Eylül 22, 2024

Pazarın Eskimiş Bir Mutluluk Çağrışımı Var*

Link: https://www.yenisafak.com/hayat/pazarin-eskimis-bir-mutluluk-cagrisimi-var-4644815

1. Klasik bir pazar gününüzü tarif eder misiniz?

Pazar benim için huzursuz bir tatile benziyor. Huzursuz bir rahatlığın adı pazar. Güzel ama gergin bir yüz gibi. Ve nedenini hala çözemiyorum. Çocukken mavi önlüklerinin ütülendiği o soğuk yüzü pazarın... Banyo günü, annemin telaşlı sesi, babamın kravatı, yetiştirilen ödevler … Ama 30’larımla bu çağrışım değişti biraz. Upuzun kahvaltılar, hafta içi az vakit geçirdiğim evle haşır neşir olmalar ve kokusu evi saran kekler pişirmek... Ve sevdiğim biri ile sohbet ederek yürümek… Her bir adıma bir kelime düşürerek, o ritimle senkronize olarak. Bazen hızlı, bazen aynı anda yavaş. Ormanda keşfe çıkmış ak bir geyik gibi. Dönüştürdüğüm pazar bu artık. 

Pazarın bir de güzel son gün çağrışımı var. Geçmiş bir yaz, eskimiş bir mutluluk gibi… Dünyadaki en güzel hüzünlü şeyin; "eskimiş bir mutluluğu hatırlamak” oluşu ne tuhaf şey. Ne kadar mutlu olursam olayım şimdiki zamandaki mutluluk sadece geçmiş zaman kipiyle çekimlendiği zaman mutluluk oluyor... Yani nostalgia.

2. Pazarları sıkıntı olmaktan kurtarmak için öneriniz nedir?

Pazar sıkıntısı… "Can sıkıntısı bittiği anda sanat da bitmiştir" diyen Bourgeois haksız sayılmaz. Bu pazar sıkıntısı için de geçerli. Ama ben sıkıntı yerine “hüzünlü bir huzursuzluk” diye tarif ederdim. Ruh, hüzün, huzur... Ruhla hüzün hem fonetik hem mânâ açısından visal etmiş de ortaya huzur çıkmış gibi. Ne uyumlular değil mi? Huzur, huzurla çarpışırsa çoğalır. Bir huzur hüzne değerse; hüzün galip gelir. Bir mahzun, başka mahzunla kavuştuğunda ise; huzur bulurlar birbirlerinden.

Abdülkadir Geylani, Fütuhu'l Gayb kitabında bahsediyor: "Münkesiret'ül Kulûb". Gönlü Kırıklar Zümresi demek. "Kalpler yalnız O'nu anmakla itminan (huzur, tatmin, sükûn) olur" ayeti nasıl da ifşa ediyor. Ruhta bir hâl var: Ruhsal bir ışıltının hasreti ve ihtiyacı. Öyle bir hâl ki o; onsuz hiçbir şey tatmin edemiyor ruhu. Başarı, şöhret, iltifatlar, ilim, kitaplar, sanat, hediyeler, güzel her şey... Bütün dünyevî ışıltılar... Hiçbiri. Hiçbiri tatmin edemiyor ruhu. O'nsuzluk en büyük elem ruha.

3. Sizce pazar günü izlenecek en iyi film hangisidir?

Austen uyarlamalarından biri… Çok klasik bir seçim olacak ama favorim 2005 yapımı Pride & Prejudice. 1800’ler, İngiltere’nin yeşil kırsalları, büyük evler, porselenler, kurdeleli kızlar, fiyonklar. Ve romanlar. Romantik bir kız klişesi evet. 

4. Pazar günü hangi kitabı okursunuz? 

Yeşil bir yer ise o yer; kısa bir felsefi metin alırım. Yahut bir tasavvuf klasiği ve oradan birkaç sayfa. 

5. Özellikle pazar günleri görmek istediğiniz arkadaşlarınız var mı?

Yaşadığım her bir şehirde saklanmak, kaybolmak için gittiğim mekanlar vardı. Ve o mekanlara giderken yanımda olan bazen bir bazen birkaç dost. Uzlet dostları. "İyi geldi" İhtiyacımız olan huzur şu iki kelimenin ardındaki şeylerde saklı sanki. Ilık bir rüzgâr, güzel bir hava, dostla sohbet, biraz yürüyüş, bir fincan kahve, biraz uzaklaşmak, kendimizle baş başa kalmak... Evet, iyi geldi.

Çünkü gürültülü insanlar var. Ruhu, zihni, gönlü, dili, gündemi, hırsı, vesvesesi, varlığı, varoluşuyla gürültülü olan insanlar. Kötü olmasalar bile yoran, teskin edemeyen, huzur vermeyen insanlar. Yaşamın o keşmekeş gürültüsünde, ruhunu dinlendireni arıyor insan hep. Anne rahminde gibi tıpkı, insan huzurla var olmak istediği yeri arıyor hep.

6. Pazarları favori mekânınız neresidir ve neden?

Pazar benim için zamansızlığın zamanı sanki. Hafta içi yaşadığımız zaman ait, cumartesi yaşadığımız zamanın ertesi ama Pazar öyle değil sanki. Woody Allen'in Midnight in Paris filmindeki "burada ve şimdi" olmaklıkla senkronize problemi yaşayan kahramanı gibiyim. Burada ve şimdiye ait değil, "orada ve o zaman"a aidim çoğu zaman.

Rousseau'nun Yalnız Gezerin Düşleri’ndeki yürüyüş yolu, Werther'ın kırları, Balzac'ın beyaz zambaklı vadisi, Jane Austen'ın kadınlarının yürüyüş yaptığı bahçeler... Pazar günlerinin muhayyel mekanları böyle bir şey tasavvurumda. 

7. En güzel ve en kötü geçen pazar gününüz hangisi? 

Bilmiyorum. Çünkü en güzel ve en kötü gün diye hiçbir zaman günlerin, ayların adına göre bir tasnif yapmadı zihnim. Ben günleri hep renklerle, kokularıyla hatırladım. An’ı saklamanın diğer bir yoludur o. Üstelik an'ı ve anıyı bir fotoğraftan dahi iyi saklar. Bir an’ı, bir zaman dilimini sonsuz’a kadar saklar. Fotoğraf yalnızca görüntüsünü verir an'ın. Bir sandık, bir şişe, açılan bir kapak ve koku... Ve o kokuyu ilk kez aldığın zamanda insan.

8. Pazar günleri çalışır mısınız?

Eski mesai düzenimde evet. Ama artık hayır. Hiçbir şey yapmamayı yapmayı seviyorum pazarları. Telaşsız, alarmsız, plansız bir güne uyanmak... Pazar benim için alarmsızlık demek biraz da. Kimilerinin rutini, olağanı olan bu sade istek yıllarca yoğun tempoda çalışan insanlar için bir düş değerinde. Gündelik hayatın "zorundalıklar zorbalığı"nda çok az güzellik var. O kadar az ki baktığımız ve yaşadığımız çoğu şey çirkin.

Tıpkı alarmlar gibi "hatırlatma ısrarı" unutturma çabasına dönüşür hep. Kendini ısrarla hatırlattıran çoğu şey, başka bir şeyi unutturmak içindir. Alarm çaldıkça uyku güzelleşir oysa. Unutturulmaya çalışılan her şey gibi.

9. Pazar günü bir insan olacak olsa nasıl birisi olurdu?

Jane Austen’dan Lizzy ve Darcy (Aşk ve Gurur) olurdu. Balzac’tan Henriette (Vadideki Zambak) ve Don Henarez (İki Gelinin Hatıraları) Diğerleri biliniyor ama ondan bahsedelim. İki Gelinin Hatıraları'nda Fransız Sosyetesinin dilediği her erkeği kendine âşık edebilecek kudretteki hanımefendisi Louise, Fransa'ya sığınmış Arap asıllı bir İspanyol asilzadesi; İspanyol hocası Henarez. 

 Darcy bir kadın ruhunun (Jane Austen) yazabildiği en klas karakterlerden biri. Tezat şekilde Henriette de bir erkek ruhunun (Balzac) yazacağı en derin kadın karakterlerden biri. Ve bu karaterlerin hepsi pazarın o zamansızlığına çok yakışıyor. Eski bir parfüm gibidir bazı roman karakterleri. Tesiri yüksek bir kokunun yaptığı zalimlikleri yaparlar her hatırlandıklarında. Ki koku, zamanlar arasında yolculuğun en kestirme ve büyülü yolu değil midir?



Temmuz 30, 2024

Söylenmemiş Aşkın Güzelliğiyledir*

"Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir"

Bazı mısraların müziği var. Ve bu mısranın müziğini keşfettim.

Bu.


George Frideric Handel / Passacaglia (Alexander Motovilov)

*

"Ya sen! Ey sen! Esen dallar arasından
Bir parıltı gibi görünüp kaybolan
Ne istersin benden akşam saatinde?
Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın,
Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın;
Hatıraların bu uyanma vaktinde
Sensin hep, sen, esen dallar arasından"

Ahmet Muhip Dıranas / Olvido

Temmuz 23, 2024

Senin Keşif İnsanın Kimdi?


“İki insanın karşılaşması, iki kimyasal maddenin teması gibidir: Bir reaksiyon gerçekleşirse, ikisi de dönüşür.” demişti Jung. Bazı bağlar, bazı insanlar dönüştürür. Değişim değil, başkalaşım değil, kendini kaybediş hiç değil: Dönüşüm. O tepkimeden sonra iki kişi de asla aynı kalamaz. Hayat böyle felsefî, estetik, zihinsel, uhrevî dönüşüm geçiren muhteşem ikililerle dolu. Seni dönüştüren insanı bul. Ve onu dönüştüreceğin. Ve orada ve onda tekâmül etmekten, yanmaktan, kül olmaktan, daha üst bir ben olmaktan sakın korkma.

Birbiriyle rastlaşan her insan böylesi güçlü tesirlerden, safhalardan geçer mi peki? Her zaman dönüşüm olur mu? 6 senkronistik bağlantı tipinden bahsedip ardından yazgımıza kendilerini bir şekilde yazan insanları sıra sıra keşfedelim o halde.

 

6 Senkronistik Bağlantı

Twitter’da @ruhsalrehber hiçbir insanla rastgele karşılaşmadığımızı, Jung’un senkronisite (eşzamanlılık) kavramından hareketle; senkronların anlamlı tesadüfler olduğunu ve karşılaştığımızın her insanın yaşamımızda ve yazgımızda bir yer ve anlam taşıdığından bahsetmişti. Çünkü hayat bize istediğimiz insanları değil; ihtiyacımız olan insanları verir. Ruhsalrehber; hayatımıza giren ve zincirleme reaksiyon başlatan insanları 6 senkronistik bağlantı tipiyle ifadelendirerek şöyle sıralıyor: 1. Sana hatırlatmaya gelenler, 2. Seni büyütenler, 3. Burada kalmak için olanlar, 4. Seni uyandırmaya gelenler, 5. Senin için yer ayıranlar, 6. Gitmesi gerekenler.

1.Size hatırlatmaya gelenler; bize unuttuğumuz bir şeyi hatırlamak için gelip; hayatımızın bir parçası olsunlar yahut olmasınlar ruhumuzda sonsuza değin kalıyorlar. 2. Bizi büyütenler; tekamülümüzü hızlandırmak için ruhumuzun öğretmenleri olarak hayatımıza geliyorlar ve ihtiyacımız olan her zaman yanımızda oluyorlar. 3. Burada kalmak için olanlar; sonsuza kadar hayatımızda kalacak olan, en çok deneyim yaşadığımız ve her şekilde yaşamımızın vazgeçmez ve vazgeçilmez destekçisi oluyorlar.  4. Seni uyandırmaya gelenler; bizi sarsmak için hayatımıza giren, asla tanışmamış olmayı isteyecek kadar varlığımızı ve yaşamımızı sarsan, bizi olumsuzla büyüten insanlar oluyorlar.  5. Sizin için yer ayıranlar; bir anlığına yaşamımıza uğrayan, bırakıp giden, yalnızca birkaç bakış, birkaç kelime paylaştığımız insanlar. Ve son olarak 6. Gitmesi gerekenler; asla uzun süre kalmayacak olan, bir ders vermek için yaşamımıza giren; aşkı kalbimizi kırarak bize deneyimleten insanlar. Biraz da diğer keşif insanlarından bahsedelim o halde:

 

Hicret İnsanı & Hüsran İnsanı

Her insanı bir dönem, bir ruh halinden, bir bilinçten, bir perspektiften, bir yazgıdan; bambaşka bir hâle, bilince, bakışa, yazgıya taşıyan insanlar var: Hicret insanımız. Sürgün, göç, hicret... Kalbin sürgünü, zihnin göçü, ruhun hicreti var. Çünkü her insanın bir muhaciri var bu dünya sürgününde. Her insana da bir de ders olsun, ibret olsun, acıyla derinlik ve bilgelik getirsin diye gönderilen bir hüsran insanı da var. Belki de sadece acıyla tekâmül ettirsin diye yaşamımıza gönderilen o musibet insanını idrak edince, ruhunun acısı diniyor insanın.

Hüsran insanını tanımak kolay değildir çünkü çoğunlukla hazla gelirler. Büyük hazlar vadederler. Ama zaman içerisinde kendini ifşa eden özellikler gösterirler. “Asla açıklamalara girişmeyin. Dostlarınızın buna ihtiyacı yoktur, düşmanlarınızsa zaten onu umursamayacaktır” diyor Oscar Wilde. Kalpler ikna edilmez... Kalbî konularda uzun uzun izah ve ikna ettiğiniz yerde kesin olan tek şey var: Yanlış bir kalbe seslendiğiniz. Kendinden, fikirlerinden, tercihlerinden bir an olsun şüphe etmeyen kişi korkunçluğu diye bir şey var. Bir an olsun yanıldım, saçmaladım diyemeyen, özür dileyemeyen ve pişmanlık hissedemeyen insan korkunçluğu. Tanrı olmak isterken(!) insana razı olmuş gibi korkunç bir hâl: Şüphesizliğin o kibirli yanılgısı.

Hüsran insanının diğer özellikleri de kendiniz olamayışınız, koşulsuz sevilmeyişiniz ve iç sesinizle konuşamayışınız olur. İç ses dışarı çıkamaz ve muhatabınızın da iç sesini duyamazsınız.  Güçlü bir ego, kitabi bilgi ve kurnaz bir akıl. İnsan bu üçlüyle en başta kendisi olmak üzere bütün dünyayı mutlak bir eminlikle manipüle edebilir. İnsan aklı öyle muazzam bir mekanizma ki; böylesi güçlü bir benlik ve kurnaz bir akılla kendini aklayamayıp başkasını suçlu çıkamayacağı hiçbir olasılık yok. Böylesi kurnaz bir aklın manipülasyonuna maruz kalanları ancak ilahi adalet gibi uhrevî bir güç teskin edebilir. Çünkü bazen sadece akıl değil. Kâlpler de delirirdi. Dayanamazdı. İlahi adalet, karma zayıf insanların aciz tesellisi gibi gelir. Yapılabilecek hiçbir makul hamlenin kalmadığı, hiçbir sözün işlemeyip, hiçbir şeyin tesir etmediği durumlarda ilahi akışın müdahale vakti gelmiştir. İşte o hamlesiz kalınan anlarda; hararetli, çaresiz ve masum bir kalbi teskin edebilecek tek bir şey var: İlahî akışa bırak ve seyret.

 

Seçilmiş İnsanımız

İnsan seçtiği şeydir. İnsanı seçimleri ifşa eder. Seçemeyişi ve seçmek zorunda kaldığı şeyler bile. İnsan, insanı seçtiği insanlarda tanıyor en çok. Birini keşfetmenin en hızlı yolu; seçtiği insanlara bakmak. Kimleri seviyor? Kimleri seçiyor? Kimleri hangi kriterleri için seçiyor? Hangi vasıfları için tercih ediyor? Hangi tip insanlara neden değer veriyor? Kırılma ve sınanma anlarında seçimleri kimlerden yana oluyor?

Bir şeyi gerçekten isteyip istemediğini anlamanın basit bir göstergesi var: Yapıcılık ısrarı ve yıkıcılık hızı. İnsan bilinç dışında bir şeyi ne kadar içtenlikle istiyorsa o şeye her şeye, her zorluğa rağmen yapıcı davranıyor. Israr ediyor. Asla vazgeçmiyor. Bir şeye karşı sürekli kusur arayıp; sorunlar, kılıflar icat edip yıkıcı yaklaşıyorsa da bilinç dışında o şeyden o kadar kurtulmak istiyordur aslında. Hakiki arzunuzun keşfi için durun ve bakın: O şeyde ne kadar, nasıl, neleri göze alarak ısrar etmiştiniz?

Estetik, iyi niyetli idealizasyonlar pratik yaşamda gerçekçi değildir. Gerçekliği ancak gerçek bir seçim anında ortaya çıkar. Bu tarz estetik ve ideal fikirleri söylemek ve savunmak kolaydır. Ama iş pratik yaşamdaki seçimlere gelince bu tip idealizasyonlardan eser kalmaz. İnsanlar ciddi ve gerçek kararlarını seçim ve eylemlerinde gösterirler. İnsanın insandaki gerçek değerini, ondan "vazgeçme eşiği" ifşa ediyor. Hiç şaşmaz. O vazgeçiş eşiği neyse, ne kadarsa birinin gözündeki hakiki değeriniz orada saklı. Kalan her şey süslü cümleler, münasip kılıflar, kendini aklayan serzenişlerden ibaret.

 

Kendini Harcayan İnsan

Kendini harcayan, başkalarınca harcanan insanlar var. Kendi zamanlarının en çekici, en karşı konulmaz kadınları ve en kudretli, reddedilmez adamları vardı. Dünya üzerinden geçmiş milyarlarca insan gibi azalarak bittiler. Ve yerini aynı biriciklik hırsına sahip, daha güncel doğum tarihli, dişli ve dişi ikâmelerine bıraktılar. Feminist kuramcı Mary Wollstonecraft "kısa ömürlü kraliçeler" diyordu. Genetik şans, spor, sağlıklı yaşam vs vs en fazla 40-45 yaşına kadar sürdürülebilirliği olan kısa bir dünyevî saltanat. Sonrası yaşlı ve haset gözlerle genç femme fatale rakiplerine maruz kalmak... Kibirli bir kadın doğası için kahredici ve dayanılmaz bir yenilgi. İnsan öyle bir şeye yatırım yapmalı ki; sonsuz olsun. Zaman, insan, hiçbir dünyevî güç yenemesin onu. Öyle alt edilemez bir şey olsun. Öyle uhrevî bir güç ve uhrevî ışıltı olmalı ki varlığında insanın; cesede döndüğünde bile sonsuz olsun.

İnsanın böyle kendi kendini harcayışı kadar; başkalarınca harcanışı da var. Birini o yapan özelliklerine âşık olup; bir vakit sonra onları bir tehdit olarak görüp değiştirmesini istemek; kanatlarına hayran olunan bir kelebeği, kanatlarını koparıp tırtıla dönüştürmeye benziyor. Bir insanın bir insanı ziyan edeceği buradan belli oluyor: Güzelliğini harcama hızından. Bir hediye paketini sabırlı ve özenli bir tutkuyla açanla; tek seferde yırtıp atanın farkı gibi tıpkı... Ama güzel, paramparça olurken da güzel. Ziyan olurken bile.

 

Tetikleyici İnsan

Ruhsal, zihinsel, kalbî çekicilik de var. Şahsiyeti, benliği çekici olanlar... Çekiciliğin bedene, beden diline indirgenmesi fahiş bir yanılgı bu yüzden. Bazı düşünür, yazar ve kitaplara duyduğumuz dikkat; bu soyut çekiciliğin varlığının en büyük işareti. Ve tetikleyici insanlar var. Varlığımıza tetik çeken, bizi ateşleyen, varlığının enerjisiyle varlığımızı tetikleyen, ruhumuza tesir eden, zihnimizi tahrik eden, kalbimizin ritmini değiştiren insanlar. Tetikleyici insanlar, yörüngelerine dahil olan yahut yaklaşan her insana muhakkak etki bırakırlar. Tıpkı ateş gibi dönüştürücü bir karakteristik gösterirler. Bu yüzden hayranlık, çoğunlukla da nefret uyandırlar. “Sizi rahatsız etmeye geldim”i motto olarak seçen Ali Şeriati’yi “tetikleyici insan” olarak tanımlamak mümkün. Onun namlu gözleri ve namlu fikirlerine bundan daha çok yakışacak bir tanım da yoktur herhâlde.

 

Eş ya da Hayata Eşlik Eden İnsanlar

Seçilmiş kimlikler ve verili kimliklerin farkının yaşamımızdaki en büyük göstergesi hayatımıza eşlik eden insanlar. İnsanların hayatlarına eşlik eden insanlara bakarak da onların kim olduğunu pekâlâ anlayabilirsiniz. Çoğu insan toplumun, ailelerinin onlara münasip gördüğü verili kimliklerin içinde; kendi olma cesaretini gösteremeden, ait olmadıkları görünümlerde yaşamlarını sürdürüyorlar. Bir tür yalanın ve çelişkinin içinde yaşıyorlar. Çünkü kendi olma riski ve bedeli var. Etnik kimlikler, dini kimlikler, milli kimlikler, melez kimlikler, cinsiyet kimlikleri... Tüm bu kimlik karmaşası içerisinde kendi kimliğini seçebilme gücü ve cesareti bulan çok az insan var ve yaşadığımız toplum bu trajik ve çarpık kimlik krizleriyle dolu.

“İçinde bulunduğumuz çağ 30 yaşından önceki evliliği taşıyamaz. Yükü çok ağır olur. Sürdürenler başarılı gibi gözükseler de aslında o bir Pirus Zaferidir.” diyor Dücane Cündioğlu. 30’lu yaşlarda evlenmek, 21. Yüzyıl dinamikleri ile en makul tavsiye olabilir. Seçilmiş bir kimlik inşa etmek, çağın dinamikleri, geç ergenlik faktörü ve kişinin varoluşsal, sosyolojik, maddi & manevi açıdan tamamlanması ancak 30'lu yaşlarına tekabül ediyor. Ki insanın bu kavşakta "yaşamına eşlik edecek eş"ini bulması için en ideal zamanı da başlıyor. Ve hepsinden önemlisi... Kadınlar en önce "kendisinin annesi" olmalı. Çocuktan çok daha önce kendi varlığını doğurmalı. Ve erkekler de en önce "kendisinin babası" olmalı. Kendinin annesi ve kendinin babası olmayı başaran insanlar çocuk düşünmeli. Çünkü "yarım"dan doğanlar, yaşamı boyunca nakıs ve travmatik kalıyorlar.

 

Güneş İnsan

Ruhsal ışıltı, varlık ışıltısı... Birinin varlığında, duruşunda, havasında, ona has olan o hâle, o aura, o ışıltı. Dünyada über güzellik ve yakışıklılıkta, muntazam ve kusursuz hatlara, doğuştan güzelliğe sahip binlerce insan var. Ama bir şey eksik... İşte o insanlarda eksik olan şeye sahip olanlarda olan şeyin ismi bu: Varlık ışıltısı. Birini sizin gözünüzde eşsiz kılan o ışıltı. Güneş insanlar tıpkı böyledir işte. Ruhsal bir ışıltıyla bizi, aydınlıkta, ışıltılı ve sıcak hissettirirler.

"Güneş insan"lar var. Aydınlatan, ısıtan ve ışıtan. Ve aynı zamanda yakıcı, göz kamaştırıcı, haşmetli ve haşyetli olan. Güneş insan. Çünkü her göz ona bakmaya, onunla olmaya cesaret edemez. Ey güzel Şems... Kendi gölgelerine sığan ve kendi gölgelerine sığınanlarla olanlara açmazsın ki ihtişamını sen. Arkanı döner, varlığını çeker, gece olursun. Karanlık olursun, karanlıkta bırakırsın. Ey güzel Şems, sana bakmaya bile göze alamayan gözler seni ne bilsin ki? Ancak yanmayı göze alanlar varır senin ihtişamına. Parla o vakte kadar. İhtişamla. Çünkü bazı insanlar parıldayan şeyleri sevemezler. Onları sevmeye, onlara bakmaya güç yetiremezler. Sevilmemek ve yok sayılmak pahasına... Parla.

 

Kendinin Şifacısı

"Kendi kendine iyileşen insan tehlikeli ve güçlüdür.” (Breaking Bad) Kendi onarabilen, en marazlı, kusurlu yanlarını en güzel şekilde şifalandırmayı bilen, yarasından merhem çıkarabilen kendinin şifacısı insanlar var. Kendinin şifacısı olanlar; nüvesini, içinde onu yaşayan ve öldüren hakiki tutkusunu keşfetmişlerden çıkıyor en çok. Tutkusunu keşfedememiş insan yarımdır, eksiktir, yarı insandır.  Bilgili, âlim, çok iyi, dindar, akıllı, kudretli olsun... Yarımdır, eksiktir. Hakiki arzusunu keşfedemeden ölen insan yarım, yanlış, yalan bir hayat yaşamıştır. Ölme. Hakiki arzunu bulmadan sakın ölme.

Her insanın bir çiçek açma zamanı var. Tohumuna göre, toprağına göre, güneşine göre. "Ben tam kendime göre" diyordu Turgut Uyar. Hiçbir şey için geç ya da erken değil bu yüzden. Çünkü çiçek açma zamanı da kendimize göre. İnsanın kendi zamanını, çiçek açma zamanını bulması bir ömür sürüyor bazen. Kendi ritmini, hızını, vaktini bilen, bilmenin telaşsızlığında bekliyor kendini. Kendi vaktini bilmenin şifası vardır çünkü. Ve o şifayı bilenler şöyle söyler: “Hiçbir engeli mazeret bilmeyerek; var olma aşkı ve cesaretiyle ölümüne açacağım” Çünkü onlar savaşçı ruhlardır. Savaşçı ruhlara aşığım. Şartlar ne olursa olsun asla vazgeçmeyen, yeisle düşmeyen, düşse bile kalkmasını bilen. Yenilse, yaralansa, kanasa, mahvolsa bile soylu bir güzellik uğruna kanının son damlasına kadar savaşanlara. Ölse bile... Gururla, güzellikle, asaletle ölen... Savaşçı ruhlara aşığım.

 

Bize Ait Olan İnsan

“İstesek bile sevmekten asla vazgeçemeyeceğimiz şey bize aittir ancak” der Maria Alberto Zambrano. Öyledir; vazgeçebilişin olduğu yerde aşk ve hakiki bir bağ yoktur. Bize ait olan insanları sınanma anlarındaki vazgeçme reflekslerinden tanırız. Çünkü onların ikamesi, muadili yoktur. Yerine başkasını konulamaz, benzeriyle telafi edilemez. Doğası gereği biriciktir o. Onun yerine bir şey koymaya teşebbüs etmek dahi şirk gibidir. İnhisar kelimesine karşılık gelen o hal. İnhisar… Yani “yalnızca bir şeye veya kimseye âit olan, başkası ile alâkası bulunmayan” demek. Bir şey bize ait olsaydı, bizimle olurdu. Bizimle olmayan, bize ait değildir. Ancak kendisine ait olan şey eksik bırakabilir insanı çünkü. "Bize ait olan ne kadar uzakta hüznünü" gideriyor İbn-i Arabî: "Sana ait olan seni talep eder, sen yorulma. Onu sen ararsan, yorulursun ve o sana sahip olur" O yüzden bırak aradığın da seni arasın. Bırak aradığın da seni bulsun.

Hakiki cömertlik tam da bu; verilmesi en zor olan şeyi verebilmek. Çok değerli birisi için; kendindeki en değerli şeyi bahşedebilmek... Yeryüzündeki hediyelerin en değerlisi bu olsa gerek. Ali Şeriati, Hac kitabında o meşhur sorusuyla bize ait olan insanın anlamanın yollarını işaret ediyordu: “Senin İsmail'in kim veya ne? Mevkiin mi? Şerefin mi? Mesleğin mi? Paran mı? Evin mi? Çiftliğin mi? Araban mı? Aşkın mı? Bilgin mi? Sosyal sınıfın mı? Sanatın mı? Elbisen mi? Hayatın mı? Gençliğin mi? Güzelliğin mi? Hangisi... Sana hangisini olduğunu söyleyemem, ama yardımcı olmak için bazı ipuçları verebilirim; inancını ne zayıflatıyorsa, sorumluluk kabul etmekten ne geri çeviriyorsa, çağrıyı duymana ne ve gerçeği itiraf etmene ne engel oluyorsa, "kaçma"ya ne zorluyorsa, rahatın için bahaneler bulmana ne yol açıyorsa, seni kör ve sağır ediyorsa... İşte odur kurban edeceğin!”

 

Senin Keşif İnsanın Kimdi?

Güzel zalimlikler de var. Hiç kimselerin bilmediği, bulamayacağı bir yere kendini kilitleyip, anahtarını okyanusa atıp deliler gibi bulunmayı arzulamak...  Birini imkânsız bir düşü başarması için zorlamak ve başaramadığı için onu suçlamak. İşte Dünyanın en estetik zalimliği ve en güzel, arzu duyulan yarası. Yara şifayı; şifa yarayı arzular. İyileşme başlayınca arzu biter. Yara, şifasına âşık olursa... Sonsuza kadar yara kalmak ister. İnsan bazen yaralanıyor, yara kalıyor. Ait olmadığı yerde, varlığını tomurcuklandıran insanlarla olamayan her insan sönüyor. Azar azar çürüdüğü hiçbir yerde, hiçbir insanda ve hiçbir kalpte kalmamalı insan. Ümit, her tür bağın o son nefesi. Bir şeyden, bir durumdan, bir insandan... Ümidi kestiğimizde o şeyle olan bağımız da kesiliyor. İnsanları sevmeyi bıraktığımız da değil; onlardan ümit etmeyi bıraktığımızda bağ kopuyor bu yüzden.

Mezarlığa dönüşmüş kalpler ve çürümüş beyaz zambakları, kurumuş ama ölmeye direnen ak güller, diri diri yakılmış defterler ve o defterleri söndürmek için yana yana akan ateşten bir gözyaşı. Buz ateş… Kelebek ömürlü aşklar, Şiraz’da Hafız’ın kabri olan bahçede şarap içmeden de Rind olmayı bilmiş bir Keşfsever, geçmişten çıkagelen, efsunlu bir orman yolunda artık sırlanmış bir ak geyik, onu kaybetmiş simsiyah at Karat…Tabirini kaybeden kayıp rüyalar. Bir İstanbul masalına karşı sonsuz bir manzaraya, artık bir hatıra fotoğrafına dönüşmüş iki insan.

3 çiçek hâli, 3 insan hâli: İlki; bir çiçeği özenle ekmek, onu sabırla, emekle sulamak, günden güne büyütmek ve çiçeği açtırmak. Özüyle, kokusuyla, tomurcuklarıyla onu yaşatmak. İkincisi; onu en güzel hâliyle koparmak, kurutmak ve bir altın yaldızlı vazolara hapsedip en görkemli yerlere koymak. Ruhların Müzesi'nde bir sonsuzluk vakitlenen, ruh müzelerinde antikalaşan, çok kıymetli bir yadigara dönüştürmek… Ve sonuncusu; onu parlak, cafcaflı bir plastik çiçeğe dönüştürmek. Ama kokusuz ama ruhsuz ama cansız olan. Hayat size bir çiçek verdiğinde hangisini yaptınız? “İki insanın karşılaşması, iki kimyasal maddenin teması gibidir: Bir reaksiyon gerçekleşirse, ikisi de dönüşür.” demişti Jung. O halde düşün ve sor içine:

Sen benim hangi insanımdın? Benim keşif insanım aslında kimdi? Cevabını bul ve ne kadar acı olsa dahi içinden inci gibi bilgeliği al ve gerçek bir Şems gibi tebessüm et.

 

Eylül 19, 2023

Hakiki Muhatabı Tanıma Rehberi


“Nerden bildin benim ben olduğumu? Oruç Aruoba

İyi gelmek, bir insana verilebilecek en güzel hediye. Sesiyle, sözüyle, bakışıyla, duruşuyla, hâliyle, enerjisiyle, perspektifiyle, eylemleriyle birine iyi gelmek, varlığını, yaşamını yükseltmek… Bundan daha iyisi, birbirine iyi gelmek olsa gerek. İyi olmak, iyi gelmeye yetmiyor her zaman. İyi olmasına rağmen iyi gelmeyen insanlar var. Ve kötü olmasına rağmen iyi hissettiren(!) insanlar. İyi olan ve iyi gelenin içinde iyinin en iyi versiyonu var. O iyiye rast gelmek ne büyük baht.

"Sizin istediğiniz gibi davrandığımda ‘bana’ ulaşamazsınız” diyor Arno Gruen. İnsanların çoğu birine değil; o birinin ihtiyaç duyduğu, kendi istediği ve kendi faydasına dokunan versiyonuna ulaşmak istiyor. Kimse birbirine gerçekten ulaşamıyor bu yüzden. Artık herkes çevrimdışı. Bu kalbi çevrim dışılıkta doğru insanları seçmenin incelikleri, bir tür hakiki muhatapları tanıma rehberi(!) var mıdır peki? Bilinmez ama o insana, o insanlara rast gelmenin bazı işaretleri vardır belki. Sayalım o halde:


Kısa Vadeli İnsan

Kısa vadeli insanlar var. Yaşamımıza katılmak için değil; bizi bir bilince ulaştırmak için girmiş insanlar. Duvara toslar gibi, trafik kazası gibi yaşamımıza giren, bazen de serin bir rüzgâr gibi esip geçen insanlar... Vadeleri dolunca, vazifeleri bitince uğurlanacak insanlar. Kısa vadeli insanlar çoğu zaman bir tür fırsat vadeder. Fazla seçeneğin olduğu yerde "fırsat" vardır. Seçenek fazlalığı mukayese yaptırır, rekabeti tetikler. Hunharca değersizleştirir. Estetize etme becerisi vermez. Bazı ilişkiler plastik çiçek gibi bazıları ise muazzam bir heykel gibi… İlişki emeği ve estetiğinin farkı da buradadır işte.

Kısa vadeli insan yaklaşımında insanı ve hayatı şirket yönetir gibi planlayan kişisel gelişim furyasının etkisi var. "En çok vakit geçirdiğin 5 insanın ortalamasısın"cılık, "sana ... yapanı hayatından çıkar" diyen kişisel gelişim buyrukçuluğu, "5 adımda kendinin en iyi versiyonu ol"culuk ve canım kendimcilik… Hayatın böylesi bir matematiği yok oysa. Yaşamın estetiği, olağan dışılığı, saçmalığı vardır. Yaşama hedef/performans/başarı odaklı bakan tipler Steve Jobs tarzı yaşamın estetiğini ıskalayan tipleri hatırlatıyor. Zamanı, kendini, potansiyelini en verimli şekilde kullanmak elbette mühim ama hayat bazen saçmadır. Hayat bazen yenilgidir. Çünkü hayat böyle muhteşemdir. Bazen en yüksek bilgeliği bir kalp sızısı öğretir. Bazen en olmadık insandan, yıllarca aradığınız o cevabı duyarsınız. Bazen ruhunuz acır, o acıdan sanat doğar. Bazen büyük bir hatadan şahsiyetinizin inşası başlar. Yaşamın estetiği, yaşamın bilgeliği formüle edilemez çünkü.

 

Yanlış İnsan

"Ruhsal sıkıntıların kaynağında, anlamsız insanlarla anlamlı ilişkiler yaşama isteği ve çabası yatar." der Viktor Frankl. Bir şeye yüklediği/estetize anlamı o şey taşıyamadığında, o anlamın ağırlığının altında kendisi kalıyor insanın çünkü. Mesela terk edilme, aşağılanma travması olanlar; şiddetli bir şekilde onlara yüz vermeyen, reddeden insanlara çekiliyorlar. Hasbelkader yüz buldukça da ilgilerini kaybedip onlara yüz vermeyen, ısrarla reddeden yeni "güçlü kurban" avına çıkıyorlar.

Yanlış insanları tanıma bahsinde yalan en tanıdık eleme yöntemi. "Ah yalan dünya" "Dünyada ölümden başkası yalan" şarkıların bile söylediği gibi dünyaya en yakışan sıfat yalan. Dünyaya alışan, her veçhesiyle en önce güzel yalanlarda ustalaşıyor. Bu dünya ve insanına onca mânâ, güzellik, derinlik, incelik, yücelik yüklemek boşuna... Yakışmıyor, taşıyamıyor, kaldıramıyor. "Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim, incinirsin" demişti Özdemir Asaf. Yalan incitmiyor artık. Dünyanın en saçma, en aptal, en şahsiyetsiz yalanı da olsa... Çoğu insan ona fayda sağlayan yalanın en sessiz en sadık müşterisi oluyor. Ve o yalana yeni şık isimler icat ediyor.

“Sadakat kişinin kendinde bir kişiye yer ayırması ve o yeri hep onun için korumasıdır. Sadakatsizlik de kişinin o yerin korunmasını savsaklamasıdır. İhanet ise, kişinin, o yerine, başka bir kişiyi sokması.” der Oruç Aruoba. Aldatan, kazananların en mutsuzudur. Ve bütün galiplerin en huzursuzu. Her aldatışıyla ruhunu soldurur yalancı. Kandırmanın zaferiyle, teslimiyetin huzurundan mahrum eder sinesini. Ve sonsuza kadar o "zalim şüphe"den kurtaramaz sinesini. Masumun en saf intikamıdır bu. Aldatmak bir çukurdur bütün veçhesiyle. "Sana alçak diyemem çünkü alçak da bir seviye belirtir. Sen çukursun." der Necip Fazıl. Ne şık bir hışım... Çukur, incitmez. Çukur, utandırılamaz... Çukur aşağılanamaz bile. Çukurda tökezleyen; çukur olmadığına şükreder. Tek hamlede silip paçasını, salınarak yürümeye devam eder.

Yanlış insanlar, yanlış tanışıklıklar, yanlış anlaşılmalar… Yanlış anlaşılma kaygısı çoğu zaman "yanlış kulaklara seslenme ısrarı" yüzünden. Bu anlaşılma eforuna değen çok daha güzel uğraşlar var yaşamda. Yanlış kulaklara seslenme ısrarı, doğru muhatapları geciktirmekten başka bir şeye yaramıyor üstelik.

 

İnsan Kendini Nasıl İfşa Eder?

İyi gelen insanı, kötü gelen insanı tanımanın incelikleri nedir? İnsan sürekli kendini ifşa eder. Üstelik gönüllü bir ifşadır bu. Bu gönüllü ifşaları fark ederek birinin ruhunu kolaylıkla okuyabilir insan. Nedir o ifşalar? Sıralayalım o halde:

Bir insan sizle en çok neyi paylaşıyor? Neyini paylaşıyor? Sevgisi? Mutluluğu? Acısı? Arzusu? Keyfini? Fikirleri? İdealleri? Sırları? Sorunları? Talepleri? Peki ya ruhunu? En çok neyini?  Paylaşım neyse bağ o oluyor, paylaşılan azalıyorsa bağ da kalmıyor o yüzden.

Birinin varlığına, varoluşuna bakmak da onu tanımanın en kestirme yolu. Varlığı gürültülü insanlar var. Varoluşu gürültülü insanlar. Kendiyle meşgul olmak ne kadar güzelse; kendinden başka derdi, gündemi olmayan ve varlığını başkalarına dayatanlar o kadar gürültülü. Oluş ne kadar sessizse; "varoluş gösterisi" o kadar gürültülü.

Güç. Güç. Güç. Bir türüyle, birazcık güç verin insanlara ve onların gerçek şahsiyetlerini seyredin. İnsanın güçle kurduğu ilişki onun gerçek ahlâkını anında ifşa ediyor. Katlanabilmesi en güç şey de bu; bir şekilde güçlü olan insanların ahlâksız, şahsiyetsiz ve kötü olması.

"Zayıf karakterli olmak" insanın en büyük defosu. Duruşsuzluk, korkaklık, riyakarlık, yalancılık, x düşkünlüğü... Zaaf arttıkça karakter zayıflıyor. Zekâ, güç, güzellik, birikim... Zayıf karakterde hepsi boşa düşüyor. Ve kendi eliyle öz sermayesini istismar ediyor insan.

"Her şeyi istemenin hiçliği" var. Her şeyi isteyen bir insan modeli var. Başarı, kariyer, mal mülk, makam, âşk, ilgi, tutku istiyor. İtibar istiyor, şöhret istiyor. Her şeyi istiyor, her şeyden biraz istiyor. Her şeyi istemek, hiçbir şeyi gerçekten istememektir oysa.

"Kendinden, fikirlerinden, tercihlerinden şüphe etmeyen kişi korkunçluğu" diye bir şey var. Bir an olsun yanıldım, saçmaladım, hata ettim diyemeyen insan korkunçluğu. Tanrı olmak isterken(!) insana razı olmuş gibi korkunç bir hâl: Şüphesizliğin o kibirli aptallığı.

Benzemek, en büyük çağrı. Zamanla benzediği şeye yakınlaşır ya da benzerini kendine çağırır, kendine çeker insan. Benzer şekilde... Benzemediği, "artık benzemek istemediği şey"den uzaklaşır, ayrılır ve şiddetle kopar insan.

 

Bize Ait Olan Ne Kadar Uzakta?

“Sensin o. O sensin. Sen o’sun… Bir şey –bir ilişki- başlatıyorduk; ama ne kadar yetebilecektik buna? Anlamlarımız, anlamalarımız, anlatmalarımız anlaşmaya ne kadar yetecekti?” Oruç Aruoba.

"Tanrı benimle ne kastetmiş olabilir?" Kierkegaard'ın bu tutkulu sorusu ilahi plana, ilahi adalete ve ilahi ironiye inananlar için sarsıcı bir münâcâta dönüşüyor. Tanrı'nın kastını merak etmek... Tanrım, yaşadığım bu deneyimle bana neyi, kimi işaret ediyorsun? Neyi? Kimi? Bize ait olanı bilme ve tanıma bahsinde bu işaretler öyle pusula ki.

"Bana ait olmayan hiçbir şeyi istemiyorum. Bana ait olmayan başarıyı, gücü, malı, mülkü, âşkı, insanı istemiyorum. Bana ait olmayan Güneş'i bile istemiyorum." diyen bir ses var içimizde. Yalnız kendine ait olanı istemeyi bilmek diye kendini bilmek görgüsü var. Üstelik her türden hüzne ve kıskançlığa şifâ. Çünkü ancak bize ait olan, eksik bırakabilir bizi. Ancak o şey bizi paramparça edebilir. Bütünlüğümüz ancak böyle bozulabilir. Sahte olan, boşluk hissi verir. Eksiklik yanılsamasıdır bu. Uçucudur, geçicidir. Sahte boşluklar her şekilde dolarken aidiyet doldurulamaz bu yüzden. Ne istediğini bilen insan eminliği diye bir şey var. Ve ne aradığını dahi bilmeyişin o şaşkın, heveskâr telaşı. Tıpkı bir mağazaya girince alacağı şeyi dahi bilemeden gözleri her şeye koşturan kararsızlık karşısında görür görmez bu "bu bana ait" dedirten ve alan eminlik.

 

Ruha İmza Atmak & Ayrıcalık Beklentisi

Bazı insanlar hayatımıza son rötuşları yapmak için giriyor sanki. Ruhumuza, zihnimize, perspektifimize dokunuşlarını yapıyor, silinmez iz bırakıyorlar. Bir parfümün notası, bir yemeğin baharatı ve bir tasarımın, heykelin son rötuşları gibi tıpkı... Ruhumuza imzasını atıyorlar. Üslûp ruhun markası. Üslûp ruhun, kalbin, zihnin öyle aynası ki üslûbunu sevmediği insanı da sevemiyor insan. Üslûp her şeyi sızdırıyor. Bilgeliği, iyiliği, riyayı, sahteliği, kibri, kötülüğü, art niyeti, sevgiyi her şeyi. İnsan birini sevmeye üslûbundan başlıyor. Hususî bir kitap gibi okunmaya layık bazı insanlar. Ve marifetli bir elden çıkmış kaligrafi gibi yazgıları. Bazı insanların mürekkebi (ruhu), kalemi (varlığı) ve defteri (yaşamı) öyle güzel ki; hüsn-ü hat gibi bir yazgı kalıyor onlardan geriye. Bak, seyret ve oku.

Çok özel bağlarda tuhaf bir "ayrıcalık beklentisi" var. İçsel ve sessiz bir beklenti. Muhatabın herkese gösterdiği prosedüre razı olmayan, zarif bir dikkat ve hususî bir alâka beklentisi. Bulamadığında sessizce uzaklaşan sitemsiz ve kırılgan bir beklenti. Öğrenilmiş jestler, bir iki romantizm hilesi, partiler, buketler, pahalı hediyeler falan... Hiçbiri. "Bir ruha özel olduğunu hissettirebilme kudreti" her tür hediyenin özü bu. Kelimeler, jestler, çiçekler hepsi bahane.

 

İkiz Alev

Platon’un Symposion diyaloğunda Aristophanes’in aşk üzerine yaklaşımı bugün popülerleşen “ikiz alev” kavramının kıvılcımını yakmış olur. Yunan mitolojisine göre insanlar iki başlı, dört kol ve dört bacakla yaratılmışladır, bu hallerindeyken çok güçlü oldukları için buna mâni olmak isteyen Zeus onları iki yarım parçaya ayırır… İşte o yarımlara ikiz alev (twin flame) denir. Dünyada birçok insanın birçok ruh eşi olmasına rağmen sadece bir tane ikiz alevi vardır. Çünkü bazı şeylerin "tek yarım"ı vardır. Ve sayısız yarımı olan şey paramparçadır…

"Sen ile ben, hiç ‘bir arada’ olmadan ‘birlikte’ olabiliriz” der Oruç Arouba. Oruç Aruoba'dan ilhamla insanlar arasındaki yakınlık aşamalarından bahsedilebilir: Bir aradalık, beraberlik, birliktelik, birlik ve bir olmaklık. Tanışıklıktan tanımaya, sevmekten o sadık tutkuya ve benimsemekten aidiyete… Beğendiğimiz sıfatlara sahip onlarca insana duyulan şeyin adı mıdır aşk? Bu mudur? Bu kadar mıdır? Beğendiği sıfatlara sahip insanlardan hoşlanmayı flört için yeter şart ve aşk başlangıcı sayıyor çoğu insan. Tez kızarıveren güller gibi kolayca birilerine meylediyor herkes artık. Birbirine benzeyen herkes alternatif, herkes bir seçenek artık. Ve kimse kimseyi eşsiz kılmanın o sihrini bilmiyor artık. Oysa yalnız birbirinin yarısı olan, başka hiç kimseyle tamamlanamayan ve ancak böyle bir ve var olabilen ikiz alevler gibi; hakiki muhatabını arayanlar hep vardı dünyaya düştükleri o günden beri.

Tam da bu yüzden… Birini "bize en çok tesir eden yer, zaman ve koşullarda değil de bambaşka bir zaman, mekân ve şartlarda tanısaydık yine de onu seçer miydik?” sorusunda, onun hakiki muhatabımız olup olmadığının cevabı saklı.

Ağustos 23, 2023

Kibirli Selfieler, Sanal Personalar ve Yaralı Kimlikler


İnsanı en çok ne ifşa eder? Günümüzde en büyük ve üstelik gönüllü ifşa edicinin sosyal medya olduğunu söylemek yanlış olmaz herhalde. Birinin playlisti, sosyal medyada yaptığı likelar, varsa fake hesabı ve kullanma stili, çarçabuk sildiği göz atma geçmişi, DMleri, online alışverişleri… O kişinin isminden, cisminden, kimlik bilgisinden, sosyo-ekonomik & sosyo-kültürel statüsünden, mesleğinden daha çok ifşa ediyor varlığını artık. Sosyal medya izleri, kimliğimizin sanal gölgeleri artık. Çünkü insanların varlığını gösterme şekli ruhlarını ele verir. Çoğu zaman oldukları değil olmak istedikleri personaları hatta bir konsept gibi tasarladıkları kişilikleri görürüz. Sosyal Medyayı kullanma & Sosyal Medyada var olma şeklimiz hakkımızda öylesi şeyler apaçık ediyor ki “birinin ne olduğunu değil ama ne olmak istediğini” hemen ifşa oluyor artık bu sanal göstergelerle.

 

Sosyal Medya & Sanal Personalar

İnsanlar gerçekte oldukları kişiyi sanal personalarla kamufle edebiliyorlar. Gerçekte olduğu kişiden çok uzakta ideal benliğini sosyal medyada yansıtan çok kişi var. Bu örneklerden en çarpıcısı Twitter’da kendini sonradan Müslüman olmuş bir İspanyol gibi tanıtan ve yaklaşık on yıl bu sahte kurguyu oynayan Anita Kaver isimli kullanıcı hesabıydı. Yıllar sonra ortaya çıkan ifşayla aile baskısını aşamayan, bir yalanın ardında kendine çarpık bir dünya inşa etmiş, kendisi olma cesareti gösterememiş bir tip çıkmıştı. Tüm bu hikayelerin ardında değişmez bir gerçek var: Kendi gerçekliğini sevememek. Kendini, yaşamını, sahip olduklarını bir türlü sevemeyenler kendilerine kurgu bir persona yaratıyorlar. Gerçek dünyayla ve hiçlik duygularıyla ancak böyle baş edebiliyorlar. Sosyal Medya bu özelliğiyle böylesi trajik vakaları ayyuka çıkaran, sayısız örnekle tescilleyen bir mekanizma durumunda.

Sosyal medyanın toplum sosyolojisini, eğilimlerini ve karakteristiğini gösteren örnekleri de var. İlginç bir örnektir mesela: Herhangi bir kuaförün instagram hesabına bakın, paylaşımların çok büyük bir bölümünün sarı saç ve türevlerinden oluştuğunu fark edeceksiniz. İstanbul'dan Trabzon'a, Hakkâri’den Edirne'ye böyle, esmer kadınlar bile platin sarısı. Elbette bu durumun başka gerekçeleri de var ama genetik olarak bu kadar tezat bir kategoriye benzeme hevesinin dahi kimlikle bağlantısı var. Sarışınlık ve Avrupalı hissetmek üzerine Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi kitabında genetik olarak esmer, koyu tenli ve koyu saç renkli bir coğrafyanın kadınlarının sarışınlık hevesi üzerine çarpıcı bir çıkarım yapıyor: "...kalplere asıl mutsuzluk sızısı veren şey... Sarışın Inge'nin, kendilerini olduklarından da Avrupalı hissetmek için çırpınarak saçlarını sarıya boyayan, kaşlarını yolan, ve butik butik gezip kıyafet seçen sosyete kadınlarına, ten renginin ve ırk yapısının da ne yazık ki kolay telafi edilemeyecek önemli bir eksiklik olduğunu hatırlatmasıydı." Görünme biçimleri ve kimlik arasında kuvvetli bir ilişki var. Sarışınlık ve Avrupalı hissetmek arasında da. Dileyen dilediğini tercih eder elbette ama bir insanın görünme biçimi tercihlerine bakarak onun kimliğine dair çok şey okuyabilirsiniz.

Sosyal medyaya dair trajik çarpıklardan biri de ilişkiler ve ilişkilere olan yansımaları. Sosyal medya ve sağladığı iletişim emniyeti konforu (şifreler, gizli yazışma özellikleri vs.) güvensizlikler, aldatmalar üzerine de çok şey ifşa ediyor. Orijinal ismi Perfetti Sconosciuti (Kusursuz Yabancı) olan Ferzan Özpetek'in Cebimdeki Yabancı uyarlaması sosyal medya, stalk kültürü(!), internetteki sanal kimliklerimiz ve trajik yalanlar üzerine çarpıcı tespitler yapıyor. Filmdeki çarpık ilişkiler ağı sosyal medya üzerine konumlanıyor ve her gerçek sosyal medyayla kanalıyla ifşa oluyor. Bağ kurma hızı ve kurulan bağların kopma hızı sosyal medyayla daha da mümkün hale geliyor. Sosyal medya bağları hızlı dostlukların, tek kalemde harcayışları da beraberinde getiriyor. Bauman, Kimlik kitabında Charley Handy’den sanal cemaatlerdeki "yakınlık yanılsaması"ndan harika bir alıntıyla bahsediyor: “Ne kadar eğlenceli olursa olsunlar bu sanal cemaatler sadece bir yakınlık yanılsaması ve yalandan bir cemaat hissi yaratmaktan başka işe yaramazlar.”

Umberto Eco, sosyal medya toplumunun görünmezlik üzerine konumlandırıldığını ve sosyal medya kimliklerinin varlığının gizlilikle sarılı olduğunu söyler. Gizliliğin kaybı mahremiyetin yok olmasına sebep olsa da kazanılacak yeni sanal kimlik bu fedakarlığın karşılığı olabilir.[1] 

Sanal bir persona yarat, o personayla her tür suç unsuru taşıyan eylemler yap… Sosyal medyada böyle suistimallere de fırsat veriyor. Böyle örneklerin suç konusu teşkil etmesi örnekleri de var. Tüm bu gerekçelerle sosyal medyada tıpkı gerçek hayatta olan bir etik anlayışı olmalı. Bu anlamda Sosyal Medya Etiği çalışmaları oldukça önemli. Tüm bu siber zorbalıklara karşı alınacak en iyi önlem T.C. Kimlik numarası şartı konulması. Dileyen mahlas kullansın fakat suç teşkil edecek bir eylemde bulunulduğunda resmi mercilerce ivedi şekilde gereği yapılsın.

 

Kibirli Selfieler

“Selfie bağımlılığı ‘Ben’in iç boşluğuna işaret eder. İç boşluğunun karşısında bu Selfie öznesi beyhude yere kendisini üretmeyi denemektedir. Selfie benliğin boş biçimidir. Boşluğu üretir. Ne narsist kendi kendine delice bağlanma ne de kibir Selfie bağımlılığını çıkaran şeydir; fakat iç boşluk bunu üretir. Burada sabit, kendi kendisini seven narsist bir ‘Ben’ yoktur. Daha ziyade bir “negatif narsisizm” söz konusudur.” der Byung-Chul Han, Güzeli Kurtarmak kitabında.

Jean Baudrillard ise Kötülüğün Şeffaflığı kitabında artık her kişinin kendi görüntüsünü aradığından “Varım, buradayım değil; görülüyorum, bir imajım; bak bana, bak! Narsisizm bile değil bu; sığ bir dışadönüklük, herkesin kendi görünüşünün menajeri haline geldiği bir tür reklamcı saflığı.” diyerek bahseder. Bu gönüllü ifşanın aynı zamanda bir kibir aptallığı getirdiğini söylemek yanlış olmaz. Kibre has bir aptallık var. İçten içe büyüyen “sen eşsizsin” telkini, herkesten başkasın yanılsaması ve hayattaki her şey seninle ilgili sanrısı. Hayat en şık kibirli aptallarla dalgasını geçiyor oysa. Üstelik hep aynı cümleyle: "Çok özelsin..." Kibir, en çok benzerliği sevmiyor. Kendini eşsiz kılabilmek için biriciklik hırsı ile benzer rakipleriyle bitimsiz bir mücadeleye giriyor. Kaybeden önce kendisi ve kendiliği oluyor. Eşsizlik imkânsız, benzerlik kaçınılmazdır çünkü. Özel olma arzumuz, otantiklik kaygımız biriciklik hırsıyla kibir güzellemesine dönüşüyor çoğu zaman. Var olma sürecimiz; bir bebeğin doğuşu, bir çiçeğin açışı, bir kuşun uçuşu gibi kendiliğinden olmalı oysa.

"Beni, sahip olduklarımı, beni beni, seçimlerimi, beni beni beni, seçmediklerimi, aşkımı, hayatımı seyredin!" diyen, tüm enerjisini seyredilmeye, göstermeye harcadığından zihni, ruhu, dili tutuk kalmış influencer tipi var. Çocukken zengin, popüler ya da şımarık olan çocuklar; kendi gibi olmayan diğerlerini içine alan doğal bir çember halesi yaratıp ve onları seyirci kılıp en ince ayrıntısına kadar işte tam böyle anlatırlardı. Bugün o çocuklara "youtuber, influencer" diyoruz. Göstermenin bile sınıfsallığı var. Şatafatlı “sünnet vlogu” ya da “Paris kombinim vlog”u arasında bir fark var mı? Instagramda elbise, ayakkabı odalarını gösterip uzun uzadıya anlatan influencer kadınlardan ne farkı var şatafatlı, altın varaklı bir sünnet töreni organizasyonunun? İki tarafın da nihai amacı göstermek değil mi? Tek fark hedef kitleleri. Birinin hedef kitlesi orta & üst sınıf; ötekinin mahalle & akraba grubu. Nihai amaç ve yöntem birebir aynı. Toplumun entelektüel bilinci gelişmemiş her tabakası aynı gösterme hevesine sahip. Birini aşağılayarak ötekini hayranlıkla seyretmek ise sınıfsal bir bönlükten ibaret.

 

Narsisizm Salgını

Kemal Sayar, şişkin egolar çağında “narsisizm salgını”nda olduğumuzu söyler. Narsisizmin salgın metaforuyla ifadesini bulması günümüzdeki tabloyu iyi izah ediyor. Benzer metaforu Jean M. Twenge de Asrın Vebası: Narsisizm İlleti kitabıyla yapıyor. Jean M. Twenge, Asrın Vebası: Narsisizm İlleti kitabında narsisizmin selfiesini çekiyor: “Narsistler için, kimin en çok ve "en seksi" arkadaş ekleyebildiğini görmek, iyi bir rekabet unsuru ve narsistler rekabeti severler.” Bu bağlamda narsistler heyecan veriri ilişkiler sunarlar ve bağları ego beslemek üzerine kurumuştur. Temel hedef kendi egolarını beslemek olsa da geri dönüşünü almak şartıyla muhataplarının da egolarını beslerler. Twenge’e göre narsistler özsaygı ve konumlarını yükseltemeyen bağları sonlandırma eğilimindedir çünkü narsistler partnerlerine yakıt gözüyle bakar. İnsanları itibar ve mevkilerini beslemeyen insanları bir çırpıda çöpe atıverirler. İnsan harcama hızı çok yüksektir narsisistlerde çünkü narsistlerin hedefi uzun vadeli, sağlıklı bağlar kurmak değil olabildiğince çok insanı kazanmak ve dikkatini çekmektir.

Engin Geçtan, narsisizm kendini sevmeyi değil, kendine yabancılaşmayı simgelediğini söyler. Gençtan, Karen Horney’e atıf yaparak narsisizmin kişiye acı veren hiçlik duygusuna karşı geliştiğini, kişinin olağanüstü bir varlık inanarak hiçlik acısını bastırdığını ifade eder. Kişideki artan yabancılaşma duygusuna bağlı olarak olağanüstü varlık olduğuna ilişkin inancın da arttığının altını çizer. Türkiye'de bilhassa Z kuşağının ürettiği sosyal medya içerikleri bu anlamda bu yabancılaşma ve narsisistik yönelimi ifşa eder nitelikte. İçeriğe bakarak, kitledeki narsisizm salgınını okumak güç değil. Bu bağlamda Say Yasası iktisat kadar sosyolojide de işlevsel. Her arz kendi talebini; her içerik de kendi kitlesini yaratıyor. Arz nitelikli hale getirilmedikçe kitleden nitelikli talep de çıkamayacak. Dünya bir zamanlar nasıl savaşlara, kıtlığa, ideolojilere karşı önlem almış, silahlanmış ve savaşmışsa bugün de ruhunun, aklının ve kalbinin sıhhatini korumak adına bu narsistik vebalara karşı da ruhsal silahlarla teçhizatlanmak zorunda.

 

Kombin Kimlikler ve Kimlik İnşası

Bireylerin yaşam deneyimleri, öznel tercihleri, bireysel farklılıkları kimlik inşalarında belirgin etkiler yaptı, gittikçe çeşitlenen kimlik tasavvurları meydana getirdi ve sosyal medyayla birlikle daha da görünürlük kazandı. Ve halihazırda etkisi olan Narsisizm salgınıyla kimlik tasavvurları özellikle sosyal medyada daha da çeşitlenen bir görünüm sergiledi. Tüm bu süreçlerle birlikte kimlik ve kimlik inşası süreci üzerine yeni yaklaşımlar da orta çıktı. Onlardan biri olan ve kimlik üzerine de teorileriyle öne çıkan Manuel Castells, kimliğin inşa edici karakteristiğine dikkat çekti.

Manuel Castells, küreselleşmeyi 1970’lerden bu tarafa enformasyon toplumunun ortaya çıkışı ile bağlantılandırır. Özellikle internet gibi yeni iletişim teknolojileriyle veri ve bilgi akışları hız kazanmış; toplumlar politik ve ekonomik açılardan birbirleriyle bağ kurabilir hale gelmiştir.[2] Toplumsal etkiler ve kimlik bağlamında kimliğin yapılandırılması baz alındığında kimliğin iki boyutundan bahsedilebilir. Bunlardan ilki; Kimlik Çakışması-Yakınsaması: Üzerinde mutabakata varılmış bireylerin ve hareketin birleşimlerine vurgu yapar. Bir diğeri ise Kimlik İnşası: Kişiler ve kolektif kimliklerin bağlantıları ve bununla birlikte bireylerin kendilik algısı süreçlerine vurgu yapar.[3]

Henri Tajfel ve John Turner tarafından geliştirilen Sosyal Kimlik Kuramı ise bireyin düşünce, duygu ve davranış kalıplarının meydana gelmesinde sosyal grupların etkisi olduğuna dayanır. Tajfel ve Turner’ın kuramı, grup içindeki benlik algısı ve grup dışındaki benlik algısının farklı olduğunu; grup dışındaki kişisel kimliğin grup içinde kendini sosyal kimliğe bıraktığını ileri sürer. Bu bağlamda bireylerin toplum içindeki davranışlarını kişisel kimlikten daha çok sosyal aidiyetin olduğu sosyal kimlikler belirler. John Turner’ın Sosyal Kimlik Kuramına paralel olarak oluşturduğu Kendini Sınıflandırma Kuramı, bireylerin birçok konuda kendilerini sınıflandırdığını ileri sürer: İnsanlık Boyutu (Bireyin İnsani Kimliği), İç-Dış Grup Boyutu (Bireyin Sosyal Kimliği) ve Özgül Boyut (Bireyin Kişisel Kimliği)[4]

Bu kuramsal çerçeve hem sosyal hem bireysel hem de sanal yaşamlarımızda bizlere çözüm yolu sunuyor. Sağlıklı bir benlik inşası için en önce kendini ve sahip olduğu her şeyi kabullenme bilinci gerekiyor; kendilik inkârı değil. Sonradan edindiği, inşa edilmemiş, kurgu ve sanal personalarla sağlıklı bir benlik, kimlik inşa edilebilir mi insan? Kimlik inşasında ilk durak yüzleşme bu yüzden. Yüzleşmek, acıtır. Yüzleşmek; insanın hakiki yüzüne varana kadar yüzündeki personaların derisi soymaya benziyor. Ne acıdır soyulan bir derinin ardında, iç yüze varmak... Ve kanamış gözlerle, hakiki yüze bakakalmak. Toplumca ve ferdi olarak hepimizin en önce bu yüzleşmeye ihtiyacı var. En önce de kendi yüzümüz ve sosyal medyadaki sanal personalarımızla.



[1] Alperen Karapınar, (2022), “Twitter Gündem Ağları: Twitter Türkiye Gündemlerinin Ağ Toplumu Kavramı Üzerinden İncelenmesi” (Doktora Tezi) s. 44.

[2] Aylin Akpınar, (2014), “Toplumsal Değişme ve Küreselleşme” Yeni Toplumsal Hareketler, Anadolu Üniversitesi Yayınları, s. 17-19.

[3] Snow ve McAdam’dan aktaran: Filiz Göktuna Yaylacı, (2014), Yeni Toplumsal Hareketler. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, s. 92.

[4] R. Saim Dalbay ve Nazmi Avcı (2018) “Kimlik İnşasına İlişkin Temel Yaklaşımlar ve Bu Yaklaşımların Türkiye'ye Yaklaşımları” Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi s. 31-32.


Nisan 26, 2023

O Zarif Kıskançlık


Kıskançlığın zarif bir tonu var. Sevilene zarar veren zehirli kıskançlık değil, sevene zarar veren tonu. Sahip olma hırsından değil; ait olunan kişiye yakın olamamaktan gelen ince sızı kıskançlığı. Eskilerin "ince hastalık" sebebine dahi vardırdığı, Vadideki Zambak'taki Henriente kıskançlığı. “Kıskançlık, aynı zamanda, kovulamayan bir şeytandır, her defasında yeni bir şekle bürünerek çıkar ortaya” der Marcel Proust. Kıskançlık böyle dönüştürücü etki taşır bazen. Kıskançlığın başka görünümleri, başka tonları var mıdır peki? Vardır. Keşfedelim o halde: 

Hasedin Ateşi

Haset, birinin topyekûn varlığını kıskanmak ”O” olmayı istemek. Kıskançlıksa birine bahşedilenlerin kendinde olmayışının hazımsızlığı. Kıskançlığın hayranlığın ardın gizlenen bir yüzü vardır bir de. “Kıskançlık, gizli bir hayranlıktır” der Kierkegaard. Benzer frekansta Peyami Safa da “Hayranlık mağlûp olmuş bir kıskançlıktır. Yani kıskançlık gıptaya, gıpta hayranlığa yerini verir. Dibinde kin vardır. Gitgide, hayranlığın zaafa uğradığı anlarda bu kin ortaya çıkar.” der. Böylesi bir hayranlık öylesi çaresiz bir kıskançlıktır ki muhatabını istese de alt edemez.

Dahil olamadığı güzelliğe hüsn-ü zanla bakamayan, kendine benzemeyenin başarısını hazmedemeyen, dahil olamadığı her şeyi kötüleyen bir kıskançlık eşiği var bir de. Kendi biriciklik yanılmasını tehdit eden bir rakiple karşılaşan ve varlığını rakibi karşısında çelimsiz hisseden insanlar dedikodu, yalan, iftirayla kıskandığı insanları alt etmek adına her türlü çirkinliği göze alabiliyor. Kıskançlık, mahrum edici bir karakteristik taşır. Kıskançlık yüzünden ne çok güzelliği ıskalıyor insan. 

Nedensiz husumet en kısa haset tanımı bazen. Telaşlı itibarsızlaştırmaların ardından çaresiz bir kıskançlık çıkıyor çoğu zaman. Birini sürekli eleştirmek, her sözü/eylemi üzerinden antitez geliştirmekten belirgin kıskançlık işareti yok. Öylesine hastalıklı bir haldir ki bu kıskançlık duyulan kişiyi alt edebilmek için onun kötü, şahsiyetsiz, aşağılık biri olduğuna kendini inandırarak mücadelesini meşrulaştırır. Odağını hakikate, yaşamına ya da kendisine değil de başkaları üzerine çeviren ve hasedin ateşiyle yanan hakikat nasipsizi insan profilidir bu. Kendi ve hakikat arasındaki ilişkiyle varlığını meşgul edeceğine başkasının hakikatle ilişkisini tahrip etmenin peşinde, kıskançlığın zirvesinde zehirlenmiş bir ruhun tezahürüdür aynı zamanda. Kendi varlığının sesine dalmak varken ne beyhude bir uğraş.  


Kibir Rekabeti

Eleştirilerin temelsiz, yargıların dayanaksız, yergilerin ölçüsüz ve üslubun sığ olduğu her rekabet özünde "kibir rekabeti"dir. Tarafların birbirlerinin kibrini incitmeyi hedeflediği bu rekabet yalnızca mutlak hamlesizlik; kayıtsızlıkla son bulabilir. Böylesi bir üstünlük yarışında savaşan rakiplerin kibirleridir esasında. Hiçbir sıfatın, başarının, mülkün hükmü bulunmayan bu soyut savaşta; gözün içindeki, ruhtan gelen o halede "fıtrî ışık"tadır muzaffer. Yarış, nispet, rekabet hırsıyla sağına soluna bakınıp duranlar, geçmişin ardına takılıp kalanlar, yukarılara bakmaktan boynu bükük duranlar ve aşağı bakmaktan kendini alçak bir yükseklikte zannedenlerin arasında; insanın önüne bakıp yürümesi ne güzeldir oysa.

Virüsten daha hızlı ve bulaşıcı bir şey var: Hırs. Rekabet azığıdır onun, kışkırtmak huyu. Gözüne kestirdiği yere varmak ister. Ve hedefi vurmak, on ikiden vurmak... Sonucu düşünür hep, niçini hiç. Niçini düşünen yavaşlar çünkü. Başarmayı ve kazanmayı "olmak"tan çok seven insanların en belirgin özelliği: Rekabet. Rekabet güdülerini tahrik eden her şeye vahşi bir sırtlan gibi hırsla koşarlar. Çatlarcasına koşarlar... Yine de bir yere varamazlar. En çok da kendilerine. Rekabetçi, hırslı, yaşamı bir yarış gibi görüp şeye koşanlar nihayetinde kendilerine gecikiyorlar. Kendisi yerine başkalarıyla yarışanlar, kendi yolundan uzaklaşıp kendi hızını yavaşlatıyorlar çünkü. İnsanı en çok hırsı yavaşlatıyor.

Benzer ruhlara sahip olup; benzer şeylere sahip olmayanların o ölümcül husumetlerini Dostoyevski muhteşem teşhisliyor: “Ona benziyorsun, çok benziyorsun hatta belki akrabasınız; aranızdaki tek fark onun parlak bir şahin ve bir prens, seninse bir baykuş ve tezgâhtar olman.” Bitimsiz egosantrik mücadelelerin ardında kindar ve sadık kıskançlıklar vardır. Böylesi sadık kıskançlıkların en güzel faydalarından biridir bu: İnsanın hasmını bile nitelikli hale getirir. Kıskançlığın dahi kalifiye, derin ve estetik olanı vardır çünkü. 


Sahte Kayıtsızlık

Atmosferin katmanları gibi... Yoğun görünen duyguların ardında bambaşka duygular saklanıyor bazen. Küçümsemenin ardında mahcup bir kıskançlık, aşka benzeyen şeyin ardında başkasına intikam. Ve öfke görünen şeyin ardında gizli bir utanç. Bazen de birbirine geçmiş haldedir duygular. Sanılanın aksine kıskançlık ve kibir beraberdir. Kibri içten içe kendine yakıştırırken kıskançlığı şiddetle reddeder insan. Yükselen narsisizmin zamanında en üvey evlat duygu kıskançlık artık. Hep şiddetle reddedilen ve hep başkalarına layık görülen. Oysa insanın en sık, en yoğun yaşadığı duygulardan biri kıskançlık. Bu "kıskanıyorlar beni!" sendromu iyice yaygınlaştı. Kimse kimseyi kıskanmıyor, herkes kıskanılan kişi artık. İnsan ara ara "Beni neden kıskansınlar?" diye sorup kendine ciddi ciddi düşünmeli bunu. Kıskançlıkla perdelenmiş kibrin en bariz göstergesi sahte kayıtsızlık var bir de. Sahte kayıtsızlık; kibir ve kıskançlığın bir olduğu o hali ele veren ilk şey. Bastırılmış kıskançlık; şiddetli aşağılamalarla ya da sahte kayıtsızlıkla ele veriyor kendini. 

Her tür kıskançlık için güçlü bir reçete var: Sahip olunamazsanız, kaybedilemezsiniz. Rekabet etmezseniz, yenilemezsiniz. Kıyaslamazsanız, kıskançlık duyamazsınız. Kıskançlık, bir tür kalbî cimrilik. İnsan, ihsan etmenin hazzına varınca kıskançlığın cimriliğin kötü bir şekli olduğunu fark ediyor. Cimrilik, hissedememektir sonsuzu. Kıskançlık, eksilmiş hissetmekten gelir çünkü. Sonsuz olan eksiltilemez, çalınamaz oysa. 


Âşık Kıskançlık

"Kıskançlık sevginin sıfatlarındandır" der Muhyiddin İbn Arabi. İbn Arabi, Aşk Risalesi’nde sevenlerin özelliklerinden, kalbi hallerinden bahis açar: Erimek, Garam (üzüntü içinde sevgilide yok olmak), Şevk (kavuşmaya dönük ruhani bir hareket), Heyam (kara sevda, kendinden geçmek), İnlemek, Kemed (gam, tasa, kalpteki aşırı üzüntü) Aşkın bu katmanları, her katmana has bir kıskançlık yorumunu da beraberinde getiriyor. Yaşanmamış güzelliklerin olasılığını kıskanmak gibi estetize edilmiş kıskançlıklar vardır ve bu en güzel iltifattır bazen.

Samipaşazade Sezai kıskançlıktan “en mülayim insanları bile heyecanlandıran aşk felaketi” olarak bahseder. “Bu kıskançlıktı. Aşkın öbür çehresi olan kıskançlık. Bütün hazların ve saadetlerin, bizi mesut eden tebessümlerin, ahitlerin, ümitlerin tekrar gerisin geriye dönüp, keskin bıçaklar, çok sivri neşterler halinde içimize saplandığı kıskançlık!” der Ahmet Hamdi Tanpınar da. Böylesi bir kıskançlığı tek kelimeyle ifade edilse "kanser" olurdu. Ve bunu yalnızca Henriette anlardı. Kanser gibi kıskançlık sessizdir, müthiş sezgindir, rakiplerini kıskanmaz. Kanser gibi kıskançlık Henriette'dir. Ölümcüldür.

Proust’un aşk anlayışı da bu noktada enteresandır. Aşka “karşılıklı bir işkence” diyen Proust; kıskançlığı da “endişeli bir zorbalık ihtiyacının aşkî konulara yönelmesinden” ibaret görür. Proust ayrıca kıskançlığın en acı halinin sevilenin bizde kaybettiği şeylerin başkasında bulmakla yaşandığını söyler. Buradan hareketle muhatabın bir vakit zihnine, kalbine ve ruhuna tesir etmiş bir rakip her zaman hakiki bir kıskançlık nedenidir. Bir varlığa yönelmiş hususi dikkat en belirgin aşk belirtisi ve kıskançlık nedenidir. Rekabet içgüdüsü, seçici olmayan flörtöz meraklar ve maymun iştahla içselleştirilemeyen her insanla alâka kuranlar; hiçbirinde derinleşemediklerinden bu yüzden gerçek bir aşk yaşayamıyorlar. 

Aşkın acı verici karakteristiğinin en yakıcı yüzlerinden biri de âşık kıskançlıktır. Charlotte Bronte, âşık kıskançlığın haz verecek kadar şiddetli halini kahramanı Jane Eyre’i, âşık olduğu adamı başka bir kadınla flört edişini seyrettirerek ifadelendirir: "Baktım. Bakmaktan şiddetli bir zevk aldım. Yine de değerli bir acıydı bu." Platonik ve seyirci bir kıskançlığın hâlidir bu. Bu hale daha ince bir yorum “Her aşkın içinde bir intikam gelip gider” diyerek Sezai Karakoç’tan gelir. Aşkın şiddetli, sitemkâr ve ketum bu karakteristiği Sezai Karakoç’un şiirlerinde belirgindir. Çok özel bir kıskançlığı vardır Karakoç’un.  Âşık kıskançlığın sesini en güzel estetiz eden isimlerden biri olarak Köşe şiirinde ifadelendirir: “Ben geleceğin kara gözlü zalimlerindenim / Bir tek köşen bile ayrılmamışken bana / Var olan ve olacak olan bütün köşelerinin sahibi benim.” Platonik bir aidiyet hırsı vardır burada, zorba olmayan, ümitvar ama bir o kadar da mahzun bir aidiyet hırsı. 


Gayret Makamı

İskender Pala, Kitab-ı Aşk’ta gayret kelimesinin bugün pek kullanılmayan bir anlamından; kıskanmak, çekememek ve tahammülsüzlük anlamlarından bahseder. Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk mesnevisine atıf yaparak Aşk ve Hüsn isimli iki gencin aşk yolculuğunda Aşk’ı, Gayret adında bir lalanın yetiştirdiğinden bahis açar. Hüsn’e âşık Aşk’ın, Kalp Ülkesi’ne varması için “gayret” kaçınılmaz bir yol arkadaşıdır çünkü. Gayret, Şeyh Galip’te; sevilen için gösterilen çaba, göze alınan meşakkat, ödenen bedeller olduğu gibi aşka ve maşuka başkasını ortak etmek istemeyen kıskançlığa karşılık gelir. 

Divan Edebiyatındaki gayret ve makamının en güzel nişanesi Çamlıbel'in o mısrası "Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun." cümlesinde saklı olabilir. Yahut "Saçın yüzüne değse telini kıskanırım" şarkısında. Oysa hepsinden daha yukarıda bir Gayret Makamı var: Sevilen ruhta, başka ruhların zerre tesirine dahi tahammül gösterememek. Bugün en yüksek beşeri sevgide bile başka ruhların tesiri var. Oysa birinin en’i olmak, tesir listesinin zirvesinde olmak ya da en çok sevilen olmak yetmiyor. Kul da Tanrı’ya öykünüyor, haddini aşıyor ve O’nun gibi tek, eşsiz, ortaksız olmak istiyor aşk bahsinde. 

Sahip olma hırsı çok defa sevgi ve aşk işareti olarak sayılıyor. İnsanlara aidiyet bağı yerine mülkmüş gibi bir sahip olma hırsıyla yaklaşmak ruhsal ve hissi bağları tahrip ediyor. Sahip olma hırsıyla dolup taşanlar, sevdikleri insanlarla aidiyet yerine mülkiyet bağı kurarlar. Hakiki muhatap ile mülkiyet değil aidiyet bağı kurulur oysa. Ancak bir sözleşme unsuru ile mülkiyet bağı kurulabilir. Mülkiyet bağı kurulan her şey diğerleriyle kıskançlık; aidiyet bağı kurulan her şey başkalarıyla "Gayret Makamı" doğurur.

Gayretin bilinen anlamıyla bazen bir şeyin yalnızca bizim çabamıza bağlı oluşu da heves kırıyor. Çaba bitince, o şey de bitecek çünkü. Gayret mühim şey ama gayret tutkuya hiç yakışmıyor. Sadece çabayla sürecek şeylerin doğmadan ölmesi en güzeli bu yüzden.


O Tutkun Aidiyet 

Hisler karışıp yepyeni hisler doğurur bazen. Hislerin birleşmesinden doğan hisler daha güzel: Huzurlu neşe, zarif şefkat, mutlu yalnızlık, kırılgan öfke, buruk mutluluk, derin kıskançlık, huzurlu acı, mağlup hınç, mutsuz aşk, şaşkın sevgi, mahcup sevinç, dingin dalgınlık, hırçın mutsuzluk, hüzünlü intikam, tutkulu karamsarlık… Tutku farklı olarak karıştığı hissi daha da yoğunlaştırır. Tutku sadakat ve aidiyete çok yakışır bu yüzden. “Tutku istisnai bir duygudur, kıskançlık ise dünyadaki en istisnai tutkudur” der Dostoyevski Beyaz Geceler’de. Kıskançlığı bir tutku türü olarak okumak, kıskançlığı en estetik ve zehirli tutku haline getiriyor.   

Karanlık tutkunun verdiği azapların en kötüsü özel olamama acısıdır. Bu tür özel olamama acısı için birebir: Sizi özel bulmayan biri sizin için özel olamaz. Ve özel olmayan bir şey için, biri için üzülmek bir anlam taşımaz. Kendi özel olanını bulma ümidi, özel olamama acısının en güzel şifasıdır bu yüzden.

Aidiyet, en sarsılmaz his. Ruhen, kalben, zihnen, bedenen tek bir varlığa ait hissedince; didaktik, tehditkâr ve vaiz gibi konuşan iç seslere, kıskançlık kavgalarına, saf dışı bırakılan rakiplere, sadakat ödevlerine, yasaklara gerek kalmıyormuş. Aidiyet, sadakatin tek muhafızıymış. Ve en zarif kıskançlıkların bile tek devası. Aidiyet, hemdemlik getirir. Hemdem enfes bir kelime. Birlikte (hem) ve nefes (dem) kelimeleri kavuşmuş ve hemdem olmuş. Birinin nefesini varlığında hissetmek. Yalnız teninin nefsini değil. Zihninin nefesi, ruhunun nefesi, kalbinin nefesi ve cânının nefesini de. Bir varlıkta ve hep "bir"likteymiş gibi.

O Aşık Dikkat


Sayfaları gezinirken durdunuz ve tam şu an bu cümleyi okuyorsunuz. Evet, biraz dikkatinizi çekti. Alaycı bir tebessüm? Bıkkın bir göz devirme? Bıkkın gözleri uğurlayarak tebessümünü yüzünde sürdürenler için devam edelim o halde. Tıpkı böyle… Her alaka dikkatle başlar. Maşukun ay gibi aşığının yörüngesinde gezinmesi gibi kati: Tesir ruhun, beğeni gözün, sevgi kalbin, dikkat de zihnin ilgisi.

Zihnin dikkatini istemsizce verdiği şey, meşgul olduğu biricik ayartıcısını ele verir. Zihin hoşlandığı şeye dair her ayrıntıya dikkat kesiliyorken umursamadığını anons gibi onlarca kez duyup geçiyor. Beden dilindeki aynalamanın zihinde de izdüşümü var. Kelime seçimleri zihinsel tahriklerimizi ifşa ediyor. Daha önce hiç kullanmadığınız bir kelime dilinize pelesenk mi oldu birden? Yeni fikir flörtünüze merhaba deyin.

Dikkatsizlik, bir umursamazlık türü. Sıklıkla yapılan dikkatsizliklere dikkat etmekte fayda var bu yüzden. Orası şuurun uyuduğu nokta. Uyuyan şuur ve istikrarlı dikkatsizlik felaket çağırıyor çünkü. Tersi mantıkla bilinçli umursamazlıkta da saklı bir alaka var. Freud’un meşhur tespiti “Bir insan bir yere bakıyorsa orada ilgilendiği bir şey vardır. Bir insan bir yere hiç bakmıyorsa, orada ilgilendiği bir şey kesinlikle vardır.” sözü bu bağlamda karşılığını buluyor. 


Zarif Dikkat

Bakımı özen, zarif bir dikkat ve özel bilgi isteyen nadir çiçek türleri gibi bazı insanlar. Eşsizce açmak için hususî alâka bekliyorlar. Ama... Yaşamın meşakkatli yollarından zorlukla geçenlerin ne hâli ne de "vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya" Neyse ki zarif kavrayışın meşakkatine talip olanlar da var. 

"Olağanüstü bir şekilde senin gözlerinde / Kendimi olurken gördüm" der Friedrich Hebbel. Kendi oluşunu bir çift gözün içinde seyretmek. Bir çift gözü ayna olarak görmek. Ve bir çift gözü varoluşunun şahidi etmek... Eşsiz bir şey. Bu eşsizliği veren nedir peki? Zarif bir dikkat. 

Zarif dikkat ne güzeldir. En büyük iltifattır o. Bir şeyin en küçük ayrıntısına, muhatabın her zerresine nazik bir dikkat, ihtimam göstermek... Hususî, zarif ve derin bir dikkate layık olmaktan daha çok ruhu okşayan ne var?


Gizli Dikkat

“Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar.” der Kur’an. İbret kelimesinin, bugün romantik hakikatçi bir çağrışımı var. Oysa ibret nazarının ibresi vardır, gizli dikkati işaret eder o.

Gizli dikkat ne güzeldir. Göstermeden kendini, hedefini gözleyen keskin nişancı gibidir. Yahut kalabalık bir salonda gözünün ucuyla maşukunu izleyen aşık gözler gibidir. Stalker ya da hırsız gibi "göz diken" değildir o. Kendine ait olanı bilen ve bakandır o.

Başka bir âleme dikkat kesilmişliğin o sessiz bakışı… Başka bir aleme dikkat kesilmişliğin dalgınlığı vardır bir de. Gözü dalmak... Başka bir âleme dikkat kesilmenin, şimdi ve burada değil orada ve o zamana iltica edişin resmi sanki. Birinin gözünün daldığı yere gitmeyi istemek, bakışın şiiri değil de nedir?


Aşık Dikkat

"Göz izi" muhteşem bir terkip. Bakışın görünmez izi vardır, izi kalır bellekte. Göz, muhabbetle baktığı her şeyi mühürler. Tutkuyla baktığı şeye ait olur ruh. Bugün en çok da çok fazla şeye meylle, hevesle, açgözlülükle baktığı için ait olamıyor insan. Belki de bu yüzden içine başka bir çift gözün şirki düşmemiş tek bir tane göz yoktur diye karadeliğe sönedurur yıldızlar.

“Seni hiçbir dünya telaşına değişmedim ben.” demişti Şükrü Erbaş. Hakiki muhatabın en küçük ayrıntısına bile en mühim işi yapıyormuşçasına mesai ayırıp zarif ve incelikli bir dikkat göstermekten daha büyük bir aşk alameti var mıdır ki?


Keskin Dikkat

Her şeye nişan alarak bakan namlu göz, aynada kendini vurur. Tıpkı böyle… Dehşetli, çarpıcı, kötücül şeylere tanık oluşun açık bir yara gibi izi kalır gözlerde. Gözün tanıklığıdır bu. Göz bir yaraya benzer. Bakış zehirli bir ok'a. Bazen de doğrulmuş bir namluya. Baktıkça acır ve acıtır.

"Tedavi olmak istiyorsan, yaranı açmalısın" der Boethius. Anlamak, yaralar bazen. Bir şeyi en derin manasıyla idrak etmek kanatır. Çünkü kanayarak keşfi öğrenir göz ve bakış. Alex Andreyev'in ''İnsanın gözlerini açması bazen çok acı verici olabilir" tablosu gibi tıpkı.

"Yetiştirdiğim en iyi nişancı vurdu beni" der Birhan Keskin. Ya da şöyle: En iyi keskin nişancılar yetiştirdi beni. Her saldırı savaşma kabiliyeti kazandırır aynı zamanda. Vuruldukça, vuruldukça ve ölmedikçe daha da güçlenir insan. Keskin dikkat gibi hırçınlık bir dikkat türü. Bilenmiş bir dikkatse eğer. Dilde, hâlde, tavırda, yazıda; açık, örtük, metaforik ya da estetik... Fark etmiyor. Hırçınlık insanın bilendiği yeri ifşa ediyor anında.


Okurun Dikkati

Ruhsal, zihinsel, kalbî çekicilik de var. Şahsiyeti, benliği çekici olanlar... Çekiciliğin bedene, beden diline indirgenmesi fahiş bir yanılgı bu yüzden. Bazı düşünür, yazar ve kitaplara duyduğumuz dikkat; bu soyut çekiciliğin varlığının en büyük işareti.

Bakış, okuyuşa benziyor bazen. Bir yüzü her şeyiyle seyretmek; o yüzün ruhuna dair bilinmeyenleri bakışın ritmiyle hece hece keşfetmek bir kitabı okumaya benziyor... Evet, anlamlı yüzleri seyretmek de okumaya dahil. Derin bir bakış olmadan, fotoğrafa bakar gibi okuyoruz artık. Yüzeysel, görsel bir okumayla. Kimse okuduğu şeyin gerçek bağlamını idrak edecek kadar bile dikkat etmiyor.


Çeldirici Dikkat 

Ken Follett “Paradoks, dikkat çekmek için tepe taklak duran hakikattir” der. Gerçeğe olan dikkat, gerçeği görmeye yetmiyor her zaman. Salman Rushdie'nin ilginç bir sözü var aynı güzergahta: "İnsanın anlatmayı seçtiği her hikâye bir tür sansürdür, başka hikâyelerin anlatılmasını engeller." Bazen bir tarafa olan aşırı vurgu, o şeyi vurgulamak için değil; diğer tarafı kamufle etmek içindir. Dikkati güçlü olan yere çekerek zayıf olan tarafı kamufle etmek en kurnaz saklanma biçimidir. Doğada savaşçı ve güçlü olmayan birçok hayvanın yıllarca hayatta kalabilmesi de bu stratejiye bağlıdır.

Çeldirici dikkatte kötücül çekiciliğin tesiri var en çok: Şeytan tüyü. "Şeytan tüyü"nü iltifat; çekiciliği güzelliğin bir şartı olarak gören bakış; saflık ve masumiyetten şefkatli bir küçümseyişle bahsediyor.


“Çalınan Dikkat”

Dikkat üzerine son yıllarda yazılmış en iyi metinlerden biri olan Çalınan Dikkat kitabında Johann Hari, dikkat üzerine güçlü çıkarımlar yapıyor. Hari, yaşadığımız çağın dikkati çalan etkisinden bahsederek bu çağın parolasının "Yaşamayı denedim ama dikkatim dağıldı" cümlesiyle ifade eder. Hari, bilhassa sosyal medya etkisiyle beraber insanların hiçbir şeyle uzun alakalar kuramadığını çarpıcı bir örnekle izah ediyor. Harvard’da bir profesörün bile öğrencilerine kısa kitaplar okutma zorlandığını ve çözüm olarak Youtube videoları ve podcastlari kullandığından bahsediyor. 

Bu alaka dikkatsizliği için süratin derinliği feda ettiren yanına dikkat çekerek derinliğin zamana mecbur olduğunu altını çiziyor. Sosyal medya kullanımının getirdiği hız aynı zamanda empati kaybı meydana getiriyor ve kullanıcıları daha agresif hale getiriyor. Hari’nin kendi ağzından teşhise ve çözüme kulak vermeli:

"Böyle az uyuyup çok çalışan, üç dakikada bir faaliyet değiştiren, zaaflarımızı öğrenip manipüle etmek için tasarlanmış sosyal medya siteleri tarafından takip edilip gözlemlenen, stres fazlalığından aşırı tetikte yaşayan, enerjinin sıçrayıp çakılmasına yol açan bir şekilde beslenen, her gün beyne zarar veren toksinlerle dolu bir kimyasal çorbası soluyan bir toplum olmaya devam ettiğimiz takdirde -ciddi dikkat sorunları yaşayan bir toplum olmaya da devam edeceğiz, evet. Ama bunun bir alternatifi var. Örgütlenip karşı koymak - dikkatimizi ateşe veren kuvvetlerle mücadele edip yerlerine iyileşmemize yardımcı olacak kuvvetler geçirmek."


Kendine Dikkat

(MS 25-MS 95) yaşamış Romalı stoacı filozoflardan Musonius Rufus "İnsan ancak kendine daimî bir dikkat göstererek temin eder, kendi ruhunun selametini" demişti. Kendine dikkat kesilmek… Bu gürültülü dünyada kendine dikkat kesilmek mümkün müdür ki? Kendine dikkat kesilmenin bir de kendine saplanıp kalma eşiği var. Kendine dikkat kesilmekle, kendine saplanmanın bencilliği arasındaki farka dikkat çekmekte fayda var. Bencilliğin dikkati, başkalarına hayata dikkatsiz kılıyor. Dikkat yoksa, alaka yoktur, alaka yoksa aşk yoktur, ihtimam yoksa aşk yoktur çünkü. 

Başka bir güzergahta kendi ekseninden çıkıp başkalarına pervane olanların farkına dikkat çekiyor İhsan Fazlıoğlu. “Kendini ihmal edip başkalarına dikkat kesilen kişi, daha yaşarken bedenini mezara çevirir, aklını çöle.” diyor Fazlıoğlu. 

İnsanın yalnız kaldığı anlardaki "gözetleyicisi" gerçek benliğine dair çok şey ifşa eder. Gözetleyicimiz kim? Yaratıcı mı? İçimizdeki seçkinlerin üstenci gözleri mi? Süper egomuz mu? İdeal benimiz mi? Karşı cins mi? Bize hayran bir tribün mü? Yoksa hayalî bir sahne mi? Kendi gözlemleyişini gözetleyebilen göz ikisini de yapabilir.

Dikkat çekme hevesinin, göze girme telaşının kendimizi harcatan etkisi var bir de. Gözden düşenler, göze girmek için çırpınanlardan çıkıyor en çok. Kendilerine yalnız başkalarının gözlerinde yer bulabiliyorlar çünkü. Bu yüzden bir göz açıp kapatma süresince sürüyor münasebetleri.


Sonsuza Dikkat

Göz bir yere, bir şeye, bir kimseye sonsuza bir dikkat gösterir. Bazı dikkatler ne güzeldir. Şöyle tıpkı: Trende camdan dışarı seyrediyorum müzikle. Camın aksine bir suret düşüyor sızan güneşle... Karşımda görme engelli gencin apaçık gözleri. Güneşle bir olmuş bana bakıyorlar... Güneşin gözleriyle göz gözeyiz sanki.

Gurmeler, antikacılar, sarraflar... Bir parçaya neye göre paha biçerlerdi? Biçilen pahayı sonsuz sayıdaki deneyimin ehlileştirdiği, seçmeyi bilen o göz belirlemez miydi? "Göz görgüsü" değerlinin değerini bilen o gözün nazarındadır işte.

Sonsuza dikkat kesilmek enteresandır. Sonsuza dikkatte, yaşamın ve ölümün sırrına nüfuz etme ısrarı vardır. Sonsuzdur son bakış. Göz ölse bile son bakış hep yaşar. Her şeyi unutabilen insan son bakışı unutamıyor. Yıllar geçti, o bakışı unutamıyorum. Gözlerin de yası var. Gözün bir yere, o yere dalıp gitmesi… Gözün yası da bu olsa gerek.