görür okur. Sitemkâr aşık, zalim filozof,
tutkulu dindar ve alaycı bir çapkın bambaşka kılıklara girer Kierkegaard. <i style="mso-bidi-font-style: normal;">“Keşke görseydi beni, keşke ruhumun içine
bakabilseydi. Keşke!”</i><span style="mso-bidi-font-style: italic;"> dediği yerde
sitemkâr bir aşığa bürünür. <i>“Mücadele yoksa aşk sona ermiş demektir.”</i></span>
aşkı kaybetmek korkusunu açık eder. Aşkı kaybetmek korkusu; yeni bir yolu ilham
etmiş gibidir: <i style="mso-bidi-font-style: normal;">"Ona tensel anlamda
sahip olmak beni hiç ilgilendirmiyor, ben onun hazzına sanatsal bir biçimde
varmanın peşindeyim."</i><span style="mso-bidi-font-style: italic;"> İlham
veren bir haz nesnesidir Regine. </span>Eş yerine ilham perisi yapılan aşkın
bir imge… Nitekim Regine başkasıyla evlendikten sonra da eserlerinde ilham
motifi olarak yer almaya devam eder. <i>“O halde neyim ben? Beden, kütle,
toprak, toz ve kül. Sense Cordelia’cığım, ruh ve tinsin.”</i> Aşkın
aşkınlaştığı o noktada ise şöyle dile gelir Kierkegaard: <i>“Hiçbir şeye sahip
değilim; çünkü yalnız sana aitim, ben, ben değilim, ben, ben olmaya son verdim,
senin olmak için.”</i></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Seçme Kudreti<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Kierkegaard felsefesinde “seçim
anı” özel bir yer tutar. Seçim konusunun hafife alınmaması gerektiğini çünkü en
küçük kararın bile insanın hayatında en temel meselelere yansıyacağını düşünen Kierkegaard’a
göre bireyler kendilerini seçimleriyle ifşa ederler. Çünkü Kierkegaard’a göre
seçim yapamayan kişi aynı zamanda birey olamayan kişidir. Seçimin kişilikle
ilgisi olduğunu düşünen Kierkegaard; kişinin bir seçimi ertelese bile
bilinçdışıyla bir seçim yapacağını yahut içindeki karanlık yanın ona bir seçim
yaptıracağını ileri sürer. Kierkegaard seçimlerin ve seçmenin tüm gerginliğinde
umutsuzluğu bir seçim alternatifi olarak bireye sunar.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman", serif;">"<i>Seçici
olmayan bir sevgi, nesnesine haksızlık ederek değerinin bir kısmını yitirir.
Dahası, her insan sevgiye layık değildir.”</i> der Freud. Freud gibi hiyerarşik
bir yapı kuran Kierkegaard; </span><span style="font-family: "Times New Roman", serif;">etik
ve estetik seçim olarak iki seçimden bahseder. Estetik seçimin gündelik ve
geçici; etik seçimin ise mutlak seçim olduğunu düşünür. Kierkegaard, seçim anında
bir nüansa dikkat çekerek “<i>Eğer bir genç kız, kalbinin seçimini izlerse, bu
seçim, ne kadar güzel olursa olsun dar anlamda seçim değildir. Eğer kişi mutlak
olarak seçmiyorsa, yalnızca o an için seçiyor demektir ve bu nedenle bir
sonraki anda başka bir şeyi seçebilir.”</i> der. Kierkegaard’a göre böylesi
seçimler tutkuya karşılık ruhta yalnızca bir ritim olacak spiritus lenis (cılız
arzu)'tir.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Ayartılma
Korkusu <o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif; mso-bidi-font-weight: bold;">Her çağın
kendine özgü bir ahlaksızlığı olduğunu düşünen Kierkegaard, günahın
sürekliliğinin de yeni bir günah olduğunu ekler. Çünkü ona göre <i>“</i></span><i><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Her günahtan sonra pişmanlığın
olmayışı yeni bir günahtır, hatta bu günahın pişmanlıktan yoksun kaldığı
anların her biri yeni bir günahtır.”</span></i><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">
<span style="mso-bidi-font-weight: bold;"><o:p></o:p></span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Kierkegaard, <i>“umumiyet
itibarıyla insanlardaki sevgi mefhumu onun üstünlük ve mükemmellik arayışı
içindeki beğeninin uyanık gözü olduğu şeklindedir”</i> diyerek insanların
çoğunda olan özne değil sıfat sevgisine dikkat çeker. Kierkegaard, salt beşerî
sevginin, sevgilinin mükemmellikleri peşinden ve onlarla yok olup gittiğinden
bahis açarak; tüm beşerî sevgilerde bir tür hırsızlık olduğunu ve sevenin,
sevilenin mükemmelliklerini çaldığı anlamına geldiğini ileri sürer.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Benim Senim Sensin<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Kendine ait olanı bilişin o sessiz
ilmi… Dilsiz bir sezgi, kör bir bakış ve topal bir ayakla bile nasıl da bulur
insan onu. Kendine ait olan şeyi kaybedemez ki insan. Ait olan, kaybedilemez.
Zamansız bir lamekânda bizimdi. Bizimdir. Ve yalnız bize aittir ancak. Zarif
ürperti, korkak heyecan, şaşkın telaş, muhteşem kifayetsizlik, tokat gibi bir
sersemlik... Ruh, yücelikle karşılaştığı o an nasıl da sezer. Tanrısal olanın
ışıltısıdır bu. Ondan bir zerre olsun taşıyan dilsiz sezgiyle tanır onu.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;"><i><br />“Kendinin sahibi olmayan bir adamın bir
şeylere sahip olması çelişkilidir.”</i> der Kierkegaard. Kendinin sahibi olmayı
ister. Kendini ayrıca bir özgürlük tutkunu olarak tanımlar ve “<i>bana özgürce
gelmeyen bir şeyle uğraşmam bile”</i> der. Kendinin sahibi olma bilinci ve
özgürlük tutkusuna bir de âşık olmak eklenince aşkın, gerçeğin ve nihayetinde kendinin
peşine düşmüş; “aşkı” ve “sen”i ararken, “aşkınlığı” ve “ben”ini bulmuştu. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;"><o:p> </o:p></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Kaynaklar<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;"><span style="font-size: x-small;">Emrah Bozkurt, (2017,
Kasım-Aralık). Estetik Felsefesi ve Søren Kierkegaard. Havâss Dergisi, Sayı 3,
s. 26-32.<o:p></o:p></span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;"><span style="font-size: x-small;">Harold John Blackham, (2012). Altı
Varoluşçu Düşünür. Soren Kierkegaard. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.<o:p></o:p></span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;"><span style="font-size: x-small;">Filozoflar - Yaşamları ve Eserleri,
(2021) İstanbul: Alfa Yayınları.<o:p></o:p></span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;"><span style="font-size: x-small;">Kamuran Gödelek, (2008).
Kierkegaard'ın İnsan Görüşü. Uluslararası Sosyal Arastırmalar Dergisi.<o:p></o:p></span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;"><span style="font-size: x-small;">Kierkegaard, (2013). Baştan
Çıkarıcının Günlüğü. İstanbul: Ayrıntı Yayınevi.<o:p></o:p></span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;"><span style="font-size: x-small;">Kierkegaard, (2014). Ölümcül
Hastalık Umutsuzluk. Ankara: Doğu Batı Yayınları.<o:p></o:p></span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;"><span style="font-size: x-small;">Kierkegaard, (2020). Kırdaki Zambak
ve Gökteki Kuş. İstanbul: Pinhan Yayıncılık.</span></span></p>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-11083016774291301992022-09-26T22:07:00.001+03:002022-09-26T22:07:26.532+03:00Seçilmiş Kimlikler ve Kendilik Cesareti*<iframe frameborder="0" height="270" src="https://youtube.com/embed/HGxNYaMnddY" width="480"></iframe><div><br /></div><div>Ankara Us Atölyesi / 2022, Eylül</div>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-77852881926340513492022-08-06T16:10:00.007+03:002022-08-06T16:12:28.934+03:00Keşif Yarası<p></p><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left; text-align: justify;"><tbody><tr><td style="text-align: justify;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjLdL3xtHaK3sVNNOFVDdLs3O99fN12_dff7Rv9dN2oHp-b45mRTR7NupQG29vYxZth5g3WkM8vzoc7ELyu9agn0pYQK_F_eXTx-hQLRYjdSnmQgbmUI7XnSXzrYu4asINCQ4-J5TuaRfP0Snfn-3Vv6jC3rwmfAx-ndhwLGvta7xUv49LB7B1kPyjt/s700/tumblr_n7etg5MRje1rqdhs3o1_640.jpg" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="700" data-original-width="562" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjLdL3xtHaK3sVNNOFVDdLs3O99fN12_dff7Rv9dN2oHp-b45mRTR7NupQG29vYxZth5g3WkM8vzoc7ELyu9agn0pYQK_F_eXTx-hQLRYjdSnmQgbmUI7XnSXzrYu4asINCQ4-J5TuaRfP0Snfn-3Vv6jC3rwmfAx-ndhwLGvta7xUv49LB7B1kPyjt/s320/tumblr_n7etg5MRje1rqdhs3o1_640.jpg" width="257" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><div style="text-align: center;"><span style="font-family: inherit; font-size: x-small;">Alex Andreyev</span></div><span style="font-size: x-small;"><div style="text-align: center;"><span style="font-family: inherit;">''İnsanın gözlerini açması bazen çok acı verici olabilir</span>"</div></span><div style="text-align: justify;"><br /></div></td></tr></tbody></table><p></p><div style="text-align: justify;"><span style="font-family: inherit;"> <span style="text-align: justify;">“</span><i style="text-align: justify;">Gizlilik keşfedilme özlemi
çeker”</i><span style="text-align: justify;"> demişti Ali Şeriati. Pervanenin ateşi, aşığın maşuku, sorunun cevabı
aradığı gibi gizli olan da keşfi arar. Her keşif bir kavuşmadır. Keşif her
zaman haz dolu mudur peki? Keşif, acıya ve yaraya mecburdur bazen. Her keşfin
bedeli vardır çünkü. Dehşetli, çarpıcı, kötücül şeylere tanık oluşun açık bir
yara gibi izi kalır gözlerde. Göz bir yaraya benzer, bakış zehirli bir ok’a.
Bazen de doğrulmuş bir namluya. Gözün tanıklığıdır bu; baktıkça acır ve acıtır.
Keşif yarası da böyledir işte. Keşif yaraları nedir, nasıldır, kaç tanedir peki?
Sayalım o halde:</span></span></div>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: inherit;">Dil Yarası<br /><o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: inherit;">Dil yarası... Yıllar geçse bile
dilin dikeniyle açılmış yaralar kapanmıyor. Hele de kötülüğün zehrine
bulanmışsa dil dikeninin yarası iyileşmiyor. Dilimizin dikeniyle incittiğimiz
her kalbin kanı elimizde. Vakti geldiğinde başka bir dil dikeni öyle batacak
kalbimize. İbn Arabî, kelimenin "yara izi" anlamını hatırlatır.
Kelimelerin yaralayıcı gücü vardır çünkü. Dilin şifasını diliyle yaralar aça
aça keşfediyor insan. Ya da başkalarının diliyle yaralana yaralana. Söz bir
büyü, bu büyünün zehri de şifası da kendisinde.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: inherit;">Özlü sözler, aforizmalar, mısralar,
şarkı sözleri... Güzel sözler kendimizi aklama aracına dönüştü iyice. Her
marazına, yarasına, hatasına özlü söz bulma telaşı var çoğu insanda. Sözlerin
büyüsünü kendini aklama aracı olarak marazı, yarayı, hatayı örtmek için kullanmak;
kendini kandırmanın en güzel hâline dönüşüyor. Oysa söz dönüştürmeli, en başta
o sözü kullanan kişiyi hatta.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: inherit;">Aşk Yarası<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: inherit;">Kor ve Sır. Ne çok benziyor
birbirine. Kalpte durdukça ateşe döner. Duramayıp dışarı çıksa ateşe verir
ortalığı. Sır, en büyük harareti verir kalbe. Ama ateşten başka ne dönüştürür
ki ham bir kalbi? <i>“Sana büyük acılar vereceğim, çünkü senin büyük sevinçler
yaşamanı istiyorum.”</i> demişti Oruç Aruoba. Sizi kaybetme korkusuyla titreten
kişi en büyük mutluluğu verecek kişidir. Ve size en büyük sevinci veren en
büyük acıyı yaşatacak kişi. Birinin sevgisini istemeyi sevgi zannediyor çoğu
insan. Sevgiyi istemek, sevmek değil. Sevgiye sahip olmak isteği hırsa
dönüşüyor zamanla. Bunca sevilmek yarası bu yüzden.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: inherit;">Aşkın yarasının derininde, onursuz
aşkların gölgesinde tutkunun karanlık yüzü var: Verdiği hazzı misli acılarla
geri alan kahreden tutku. Yüksek tutku duyulan bazı şeyler, uçurum etkisi
yapar. Uçurum kenarındayken ihtirasla dans eder insan. Sonra birden aşağı
düşer. Mahvolur acıyla yavaş yavaş, paramparça olana dek… Karanlık mutluluk
diye bir şey var. Gizlidir, saklıdır, kirlidir ama mutluluktur. Hem mutluluk
verir hem aydınlıktan meneder. Simsiyah bir gökyüzü altında, güneşsiz bir
kuytuda durur. Ve verdiği mutluluğu misliyle kahrederek geri alır.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: inherit;">Hüzün Yarası <o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: inherit;"><i><span>"Olası olanın olmamasında ne
büyük bir hüzün var..."</span></i><span>
diyor Ahmet İşcan. Bize ait olandan uzak düşmek hüzün verir insana. Oysa
kaybetme hüznü, bize ait şeyler için anlamlıdır. Bir şey bize ait olsaydı,
bizimle olurdu. Bizimle olmayan, bize ait değildir. Ancak kendisine ait olan
şey eksik bırakabilir insanı çünkü. Güzel, uzak; uzak, güzeldir… Bütün güzeller
uzak mıdır ki? Düşlediği o uzağın güzel olacağını zannediyor insan hep. Güzel,
uzak değil oysaki. İnsanlar özlemeyi çok seviyor sadece.</span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: inherit;">Ruhun tutkuyla meyledip sahip
olamadığı uzak güzelliklere has bir hoşnutluk hali var.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>O kadar güzel bir hâl ki, sahip olmasa da
hoşnut. Uzakta ama hoşnut. Asla varamayacak ama yine de hoşnut. Platonik aşk
huşusu gibi tıpkı.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: inherit;">İncelik Yarası<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: inherit;">"İçtenlik" ve
"incelik" arasında “incecik” bir fark var. İnce olan her şey içten
değil. İçten olan, ince olduğu kadar samimi ve sahicidir de. Oysa ince olan ve
zarif görünen bazı şeyler içten değil çoğu zaman. İçtenlik bir büyü. İçten,
zarif, incelik dolu tek bir hareketle birinin gününü eşsiz hale getirebilir
insan. İçtenlik bu kadar azken herkes neden bu kadar kaba? Bencilliği
şiddetinde kabalaşıyor insan çünkü. Ve bencillik, öldürüyor içtenliği.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: inherit;">Jestler, incelikler parfüm kokusuna
benziyor. İçten bir iyilikse taze çiçek kokusuna... Biri etkiliyor, biri kalbe
işliyor bu yüzden. Kompleksli, alıngan, kırılgan, yaralı insanlara yaklaşmanın,
yardımın meşakkati var. Onlara ulaşmaya çalışmak, cam kırıkları olan zeminde
yürümeye benziyor. Ne kadar dikkat etsen de daha çok kırıyor, tuz buz
ediyorsun. Yaralanıyorsun.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: inherit;">Anlamak Yarası & İnançsızlık
Yarası<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: inherit;">Dostoyevski'nin <i>"her şeyi
fazlasıyla anlamak bir hastalıktır"</i> sözü zekânın acıtan yanını ifşa
ediyor. Benlik yaraları zekâ, yetenek, entelektüel birikimle birleştiğinde en
büyük bahtsızlığa dönüşüyor bazen. Yaşam, böyle nicelerinin ihtişamlı
yanılgılarıyla dolu.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: inherit;">Tanrı'yı terk eden eski sevgiliymiş
gibi gören bir inanmama stili var bazılarında: Tuhaf nispetler, aşağılama
hırsı, eğlenerek intikam almak vs vs. İnanmamak değil de acıyan bir yarayı
saklamaya çalışmak sanki. Hakiki inançsız, kayıtsızdır oysa. İnanmamak ve
Tanrı'dan & dinlerden nefret etmenin farkı burada ortaya çıkıyor işte. Bazı
inançsızların inanmama gerekçeleri bile yok; duygusal saiklerle nefret,
küçümseme gibi hisler duyuyorlar sadece. His varsa bastırılmış bir inanç da
vardır oysa.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: inherit;">Kibir Yarası<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: inherit;">Gururun dayanılmaz ağırlığı var.
Dokunur gözyaşı, gurura. Dokunur dokunmaz, gözyaşı düşmüş kâğıt gibi kabarır
kalp. Gözyaşı bazen en ağır şey. İnsana yük olan ne hayat ne de başkaları çoğu
zaman. Kendini ve haddini aşan gurur, en büyük yükü insanın. Kendini ve
sınırlarını kabullendikçe yükü de sızısı da hafifliyor insanın bu yüzden.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: inherit;">Kırılgan ego ve kırgın kalp
arasında çok fark var. Kırılgan ego, hassasiyet radarına giren her şeyi kırıcı
zanneder. Dirençsizdir. Kırılmış bir kalpse dirayetlidir, tuz buz edilene dek
kırılmaya direnç gösterir. Egosu incinince kibrine kaçan insanın şifasızlığı en
kötü şey. İnsanın varlığına, tekamülüne en büyük hasarı verir kibir. Küçük bir
incinişi yara; yarayı ise kanser yapar.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: inherit;">Kimlik Yarası<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: inherit;">"İğrenç de olsa bırak her şey
açığa çıksın! / Değersiz de olsa yaşamımın gizini çözmeliyim / Kendimden
başkası olmak istemiyorum / Nasıl doğmuşsam öyle / Kim olduğumu
bulacağım." Oedipus</span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: inherit;">Yalnızca kendisi olduğu için sorun
yaşadığında şunu hatırlatmalı insan kendine: Kendim olduğum için hiç kimseden
özür dilemeyeceğim. Hiç kimsenin beni suçlu, kötü, kabahatliymişim gibi
hissettirmesine izin vermeyeceğim. Kendilikte ve kendi yolunda olmaya başka bir
katkıyı da Simone de Beauvoir yapıyor: <i>“Kurtuluşu bir başkasında görmek,
yıkılmanın en güvenli yoludur”</i> sözü ruhumuzdaki yaralar için de işlevsel.
Şifayı başkasından ummak, daha da derinden yaralanmanın en acı verici yolu
çünkü.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: inherit;">İnsanların yakındıkları dert, acı,
sıkıntıların üreticisi çoğu zaman kendisi. Derdi doğuran da kendisi. Dertten
yakınan da kendisi. Öyle bir bataklık ki bu kimse kurtaramıyor insanı
kendisinden. Kendi bataklığına düşeni kim kurtarabilir ki? Kendini bir türlü
sevemeyen, beğenemeyen ve “kendinden bir türlü razı olmayan insan bozgunculuğu”
diye bir şey var. Sürekli kaşınan bir deriyi kazıyan bir sivri bir tırnak gibi
rahatsızdır varlıkları. Rahatsız etmekten başka oluş bilmezler bu yüzden.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: inherit;">Büyümek Yarası<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: inherit;">Bazen yaralanmak gerekir. Buhranlı
bir ergenlik çağı gibi... Büyümek isteyen buhranı, keşif isteyen acıyı
deneyimlemek zorunda. Nietzsche'nin <i>"Dans eden bir yıldızı doğurabilmek
için insanın içinde bir Kaos olması gerek"</i> sözü ne güzel teskin
ediyor. Bazen kaos, sancı, mücadele gerekir. İçimizle, kalbimizle, zihnimizle...
Dans eden yıldızlara erişebilmek için. İnsan bazen kendi kendini öyle güzel
yaralıyor ki; bütün şifalar, dermanlar çirkin kalıyor.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: inherit;">Büyük dertler, büyük acılar, büyük
sınavlar, büyük aşklar. Büyük, “olağan”ı büyütmek içindir çoğu zaman. Deniz ne
kadar büyükse, dalga o kadar büyük olur. Büyük insanlar, büyüklüklerini o büyük
acılara borçlu değil midir zaten? Muhteşem olanın riski var. Muhteşem olan,
riskle var. Olağanın üstüne varmak için; vasatı aşan çaba, cesaret, meziyet
gerekir. Muhteşem insanlar, başarılar, hikâyeler... Muhteşem, bu yüzden bedel
ödeme riskini alanlara bahşedilir.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: inherit;">Yaradaşlık & Yaranın Yararları<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: inherit;"><i><span>"Yetiştirdiğim en iyi nişancı
vurdu beni"</span></i><span>
demişti Birhan Keskin. Ya da şöyle: En iyi keskin nişancılar yetiştirdi beni.
Her saldırı savaşma kabiliyeti kazandırır aynı zamanda. Vuruldukça, vuruldukça
ve ölmedikçe daha da güçlenir insan. Yaralananlar, yaralayabildikleri yerine
onları asıl yaralayanları yaralayabilseydi; ne bu kadar çok insan yaralanır ne
de bu kadar çoğalırdı yaralar. Yaralanma korkusundan yahut yara acısından
olmayan, yaralanmanın erdemini bilen şefkat bu yüzden duyguların en yücesi. Şefkatin
bu bilgisine canı yanmadan varan var mıdır peki?</span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: inherit;">Yaraların kardeşliği, yaradaşlık
vardır. Yaranın içinde büyüyen güzellik vardır. Yaranın içinde şifası vardır. Yara
neremizde olursa olsun şifa kendimizde çoğu zaman. Kendi yarasının şifası
olabilen, kurtarıyor kendini her tür acıdan. Kendine şifa olamayana ise değen
her şey yara zaten. Kendini kaybettiğinde çıkıp yürümek, kafası dağıldığında
etrafı toparlamak, kırıldığında bir şeyleri onarmak ne iyi geliyor insana.
Eylem, içte çözülemeyen her şeyin yolunu işaret eden en güzel şifa bazen. Büyük
acıların küçük acıları bastırışı gibi...<span style="mso-spacerun: yes;">
</span>Bazen bir yarayı keşif arzusu, o yaranın acısını bastırabiliyor. Yaranın
keşfinden hem teşhis hem de sanat çıkıyor. Bu ilhamı insana sanatçılar ve
filozoflar bahşetmiş olmalı. Acıyı dindirmenin en estetik biçimi bu olsa gerek.
Çünkü yaranın keşfi de şifaya dahil.</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: inherit; font-size: x-small;">Bu yazı Muhit Dergisinin 31. sayısında yayınlanmıştır.</span></p><p></p>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-65218881468224274202022-07-22T02:30:00.006+03:002022-07-22T02:30:28.239+03:00Kısa Ömürlü Kraliçeler <p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://pbs.twimg.com/media/FVt6moaWIAEzIio?format=jpg&name=medium" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="594" height="400" src="https://pbs.twimg.com/media/FVt6moaWIAEzIio?format=jpg&name=medium" width="297" /></a></div><p></p><p style="text-align: justify;"><i>-Khaled Mouzanar / Mreyte Ya Mreyte eşlik edebilir bu yazıya-</i></p><p style="text-align: justify;">“Güç kazanabilmek için güzelliğin hâkimiyetinden başka bir şey tanımayan kadınlaşan aklın zenginleştireceği doğuştan haklarından feragat eder ve eşitlikten kaynaklanan saygın hazlara ulaşmak için emek sarf etmek yerine, kısa ömürlü kraliçeler olarak yaşamayı seçerler.” Feminist teorinin ilk kaynak kitaplarından olan Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi (1792) kitabında konfor için kendiliklerinden vazgeçen kadınlardan böyle bahsediyor Mary Wollstonecraft. Bugün bu tespit güncel görünümleriyle her çağın "prenses kadını"nın tanımı olarak hala yürürlükte gibi.</p><p style="text-align: justify;">Kısa ömürlü kraliçeler olmak uğruna en tabi haklarından vazgeçen kadınların, kafeslere kapatıldığı halde tüylerini kabartan ve gülünç bir saygınlıkla duran kuşlara benzetir Wollstonecraft. Kadınların kendi varlıklarıyla nadiren baş başa kaldıklarını söyleyen Wollstonecraft; kadınların bu yüzden hislerinin esiri olduklarını, tefekkür yalnızlığından uzak kaldıkları için de düşünce boyutuna bir türlü geçemediklerinden bahseder. Tıpkı doğadaki kendini koruma yasasında olduğu gibi kurnazlığın zayıf zihinlerin bir tür kendini koruma yolu olduğunu vurgular. Çünkü zihin, düşünmekten haz alacak kadar gelişemediğinde tüm özverisini bedenine ve güzelleştirilmesine ayırır. Wollstonecraft ayrıca kadınların güzellik kaygılarının onları birbirine rakip kılacak bir etki yarattığının da altını çizer. Erdemli kadınların bile başka insanların yanındayken cinsiyetlerini unutmadıklarını çünkü her an diğer insanların hoşuna gitme kaygısı güttüklerini söyler. </p><p style="text-align: justify;">Wollstonecraft, bu görüşleriyle kadını yermek kastı taşımaz bilakis kadınların böyle eğitildikleri için böyle davrandıklarının altını çizer. Çünkü Wollstonecraft kitabını en çok da Rousseau’nun aydınlanma dönemi ilkelerini halka öğretmek amacıyla kaleme aldığı cinsiyetçi Emile’i kitabını eleştirmek için yazar. Kitapta Rousseau’nun ideal kadın öğrencisi olarak tanımladığı Sophie sanat, şiir, müzik, ev işleri gibi alanlarla kendini yetiştiriyorken; ideal erkek öğrencisi olan Emile beşerî, doğa ve sosyal bilimlerine dayalı bir eğitim almaktadır. Wollstonecraft tam da bu ayrım yüzünden eğitim eşitliğinin üzerinde durur ama kadınları da entelektüel ilgisizlikleri nedeniyle objektif bir şekilde eleştirmekten geri kalmaz. Günümüzde etkisi iyice kaybolmakla beraber kadınların erkeklere nazaran entelektüel & ilmî faaliyetlerde daha az bulunmasının bir nedeni de bu tip saçma ve hayalî kadınsal rekabetlerle zihinlerini daha fazla meşgul etmeleri. Üstelik dişil rekabetin yeni çehreleri var artık; kadın rekabeti günümüzde zihinsel, entelektüel ve ruhsal boyutta da çeşitleniyor artık.</p><p style="text-align: justify;"><b>Kendimizin Annesi</b></p><p style="text-align: justify;">Wollstonecraft’tan bugüne kadınların zihinsel ve ruhsal olgunlaşmaları noktasında büyük merhaleler alındı. İlk dönem feminist hak taleplerinin bugün hemen hepsi elde edilmiş durumda. Fakat aşırı telafilerin zararları engellenemeyebiliyor. Örneğin Türkiye'de Y ve Z kuşağı genç kız ve genç kadınlar "annelerinin antitezi"ne dönüşüyor. Baskılanmış, engellenmiş, dışlanmış annelerine yaşatılmayan hayatı yaşamak istiyorlar. Çünkü bu ülkede birçok kadın seçemediği hayatları yaşadı. Okutulmadan ergen yaşlarda evlendirilip ergen yaşlarda anne oldu. Bu mahrumiyet kuşağının çocukları olan genç kadınlar, seçtikleri hayatı özgürce yaşamayı o yüzden bu kadar çok istiyor. Hemen her genç kızın belleğinde ya da çevresinde bu hüzünlü kuşağın taze trajedileri var. Sınırsız özgürlük isteği, taşkın öfke ya da radikal feminizmle ifadesini buluyor. Çünkü çoğu şey kolektif bilinçaltındaki bu açık yaralar yüzünden.</p><p style="text-align: justify;">Fakat kadınlar zayıf ve savunmasız değil artık. Kadını zavallı, kurban, çaresiz göstermek isteyen her tür algının önüne geçilmeli. Kolektif bilinçaltına olumsuz etki ediyor böyle şeyler. Mücadele eden, güçlü bir varlık imgesi olmalı artık. Bu yüzden kadınlar en önce kendisinin annesi olmalı. Tıpkı bir bebek gibi görüp öz benliğini, koşulsuzca sevmeli varlığını. Yeni doğmuş bir bebek gibi korumalı her tehlikeden mevcudiyetini ve bir anne şefkatiyle, bilgelikle büyütmeli kendini. Çünkü kadınlar olarak en çok kendimizin annesi olamıyoruz. Hemen herkese verdiğimiz şefkati, yaptığımız anneliği kendimizden esirgiyoruz. Ve kendimizi doğuramadan, büyütemeden ölüyoruz. Aynı hassasiyet ve adil bakışla, erkekler de en önce kendisinin babası olmalı. Kol kanat gerdikleri gibi bebeklerine; kollarını açmalı, kollar açmalılar kendilerine. Ve uçmayı öğrettikleri gibi öğrenmeliler uçmayı. </p><p style="text-align: justify;"><b>Kara Venüs</b></p><p style="text-align: justify;">Kadınların yeterince kanatlanamayışının önünde başka engeller de var. Chul Han’ın "Neoliberal performans öznesi kendinin girişimcisi olarak kendini gönüllü ve tutkulu bir şekilde sömürür." teşhisi kadının ontolojik statüsünü teşhir nesnesine ve kâr marjı yüksek ürüne indirgeyen ve nihayetinde insan bedeninin metalaştırılması üzerine mühim bir noktayı işaret ediyor. Özellikle kadın bedeninin bir haz nesnesi olarak kullanılması gönüllü bir ifşa halinde kadınlar tarafından da destekleniyor. Üstelik bu gönüllü ifşa çok defa kadınlara özgür bir varoluş yolu olarak sunuluyor. Kendini gerçekleştirmenin sayısız entelektüel, bilimsel, sanatsal imkânı varken; özellikle kadınların varoluş biçimleri neden yalnızca giyinme, çıplak olma, cinsel özgürlüğüne indirgeniyor? En çok bu soru üzerine yoğunlaşmak gerekiyor. Başka yolu yokmuş gibi teşhir özgürlüğüne indirgenen kadın varoluşu, kadınlığı sömürüyor. Kadınlar çok daha nitelikli şekillerde var olabilirler. Kanatlandırma iddiası taşıyan çoğu şey kadınları kötücül sistemlerin hazzına hizmet ettiriyor sadece. Herhangi bir şekliyle "hazzın köle"si olan ya da edilen kadınlar geçerken var olabilir mi? Yolu bir şekliyle sömürüden geçen hangi varoluş gerçek bir varoluştur ki? Kadın bedeninin iradi ya da gayri iradi sömürülmesi kadına yine zarar veriyor çünkü. </p><p style="text-align: justify;">Tam bu noktada kadın bedeninin sömürülmesi üzerine Sarah Baartman'ın gerçek hikayesinden uyarlanan Vénus Noire (Kara Venüs) filmi en çarpıcı örneklerinden biri olarak karşımızda duruyor. Hotanto Venüsü olarak bilinen Sarah Baartman’ın yaşamı, yüzyıllardır değişen güzellik algısına rağmen kadın bedeninin sömürü nesnesi olmaktan kurtulamayışının en trajik örneklerinden biri olacaktı. 1789’da Güney Afrika’da doğan Baartman, yalnızca mensup olduğu Hatonta Kabilesi kadınlarına has bir şekil farklılığıyla büyük göğüs ve kalçalara sahip olduğu için yaşamını korkunç bir istismar olarak geçirir. Bir çiftlikte hizmetçi olan ve sonraları bakıcılık da yaptırılan Baartman’ın fiziksel farklılığı dikkat çekerek en sonunda bir teşhir ve sömürü nesnesi olarak İngiltere’ye gönderilecek ve zorla dans ettirilen haz nesnesine dönüştürülecekti. Hendrick Caesar tarafından Fransa’da teşhir edilmek üzere satılan ve “beyaz erkeğin” fantezileri kışkırtması için gösteri yapmaya zorlanan Baartman, en sonunda Paris’teki (Museum d’Histoire Naturelle)’da (Doğal Tarih Müzesi) dönemin sanatçılarının, bilim adamlarının merakı için sergilenecek ve her türlü istismar, sömürü ve ırkçılığa maruz bırakılacaktı. Sadece yirmi beş yıl süren yaşamının sonunda bile cesedi yine rahat bırakılmayacak, sıradan bir kadavra uygulaması bile yapılmadan bilim ziyaretleri için teşhir edilen açık bir gömüt olarak sunulacaktı. </p><p style="text-align: justify;">Kadınların “kısa ömürlü kraliçeler” yahut kendi ülkesinin en kıymetli mücevheri mi olacağı bilinmez ama Sarah Baartman’ın hikayesinde yeterince kanlı elmas var. </p><p style="text-align: justify;"><b>1 Film & 1 Kitap</b></p><p style="text-align: justify;">Abdellatif Kechiche / Vénus Noire (2010) </p><p style="text-align: justify;">Mary Wollstonecraft / Kadın Haklarını Gerekçelendirilmesi<br /></p>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-88384490412348262872022-05-25T19:03:00.000+03:002022-05-25T19:03:00.100+03:00 Çevrimiçi Zamanlar & Sanal Mezarlık<p style="text-align: justify;"><i></i></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><i><a href="https://pbs.twimg.com/media/FSEvgSxWUAIkqV8?format=jpg&name=large" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="591" height="400" src="https://pbs.twimg.com/media/FSEvgSxWUAIkqV8?format=jpg&name=large" width="296" /></a></i></div><i><br />(Mono / Are You There? eşlik edebilir bu yazıya)</i><p></p><p style="text-align: justify;">Sana, yıllar önce yazılmış ama verilmemiş bir mektubun ruhuyla başka bir mektup yazıyorum. Muhatabı sen misin? Yıllar önce ‘sen’ dediğim, şu anki sana ne kadar benzeyebilirse o kadar sen. Belki insanın içinde tek bir sen vardır da aslında, sen olan o senler zamanla başka yüzler giyindiklerinden onları başka kişiler sanarız ve sayarız. Sen kimdir, sen kimsin bilmiyorum. Ama Sen hep Sen'sin.</p><p style="text-align: justify;">Gelecek zamanlardaki “Sen”e bir hitaptır ve bir zaman sosyal medyaya bıraktığımız her şey için de geçerli olacaktır belki de bu. Ben, o, biz, siz, onlar... Hepsi ne çok değişiyor zamanla. Adları, yüzleri, varlıkları, yoklukları. Oysa Maşuk hep Sen. Hitap edilen hep Sen. Sen bambaşka hâlde, yüzde ve kılıkta. Tıpkı böyle… Çok defa bir mektuba başlar da devamını getiremeyiz. Bazen adres yoktur, bazen hitaba düşecek bir isim. Ama hep bir mektup vardır içimizde. Göndermesek de. Yazmasak da. Bazen de içimize atarız o mektubu. Öyle değil midir? Asla okuyamayacak birine yazılan mektuplar, mektupların en güzelidir. O mektuplara "rast makamı"yla ulaşan muhatabı, okurların en güzelidir.</p><p style="text-align: justify;"><b>Kişisel Müzeler & Tutkunun Şiddeti</b></p><p style="text-align: justify;">Kahramanı Kemal’in hikayesini anlattığı ve bir müzesi de olan kitabı Masumiyet Müzesi’nde Orhan Pamuk, bir tutkunun günden güne nasıl nesneleştiğini gösterir. Kitaptan ya da bir kitabın müze oluş fikrinden ve gerçek olan kahramanlarından bahsetmek yerine bir hissi nesneleştirip muhteşem bir somutluğa dönüştürebilen o tutkudan bahsetmeli. İstanbul Çukurcuma’daki müze, konuklarını her birinin altına tarih ve not düşülmüş ruj izli sigaralarla karşılar. Girişteki onlarca sigara ilk bakışta ürkütür çünkü Kemal'in tutkusunun muhteşemlikten korku verici bir saplantıya dönüşmeye başladığı o eşiktedir sigaralar. Tutkunun nesneleştiği o en yüksek nokta; tutkunun şiddeti böyledir. Tıpkı tutkuların hatırası gibi "Hatıraların Masumiyeti" ve hatıraların müzesi var. Ve hatıraların mezarı da var. “İnsan vedalarda da en sevdiğini sona saklar.”der Orhan pamuk. Belki son notlarda da böyledir. </p><p style="text-align: justify;">Zaman aidiyeti mühim şey... İnsanların yaşadıkları zamana ait hissetmeyişi çağın melankolisinin nedeni. Özlediğimiz zamana aitiz, o zamanlarda hiç yaşamamış bile olsak. Zaman, bu kadar hatıranın yükünü nasıl kaldırabiliyor peki? O özlemin yükünü kaldıramayanlar bu yüzden müzelere sığınıyordur belki: Ruh Müzelerine. Saklanmazsa, yazılmazsa, kaydedilmezse kaybolacak muhteşemlerin yitip gitmesine dayanamayan, incelikleri ve güzellikleri gerçekten görebilen gözlere göstermek, anlatmak, keşfettirmek isteyen ve bununla hazların en büyüğünü duyan ruhlar bu yüzden müzelere tutulurlar. Ama bu teşhir, gösterme arzusu ya da egoist bir biriciklik hırsından değildir. Bu yalnızca güzelliği bir hazine gibi saklama isteğidir. Belki bir ruhdaşı tarafından keşfedilir de seyredilir diye. </p><p style="text-align: justify;">İnternetin muhteşem nadirlikteki güzelliklerinden biri sanal miras bırakmak... Tıpkı böyle sosyal medya hesapları ve ruhumuza tesir eden şeyleri paylaştığımız her platform, sanal müzelere, kişisel müzelere dönüşecek zamanla. Bizden sonra gelenler müze gezer gibi gezinecekler postlarımız arasında. </p><p style="text-align: justify;"><b>Ölmek Hırsı</b></p><p style="text-align: justify;">Peyami Safa, Bir Tereddüdün Romanı (1933) kitabında "İnsanda yaşamak hırsıyla beraber her an ölmek hırsı da var." der. Benzer bir rast makamıyla Albert Camus da Tersi ve Yüzü (1937) kitabında “Benim ölüm korkum, yaşama hırsımdan geliyor.” der. Ölmek bazen hırs mıdır? Ölüm, en büyük sorunun cevabının sırrını saklar bazen içinde. Ölüm bir cevaba dönüşür bazen de. Tutkuyla beklenen bir cevaba. İntihar bile o sorunun cevabına gitmektir bazen. Beşir Fuat en dramatik örneği değil midir bunun? Olmamayı, hiç olmamış olmayı istemek ölmeyi istemek değil. Ama... Olmanın yükünden ancak ölüm kurtarıyor insanı. İntihar, çok nadir şekilde de intihar ölüm tarihini seçmektir bazen. Bergman’ın The Seventh Seal (Yedinci Mühür) 1957 filmindeki ölümle satranç oynama sekansı muhteşemdir. Ölüm tutkulu bir cevap arayışıdır. Karakterlerin aralarında şöyle konuşur: -Tanrı’nın elini uzatıp kendini göstermesini, benimle konuşmasını istiyorum. -Ama o suskun. -Karanlıkta ona sesleniyorum ama sanki hiç kimse yok. -Belki de kimse yoktur. -O halde yaşam korkunç bir şey. İnanç, var saymak / yok saymak arasındaki o incecik çizgidedir bazen. Var sanan, yok sayanı; yok sanan da var sayanı asla anlamıyor. İsteyen var saysın isteyen yok. Ölüm, her şeyi ifşa edecek nasılsa. </p><p style="text-align: justify;">Mutlu, rengarenk bir yaz günü, soğuk bir esintiden sonbaharın gelişini hissedip hüzünlenmek gibi ölümü hatırlamak. Bazen de çok mutlu anlardan hemen sonra kalbe düşen kaybetme korkusu gibi... Sevginin taşkınlaştığı o noktada, sevileni kaybetme korkusu çıkagelir ve ölüm tüm kasvetiyle hatırlatır kendini. Taze bir ölüm haberinin, dünyanın beyhudeliğini insanın yüzüne tokat gibi vurduğu bir şuur hâli var. Bazı şeyler de o kısacık şuur anının birkaç dakika sürmüş hâli. Bu şuur bir ömür kadar sürseydi peki? İnsan, yaşamazdı. Ölüm ve yaşlanmaya dair çoğu şey olumsuz çağrışımları saklıyor içinde. "Saç ağarması" tabiri içinde yaşlılık ve ölüm korkusunu saklıyor. Oysa “saçların aklanması” büyülü bir şey. Dünya'nın kirinin üzerini örten kar gibi tıpkı. Ölüm gibi, ölümler de güzeldir bazen. İyi insanlar ölümüyle bambaşka iyilikler doğurur. Alimin ölümü sayısız ders bırakır ardında. Güzel insanlar ölümü bile güzelleştirir. Bazen de güzele en çok yakışan olur ölüm. Faruk Nafiz Çamlıbel’in Ölümü Hatırlatan Kadın ve Yahya Kemal’in Rindlerin Ölümü şiiri gibi. </p><p style="text-align: justify;"><b>Sonsuza Dek Çevrimdışı</b></p><p style="text-align: justify;">Ölmüş insanların sosyal medyasına bakmak... Kendimi sıkça bunu yaparken yakalıyorum. Bir yaşamın kısıtlı da olsa seyrine bakarken. Bir çerçevenin içine görünmek istedikleri hallerini sunmuş, artık ölmüş insanlara bakıyorum. Bilhassa gözlerine. Sonra düşlerine, heveslerine, umutlarına, acılarına, hırslarına, aşklarına. Dinledikleri müziklere, giyindikleri şeylere, sarıldıkları dostlara, her şeylerine. Fotoğraf albümlerinden daha canlı üstelik. Videoları, sesleri, cümleleri var. Kendi yaşamlarının filmlerini çekmişler sanki. Selfieleriyle başroldeler. En hüzünlü kısmı tıpkı bir cümlenin noktasına denk düşen son postları... Filmin "the end" kısmı son postlarına denk düşüyor sanki. Sonra upuzun bir "çevrimdışı" Yeni bir ölüm tasviri: Sonsuza dek çevrimdışı... Artık ONLINE değil. Sonsuza kadar OFFLINE.</p><p style="text-align: justify;">“Hayat, zaman kavramı olduğu için doğmakla başlıyor; ölümle sona eriyor. Zamanın olmadığı her yer ve her şey sonsuzlukla tanışacak.” Böyle demişti Bülent Parlak twitter hesabında, ölümünden yalnızca birkaç gün önce. Bazı soruların cevabı "o an"da değildir. Bazı soruların cevabı geçmiştedir, gelecektedir. Bazı soruların cevabı ise zamansızlıkta.</p><p style="text-align: justify;">İsmimizin bir zaman, bir yerde, bir mezar taşında yazacağı fikri öyle tuhaf ki. Belki bu yüzden yazıyoruz biraz da. Mezar taşından daha güzel yerlerde yaşasın diye... Varlığımız. Yazıma başlarken yaptığım gibi tıpkı, bu satırların okuyacağı bir zamana saklıyorum bu fikrimi. Bir zaman sonra ölmüş olacak birinin bir paylaşımına dönüşeceğimi bilerek. Başka bir çevrimiçi zamanda bu satırları okuyacak o kimselere saklıyorum. Hüzünle ve keşifle.</p><p style="text-align: justify;">2020’lerin baharında, bir gece vakti yazıyorum bunları. Bir zaman sonra ölmüş olacak, şimdide çevrimiçi olduğum herkese. Belki de artık şimdiki zamana bir alternatif olarak "çevrimiçi zaman"ı sunmalıyız.</p><p style="text-align: justify;">Çevrimiçi dostlarım;</p><p style="text-align: justify;">Yüzyıllar önce çekilmiş, sepya fonlu fotoğraflara nostaljik bir merakla baktığımız gibi tıpkı bakılacak bizlere de. Bu çevrimiçi beraberlikte, bir zaman, sanal bir mezarlığa dönüşeceğiz hepimiz. Kalan her şeyimizle hatıralara ve mezarlıklara dönüşeceğiz.</p>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-24107276089780593252022-05-16T03:04:00.002+03:002022-05-16T03:04:26.677+03:00Bilmek Vaktidir: Kendilik Cesareti*<iframe style="background-image:url(https://i.ytimg.com/vi/n2Mir4_fB34/hqdefault.jpg)" width="480" height="270" src="https://youtube.com/embed/n2Mir4_fB34" frameborder="0"></iframe>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-53684068644234250932022-04-30T03:02:00.004+03:002022-04-30T03:03:12.763+03:00Röportaj: "Kendilik herkeste nüvesi olan bir ideal, onu ortaya çıkaran şeyse cesaret"<p style="text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhC8004tfYx5likOpotnrWy_iKPzbkXH2aQ6de2tA5SVYjXzdnOGqG6oBNEy-T1u_YVRu2WM--o8gdD-h9VzNHWTFW0nREm5SBeNTP3VqxeOwdlUcVoopbdsSjFVZCvaeDsDBo3HAvsgKv8trf2w8MZinSzochp6cZ-NFXl399pq-r2Mh3-bNm9aNWf/s1065/WhatsApp%20Image%202021-12-19%20at%2023.18.07.jpeg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1065" data-original-width="809" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhC8004tfYx5likOpotnrWy_iKPzbkXH2aQ6de2tA5SVYjXzdnOGqG6oBNEy-T1u_YVRu2WM--o8gdD-h9VzNHWTFW0nREm5SBeNTP3VqxeOwdlUcVoopbdsSjFVZCvaeDsDBo3HAvsgKv8trf2w8MZinSzochp6cZ-NFXl399pq-r2Mh3-bNm9aNWf/w304-h400/WhatsApp%20Image%202021-12-19%20at%2023.18.07.jpeg" width="304" /></a></div><br />Söyleşi: T24 / Ayfer Feriha Nujen, Yayın Tarihi: 3 Nisan 2022 <p></p><p style="text-align: justify;"><a href="https://t24.com.tr/yazarlar/ayfer-feriha-nujen/zeynep-merdan,34813">Link:</a></p><p style="text-align: justify;"><b> - "Kendilik" ve "cesaret" çoğu zaman birbirinin içinde hapsolup kalan iki ayrı kavram. Çoğu zaman bu iki kavram birbirinin gerisinde de kalmıştır. Bu iki kavramı yan yana getirmek cesaretinden başlayalım lütfen. "Kendilik Cesareti"ni ortaya çıkaran bu kavramlardan hangisi oldu ilkin sizin için?</b></p><p style="text-align: justify;">İronik bir itirafla bu kavramları yan yana getirme cesareti gösteren ilk kişi olmadığımı söyleyerek başlamalıyım o halde. "Kendilik Cesareti" ifadesi bana ait olsa da sayısız benzer kullanımı var. Kendi olma cesareti / Kendin olma cesareti diye psikolojide kullanımları var mesela. Hatta biri Osho'nun(!) kitabında. "Olma cesareti, Yaratma Cesareti, Yazma Cesareti, Hakikat Cesareti" gibi kitaplar da var. Umarım daha da artmaz, klişe raddesine geldi ve geçiyor çünkü.</p><p style="text-align: justify;">Kendilik ve cesaret arasında bir seçim yapmak durumunda kalsaydım önceliğim kendilik olurdu. Lisede yazdığım bir denemenin bile paragraf başlarından akrostişle "Kendimiz" yapmıştım mesela. Kendilik herkeste nüvesi olan bir ideal, onu ortaya çıkaran şeyse cesaret. Cesaret de kendilikten sonra gelen ve onu sona, nihayete erdiren o muhteşem itki.</p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p style="text-align: justify;"><b>- Ebu Hayyân et-Tevhidi'nin, "En güzel söz, nesri andıran nazım ile nazmı andıran nesir arasında bir imge niteliği taşıyan sözdür" cümlesi metinlerinizi tanımlamada benim de ileri sürebileceğim bir cümle. Denemecilik tarzınızı siz kendiniz nasıl tanımlarsınız? Bu da kendiliğin bir ürünü ya da özelliği midir sizin yazma biçiminizde? </b></p><p style="text-align: justify;">Harika bir keşif… Ve ne güzel bir iltifat. Böyle algılanıyorsa üslup anlamında hedefime yaklaşmışım demektir. Ben adına "Ruhça" dediğim bir yazının peşindeyim. Ruhun, için ve zihnin sesini yazıya getirmek istiyorum. Bazı cümlelerimi mısra gibi düşünüyorum, ama şiir olarak kurmak istemiyorum. Oruç Aruoba'nın, şiiri ve felsefeyi bir araya getiren ritmini bu yüzden çok seviyorum. Fikri en estetik biçimde sunmak, yazma idealim bu. </p><p style="text-align: justify;">İnsanlar etkilemek istediklerinde şiirselliği, inandırmak istediklerinde hikâyelendirmeyi, ikna etmek istediklerinde düşünceyi kullanıyorlar. Şiiri müziğe, öyküyü gezintiye, romanı yolculuğa yakıştırıyorum. Denemeyse sohbet etmeye benziyor. Çünkü içler arası, iç sesler arası bir konuşmaya benziyor deneme. Deneme bu yüzden özgün ve özerk olmak durumunda. Kendine ait bir düşünce, üslup ve dünya kurabilen yazarları hazla okuyorum. Felsefi denemelere bayılıyorum. O denemelere edebi bir lezzet katan ve özgün bir düşünce üretebilen her ismi hususi bir dikkatle takip ediyorum. Şu an aklıma düşen başlıcaları; Simone Weil, Cioran, Chul-Han, Oruç Aruoba, Ayn Rand, Irigaray, Kristeva ve Arno Gruen.</p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p style="text-align: justify;"><b>- Kitabınıza, metinlerinize bakınca ılımlı, düşün dünyasında birbirinden çok farklı yazanları bile kimi konularda ortak çerçevede buluşturabildiğinizi görüyorum. Fakat birey olarak çok daha radikal ve sert çıkışları ve eleştirileri olan da birisiniz. Bu nokta da cesaret ve kendiliğin birbiriyle çatıştığını düşünebilir miyiz? Burada bir çatışma yaşıyor musunuz kendinizle ilgili olarak?</b></p><p style="text-align: justify;">Nietzsche'nin en sevdiğim sözlerindendi: "Uçurumları sevenin kanatları olmalı." Keşif arzum uçurum kenarlarına götürdü hep ayaklarımı. Tezatlarda raks etmeyi severim. Yazgım da böyle oldu hep. Ruhumu en yakın bulduğum hayvan, kartal. Dışarıdan böyle görünmesine şaşırmıyorum o yüzden. </p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p style="text-align: justify;"><b>- Açıkçası biz ayrı dünyaların insanıyız. Bu bir sır değil ve gayette normal. Düşün dünyamız da duruşlarımız da varoluş biçimlerimiz gibi çok farklı. Ben bu farklılığı seviyorum ama. Hele ki neredeyse akran olmamıza rağmen genç bir yazan olarak birikiminiz beni gerçekten etkiliyor ve sevindiriyor. Yani farklı yaklaşımınıza rağmen yazarlığınızdan bir şeyler öğrendiğimi inkâr edersem, kendimi inkâr etmiş olurum. "Kendilik Cesareti içerisinde bunu yaşadığım yazarlar var" diyeceğiniz örnekler var mı? Kimler ve neden? </b></p><p style="text-align: justify;">Çok teşekkür ediyorum. Farklı arkadaşlıklar, medeniyettir. Birçok akıllı insan "zihinsel dengelenme"lerini, saygı zarafetini, aklı selim ölçüsünü; kendinden farklı düşünen, yaşayan ve inanan insanlarla kurduğu arkadaşlık ilişkilerine borçlu. Bu zihinsel görgüye sahip olan herkesle saatlerce konuşabilirim bu yüzden.</p><p style="text-align: justify;">İdeolojik, yaşam tarzı olarak benzer olmadığım hatta tezat olduğum onlarca yazarı merakla, zevkle, keşifle, ciddiyetle okuyorum: Julia Kristeva, Albert Camus, Ulus Baker, Birhan Keskin, Oruç Aruoba, Orhan Pamuk gibi... Kendi "iyi/doğru/güzel/yüce olan"ımı sağlama fırsatı veriyor bana benzemeyenler. </p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p style="text-align: justify;"><b>- Ben de çok teşekkür ederim. Nezaket yaşatır, samimiyetle. Peki, örneğin, kitapta adı geçen ve yorumladığınız isimlerden Simone Weil bana göre de agnostik ama mistik de ve parçası olduğu, içinde yaşadığı topluma-gruba baktığımda bir anarşist. Fakat siz onu bir azize gibi tarifliyorsunuz. Hakeza Kierkegaard da bana göre dindar değil, ama inançlı (imanlı). Yine Nietzsche din ve tanrı karşıtı biriyken onu da "küskün" diye ifade ediyorsunuz. Bu isimlerin çelişkilerini netleştirdiğinizi söylemek doğru olur mu?</b></p><p style="text-align: justify;">Bazı soruların cevabı net ve mutlak değil çünkü. En basiti bu isimlerin gerçekten nasıl olduğunu "gerçekten" tanımlayamayacak hiçkimse. Tolstoy'u bile Müslüman gibi sunmak bönlüğünden bahsetmiyorum, hayır. Oscar Wilde "tanımlamak, sınırlandırmaktır" diyor. Tanımlamak, indirgemek oluyor maalesef çoğu zaman. Ama her birimiz kendi idrak imkanlarımızla zihnimize düşenleri ifade ederek anlamı çoğaltmalıyız. Böyle çoğalan anlamlar bizi hakikatin o doğru görünen seçeneklerine daha iyi yaklaştıracak çünkü.</p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p style="text-align: justify;"><b>- Kitapta, "Tanrı Kierkegaard'la ne kastetmiş olabilir?" başlığı altında Nietzsche'nin Tanrı ile olan çatışmasını da anımsatarak bir şeyin ya da hâlin, söylemin, duruşun tersinden de okunduğunda aynı sonuca varacağına dair -kendimce ben öyle algıladım- ifadeleriniz var. Buradan şunu mu anlamayız, "insan sevdiğiyle uğraşır" yani bu bir çatışma olarak da mı aksiyle vücut bulur yoksa bunu böyle yorumlamak istediğiniz sonucuna mı varacağız? Hangisi?</b></p><p style="text-align: justify;">Modern insan en tutkulu ilişkisini; aşk ve nefret uçlarında Tanrı'yla şiddetli geçimsizlik tezahüründe yaşıyor. Tanrı'ya olan bu antitez üretme telaşından da ateizm değil, anti-teizm çıkıyor çoğu zaman.</p><p style="text-align: justify;">Duygusal ihtiyaçtan filizlenen dini seçimler gibi bazı ateizm yorumları da Tanrı'yı terk eden eski sevgiliymiş(!) gibi görmeye benziyor. Tuhaf nispetler, aşağılama hırsı, eğlenerek intikam almak vs. İnanmamak değil de hala acıyan bir yarayı saklamaya çalışmak sanki. Kitaptaki o bağlamda bu ihtimale kapı açmıştım.</p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p style="text-align: justify;"><b>- Denemelerinizin felsefi derinliğini ben belirleyemem, ama bana göre de tabii ki felsefi bir derinliği, felsefeyle bir biçim aldığı ortada. Sorgulamak kadar yorumlamak da felsefeyle ilgilidir çünkü. Felsefeye yatkın bir millet olmadığımızı söylerdi merhum Prof. Dr. Teoman Duralı. Fakat "Kendilik Felsefesi" de bir başına bunun aksi değil midir? Biz felsefeye yatkın bir toplum değil miyiz? </b></p><p style="text-align: justify;">Şiir, öykü gibi nesirler de birbirine benziyor artık. Oysa nesir en önce üslûp yazısı olmalı. Klas kitaplar, seçkin referanslar... Yoğun veri, malumat, ama bir savı bile olamayan, bittiğinde zihne tek bir soru bırakmayan yazılar... İyi nesir zihni tahrik eder, güçlü bir soru bırakır oysa. Bugün maalesef birçok yazının bir savı, bir tezi bile yok. Sayfalarca yazılmış bir yazıyı okuyorsunuz, zihninize düşen bir soru bile kalmıyor bittiğinde. İyi üslup çoğu kez parfüm etkisi yapıyor, ama iyi bir nesir daha fazlasını da yapmalı. Böyle yazılara "parfüm yazı" diyorum ve bu açıdan Teoman Duralı'ya katılmamak elde değil. Bu anlamda şiir, öykü, roman gibi türler yerine denemede ısrar ederek riske giriyorum. Ama bu riskin bir değeri olduğunu düşünüyorum.</p><p style="text-align: justify;">Bir de özellikle "genç yazar", "deneme birikim yazısı"dır klişeleri var. Cioran en iyi metinlerinden biri olan "Gözyaşı ve Azizler"i yazdığında 25-26'larındaydı. Evet, tecrübe, deneyim, birikim yaşla artıyor çoğu zaman ama özgünlüğün ilk işaretleri o ilk metinlerde var. Ben ilkel metin diyorum onlara. Çünkü yazı süreçlerinin de insanlar gibi büyüme evreleri var: Doğum-çocukluk evresi, ergenlik evresi ve erginlik evresi. </p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p style="text-align: justify;"><b>- Kitabınız sadece felsefi açıdan ya da edebi açıdan düşünleri ele alan düşünler değil. Psikanalizler de içeriyor. Bu bir yöntem elbette... Ben bu yöntemle de metinlerinizi oluşturduğunuzu düşünüyorum, yanılıyor muyum?</b></p><p style="text-align: justify;">Multidisipliner çalışmanın ve okumanın etkisi sanırım. Cömert bir tespit, zevkle katılabilirim buna. Evet, böyle anlaşılmasından fazlasıyla mutlu olurum. İnsanın ilkel, kötücül ve karanlık doğası ilgimi çekiyor. Fakat bunu çoğunun yaptığı gibi kendini mutlak özne, başkasını nesne tahakkümüyle yapmak yerine bazen kendimi nesne etmeyi tercih ediyorum. Bu yöntem kaçınılmaz olarak psikanalize itiyor. Irigaray, Kristeva, Arno Gruen gibi birçok kuramcının denemelerini de bu yüzden seviyorum sanırım.</p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p style="text-align: justify;"><b>- Kitap dolu dolu bir kitap, pek çok yazarın pek çok konuda -bugünün merkezindeki pek çok sorununa dair çözümlerini de içeren- yaklaşımları ve eserlerin varoluş biçimlerini de içeriyor. Bütün bunlar ve yazan biri olarak sizin varoluş ve yaklaşımlarınızla ilgili ne söylüyor peki "Kendilik Cesareti" okura?</b></p><p style="text-align: justify;">Kendilik Cesareti 6 yılda yazılan 36 denemeden oluşuyor. Tezli bir kitap gibi kurgulamak istedim, kitabın en sonunda 40 soruluk bir mülakat var. Kitabın zihnimde kurgusu, bölümleri hep vardı, ama sırf kaynakça kısmıyla bile 2 ay uğraştım. Hem kaynakça olsun hem de kitabın en sonunda güzel bir kitap listesi gibi dursun istedim. Ayn Rand, Camus, birçok yazar felsefesini kurmacayla okuruna anlatma yolu seçmiş. Ben yolu uzatmak istemedim. </p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p style="text-align: justify;"><b>- Kadın yazarlar, kadınlar ve kadınlık üzerine yazmış erkek yazarlar, kadınlık, feminizm üzerinde yoğunlaşmış bir çalışma da bu aynı zamanda. Her fikirden -sadece kadınlar değil erkekler de- yazarın kendine göre bir feminist tanımlaması ya da kendini feminist tanımlama biçimi var. Örneğin, Bell Hooks, "Feminizm Herkes İçindir" derken, kimi feministler buradaki "herkesin" kimler olduğuna odaklanır. Siz feminist misiniz ya da size göre feminizm nedir, ne değildir? </b></p><p style="text-align: justify;">Evet, dominant bir düşünce ve ortamına itirazla başlamak cesaret istiyor bugün. Böyle bir ortamda yeni ve farklı bir şey söylemek linç edilme, itibarsızlaştırılma gibi riskleri göze almayı gerektiriyor çünkü. Hırçın bir feminizm var bugün. Duygusal bir feminizm. Daha ağzınızı açtığınız an bir şeyleri yanlış ifade ettiğiniz için sizi azarlayan bir feminizm. Bu şiddetli feminizm şekli kadınlara daha çok zarar veriyor oysa. </p><p style="text-align: justify;">Daha önce de ifade ettiğim gibi popülist ve radikal feminizme itirazım var benim. Çünkü ikisinin de faydasından çok zararı olduğunu düşünüyorum kadına ve kadınlığa. Kadının tarihsel konumu radikal feministlerce rövanşist ele alınıyor ve mesele ontolojik bir değerdeyken cinsiyet kavgasına indirgeniyor. Erkeklerle, erkle yahut herhangi bir türden muktedirle olan savaşa indirgenen intikamcı bir feminist yorumuna itirazım var.</p><p style="text-align: justify;">Varlık, insan, kadın sıralamasıyla temellenen bir feminizmin kadının varlığına hak ettiği itibarı getirecek en saygın yöntem olarak görüyorum. Kendiliğinden filizlenen, güçlü bir kendilik feminizmi belki de. Bugün hepsinden önce aklı selim bir feminizme ihtiyaç var. Aklı selim, otantik bir feminizmden yanayım. "Feminist değil, Skotusçuyum" diyen Kristeva gibi kendimi "feminist" kelimesiyle sınırlandırmak istemem ama.</p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p style="text-align: justify;"><b>- Sizce bir yazar kendi varoluşuyla ilgili ortaya koyduğu bir kitapla -bu çoğunlukla ilk kitabı olur- sonradan tavır ve söylem olarak çatışmaya başlar ve çelişirse yazın geleceğiyle ilgili ne yapmalı? Olmaz demeyin, olabilir çünkü. Siz örneğin, bir gün yazdıklarınız ve söylemlerinizle çeliştiğinizi fark ederseniz, "Kendilik Cesareti" bağlamında nasıl bir karar alırdınız? </b></p><p style="text-align: justify;">Yıllar önce kendime mahlas diye seçmiştim: Vitam Vero Impendenti. Hakikat uğruna yaşamını riske atan kişi demek. Rousseau'nun "Yalnız Gezerin Düşleri" kitabında geçiyor. Rousseau bu sözün hakkını ne kadar vermiştir ki? Böyle sözlerin altını doldurmak kolay değil. Hayat büyük sözler için büyük bedeller istiyor çoğu zaman. Bazı sözlerimin büyüklüğünün farkındayım, onların altına sığmanın hiç kolay olmadığının da. Belki bu yakışıksız duruma düşmeyi göze almak da yazmanın bedelidir ne dersiniz?</p><p style="text-align: justify;">"Asla gözlerini kaçırma Kurt, gerçek olan her şey çok güzeldir." Geçtiği filmi hâlâ izlememiş olsam da bu repliği çok severim. Gerçeğe yenilmekten korkmuyorum. Gerçeğin şiddeti karşısında acı çekmekten de. Yeter ki gerçek görünen, gerçekten "gerçek" olsun. Kendimle çelişmekten korkmuyorum bu yüzden. Çünkü her çelişkim bana kendimi doğrulama imkânı sunuyor. Altını çizdiğimiz bazı şeyler en güçlü değil, en ihtiyacımız olan şeyi gösteriyor çoğu zaman. Kendi vurgularımı da böyle görüyorum. Ben kendi idealimi yazıyorum. </p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p style="text-align: justify;"><b>- Kesinle doğru ve yerinde. Gerçekten ne söylediğini bilen bir yazanla sohbet etmenin saadetine erdim şimdi. Daha uzun bir söyleşi olmasını dilerdim, fakat her şey her yere sığmıyor. İnsanın dünyaya sığmaması gibi… Bir gün yan yana gelmek dilerim. Karşıtlar da konuşabilir, beni yanıtladınız, teşekkür ederim. </b></p><p style="text-align: justify;">İyi sorulara muhatap olmak büyük şans. Böyle sorgu-soruları çok seviyorum. Zihnimin ve ruhumun tetiklendiğini hissediyorum. Farklı olan çoğu şey tehdit algısı bırakıyor birçok insana ama ben bu tetiklenme hâlini seviyorum. Sıkı sorularınız için ben teşekkür ediyorum asıl.</p>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-4446879512240790742022-04-30T02:55:00.003+03:002022-04-30T02:56:31.943+03:00Röportaj: “Hep bir keşif hazzı vardı içimde.”<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhuG3gvEhW4mCIFPImswiUph8M3ZUKr34CvNhNk1k1gN10hS_2Gmy1RTIkK3r2a69WyT7gg9or18fw1wSGxweumZrGzPFkUilgaVW3vtVEghQsrN4YxHQ_CgME69-xLsjnR8hmlGwpUkrkGSzBY164zc4dCnMgha_M3MdfCTBxNwIsfRVayAWfu1lLh/s1080/WhatsApp%20Image%202021-12-19%20at%2023.19.11.jpeg" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1054" data-original-width="1080" height="312" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhuG3gvEhW4mCIFPImswiUph8M3ZUKr34CvNhNk1k1gN10hS_2Gmy1RTIkK3r2a69WyT7gg9or18fw1wSGxweumZrGzPFkUilgaVW3vtVEghQsrN4YxHQ_CgME69-xLsjnR8hmlGwpUkrkGSzBY164zc4dCnMgha_M3MdfCTBxNwIsfRVayAWfu1lLh/s320/WhatsApp%20Image%202021-12-19%20at%2023.19.11.jpeg" width="320" /></a></div><div style="text-align: justify;">Söyleşi: Dünya Bizim / Emre Orhan Gökalp, Yayın Tarihi: 15 Nisan 2022 </div><p></p><div style="text-align: justify;"><a href="https://www.dunyabizim.com/soylesi/zeynep-merdan-hep-bir-kesif-hazzi-vardi-icimde-h45926.html">Link:</a></div><div style="text-align: justify;"><br /></div><p style="text-align: justify;"><b>Sohbete ilk olarak sizinle yani hikâyenizle, yolculuğunuzla başlamak isterim. Mesela, nasıl bir çocuktunuz? Geçmişiniz, aileniz ve çevrenizin yazarlığınız üzerinde nasıl bir etkisi oldu?</b></p><p style="text-align: justify;">Taşrada, kitaplığı olan bir eve doğdum. Kaçınılmaz bir bağ kurdum bu yüzden kitaplarla. Okula gitmeden defterlere ve kitaplara ilgim vardı. Anasınıfına başlamadan önce kardeşlerimin peşine okula gitmek için düştüğümü ve bir defter bulup ödevlerini taklit ettiğim zamanları hatırlıyorum. İlkokulda popüler, çalışkan bir çocuktum; ilk gençlikte fazlasıyla içe dönük… Kitaplarla aram hep iyiydi ama. Hayatla aramın bozulduğu her zaman kitaplarla daha güçlü bir bağ kurdum. Babam öğretmen, onun gençlik kitapları da miras oldu ve başka bir dünyanın yolunu işaret ettiler bana.</p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p style="text-align: justify;"><b>Peki, yazmak ve okumak sizin için ne ifade ediyor? Bu ikisini tam olarak hayatınızın neresine konumlandırırsınız?</b></p><p style="text-align: justify;">Yazmak ve okumak, benim temel ihtiyaçlarım. Ontolojik ihtiyaçlar, varoluşsal yatkınlıklar ve gizli arzular yaşamımızın merkezinde duruyorlar. Okumak ve yazmak için bir prosedürüm yok ama. Uzanırken, yürürken, yolculuk yaparken, gece ya da sabah fark etmez, her an yazıp okuyabilirim. Yolda yürürken aklıma bir cümle düşer, hemen telefona kaydederim mesela. Sanırım en çok da bu spontane cümlelerden yonta yonta inşa ettiğim yazılarımı seviyorum.</p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p style="text-align: center;"><i>“Onun için zihnimi reşit kılan yazar diyorum…”</i></p><p style="text-align: justify;"><b>Hayat serüveninizde özellikle etkilendiğiniz, birikiminizde kilometre taşı niteliğinde diyebileceğiniz şair/yazar/düşünce insanları kimlerdir?</b></p><p style="text-align: justify;">Saydıklarımdan daha fazla ama üç kişiyi seçiyorum bu soru için: Tolstoy, Ali Şeriati ve Oruç Aruoba. Tolstoy, zihnimi ve ruhumu ayartan ilk yazardı. On iki yaşında “İnsan Neyle Yaşar?” kitabıyla tanıştım, o kitap bana düzenli kitap okuma alışkanlığı kazanırdı. O yılın yaz tatilinde baya kitap okuduğumu hatırlıyorum. Diğeri Ali Şeriati… Onun için zihnimi reşit kılan yazar diyorum çünkü sadece yaşımız değil, aklımızı da reşit kılan kitaplar ve o kitapların yazarları vardır; işte benim aklımı reşit kılan da oydu. Diğeri ise Oruç Aruoba… Özgünlük kaygısını, sadece yazmanın yetmediği, yazarın kendi yazısını kendi benliğince, ruhunca nasıl işleyebileceğini ve bunun ne kadar mühim olduğunu onda keşfettim.</p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p style="text-align: justify;"><b>“Kendilik Cesareti” adlı deneme kitabınızın oluşum süreci nasıl gelişim gösterdi? Okurlarıyla buluşmadan önce hangi aşamalardan geçti ve nasıl bir ön hazırlık süreci oldu?</b></p><p style="text-align: justify;">Üçe ayırıyorum bu süreci de çünkü yazma süreçlerinin de insanlar gibi büyüme evreleri var: Doğum-çocukluk evresi, ergenlik evresi ve erginlik evresi. Lise yıllarıma ait kırk yazılık bir dosyam var, en ilkel yazı formum o. Ardından blogdaki yazılar geliyor. Blogdaki asi, tutkulu, kalıba sığmayan, türsüz yazılar da ergenlik sürecine tekabül ediyor. Ardından süreli dergilere yazı gönderdiğim dönem var, orada ergin hâline varıyor yazılar. Edebiyat dergileri insanı disipline ederek yazı görgüsü kazandırıyor kesinlikle.</p><p style="text-align: justify;">Kitap süreci kolay oldu diyemem. “Kendilik Cesareti”, altı yılda yazılan otuz altı denemeden oluşuyor. Tezli bir kitap gibi kurgulamak istedim, kitabın en sonunda kırk soruluk bir mülakat var. Kitabın zihnimde kurgusu, bölümleri hep vardı ama sırf kaynakça kısmıyla bile iki ay uğraştım. Hem kaynakça olsun hem de kitabın en sonunda güzel bir kitap listesi gibi dursun istedim.</p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p style="text-align: justify;"><b>“Eğer hakikati arıyorsanız hayatınız asla eskisi gibi olmayacaktır.” cümlesinden yola çıkarak size şunu sormak istiyorum: Zeynep Merdan’ın arayışı nedir?</b></p><p style="text-align: justify;">Bu cümle, Ian Dallas’ın (Abdulkadir es-Sufi) Garipler Kitabı’nda geçen bir cümle ama benim arayışımın istikametine de uyuyor fazlasıyla. Arayışımdan bahsetmek yerine arayışımın itkisinden bahsedebilirim. İçimde kendimi bildiğimden beri duyumsadığım bir keşif hazzı var, sanırım tüm arayışlarımın nedeni de o hazzın kendisi.</p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p style="text-align: justify;"><b>Yazılarınızın da yer aldığı “Ruh Müzem” adlı blog sayfanızdan da konuşmak isterim. Böyle bir sayfa açma fikriniz ilk olarak ne zaman ortaya çıktı? Nasıl ve ne şekilde ilerledi? Bu sayfanızı ilerleyen zamanlarda farklı bir mecraya dönüştürme fikriniz var mı?</b></p><p style="text-align: justify;">Buhranlı, başarısız ve ilginçliklerle dolu bir gençlik ve üniversite sürecim oldu. Seçilmiş bir yalnızlıkla, aksi bir asosyallikle en arka sırada Nietzsche olduğum zamanları hatırlıyorum. Dünyayı, kendimi ve kendimi protesto ettiğim zamanlar… Kitaplara yaslanıyordum, kitaplardan güç aldığım bir zamandı. O zamanları hayatımın en mühim zamanları olarak görüyorum şimdi.</p><p style="text-align: justify;">Kelimelerin büyüsüne inanıyorum. Ruh kelimesine çok yoğunlaştığım bir zaman vardı on sekiz yaşlarda, blogumun ismi de -Ruh Müzem- buradan geliyor. Ardından “Keşf” kelimesi geliyor. Kendimi tanımlama kaygısıyla “Keşfsever” koymuştum adımı, otuz bir yaşındayım ve bu, hâlâ yürürlükte. Şimdi bakıyorum da tüm bu kelimeler -ruh ve keşf-, ilk gençliğimin o patikaları hâlâ yürüdüğüm rotamı çizmiş. Blogu başka bir mecraya dönüştürmek gibi bir düşüncem yok, bir müze gibi gördüğüm için antika bir hâlde kalsın istiyorum.</p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p style="text-align: justify;"><b>Deneme türünde en çok sevdiğiniz, defalarca okuduğunuz, size yol gösterici niteliğinde bir başucu kitabınız, kitaplarınız veya bir yazar var mı? Varsa isimlerini ve nedenlerini öğrenmek isteriz.</b></p><p style="text-align: justify;">Çok var. Felsefî denemelere bayılıyorum. O denemelere edebî bir lezzet katan ve özgün bir düşünce üretebilen her ismi özel bir dikkatle takip ediyorum. Bu kapsama giren her tür kitap zihnimi cezbediyor. Şu an aklıma düşen başlıca isimler: Simone Weil, Emil Cioran, Chul-Han, Luce Irigaray, Julia Kristeva… Ve en son da Arno Gruen.</p><p style="text-align: center;"><br /></p><p style="text-align: center;"><i>“Kitapların da bir vakti olduğuna inanıyorum.”</i></p><p style="text-align: justify;"><b>Okumalarınız belli bir program, konu veya düzen dâhilinde mi?</b></p><p style="text-align: justify;">Bir yazı ve tez için değilse hayır. Kitapların da bir vakti olduğuna inanıyorum. Bilinç hazır olduğunda kitap ve okur çarpışıyor çünkü birbirine. Ama bir tarifi olacaksa faydasını çok gördüğüm okuma biçiminden bahsedebilirim: Ruha, zihne ve göze yapılan okumalar. Asla birinden ibaret bir okuma güncelim olmuyor.</p><p style="text-align: justify;">Sadece ruha yapılan okumalar, insanı dünyadan fazlasıyla koparıyor. Ağır tasavvuf klasiklerine daldığım dönemler öyleydi. Dünyayla sağlıklı bir bağ kuramayacak kadar yeryüzü gündeminden uzaklaşmıştım. Sadece zihne yapılan okumalar -akademik okumalar genelde bu minvalde- idrak ve derinlikten fazlasıyla yoksun bir malumat ukalalığı veriyor. Göze yapılan, estetik bir edebî bakış kazandıran roman, öykü gibi okumalar ise ruhî bir derinlik ve entelektüel birikim vermekte nakıs kalıyor genelde. Okuma alışkanlığı kazanabilmek için bu kulvar müsait ama derinleştirmek için yetersiz. Üçünü eş zamanlı götürmek bence en güzeli.</p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p style="text-align: center;"><i>“İnsanın istikametini tutkuları tayin ediyor.”</i></p><p style="text-align: justify;"><b>Son olarak neler söylemek istersiniz? Gelecekte hayata geçirmeyi düşündüğünüz projeleriniz var mı?</b></p><p style="text-align: justify;">İnsanın istikametini tutkuları tayin ediyor. Şu an tek düşündüğüm şey, tezimi nihayete erdirmek. “Kendilik” üzerine daha akademik çalışmalar yapmak istiyorum. Ardından on dört ila on sekiz yaşlarımda yazdığım ilkel metinlerim üzerine bir çalışma düşünüyorum. Başka bir gözle yeniden okuma, bir nevi kendimi okuma… Eski bir beni, yeni benler tezahürüyle okumak. Bunu kendi benliğimden ziyade yeni bir okuma pratiği olarak kurgulamak istiyorum. Umarım hakkını verebilirim.</p>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-68544063934713386512022-04-23T02:37:00.001+03:002022-04-23T02:37:06.913+03:00İçine Açan İnsan<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://pbs.twimg.com/media/FO88uRUXIAAOMs1?format=jpg&name=medium" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="578" height="400" src="https://pbs.twimg.com/media/FO88uRUXIAAOMs1?format=jpg&name=medium" width="289" /></a></div><p align="center" class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: center;"><br /></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Her insanın bir çiçek açma zamanı
var. Tohumuna göre, toprağına göre, güneşine göre… <i>"Ben tam kendime
göre"</i> diyordu Turgut Uyar. Hiçbir şey için geç ya da erken değil bu
yüzden. Çünkü çiçek açma zamanı da kendimize göre. Çiçek zamanı gibi çiçeklenişin
sessizliği de var. Çiçek açar ama açığını söylemez. Belki söyler ama kendi diliyle
söyler. Çiçeklerin hallerinde ne çok sessiz işaret var. <i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span style="mso-bidi-font-weight: bold;">“Dış görünüşe rağmen, kuş,
çiçek ya da yağmur formundaki bir kaligram, ‘bu bir güvercindir, bu bir
çiçektir, bu bir sağanaktır’ demez; bunu deyince ve sözcükler konuşmaya
başlayıp bir anlam sununca, kuş uçmuştur ve yağmur kurumuştur bile” </span></i><span style="mso-bidi-font-weight: bold;">der Michel Foucault <i>Bu Bir Pipo Değildir</i>
kitabında. Çünkü bir çiçek de yalnızca bir çiçek değildir.<i style="mso-bidi-font-style: normal;"><span style="mso-spacerun: yes;"> </span></i></span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Herkesin herkesle yarıştığı, her
şeyin her şeyle boyunun ölçüldüğü bir zamanda insanın kendi zamanını, çiçek
açma zamanını bulması bir ömür sürüyor bazen. Kendi ritmini, hızını, vaktini bilen,
bilmenin telaşsızlığında bekliyor kendini. Gayretten sonraki bekleme hâli,
yağmur sonrası toprak kokusuna benziyor. Gayret, yağmurun telaşına; dinmiş ve
nemli topraksa insanın teskin olmuş kalbine benziyor. Geriye filizin müjdesini
beklemek kalıyor. Zorluktan sonraki ferahlık bir çiçeğin açısındaki gerilime
benziyor. Ruhu hırpalayan her zorluk, tekâmül vesilesi oluyor. Katlanışın
şiddeti kadar varlığındaki güzeli açıyor insan.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">İçine Açmanın Güzelliği<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">İçe vurumcu ya da dışa vurumcu
olamayışın arasında bir hal var; içini dışarı vurmak, içini açmak, içine açmak…
Dünyalara sığmayan, kabına sığmayıp taşan o şeyi içine sığdırmanın suskunluğu,
içe açan tomurcuk: Güzel suskunluk gibi tıpkı. Bazı insanlar içine açar. İçine
de açamazsa sinesinde ukde çiçeği patlar. Bazen bir hevesin öylesine canına
kastedersiniz ki; kurtulma kudreti bulup ümit olacaksa yaşasın, değilse zavallı
bir hevesken ukde kalıp ölsün diye. Heves bir çiçektir çünkü. Açamazsa ukde
olur, sinede yumrusu kalır.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Gözyaşı, kalbin bahçelerinden binlerce
filiz çıkaran bir yağmura benziyor. Yağmurun bereketi insanın bahçesine ne
denli güzel düşerse insanın zihninden ve kalbinden çiçekler patlar. Varlık
Çiçekleri... Bakımı özen, zarif bir dikkat ve özel bilgi isteyen nadir çiçek
türleri gibi bazı insanlar. Eşsizce açmak için hususî alâka bekliyorlar. Ama...
Yaşamın meşakkatli yollarından zorlukla geçenlerin ne hâli ne de <i>"vakti
yok, durup ince şeyleri anlamaya" </i><span style="mso-bidi-font-style: italic;">İçine açmak, içini açmaktan ne kadar farklı içini dökmek…<i><span style="mso-spacerun: yes;"> </span></i></span>Dertleşmek ve "içini çöp gibi
dökmek" arasında büyük bir fark var. Dertleşilen muhatabın ikamesi yoktur.
Sohbet biriciktir. İçindekileri çöp gibi dökmekte ise muhatap önemsizdir. Amaç,
kendine çöp kutusu olacak birini bulup içini boşaltmaktır.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Yanlış Çiçek<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Ters çiçekmiş o... Dışına
saçaklarını, içine yapraklarını açarmış. Yerin yüzündekiler saçaklarını
görürmüş de yeraltındaki çiçeklerinin kokusunu duyamazlarmış... Kurumuş
çiçeklerden, yalnız çiçeklerden bile hüzünlüdür yanlış zamanda açan çiçek.
Çünkü tüm çiçeklerden önce ölür yanlış çiçek. Kurumuş çiçek ki bir vakitler
açmıştır. Yanlış çiçekse henüz ilkinde, ölümüne açmış. Halis bir niyete tohumlu
ama o zaman ve zeminde açılıverse filiz vermeyecek -ve hatta budanacak- güzelliklerin
beklediği bir vakit var toprak altında. Bırakın saçaklarıyla ters bir çiçek
büyütsün yeraltında. Günyüzü görmeyiversin açınca ölüvereceğine.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Yaşamımızdaki küçük olaylar büyük şeyler
işaret eder bazen. Annemin açmasını yıllarca sabırla beklediği kaktüsünün kocaman
çiçeğini hayranlıkla seyrettiğim o gün anladığım gibi. Annemin açan tüm
çiçeklerinin arasında tek çiçeksizi oydu. Çiçeksizliği, tekliği, dikenleriyle
bana benzerdi. <span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Muhteşem çiçeğini
gördüğümde anlamıştım ki kendi vaktini bekliyormuş yıllardır. Vaktini yıllarca
bekleyen başka çiçekler de var. Meksika çöllerinin yüzeyini oluşturan Agave
bitkisinin çiçek açması yüz yılı buluyor mesela. “Sabır otu”, “Yüzyıl bitkisi” gibi
isimleri de olan Agave kaktüsü, ömrü boyunca bir defa çiçek açmasıyla
biliniyor. Belki kimilerinin çiçeklenişi tıpkı böyledir.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Çiçeksizlik Hıncı & Dikenin
Hıncı<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Kasıtsız olsa da insana en çok zarar
veren en yakınları bazen. Tıpkı bir çiçeğin yanı başında tüm mevcudiyetiyle ona
sarılan, varlığını kuşatan ve zamanla yok eden sarmaşık gibi... Sarmaşıklar
gibi çiçeklenişe diken olan başka şeyler de var. Çiçekleniş, varlığımızın
nüvesinden kendimizi filizlendirmeye benziyor. Çiçeklenemediğinde ise bir çalı
kadar hırçın, çaresiz ve hırpani budaklanıyor insan. Varlığı nefretten kurumuş
insanlar; dikenli, kuru bir dala benziyor. Ne sulanıyorlar ne budanıyorlar.
Hayatının hiçbir anında çiçeklenemeyen, filizlenemeyen, yeşeremeyenler etrafını
da kurutuyor.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Böylesi kurutucu bir kin, bir tür
budama ısrarına benzer. Kin, yıllarca elinden düşürmediği makasla, yabani ot bellediği
köklere darbeler savurur da yine de kökünü kazıyamaz güzelim çiçeğin.
Ellerindeki yaraların yorgunluğuyla kala kalır sadece. Tıpkı böyle içimizde
saçaklanan her kötü his o saçağı dallandırıp budaklandıranları; filizlenen her
güzel his de o filizi çiçeklendirenleri çağırıyor. İçinde besleyip büyüttüğü
her his böyle yaşamına dolanıyor insanın. Güzel her şey, çiçekleri
sallandırabilecek kadar ince bir esintiye benzer. Kötü şeylerse; hızla yayılan azgın
tomurcuklara.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Çiçek Koparma İtkisi<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Sevinmek, çiçek toplamaya benziyor.
Kırılmak, çiçekler gibi koparılmaya. İç, çiçeğin ta kendisi. Her şey kopuşta
gizli. Kurumuş bir bahçede, bataklıkta ya da bir çölde kendiliğinden bir çiçek
açıvermesin, hemen koparırlar onu. İnsanların kendiliğinden bir güzellikle kurmayı
başarabildiği tek bağ bu bazen: Onu koparmak. Bazen bir çiçeği dalından
koparmak öylesine hazindir ki, kalp öylesine dayanamaz ki onun zarif ölümüne,
gidip o çiçeği dalından koparıverir. Çiçeği değil. İçini… Öldürmek için…</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">İki kız çocuğunun dostluğu kadar
zarif, masum ve muhteşem çok az şey vardır. Onlar bir dalda tomurcuklanan iki
çiçek gibi, biri diğerini kendi varlığına tehdit görmeden güzelliği çoğaltmanın
inceliklerini bilirler. Masumiyetin bu güzelliği neden hüzün verir peki?
Masumun seyri henüz açmış bir çiçeğin tazeliğine benzer. Ardından o tazeliğin
bitimsiz olmadığını, sonsuza dek sürmeyeceğini fısıldar bilge zaman. Solacak
olanı bilmenin hüznüdür bu.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Mezarlık Çiçekleri<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Kalp, içinde bir zamanlar yaşattığı
her şeyin gömüldüğü mezarlığa dönüşüyor zamanla. Kalbin artık yaşamayanlara
duyduğu özlemse; soğuk bir mermerin uyuyan toprağında rüzgârın savurduğu o
çiçeklere benziyor: Mezarlık çiçeklerine.<br /></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Görüntüsü kusursuz bir güzelliğe sabitlense
de solmayan, açamayan, cansız duracak kadar yapay olan plastik çiçeklere benziyor
bazı güzel görünen şeyler. Uzaktan muhteşem görünen ama bir gelincikle bile baş
edemeyecek kadar cansız, kokusuz ve tohumsuz plastik çiçeklere. Bakana trajik
bir hüzün veriyor. Tıpkı böyle kokusuz, cansız, plastik çiçeklere benziyor
aslını yitirmiş her şey. Bunu gerçek bir çiçeğin has kokusunu unutacak kadar
özleyince idrak ediyor insan. Olan, aslına rücû edene dek.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span>Özlem, özü işaret eder hep. Özlediği yer,
zaman, insan ve her şey... Özlenenler, aidiyete dair ne çok şey söyler. Özlemin
olduğu yerde kendimiz çıkar karşımıza. Özlediği şeyler, özünü hatırlatıyor
insana.<o:p></o:p></span></p><br /><p></p>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-82209137842037222402022-03-14T16:18:00.009+03:002022-03-14T16:20:45.332+03:00Kitabını Arayan İnsan<p><span style="font-family: times;"><br /></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://pbs.twimg.com/media/FL3RlwlXIAACQW7?format=jpg&name=medium" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><span style="font-family: times;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="640" height="400" src="https://pbs.twimg.com/media/FL3RlwlXIAACQW7?format=jpg&name=medium" width="320" /></span></a></div><span style="font-family: times;">Kitabın
hazzı… Vardır. O hazza bir kez varan unutamaz hiç. Tolstoy’un “İnsan Ne ile
Yaşar?” öyküsüydü. Bir öğleden sonra, derste okumuştu öğretmenimiz. Hristiyan
lirizmi, Tolstoy ahlakçılığı, ışıltılı melek tasvirleri... 12 yaşında bir çocuk
muhayyilesinin ilk kez tattığı o tinsel haz… Sırf bu kitap yüzünden yıllarca “en
sevdiğin yazar kim?” sorusuna Tolstoy'u söylemiştim.</span><p></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Kitaplar
Seçer Okurunu<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Kitaplar
da insanlar gibi. Vaktinde çıkıyorlar karşımıza. Ya da yıllarca baş ucumuzda,
bilincimizin hazır olacağı zamana değin saklarlar kendini. Doğru zamanda
karşımıza çıkan doğru insanlar gibi. Tıpkı onlar gibi vakti var bazı kitapları
okumanın. İnsan kitabını bulur, kitap insanını bulur. Kelime, kavram, idrak
kapasitemize göre yazar ve kitap seçeriz sadece. Yani aslında kitap, okurunu
seçer. Bazen sadece vakti vardır, vesilesi vardır. “O kitap”la rastlaşmalar ne
kadar güzelse kitap öneri listeleri o kadar eksik kalıyor bu yüzden.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Kitabın
neliği geçen yüzyıllarca yeni değerler kazandı. Matbaanın icadına kadar
kitaplara sahip olmak bilgiye sahip olmakla eşdeğerdi. Artık bilgiye, kitaba
erişim o kadar kolay ki kitap istifçiliğinin koleksiyonerlikten farkı kalmadı.
Az ve iyi kitabı çok iyi okuyan en iyisini yapıyor artık. Kitap konusunda
telaşlı da tamahkar da olmamalı bu yüzden. Çünkü kitap insanı, insan kitabını
arıyor zaten ve zihin hazır olduğunda çarpışıyorlar birbirine.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Kitap
Sosyolojisi<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Albert
Camus'nün <i>“Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız; o ülkede insanların nasıl
öldüğüne bakın” </i>sözünden cüretle, bir ülkenin zihniyetini anlamak için
insanların hangi kitapları baş tacı ettiğine ve kitaba nasıl muamele ettiğine
bakmalı. Bilgelik nişanı, moda aksesuarı gibi taşınıyor ellerde artık kitaplar.
Neyse ki kitaplar kendini aksesuara indirgeyenlerden esirgiyor bilgeliğini.
Kitaplarla sahici bir ilişki kuranlarla kuramayanlar arasındaki fark öylesine
belirgin ki pozculuktan öteye gidemiyor böyle hareketler.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Okurluğun
sosyolojik ve ideolojik boyutu da var. Örneğin Türkiye’de muhafazakâr
entelektüellerin daha çeşitli kitaplar okuduğu rahatlıkla ileri sürülebilir. Muhafazakârların
sol tandanslı birçok yayınevinden çıkan hatırı sayılır kitabı varken sol
görüşlü entelektüellerde karşı cenahın kitaplarına bu alakanın onda biri yok. Bu
sonucu çarçabuk “iyi kitapları onlar basıyorlar da ondan"a vardırmak
mümkün ama vurgu burada değil. Muhafazakârlar, değerlerini muhafaza etmek adına
mukayese yaparak çatışırken sekülerler elitist seçkinciliğini daha rafine hale
getirmekle meşgul.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Okurluğun
bir de gurmeliği var. Şehirleri kitapçılarıyla hatırlamak iyi fikirdir hep.
Muhtelif zamanlarda gidişlerimin bir nişanesi olarak kitaplar alır, o
kitapların o vakte rast gelişine sevinçler yüklerim hep. Kitap sevgisinin
hikmet sevgisine terfi ettiği yerdir Sahaflar. Nitekim “Sahafların Şeyhi”
Muzaffer Ozak <i>“Sahaflık, ölenlerin kitaplarını alıp, ölecek olanlara satma
sanatıdır”</i> der. Kitapları satın aldığımızı zannederiz. Oysa yalnızca
zilyetlik hakkı elde ederiz. Kitaplar mülk edinilemez. Yalnızca el değiştirir.
Gerçekten değerli olan her şey gibi. Kitaplarla mülkiyet değil, aidiyet bağı
kurulabilir bu yüzden.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Bir
Tutku Olarak Kitap<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Nezaketen
selam verilir, nezaketen sohbet edilir, nezaketen ziyaret yapılır. Ama
nezaketen kitap alınmaz, verilmez. Zihni heyecanlandırmayan, merak ettirmeyen,
tahrik edemeyen kitap kendini okutmaz, kitaplıkta yer işgal eder öylece. <i>"Ünlü
ve aktüel olmak da istemiyorum. Ama gene küçük bir kitap yazarsam; okuyana bir
şey versin, içini dalgalandırsın, onu huzursuz etsin istiyorum."</i> Tezer
Özlü’nün bu sözü iyi kitabın niteliklerini ifşa ediyor. İyi bir eski bir kitap,
vasat olan yenisini fikriyle, üslûbuyla yıkıp geçiyor. Gerçekten iyi bir metin
tahrik etmeli zihni, tesir etmeli ruha. Yapamıyorsa neden yazılsın ki? İyi
kitaplar okumak, yazmak hevesini kırıyor bu yüzden.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Bazı
kitaplar tutku nöbeti geçirtir, onlarla sağlıklı ilişki kurulamaz hiç. İnsan
ruhuna mektup gibi gelmiş kitaplara kitap muamelesi yapabilir mi hiç? Kalbin
üzerinde saklanır, öpülür o kitaplar. Çünkü öyledir. Bir kitap ruhunuzu öperse
onu iki kolunuzun arasında alır kalbinizin üzerine getirip kalbinizle mühürlersiniz.
Üzerine el yazısı düşülemeyen, dokunulamayan, sarılamayan e-kitaplar yeterince
sevilemeyecekler bu yüzden.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Okuyuşun
Saadeti<o:p></o:p></span></b></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Bakış,
okuyuşa benziyor bazen. Bir yüzü her şeyiyle seyretmek; o yüzün ruhuna dair
bilinmeyenleri bakışın ritmiyle hece hece keşfetmek bir kitabı okumaya
benziyor. Evet, anlamlı yüzleri seyretmek de okumaya dahil. Okuduğu kitaplar
sirayet ediyor insana. Yalnız zihnine, ruhuna, kalbine değil. Yüzüne,
mimiklerine, hâl diline. Yaşadıklarının yüzdeki gizli işaretleri gibi... Okuduğu
kitaplar haline, yaşamına ve hatta saadetine yansıyor insanın.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Okuyuşun
bu keşif bakışına başka bir katkıyı da Roy Boyne yapıyor. Boyne; Foucault ve
Derrida'nın metinlerindeki derin sezdirimler için metnin dedektif gibi
okunmasını söylüyor. Hayatın en iyi kitap olduğunu bilerek dedektif gibi
okumalıyız onu da. Asla yüzeyde ve görünen anlamlarıyla yetinmeyerek. Cemil
Meriç'in <i>"Kitap zekâyı kibarlaştırır"</i> sözünden ilhamla insan
nitelikli okumalarla kazanılan zihinsel görgünün varlığını keşfediyor. Zekâ
zarifleştikçe zihin derinliğe, incelik bilgisine, idrak gücüne ve sentez
kabiliyetine sahip oluyor.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Okuyuşun
zaman ve mekân etkisi de var. Mesela denize karşı kitap okumak, dalgaların
ritmiyle... Virginia Woolf, bilinç akışı tekniğiyle yazdığı <b><i>Dalgalar</i></b>
kitabını dalgaların ritmiyle düzenlemişti. Ve okuyuşların belki de en güzeli;
geceleyin okumak. Gecenin saadeti başka nedir ki? Yarınsız, telaşsız,
alarmsız... Mum, kandil ya da ateşin ritmiyle gece, sarı ışıkta, yatakta kitap
okumak... Gözler öteki âleme kapanana değin.</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: times;"><b><span style="line-height: 107%;">O
Kitap</span></b><span style="line-height: 107%;"><o:p></o:p></span></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">Descartes,
<b>Hakikatin Araştırılması & Dünya ya da Işık Üzerine </b>Denemesi’nde<b> </b>bir
sırrı fısıldıyor, hangi kitabı seçeceği bilgisini bilen, “Kendi Kitabını Arayan
İnsan”a: <i>"Arzu edilebilir bütün bilim kitaplarda olsa bile, onların
ihtiva ettiği iyi yanlar o kadar çok lüzumsuz şeyle harmanlanmış ve yığınla
koca cilde serpiştirilmiştir ki okumak için insan ömrünün imkan verdiğinden
daha fazla zaman ve onlarda faydalı olan yanları teşhis etmek için ise bizzat
bulabilmemiz için gerekenden daha fazla deha lazım."</i></span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: times; line-height: 107%;">İnsan
neden okur bir kitabı? Yüksek bir retorik için? Bilgi çağının bilgili bireyi ya
da ortamların aranan malumatfuruşu olmak için? Dizi izler gibi tek solukta
okuduğu romanlar hazzı için? "Hakikat kuşunu avlamak" için? İçindeki
keşif hazzını tatmin edebilmek için? Yoksa, sadece sevdiği için mi okur bir
kitabı? Bilinmez… Sınırlı bir ömre tüm bir insanlık külliyatını sığdırmak
imkansızsa; insan hakikati ya da kendi hakikatini, kendine lazım olan kitabı ya
da ilmi nasıl seçecek peki? Bu sorunun peşine düşen ve tasnif yapan kaç kişi
vardır bilinmez ama bahse en güzel katkılardan birini Calvino, Bir Kış Gecesi
Eğer Bir Yolcu romanında yapıyor;</span></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: times; line-height: 107%;">1.<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>"Okumana gerek olmayan kitaplar,<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: times; line-height: 107%;">2.<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Okunmaktan başka amaçlar için yazılmış
olan kitaplar,<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: times; line-height: 107%;">3.<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Daha yazılmadan önce okunmuş kitaplar
sınıfına dahil olduğu için kapağını açmaya gerek olmadan okumuş olduğun
kitaplar,<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: times; line-height: 107%;">4.<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Yaşayacak başka hayatların olsaydı
kesinlikle bunları da okurdun ama ne yazık ki ömrünün geri kalan günleri sayılı
olduğu için okuyamayacağın kitaplar,<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: times; line-height: 107%;">5.<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Okumaya niyet ettiğin ama önce okuman
gereken başka kitaplar olmasaydı okumak isteyeceğin kitaplar,<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: times; line-height: 107%;">6.<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Şu anda çok pahalı olduğu için yarı
fiyatına düşmesini bekleyeceğin kitaplar,<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: times; line-height: 107%;">7.<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Cep baskılarının çıkmasını bekleyeceğin
kitaplar,<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: times; line-height: 107%;">8.<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Birisinden ödünç almayı deneyeceğin
kitaplar,<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: times; line-height: 107%;">9.<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Herkesin okumuş olduğu ve bu nedenle
senin de okumuş sayılabileceğin kitaplar,<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: times; line-height: 107%;">10.<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Uzun zamandan beri okumayı düşündüğüm
kitaplar,<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: times; line-height: 107%;">11.<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Uzun yıllardan beri arayıp bulamadığın
kitaplar,<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: times; line-height: 107%;">12.<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Şu anda üzerinde çalıştığın konuyla
ilgili kitaplar,<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: times; line-height: 107%;">13.<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Her olasılığa karşı elinin altında bulunmasını
arzuladığın kitaplar,<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: times; line-height: 107%;">14.<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Belki bu yaz okumak için bir kenara
kaldırabileceğin kitaplar,<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: times; line-height: 107%;">15.<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Kitaplığında öteki kitaplara eşlik etmesi
için gerek duyduğun kitaplar,<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: times; line-height: 107%;">16.<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Sende beklenmedik ve çılgınca bir ilgi
uyandıran, üstelik buna bir gerekçe bulamadığın kitaplar,<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: times; line-height: 107%;">17.<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Çok uzun zaman önce okunmuş olsa da şimdi
yeniden okunabilecek kitaplar,<o:p></o:p></span></i></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><i><span style="font-family: times; line-height: 107%;">18.<span style="mso-tab-count: 1;"> </span>Hep okumuş numarası yaptığın ama artık
gerçekten oturup okumanın zamanı gelmiş olan kitaplar."<span style="font-size: x-small;"><a href="https://d.docs.live.net/27192ef3ebf145ad/Masa%C3%BCst%C3%BC/ZM/Yaz%C4%B1lar%C4%B1m/Yeni%20Yaz%C4%B1lar/Zeynep%20MERDAN%20-%20Kitab%C4%B1n%C4%B1%20Arayan%20%C4%B0nsan.docx#_ftn1" name="_ftnref1" style="mso-footnote-id: ftn1;" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="mso-special-character: footnote;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="line-height: 107%; mso-ansi-language: TR; mso-bidi-language: AR-SA; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin;">[1]</span></b></span><!--[endif]--></span></span></a><o:p></o:p></span></span></i></p>
<w:sdt docparttype="Bibliographies" docpartunique="t" id="642393038" sdtdocpart="t"><span style="font-family: times;">
<h1><span style="line-height: 107%;"><span style="font-size: x-small;">Sözü Geçen Çalışmalar</span><br /><span style="font-size: x-small;"><o:p></o:p></span></span><span color="windowtext" style="font-size: small; line-height: 107%; mso-ascii-font-family: Calibri; mso-ascii-theme-font: minor-latin; mso-bidi-font-family: "Times New Roman"; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin; mso-hansi-font-family: Calibri; mso-hansi-theme-font: minor-latin;"><w:sdtpr></w:sdtpr></span></h1>
<p class="MsoBibliography" style="font-size: small; margin-left: 36pt; text-indent: -36pt;"><!--[if supportFields]><span
style='font-size:10.0pt;line-height:107%'><span style='mso-element:field-begin'></span>BIBLIOGRAPHY<span
style='mso-element:field-separator'></span></span><![endif]--><span style="line-height: 107%;"><span style="mso-no-proof: yes;">Calvino,
I. (2017). <i>Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu.</i> İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları</span></span></p></span></w:sdt><div style="mso-element: footnote-list;">
<hr align="left" size="1" width="33%" />
<span style="font-family: times; font-size: x-small;"><!--[endif]-->
</span><div id="ftn1" style="mso-element: footnote;">
<p class="MsoFootnoteText"><span style="font-family: times; font-size: x-small;"><a href="https://d.docs.live.net/27192ef3ebf145ad/Masa%C3%BCst%C3%BC/ZM/Yaz%C4%B1lar%C4%B1m/Yeni%20Yaz%C4%B1lar/Zeynep%20MERDAN%20-%20Kitab%C4%B1n%C4%B1%20Arayan%20%C4%B0nsan.docx#_ftnref1" name="_ftn1" style="mso-footnote-id: ftn1;" title=""><span class="MsoFootnoteReference"><span style="mso-special-character: footnote;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span face=""Calibri",sans-serif" style="line-height: 107%; mso-ansi-language: TR; mso-ascii-theme-font: minor-latin; mso-bidi-font-family: "Times New Roman"; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin; mso-hansi-theme-font: minor-latin;">[1]</span></span><!--[endif]--></span></span></a><span class="MsoFootnoteReference"><span style="mso-special-character: footnote;"><!--[if !supportFootnotes]--><span class="MsoFootnoteReference"><span face=""Calibri",sans-serif" style="line-height: 107%; mso-ansi-language: TR; mso-ascii-theme-font: minor-latin; mso-bidi-font-family: "Times New Roman"; mso-bidi-language: AR-SA; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-fareast-font-family: Calibri; mso-fareast-language: EN-US; mso-fareast-theme-font: minor-latin; mso-hansi-theme-font: minor-latin;">[1]</span></span><!--[endif]--></span></span>
</span><w:sdt citation="t" id="-899124966"><span style="font-family: times; font-size: x-small;"><!--[if supportFields]><span
style='mso-element:field-begin'></span>CITATION Ita17 \p 21-22 \l 1055 <span
style='mso-element:field-separator'></span><![endif]--><span style="mso-no-proof: yes;">(Calvino, 2017, s. 21-22)</span></span><!--[if supportFields]><span
style='mso-element:field-end'></span><![endif]--></w:sdt><o:p></o:p></p>
</div>
</div>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-64974317950908545742022-02-08T19:52:00.006+03:002022-02-08T20:15:25.961+03:00Röportaj: "Zihni Tahrik Eden, Ruha Tesir Eden Bir Yazının Peşindeyim"<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;"></span></b></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjB33iEU0Mv61st-laYLURYQzAt4U6xPIQcnAxPXixnQhcHBMSLJ9ZFvruururBYVihulctQzBinCJ2WNEJPeJ1dMUloILHP6V7TRwTD_zS1K3FB4Vla-jBXXVTPKvIjdFKRdh9Aggmfo-5lzv6Ao0CHsKbhuU6h-1R67w5gy-P3jg9qVRdZgLoq_WV=s2048" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="2048" data-original-width="1428" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjB33iEU0Mv61st-laYLURYQzAt4U6xPIQcnAxPXixnQhcHBMSLJ9ZFvruururBYVihulctQzBinCJ2WNEJPeJ1dMUloILHP6V7TRwTD_zS1K3FB4Vla-jBXXVTPKvIjdFKRdh9Aggmfo-5lzv6Ao0CHsKbhuU6h-1R67w5gy-P3jg9qVRdZgLoq_WV=w279-h400" width="279" /></a></div><br /></div><b>Muhit Dergisi, 2022 Şubat, 26. Sayı</b><p></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman", serif;">Soran: Nahide Nagihan Akyol</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: Times New Roman, serif;">Cevaplayan: Zeynep Merdan</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: Times New Roman, serif;">*</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">1-)
Merhaba, öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.
Geçtiğimiz günlerde Muhit Kitap’tan yayımlanan kitabınız Kendilik Cesareti
öncelikle hayırlı olsun. Düşünce ve yazıyla olan irtibatınızın bir kitap olarak
somutlaşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu süreçten biraz bahseder misiniz?</span></b></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Çok teşekkür ederim. Kitaplar da
insanlar gibi, vaktinde çıkıyorlar karşımıza. Ya da yıllarca baş ucumuzda,
bilincimizin hazır olacağı zamana değin saklıyorlar kendini. Çünkü tıpkı onlar
gibi vakti var bazı kitapları okumanın ve yazmanın. Vaktin gelişiyle açıklıyorum
çoğu şeyi. Lise yıllarımdan beri yazıyorum, defterler, okul dergileri, bloğum
Ruh Müzem ve en son Edebiyat dergileri… Kitaba giden yolları sırasıyla
yürümüşüm sanırım. Fakat kitap çıkarmak eski yüzyıllardaki değerini taşımıyor
artık. Çünkü yayımcılığın imkanları gün geçtikçe artsa da kalıcılık aynı
şiddette azalıyor. Buna rağmen kitap çıkarma süreci tutkuyla devam ediyor çünkü
tutkular da nesneleşmek istiyor. Osmanlıdan beri devam eden bir edebiyat
dergiciliği var Türk Edebiyatında. Kitaba giden o süreçte dergilerin, edebiyat mahfillerinin
büyük etkisi oluyor. Evet, müstakil bir varoluşun güzelliği var ama dallanıp
budaklanmak için de kendini ait hissedeceği bir muhite ihtiyaç duyuyor insan.
Bu noktada yazılarımın kâşifi İbrahim Tenekeci’yi ve yayımlandığı ilk mecra
olan İtibar dergisini anmadan geçemem.</span></p><p align="center" class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: center;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Artık
İşaretler Zamanındayız<o:p></o:p></span></b></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">2-)
Kitabınızın satır aralarında okuma ve yazmaya dair ipuçları, okuma ve yazma
sürecine dair tespitler, kitaplardan ve filmlerden alıntılar görüyoruz. Sizce
bu, örtük bir nasihatname mi yoksa zımni bir yazma atölyesi mi?</span></b></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif; mso-bidi-font-weight: bold;">Kendilik
Cesareti, temelinde bir varoluş huzursuzluğu taşıyor. O olmak huzursuzluğu çok
defa kendine kızmak şeklinde yansıyor. Oysa kendine kızmak, kendine nasihat
etmektir aslında. Başkalarına dayatılan </span><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">nasihatler
ters etki yapıyor çünkü didaktik olanın etkisini kaybettiği bir zamanda
yaşıyoruz. Kulaktan, kalpten hatta zihinden çok göze hitap eden bir zamandayız.
Nasihatler, ikazlar devri eski önemini kaybetti. <a name="_Hlk90837790">Artık
işaretler zamanındayız</a>. İşaret ediş en çok zihne düşen bir dikkatle kendini
gösteriyor. Bu sebeple zihni tahrik eden, ruha tesir bir yazının peşindeyim
ben.</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">“Zımni bir yazma atölyesi”nden
ziyade yazmak ve okumak üzerine bir düşünme daha doğru olur sanıyorum. Çünkü
esasında yaptığım şeyler üzerine düşünme. Yazma gayem, fikri estetize etmek. Bu
yüzden felsefeyi amaç ve yöntem, edebiyatı ise araç olarak kullanıyorum. Kendilik
Cesareti için tezli bir kitap denemesi diyebilirim hatta. Kitabın sonunda tezimin
bir pratiği de olsun diye 40 soruluk bir mülakat var mesela.</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">3-)
Deneme yazarlığınız, yazılarınızı erken yaşta blog sitenizde yayınlayarak
başlamış. Kitapta gerekçenizi "bedeli yaşamak israfı olan, pahalı bir
ihtiras yahut düşlerin yazgıdan, olanın olmayandan intikamı" diyerek
belirtiyorsunuz. O hâlde türler sizin için biçimden öte ne gibi anlamlar
taşıyor?</span></b></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk'ta
Montaigne ve deneme üzerine ilginç tespitlerde bulunuyor: <i>“Yazdıklarına son
derece alçakgönüllü bir ad buldu: Deneme. Ama bu tevazunun ardında, aslında pek
de sınır tanımayan bir iddia, bir kibir yatıyordu”</i> Türler arasında denemenin
daha özerk ve şahsi bir yerde durduğu söyleyebiliriz. İnsanlar etkilemek
istediklerinde şiirselliği, inandırmak istediklerinde hikâyelendirmeyi, ikna
etmek istediklerinde düşünceyi kullanıyorlar. Şiir okumayı müzik dinlemeye, öykü
okumayı gezintiye çıkmaya, roman okumayı yolculuk etmeye, deneme okumayı ise
sohbet etmeye benzetiyorum. Çünkü içler arası, iç sesler arası bir konuşmaya
benziyor deneme.</span></p><p align="center" class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: center;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Yazmak
İçin Teşvike İhtiyaç Duymadım Hiç<o:p></o:p></span></b></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">4-)
Erken yaşta başlayan yazma serüveninizde o gün ve hâlâ sizi yazmaya teşvik
eden, umutlandıran, öfkelendiren şey nedir?</span></b></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif; mso-bidi-font-weight: bold;">Taşrada,
kitaplığı olan bir evde doğan bir çocuk olarak kitaplarla kaçınılmaz bir bağ
kurdum. Taşra hem mahrum eder hem müstakil bir varoluşun imkânı verir. Müstakil
varoluşun güzelliği vardır. Kimseye yaslanmayan, kimselere gölge etmeyen ve
kimsenin önünü kesmeden kendi başına varolmanın güzelliği... Kimsesiz yerlerde
bir başına çiçeklenen ağaçlar gibi.</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">İlk yazım 14 yaşında dostluk
üzerine öyküleştirilmiş biçimde yazılmış kısa bir denemeydi. Sonra o cümleler
mısralaştı ve en son denemede karar kıldı. Yazmak benim için en önce ontolojik
bir ihtiyaç, varoluşsal bir yatkınlık. Hayatımın en zor dönemlerinde bile yazmak
için teşvike ihtiyaç duymadım hiç. Çünkü kötücül hisler, acı deneyimler,
yenilgiler bile keşfine varıldıktan sonra cümleye dönüşüyor kendiliğinden.</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">5-)
Kitabınızda ötekiyle barış içinde olmanın ön şartının kendiyle barışık kalmak
olduğunu zikrediyorsunuz. Sizce kendini öteki karşıtlığı üzerinden tanımlayan
her özne sorunlu mudur?</span></b></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Evet. Çünkü insanın kendini
tanımlama çabası kendiliğinden olduğunda güzelleşiyor. Yok ederek var olmak,
varoluşların en kötüsü. Başkaları ya da karşıtlık üzerinden kendini tanımlayan
özne yıkıcı bir varoluş ortaya koyuyor. Başkalarıyla savaşan özne, kimse
kalmayınca kendiyle savaşmaya başlıyor. Bu yıkıcı gücü kendine yönlendirerek dönüştürenler
de var: Stefan Zweig, Kendileriyle Savaşanlar kitabında Hölderlin, Kleist ve
Nietzsche’nin bitimsiz içsel mücadelelerinden bahsediyor mesela.</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">6-)
Üstteki soru ile irtibatlı olarak merak ettiğim diğer nokta şu: İnsan
kendindeki sınır çizgisini nereye çekmelidir?</span></b></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif; mso-bidi-font-weight: bold;">Oscar
Wilde "tanımlamak, sınırlandırmaktır" diyor. Tanımlamak,
indirgemektir evet. Bu tespite dahi tanımlayarak yani sınırlayarak ulaşıyoruz,
kendimizin sınırı da bu şekilde. Kendimizde derinleştikçe kendi sınırlarımızı
keşfediyoruz. Kimsenin sınırını ihlal etmeyecek ve kendi sınırını ihlal
ettirmeyecek kadar çekmeli. Bu raddeye
kadar dilediğince gezinebilir başkanın ülkesinde.</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">7-)
Kendilik Cesareti'nde yazılarınızı ve üslubunuzu besleyen seslerden sık sık
bahsediyorsunuz. "Bazı metinlerdeyse ses yok, koku var sanki." Sizin
metinlerinizin kokusu nedir?</span></b></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Ruhen, zihnen ve kalben ünsiyet
kurduğumuz kişiler öylesine değil esasında. Her seçişle kendimizde bir parçayı ifşa
ediyoruz aslında. Sevdiğim her yazar, kitap ve üsluplarda kendimden bir parça
var. Oruç Aruoba’nın özgünlüğünü, Cioran’ın
zarif karamsarlığını, Simone Weil’ın ruhsal aşkınlığını, Ali Şeriati’nin
tetikleyiciliğini çok seviyorum mesela.</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Bilge Karasu “Benim dilim, çiçek
dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin yumuşaklığına, dalgalanışına ulaşmalı.”
diyor. Kokusunu bilemiyorum çünkü insan kendi kokusunu duyamaz, bunu okura
sormak daha anlamlı olacak gibi. Ama adına Ruhça dediğim yazımın bir kılıç
kesiği kadar derin ve bir rüzgâr gibi serin olmasını isterdim sanırım.</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">8-)
İnsanın iç sesini muhatap kılarak kendince cevaplayacağı sorular yöneltiyor
Kendilik Cesareti. Aynı zamanda sakınılması gerektiğine dair ima ya da temkinli
davranmaya bir çağrı var. Ne dersiniz?</span></b></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">İç sesle yazılan bir kitaptan
başkası beklenmezdi herhalde. Ama içsel,
kalbi hararetler çok defa taşkınlıkların ve ölçüsüzlüklerin nedeni oluyor. “Akl-ı
selim” güzel bir ölçü bu noktada. </span></p><p align="center" class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: center;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">İnsan
Her An Kendini İfşa Ediyor<o:p></o:p></span></b></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">9-)
Kitabın genelinde kendilik sürecinin cesaret mefhumuyla bağlantısı
tartışılıyor. Size göre sanal </span></b><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">dünyada
gerçekleşen kendilikte cesaretten söz edebilir miyiz? Sanal dünyada tasarlanan
kişiliklerin </span></b><b><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">kendilikleri
olduğunu düşünüyor musunuz? Kıymetli cevaplarınız için teşekkür ederim.</span></b></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Herkesin hemfikir olduğu bir
çıkarımla; sosyal medyada olduğumuz kişiden çok olmak istediğimiz kişiyi yansıtıyor
daha çok. İdeal benlik algımızı yansıtmak için kullanışlı bir yer sosyal medya.
Problem olan oradaki ideal ben ile gerçekte olduğumuz ben arasındaki mesafe.
Photoshoplu fotoğraflar gibi gerçeğimize benzemiyoruz çoğu zaman. Ki yalnız
sosyal medyamızla değil her seçişle kendimizden bir parçayı ifşa ediyoruz. Bir
yaşam, bir insan tercihi… His, fikir, duyuş, tavır biçimi. Düşünme, konuşma,
yazma stili… İnsan her an kendini ifşa
ediyor. Seçemedikleri, seçmek zorunda kaldıklarıyla bile.</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Kendi adıma tarifini yapmaya
çalıştığım şeye bütünüyle sahip olduğumu düşünmüyorum. Kendilik bir ideal, varılamayacak ancak
yaklaşılabilecek bir ideal. Bu yüzden bir hedef olarak önümüzde durmalı. Kendiliğe
varmak, en güzel istikamet çünkü.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"><span style="font-family: "Times New Roman",serif;">Derinlikli sorularınız için
teşekkür ediyorum ben de.</span></p><p class="MsoNormal" style="margin-bottom: 0cm; text-align: justify;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjvMBCGbf7GBpYGQjHgrJCtugdma0Ww-HRB51gzwVNSbkTQVu5voA4hyvt7a8nyEs61-Uxx0UTQe34AaPd7TLPBebV_-ZIHdf0q1LvwKuAXgN5-yf8DCSqcxnnE_aoVuSJjr5bZIAjtqEgna6cpbJROoivaQ2rq4eADO14FaXQAsI04JHv1DPWL-T0J=s1800" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1800" data-original-width="1440" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjvMBCGbf7GBpYGQjHgrJCtugdma0Ww-HRB51gzwVNSbkTQVu5voA4hyvt7a8nyEs61-Uxx0UTQe34AaPd7TLPBebV_-ZIHdf0q1LvwKuAXgN5-yf8DCSqcxnnE_aoVuSJjr5bZIAjtqEgna6cpbJROoivaQ2rq4eADO14FaXQAsI04JHv1DPWL-T0J=w320-h400" width="320" /></a></div><br /><span style="font-family: "Times New Roman",serif;"><br /></span><p></p>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-61840937761041972162022-01-30T15:47:00.004+03:002022-01-30T15:47:41.101+03:00.: Simone de Beauvoir :.<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiiTuW4BAqqQhM2EMRlkLBY2Pfw56igENaJLJhnoM57pmk9SmmGFRw8t5fCwwhvZwCGwzHCOmZvSrBWRHRFmFksWoBMnwXp0lq_TGGCKjdLQPm25xAqaf6dNrE_NfBztZv-O9mEvz1n7eUtfPe6LDv8tswNHBj-jQciijbl3c9xYXrS5MWaOW6Htfb6=s1800" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1800" data-original-width="1440" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEiiTuW4BAqqQhM2EMRlkLBY2Pfw56igENaJLJhnoM57pmk9SmmGFRw8t5fCwwhvZwCGwzHCOmZvSrBWRHRFmFksWoBMnwXp0lq_TGGCKjdLQPm25xAqaf6dNrE_NfBztZv-O9mEvz1n7eUtfPe6LDv8tswNHBj-jQciijbl3c9xYXrS5MWaOW6Htfb6=w320-h400" width="320" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgFfQjrekWvCeZpaDa-ayJAC3mDxnex-LAOH9ZqxdwSkPQxar_u7hfNwiDY_d0TfO7faMP0PL9NXVuzaBi3Dk9HICISXC0KukiKrpaVGCbePbTk_zqiy_Y7y0Ooxa7sEDS468WoC_C5IUzE75g3k8vR184Fy9NFoOUGV_tGnx4lmd7NbJylu2rlx9RN=s1799" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1799" data-original-width="1440" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgFfQjrekWvCeZpaDa-ayJAC3mDxnex-LAOH9ZqxdwSkPQxar_u7hfNwiDY_d0TfO7faMP0PL9NXVuzaBi3Dk9HICISXC0KukiKrpaVGCbePbTk_zqiy_Y7y0Ooxa7sEDS468WoC_C5IUzE75g3k8vR184Fy9NFoOUGV_tGnx4lmd7NbJylu2rlx9RN=w320-h400" width="320" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgIvgSRKWcQ79aiHAhyTumkfSFdx9t83rHZu_lOlSc8iAa58jBcT7uBRZ7Sm3wIqn8N0nrbUsEnI4G_0WIBlcqKzMLMtl7MZBRGtp-7HHXZcTsX1CcAKLFIYzPf3R3UVYWXo-6TFgFPhfHKnbW1cd3LM63ey9CDMjR4B_nQKswlJwyHcXxAX1wRSAoP=s1800" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1800" data-original-width="1440" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgIvgSRKWcQ79aiHAhyTumkfSFdx9t83rHZu_lOlSc8iAa58jBcT7uBRZ7Sm3wIqn8N0nrbUsEnI4G_0WIBlcqKzMLMtl7MZBRGtp-7HHXZcTsX1CcAKLFIYzPf3R3UVYWXo-6TFgFPhfHKnbW1cd3LM63ey9CDMjR4B_nQKswlJwyHcXxAX1wRSAoP=w320-h400" width="320" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjdFdsXoZppoxb1J4m78zr95XX6NiBnsuRq_7Psezm3TQ1o9W34Owu0F16wpmesu81Fyn9SRNlRHkrpV1tJliFJT_cF1qcCJhHjF3bL2ACnj8rbA2nvtlBNBBQZ7w0Penk7cYyqxoWxou7NkVLbENRl_WJWm9cWA3nItCFHAp9tflurbs_xtnpehgzC=s2048" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="2048" data-original-width="1208" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEjdFdsXoZppoxb1J4m78zr95XX6NiBnsuRq_7Psezm3TQ1o9W34Owu0F16wpmesu81Fyn9SRNlRHkrpV1tJliFJT_cF1qcCJhHjF3bL2ACnj8rbA2nvtlBNBBQZ7w0Penk7cYyqxoWxou7NkVLbENRl_WJWm9cWA3nItCFHAp9tflurbs_xtnpehgzC=w236-h400" width="236" /></a></div><br /> <p></p>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-59986487563218725322022-01-09T19:28:00.005+03:002022-01-09T19:28:50.502+03:00Röportaj: Tutkunun Erken Keşfi Büyük Şans<p><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://pbs.twimg.com/media/FGo4PEKXMAIqXJe?format=jpg&name=medium" imageanchor="1" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="368" src="https://pbs.twimg.com/media/FGo4PEKXMAIqXJe?format=jpg&name=medium" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;"><a href="https://www.yenisafak.com/hayat/tutkunun-erken-kesfi-buyuk-sans-3725803">https://www.yenisafak.com/hayat/tutkunun-erken-kesfi-buyuk-sans-3725803</a></td></tr></tbody></table><br /> </p>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-87233055056920730.post-17518728515279357902021-12-08T14:33:00.010+03:002021-12-08T14:40:13.677+03:00Röportaj: "İçsel Bir Cesarete Sahip Olduğumu Düşünüyorum En Çok"<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://pbs.twimg.com/media/FFijYhwXMAsobpQ?format=jpg&name=large" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="569" height="400" src="https://pbs.twimg.com/media/FFijYhwXMAsobpQ?format=jpg&name=large" width="285" /></a></div><p style="text-align: justify;">Yayınlanan ilk yazım O'nun üzerineydi. Yıllar geçti... Sonra o yazının da olduğu kitabım çıktı Kasım ayında. Ve aynı Kasım'da Sezai Karakoç vefat etti. Bu kasımı asla unutmayacağım.</p><div style="text-align: justify;">Miguel de Unamuno <i>"Rastlantı! Rastlantı dünyanın gizli ritmidir, rastlantı şiirin ruhudur"</i> demişti. Rastlantılar, ilahi bir şiir olsa gerek. İlk röportajım böyle bir kapağa denk geldi. Ben daha ne isterim. </div><div><div style="text-align: justify;">*</div><p></p><p style="text-align: justify;"><b>Sorular: Tuba Kaplan<br /></b></p><p style="text-align: justify;"><b>1.Kendilik Cesareti, Muhit Kitap’tan çıktı. “Kendiliğinden, kendilikleriyle değil, reaktif bir tavırla yola çıkanlar en çok üslûp ve özgünlük konusunda sıkıntı yaşıyorlar” diyorsun buradan başlayarak özgün bir buluşla mı karşımızda olduğunu iddia ediyorsun?</b></p><p style="text-align: justify;"><i>Evet. Çünkü bunu kem küm ederek ya da sahte bir tevazuuyla cevaplamak kendimle ve kendi tezimle çelişmiş olduğum anlamına gelir. Fakat özgünlükten daha çok özgünlük endişesine sahip olduğumu düşünüyorum. Çünkü özgünlüğün imkanını verecek olan bu; özgünlük endişesine sahip olmak. Fakat bu herkesten farklı olduğumuz anlamına gelmiyor asla. Çünkü bu zamanda en çok farklı olmak hevesiyle sıradanlaşıyoruz. Ben farklılık hevesiyle başlamayan bir kendilik inşasında olması gereken bir özgünlük endişesinden bahsediyorum. Kendine benzemeyen başkası oluyor çünkü.</i> </p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://pbs.twimg.com/media/FF8HmHJXEAATNXM?format=jpg&name=medium" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em; text-align: justify;"><img border="0" data-original-height="800" data-original-width="551" height="400" src="https://pbs.twimg.com/media/FF8HmHJXEAATNXM?format=jpg&name=medium" width="276" /></a></div><b><div style="text-align: justify;"><b>2.“En iyi saklama yöntemi ayan etmekse; en iyi susmak biçimi yazmak olabilir mi?” bu sorunu sevdim ben, kitap çıkararak susuyor muyuz aslında?</b></div></b><p></p><p style="text-align: justify;"><i>Evet ve hayır. Nasıl sustuğumuza bağlı çünkü. Ben iç sesimle yazıyorum. Reel yaşam bize kendi sesimizle; iç sesimizle konuşma imkanını o kadar az sunuyor ki ben de yazarak iç sesimi dışarı çıkarıyorum aslında. Bu durumda dış sesim susmuş oluyor ve iç sesim yazıyla dışarıya çıkma imkanı buluyor. </i></p><p style="text-align: justify;"><i><br /></i></p><p style="text-align: justify;"><b>3.“İnsan cesareti taklit etmeye cesaret bulamıyor. Kendi olma cesareti gösterenler bu yüzden çok az. Kendilik cesareti korkutur çünkü.” diyorsun. Sen korkmuyor musun yani?</b></p><p style="text-align: justify;"><i>Çok ve hiç… Korkuyla tutkulu bir ilişkim var. Hayatımda ünsiyet kurduğum hisler olumsuz hisler oldu genelde; yeis, kaygı, korku, intikam… Bu durum bana büyük avantajlar verdi ama olumsuz her duygunun en uç noktasına ulaşarak haddini aşan şey zıttına döner durumunu yaşadım sanırım. Öyle çok korktum ki; cesarete yaklaştım. Ama burada korkunun neliğine de dikkat çekmeli. İçsel bir cesarete sahip olduğumu düşünüyorum en çok, silahlarla aram iyi ama küçük bir böcekten yahut yanlış anlaşılmaktan ciddi ciddi korkabilirim mesela. </i></p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p style="text-align: justify;"><b>4.Zihnini meşgul eden iç içe girmiş birçok meseleyi, ancak senin çözebileceğin bir düğümle bağlıyorsun, şiddet, sevgi, nefret, kadın, kötülük birçok mevzuda nasıl bu kadar uzun düşünebildin?</b></p><p style="text-align: justify;"><i>Güzel bir tespit. Kendi çözeceğim bir düğüm. Çünkü o düğümü atan da çözen de insanın kendisi. Ve kördüğümleri bile. Ama bu “tüm soruların cevabı bende, soru da benim cevap da”ya dönüşen bir tanrıcılık oynamaya benzeyebilir bir noktada. </i></p><p style="text-align: justify;"><b><br /></b></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgrnsNVf8nbi4RdX5C7vRFEAG8NCKogZJvIIzxkTqkaS7wC_9Vng1ok32gChdbjwvGn9LKhPpCe5t0hWe5eB7sQbTsx1rwPtgtZAWhyQhyuwO7b6J_tpUxNeirTqY6aKTA3AVmVWSQrbGhfvRkzFjvrxztb8joJ9xAwPj614xB-Ezc6_d2qUkwsb4vm=s1548" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em; text-align: justify;"><img border="0" data-original-height="1548" data-original-width="1280" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgrnsNVf8nbi4RdX5C7vRFEAG8NCKogZJvIIzxkTqkaS7wC_9Vng1ok32gChdbjwvGn9LKhPpCe5t0hWe5eB7sQbTsx1rwPtgtZAWhyQhyuwO7b6J_tpUxNeirTqY6aKTA3AVmVWSQrbGhfvRkzFjvrxztb8joJ9xAwPj614xB-Ezc6_d2qUkwsb4vm=s320" width="265" /></a></div><b><div style="text-align: justify;"><b>5.“Ben muhteşem bir kelime. Yalnızca ‘ben’i kullanarak herkesi yazabilirsiniz” diyorsun ne demek şimdi bu?</b></div></b><p></p><p style="text-align: justify;"><i>Çünkü milyonlarca ağızdan çıkan bir kelime Ben. Hepimiz Ben diyoruz artık. Bambaşka benliklerle ama aynı bencillikle Ben diyoruz. Herkes ”Ben” diye başladığı cümlesinde kendi beni hariç herkesi itham ediyor. İtham eden “Ben" değişiyor ama mücadele hiç bitmiyor. </i></p><p style="text-align: justify;"><i>İnsan ve resmi nasıl farklıysa ben ve Ben de farklı. Mutlak Özne olan Ben ve ben farklı. Hiçbir ben, mutlak özne değildir. Kendi benini Mutlak Ben olarak konumlayanlar ve kendini başka benlerin gözünden "sen" ve "o" olarak göremiyorlar. Sen ve Ben… Bu iki kelime Dünya üzerindeki milyarlarca insanı kastedebiliyor. Her ben, muhatabını Sen kılıp Ben olmak istiyor. Oysa Ben’i yalnızca özne değil; nesne olarak da düşünce ve sanata dahil edebilmek yüksek bir aklın tezahürü. Kastım buydu.</i></p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p style="text-align: justify;"><b>6.“Kadın meselesi radikal feministlerce yıkıcı ve ‘eril bir dille’ çözülmek isteniyor.” diyorsun. Günümüze gelene kadar çeşitlendi, itirazlar edildi, istenilen yerde miyiz emin değilim. Mevcut kadın algısına itirazın var, karşıtlık demeyelim ama halihazırdaki tutum ve tavırların yanında değilsin. Kadınların sosyal ve tarihi haklılığına kendiliğinden bir parantez açıyorsun. Sen de taktir edersin ki kolayca politize olan konular bunlar, ne demek istiyorsun, senden de korkacaklar mı?</b></p><p style="text-align: justify;"><i>Hakim herhangi bir düşünceye itirazla başlamak cesaret istiyor bugün. Çünkü yeni bir şey söylemek linç edilme, dışlanma, itibarsızlaştırılma riskini de göze almayı gerektiriyor. Evet, popülist ve radikal feminizme bir itirazım var. Çünkü ikisinin de faydasından çok zararı olduğunu düşünüyorum kadına ve kadınlığa. Kadının tarihsel konumu radikal feministlerce rövanşist ele alınıyor ve mesele ontolojik bir değerdeyken cinsiyet kavgasına indirgeniyor. Erkeklerle, erkle yahut herhangi bir türden muktedirle olan savaşa indirgenen intikamcı bir feminist yorumuna itirazım var. </i></p><p style="text-align: justify;"><i>Varlık, insan, kadın sıralamasıyla temellenen bir feminizmin kadının varlığına hak ettiği itibarı getirecek en saygın yöntem olarak görüyorum. Kendiliğinden filizlenen, güçlü bir kendilik feminizmi belki de. Bugün hepsinden önce aklı selim bir feminizme ihtiyaç var Julia Kristeva’nın feminist kurama yaptığı katkıları bu noktada çok değerli buluyorum. </i></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEi5a5eLkYe24QhYXARIy_oSh6hVRb4hFtlLVAH_u4r38Dzh3646Y5hDtvo2JTo5CmD0c9tntTnlmXdvejhQdloqt1c_Qaa8zRRQpoG2dJnqL-zR7I_GwfdLF6OMhky1Z9Tf1gUz7hsq0ht73HUIWV7WyXZAcBGJCn28vD-PYTSaZidPsB_0PWWJzT-6=s1555" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em; text-align: justify;"><img border="0" data-original-height="1555" data-original-width="1080" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEi5a5eLkYe24QhYXARIy_oSh6hVRb4hFtlLVAH_u4r38Dzh3646Y5hDtvo2JTo5CmD0c9tntTnlmXdvejhQdloqt1c_Qaa8zRRQpoG2dJnqL-zR7I_GwfdLF6OMhky1Z9Tf1gUz7hsq0ht73HUIWV7WyXZAcBGJCn28vD-PYTSaZidPsB_0PWWJzT-6=s320" width="222" /></a></div><p style="text-align: justify;"><b>7.“Estetize edilmiş kötü, kötülük, estetize edilmiş yanlış üzerine düşünürken Kur’an’da benzeri birçok surede geçen “Şeytan onlara yaptıklarını süslü gösterdi.” Bu tespitinde bahsettiğin ayeti hatırlaman beni çok etkiledi ne dersin bu konuda?</b></p><p style="text-align: justify;"><i>Çok şey… Ama bunu benden daha güzel söyleyen birinin sesiyle söylemek istiyorum: Simone Weil’in “Gündelik hayatımız içinde yaşanan şeylerin bize sunduğu sembolik anlatıyı bir mektubu okur gibi okumalıyız.” sözüyle. İsimlerin ve hatta harflerin bile öylesine verilmiş olmadığına inanan biri olarak adımdaki “zeyn”in peşine düştüğüm bir dönem rastlaşmıştık bu ayetle. Semavi dinlerde “süslü gösterme”ye şeytani bir özellik atfedilir. Estetize ederek kendini “süslü gösteren” her fenâyı tanımak için kendi bakışına da bakabileceği daha derin bir bakış geliştirmeli insan. </i></p><p style="text-align: justify;"><i>Kötülüğün romantize edilmesi, estetize edilmesi, iyilik kılıflarının, makul gerekçelerin içine gizlenmesi kötülüğün kendisinden daha tehlikeli. Kötülük çoğu kez Sanat'ın güzelinin, Din'in iyisinin, Bilim'in doğrusunun, Felsefe'nin gerçeğinin ardına saklıyor kendini. Güzelin güzellikleri kadar kötülükleri beni çok düşündürüyor bu yüzden. Çünkü şuursuz bir kötülüğü en güzel örtülerle gizleyip kendi hakikatine varışını olanaksızlaştıran insanın kendine yaptığı kötülük; kötülüğün kendisinden daha kötü.</i></p><p style="text-align: justify;"><br /></p><p><b></b></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><b><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgAWu8FrzFYb7UV8LReHZOPeeErLV8Gl6NGa6rMvkL8Umb2DRO-Jq-cTh1l2Yr-0-jEskHoY5g-7zTM5ux8U1ECWf1Dz6iyDNwVo1OlCutJbLfAg-D0eGpTUaSoXjkN20ra7Y32G2TM4dbsfGJmt5GkHLahLiKq94qxM9MPINOu1zl7XEfGfqrdxAz6=s2034" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em; text-align: justify;"><img border="0" data-original-height="2034" data-original-width="1460" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgAWu8FrzFYb7UV8LReHZOPeeErLV8Gl6NGa6rMvkL8Umb2DRO-Jq-cTh1l2Yr-0-jEskHoY5g-7zTM5ux8U1ECWf1Dz6iyDNwVo1OlCutJbLfAg-D0eGpTUaSoXjkN20ra7Y32G2TM4dbsfGJmt5GkHLahLiKq94qxM9MPINOu1zl7XEfGfqrdxAz6=s320" width="230" /></a></b></div><b><div style="text-align: justify;"><b>8.“Gerçekten iyi bir metin tahrik etmeli zihni, afallatmalı başı, ayartmalı ruhu, titretmeli kalbi” diyorsun. Burada kadın olman kaleminin önüne kıvrak şekilde geçiyor. Seni en sarsan, zihnini titreten metinler neler?</b></div></b><p></p><p style="text-align: justify;"><i>Helene Cixous’nun dişil yazı kavramını fazlasıyla ilham verici bulsam da benim varmak istediğim yazı başka bir yerde. Ben ona Ruhça diyorum, yazının tıpkı ruh gibi cinsiyeti olmamalı, cinsiyetler üstü hatta insanüstü bir yerde durmalı. Bu yüzden yazımın kadın yazısına indirgenmesini ya da öyle algılanmasını istemezdim.</i></p><p style="text-align: justify;"><i>Tetikleyici metinleri severim. Tetikleyici insanlara hayran hatta âşık olduğum gibi. Çünkü insan kendisine ait olanı bu şekilde ayır eder; tetiklenmiş olarak. Âşık olunca girdiğimiz hallere benziyor aslında. Heyecan, kalp çarpıntısı ve günlerce zihinde yaşayan yüksek bir alaka… Birkaç isim ve metin sayabilsem de bu soruya tek isimle cevaplamak istiyorum: Ali Şeriati. 4-5’li yaşlarda evimizin kitaplığında bulup arkasını karaladığım kitap (İnsanın Dört Zindanı) ilk gençliğimin rotasını da çizecekmiş meğer. Bu hissi ilk Ali Şeriati’nin metinlerinde yaşadım. Herkesin uyuduğu sarı ışıklı gecelerin birinde Yalnızlık Sözleri’nden aldığım hazzı hiç unutmadım mesela. Bunun dışında kendine ait bir düşünce, üslup ve dünya kurabilen yazarları hazla okuyorum; Simone Weil, Oruç Aruoba, Cioran, Julia Kristeva, Ayn Rand, Chul Han.</i></p></div>Zeynep Merdanhttp://www.blogger.com/profile/12157060555035677888noreply@blogger.com0