O cümlemiz Haşmet Babaoğlu’nun 2014 yılından bir Pazar notundan: “Mahzun yüzleri masum sanmak... Zarif bir yanılgı” Bu çok fazla güzel cümleyi çoğaltarak yanılgılar üzerine, muhteşem yanılgılar üzerine soralım o halde:
- Zeynep
Merdan: Henüz kötülük yapmamış olanların iyi sanılması kötü bir yanılgı...
“Kötü, iyiyi tanır ama iyi, kötüyü tanıyamaz" diyor Kafka. Gerçek
iyi, kötü olabilecek fırsatı ve kudreti varken iyiyi seçme kudreti
gösterendir diyebilir miyiz? Kötü ve kötülüğe dair yanılgımız nedir?
Haşmet Babaoğlu:
Tanımlamayla başlar yenilgilerimiz. Körlüğümüz gözlerimizden değil, zihnimizin
esir olduğu tasavvurlardandır… Kendi dünyanda verili hayatı olduğu gibi kabul
etmeye, tembelliğe “iyilik” diyoruz çoktandır. Al sana berbat bir yanılgı… Oysa
iyilik eylemdir; iyiler eylemcidir. Dolayısıyla varoluşlarını kötülüğü tanıyıp
hesaplaşarak inşa ederler.
İyilik ”gelişine vurmak”
sanılıyor, her şey akışına bırakılıyor ya, insan soyunun büyük serüvenine ve
vahiy geleneğine temelden aykırı bir haldir bu. Oturduğun yerde iyilik olmaz,
kıyam etmen, yani doğrulup kalkman gerekir.
Düzenin tanrılaştırıldığı
hayatlardan ötesini gözümüz görmediği için “küçük insan”lardan “iyiler” diye
bahsediyoruz. Sonra da kızıyoruz; “büyük insan”lar hep kötülerden çıkıyor diye…
Kötülük aldatır; niteliği bu… O halde iyilik aldanmaya direnç ve her sabah
yeniden hakikati kurmaktır… Yani “iyiyi seçme kudreti” dediğin şey aslında
hakikati seçmektir.
Bak, bir şey söyleyeyim
mi? Yanılgılarımızın pek azı öyle zarif saflıklardan oluşuyor… Korkakları “iyi
insan”, güçsüz zalimleri barışsever sanıyoruz. Belki en tehlikelisi de bir
yolda düşe kalka ilerlerken elini tuttuklarının aslında korkak hainler olması…
Sen onları sadık yoldaşın sanıyorsun…
Çarçabuk kötülük
problemine geliyoruz burada, değil mi? “Nereye gitti kötülük?” diye soruyordu
Baudrillard… Haklıydı bir bakıma… Öyle ya, hatalar var, hastalar var,
uyumsuzlar var, sosyopatlar var, arsızlar var, iktidar zehirlenmesine
uğrayanlar var, şunlar var bunlar var… Hepsi de yaftası oluşturulduktan sonra
“anlayışla” karşılanıyorlar; zihinlerimizde onlara ayrılmış bir kontenjan var,
oraya yerleştirdik mi, gerisi güvenlik sorunu… Ama kimse kötülükten söz
etmiyor. Nereye gitti bu kötülük? Adı kaldırılınca kendisi ortadan kalkıyor mu?
Artık ninem gibi sade,
yalın, dümdüz düşünüyorum: Akla kara kadar açık iyilikle kötülük arasındaki
çizgi. Bal gibi bilir insan ne iyilik ne kötülüktür, bilir. Kötülük ve kötüler
kol geziyor yahu! Mesele kaybetmeyi göze almakta… İyilik, kötülüğün kurguladığı
düzenden çıkabilme cesareti istiyor. Zor! O zaman gelsin yaftalar, anlayışlar
ve azı zarif, çoğu tehlikeli yanılgılar…
- Zeynep
Merdan: İnsanın kendisine haz veren her şeyi mutluluk sanması, acı bir
yanılgı. En acı mutsuzluklar, hazzın tadıyla başlar. "Huzurlu
mutluluk"larsa; başta yavan gelir hep. Tek hedefi buymuş gibi hırsla
mutluluğu arayanlara ve mutluluğa en büyük yanılgımız nedir?
Haşmet Babaoğlu: Mutluluğun
tamamı yanılgı galiba… Güzel aldanış
sanırım; en güzel aldanış. Bugünlerde şükran duygusuyla hayatının
mutluluklarını sık sık hatırlayan ve bundan da ayrıca mutlu olan biri olarak
biliyorum: Mutluluk, geçmiş zaman kipinde “var” oluyor. Yaşarken mutluluk yok,
palavra o! Bin türlü tarif yapıyorsun ama ancak geçip gittikten sonra,
“mutluydum” diyorsun. Şimdiki zaman kipine ise mutsuzluk ya da şüpheler hakim;
iyi miyim, mutlu muyum, huzurlu muyum, sorar durursun. Bütün olay bu! Ama bu
kadar kısa bir cevapla kim yetinebilir? Kim bu yalın gerçeği kabul etmek ister?
Şunu da itiraf edeyim;
mutluluk üzerine, haz üzerine sorularla karşılaştığımda hep şöyle bir şey
geçiyor zihnimden: Soruyu soran kendindeki hangi mutsuzluğu meşrulaştırmaya
çalışıyor acaba? Kendime de şöyle diyorum; mutluluk yanılgı mı dedin? Yapma
Haşmet, derdin ne? Mutsuzluğuna entelektüel mazeret mi uyduruyorsun? Ama
doğruya doğru!
Şu da var; İnsan
mutluluğa ayarlı değildir ama haz onun “yaşar kalma” düzeneğinin temel
unsurlarındandır. Kültürle haz arayışını terbiye eder ve “insan”laşır… Şimdi
diyeceksin ki, iyi de mesut olmak diye bir şey var, saadet var…
Arapça “Sa’d” kökünden
geliyor saadet. Kutluluk, uğurluluk, lütuftan nasibini almış olmak… Yani modern
insanın mutluluğu ile geleneğin saadeti arasında dağlar kadar fark var. Modern
insan bu haliyle ara ara mutlu olsa bile, mesut olamaz.
- Zeynep
Merdan: Çekiciliğin bedene, beden diline indirgenmesi fahiş bir yanılgı.
Ruhsal, zihinsel, kalbî çekicilik de var. Şahsiyeti, benliği çekici
olanlar... Bir kez bile görmediğimiz, tanışmadığımız ya da ölmüş insanlara
duyduğumuz yüksek alâka ruhsal çekiciliğin en büyük ispatı. Bu ayartıcı
dünyada çekici görünene dair yanılgımız nedir?
Haşmet Babaoğlu: Güzel,
çoğu zaman bir yanılgıdır… Güzelleşen, yani çekici olan ise hakikatin ta kendisidir…
Bunu söyleyince, başka da bir şey söylemek gelmiyor insanın içinden. Çünkü “güzelleşme”nin
içinde senin dediklerinde var, demediklerin de…Güzel kadınların bu bilgiden
türeyen tutukluklarıyla, güzelleşebilen kadınların coşkularını kıyaslamak
anlamamıza yardımcı olur.
Bir zamanlar yazılarında
çok kullandığın bir kavram vardı Zeynep. Hatırlıyor musun? Eskimiş sayılan ama
her dile gelişinde “tesiri” apaçık olan bir kavram: Tesir… İz bırakmak, görünme
ve görme anından sonraya kalmak… Hiçbir kelime kültür tarihi içinde eş anlamlı
değildir, malum. “Etki”nin cılızlığı ile “tesir”in dolgunluğunu bilenler okurlar
kıyaslasın ve sonra bana sorduğun soruyu bir de onlar bu “tesir altında”
cevaplasınlar isterim. (Buraya tatlı tatlı gülümseme emojisi konulabilse
keşke!) Şimdi aklıma geldi; eskiden hipnozitörler uygulamalarına “tesir”
derlerdi. Bunu da ekleyeyim.
Hiç tanışmadığımız
insanların çekiciliği mi? Esası odur zaten… Çekicilik mesafeden geçinir… Yani
ruhsal çekicilik diye açmana gerek yok, çekicilik burun burunayken bile
“ruhsal”dır. Mesafenin bir türlü kapanmadığını gördükçe ona doğru çekiliriz. Ve
işte onlar görme, tanıma, tanışma anından sonraya kalırlar. Bunu ilk andan
biliriz. Güzeli, çekiciliğin karşısına koyan toplumdur. Çünkü toplum çekici
olanın “tesir”inden korkar. Kaplanı sever toplum, kediye nankör der. Oysa bütün
“tesir” kedidedir. Anlayan, anlamıştır kastımı…
- Zeynep
Merdan: Subjektif yargıların eleştiri zannedilmesi trajik bir yanılgı.
Çoğu insanın eleştiri zannettiği şey, o kişi hakkındaki duygusal ve
subjektif izlenimlerden ibaret. Her tür mecrada eleştiriye dair en büyük
yanılgımız nedir?
Haşmet
Babaoğlu: Objektif
yargı var mı? Birisi hakkında yargıda bulunmanın her yanı trajik yanılgı… Lakin
öyle yaşayacağız, kaçış yok. Başkası hakkındaki her sözümüz içinde
benliğimizden bir parçayı da içinde taşır. Doğrusunu Allah bilir!
Genç
kalmak seviliyor ya, bu konuda genç olmayalım ne olur! Paçamızdan akan komplekslerimiz ve kişisel
serüvenimizin hayal kırıklıkları başkalarına bakışımızı kuşatıp teslim almasın.
Bir başkasını incitme iştahımız objektif havalarda eleştiri kılığına
bürünmesin… O kadarı yeter! Bundan fazlasını insandan beklemek çok hayalcilik
olur. Yargılarken, yargılanırız. Net! Bu yüzden yargılarımıza değil, zaman
aşırı sağlam ölçülere dikkat etmek ve zehirli bir dilden uzak kalmak en
doğrusudur.
Gerçek
bir “kritik”, kritik ettiğin kişiyi ciddiye alman, değer vermenle başlar. Tam
da bu yüzden ona karşı bir ödev gibidir. Peki şu egosantrik ortamda ne kadar
mümkün böyle bir şey. Kendimizden başkasını ciddiye almamayı kendini ciddiye
almak zanneden bir dolu insan… Biz hayranlıkla umursamazlık arasında gidip
geliyoruz. İkisi de “değer” vermeyi
imkansızlaştıran haller…
- Zeynep
Merdan: İçini olduğu gibi, çöp gibi dökmenin içtenlik sanılması da bir
yanılgı… "İçini pespaye arzular ve kör hırslarla doldurmuş olanlara
ne demeli? Sakın içten olma, sakın!" geçiyor son yazılarınızın
birinde. İçindeki karanlığı, kiri, kötülüğü olduğu gibi sözde dürüstlük
cesaretiyle dışarı vurmanın içtenliğine dahil olup olmama mevzu... Sağlam
bir soru: Kötü bir içtenlik, iyi midir? İçtenliğe dair yanılgımız ne
olabilir?
Haşmet Babaoğlu: İçtenlik
dediğimiz şeyin “iç”i yok… Bir tür
sürtünme ısısı üretenler “ne sıcak insan” diyoruz. Patavatsızlık samimiyet
sayılıyor. Yapmayalım nolur, diyeceğim de sürekli vazedilen şey bu… Dahası var;
senin de dikkatini çekiyordur, samimiyet için popüler kültür bir hazır kalıp
oluşturdu: İfşa numarasına yatan hikayeler anlatacaksın. Kişisel mazine dair son derecede sıradan
anlatılara “itiraf ediyorum” diye başlayacaksın… Böyle yapan bir politikacıysan “çok samimi
insan” diyecekler; eğlence sektöründen bir ünlüysen hayran kalacaklar…
Samimiyet kelimesinin
kökü bir “öz”e işaret ediyor Arapça’da. Merkez, ilik, içerisi… Yani bir “öz”ün
yoksa, olgunlaşmamışsan ve özüne dayanarak konuşmayacaksan… Gevşek bir
gevezelik seni samimi yapamaz! Ama şefkatten yoksun bir dünyada müptezel
dedikoduculuktaki paylaşım sıcaklığı bile müşfik sosyal ortam duygusu
doğuruyor; nasıl feci bir yanılgı!
- Zeynep
Merdan: İyi hissettirenlerin "iyi", kötü hissettirenlerin
"kötü" sanılması kötü bir yanılgı. Tıpkı bu şekilde bir insanın
yanındaki hâlimizi sevmek; gerçekten sevdiğimiz ya da sevildiğimiz
anlamına gelmiyor her zaman. İyi hissetmeye, iyiliğe ve iyilere dair
yanılgımız peki?
Haşmet Babaoğlu: Ah
Marguerite Duras’nın “Hiroşima Sevgilim”i geldi şimdi aklıma… Geçen gün bir
kafede notebook’umu açmış oylanırken kitabın pdf dosyası karşıma çıkınca
dalıverdim içine… Onca yıkımın ardından Hiroşima’ya gelmiş Batılı bir kadınla
Japon adamın kısacık karşılaşmasında hep kalıcı olacağı baştan belli bir aşk… Ve
onlar birbirlerine sürekli şöyle diyorlar: “Gün aslında hiç kimsenin üzerine
doğmayacak bir daha. Hiçbir zaman. Bir daha asla. Nihayet. Öldürüyorsun beni.
Öyle iyi geliyorsun ki bana…” Onların birbirlerine “iyi gelmeleri” ile
bugün sosyal medyada ve yaşam koçluğu mecralarında dillere pelesenk olan “iyi
gelmek, iyi hissetmek” ne kadar farklı…
Çileyi tanımamış bir
dünyada konforu hissetmeye “iyi gelmek” diyorlar. Birbirlerine tavsiye
ediyorlar; “sana iyi gelmeyenlerle ilişkini kes!” Anlayacağın, insan acısına
kayıtsız konforun adı “iyi hal” olmuş… Benden sevgi istemeyen, bana sevgisini
vermeyen bir ilişki bana iyi” hissettiriyor! Vay be! İlüzyona bak!
Sonra bir süre bize iyi
hissettirenin kötü yüzünü gördüğümüzde dünyamız yıkılıyor, lakin modern hayat
bizi iyi hissettirdiğini sandığımız sarhoşluklarla da bezeli; ayılmaya vakit
kalmıyor yani… Bir tek çocuklar bu konfor sınırını ihlal ediyorlar; çünkü
bizden hakikaten ihtimam göstermemizi bekliyorlar. Çocukların hem gerçekten
sevgimizi kazanması hem de aynı anda neredeyse asabımızı bozmaya başlamaları
bundan…
- Zeynep
Merdan: Aşk özlemini aşk sanmak… Romantik bir yanılgı. … Aşk’a dair
yanılgımız?
Haşmet Babaoğlu: Uzun
yıllar “aşk, özlemdir, özlemden başka hiçbir şeydir” diye yazmış; “aşık, ona
yanındayken bile özlem duyar” demiş birine böyle bir soru sormak… Dilim
tutuldu, doğrusu. Romantik bir yanılgı mı? Eh! Başka aşk yok, üzgünüm. Her
sevme, birlikte olma hali de tabii ki aşk değil. Olması da gerekmiyor. Cevabımı
uzatmamı istersen, söylediklerimi okuyanlar üzülürler belki… O yüzden tam
burada durmayı tercih ediyorum. Bir zamanlar ustamız saydığım Lacan ne der:
“Asla fazlasını söylemeyin!”
- Zeynep
Merdan: Alâkayı sevgi sanmak, ne büyük yanılgı. İnsanların çoğu,
ilgilerini çeken insanlara sahici bir sevgi beslemiyor. El uzatılmadan
seyredilen bir ölüm anı gibi... İlkel bir merakla gözlüyorlar sadece. İlgi
ve sevgiye dair insanın yanılgısı nedir?
Haşmet Babaoğlu: Sanırım
kastettiğin ve şikayetçi olduğun alaka “seyircinin ilgisi” dediğimiz şey… Haklısın!
Artık hepimizin belirleyici vasfı
seyirci olmak. O yüzden son zamanlarda kulak vermeyi dile getirmeye başladım.
Sevmeye adım atışın asıl dinlemek ve dinlenmekten geçtiğini yazmaya başladım.
Daha geçenlerde yazdım: Kulak, sevgi organımızdır. Unuttuk bunu… Görselliğin
bütün varlığımızı ele geçirdiği bir çağda arkaik bir çağrı mı bu? Hayır, zaman
aşırı bir çağrı… Kulak vermeye geri dönmeliyiz. Unuttuklarımızı bir bir
hatırlamalıyız. Umutlu muyum? Hayır.
Yine de alaka önemlidir.
Odaklanamayan insanların her yanı sardığı, ultra kinetik bir çağda “bak alaka
sevgi değildir” diye uyarmak içimden gelmez. Alaka, durmaktır çünkü… Koştururken
birden durmak… Yani o da nadir bir haldir. Kızma ama hiç yoktan iyidir.
- Zeynep
Merdan: İçe dönüklüğün "eziklik" sanılması zavallı bir yanılgı.
Biraz da içedönüklüğe dair yanılgılardan bahsetsek?
Haşmet Babaoğlu:
Öforik bir çağda tersi olamazdı. Bütün toplumları dışa dönük gösterilerin esir
aldığı bir kültürel ortamda içe dönüklüğü “eziklik” gibi sunmak yanılgının
ötesinde bir şey; başka ne yapabilirlerdi ki! İçe dönüklük akran zorbalığına
uğrayan bir çocuk gibi artık. Öyle kuytu köşeye çekiliyor; şiddet görüyor ama
kendinden şüpheye düşüyor, çünkü suçu kendinde buluyor…
“Zavallı bir yanılgı”
diyorsun ama kabul et biz de şüphedeyiz; toplumsal rüzgârdan etkileniyoruz.
Sürekli bir köşeye çekilmeye ihtiyacı duyduğumuz için, suskunluklarımız da
sohbetlerimiz kadar uzun sürdüğü için kendimizde bir tuhaflık bulduğumuz
zamanlar da olmuyor mu?
Çoğu içe dönük insanın
konuşurken elini kolunu çok oynatıyor olmasında bir mesaj da görüyorum: “Alın
işte size dışım… İstediğiniz gibi oyalanın!” Ha! Bir dakika! İçe dönüklükten
konuşmak bir tür demode değil mi yahu? Otistik bir hal deyip geçiyor bazı
tanıdıklarım. Vahameti düşün…
- Zeynep
Merdan: Son yazılarınızda geçiyor: “Üzerimize doğru yeni bir çağ
geliyor... Bir ‘çığ’ da diyebiliriz, yanlış olmaz” Son olarak Çığ ve Çağ
üzerine Haşmet Babaoğlu bize ne söyler? Çağa dair en büyük yanılgımız
nedir?
Haşmet Babaoğlu: Biliyoruz
aslında… Kar çoktan toplandı. Tepelerden yuvarlanıyor, pek yakında kimsenin
şüphesi kalmayacak bir çığ olduğuna… Yeni bir çağ aslında bu çığ dediğim… Şimdi
dağ otelinin terasında kahvemizi yudumlayıp uzaklardaki hareketliliği
gözlemliyoruz ama çok geçmeden çığın altında kalacağımız kesin. Kaçınılmaz bir
şey…
Basit bir tarihsel dönüşümü veya bir
uluslararası ilişkiler krizini falan anlatmıyorum; üretim ilişkilerinin, emek
düzeninin, kapitalizmin 200 yıllık insan modelinin değişiminden söz ediyorum. Dönüşüm
başladı ama uzun ve çok sancılı geçecek. Yeni feodalizm tarih sahnesine çıktı
bile… Buna tekno-turbo feodalizm diyoruz. Bir avuç derebeyinin borusu öttüğünde
devletlerin sözü geçmez oluyor. Ulus devletler çok zorlanacak. Peki insana ne
olacak? Şöyle sormak belki daha doğru: İnsan, insan kalacak mı?
21. Yüzyılın ekonomisi
ile geçen yüzyılın ekonomisi arasındaki en büyük fark mühendislik bilgisinin
çalışma alanının değişmesidir. Artık çalışma alanının küçük bir bölümü binalar,
otomobiller, silahlar; büyük bölümü ise insan bedeni ve zihni… Bütün bunlardan
gerçekten haberdar mıyız? Hayır! Bizi bugünümüzle meşgul ediyorlar; daha da
meşgul edecekler…
- Zeynep
Merdan: Ve Filistin… Filistin’le nihayetlendirmek isterim. Güncel siyaseti
takip ederken, seyirciler, stalkerlar ve takipçiler olarak yanılgımız
nedir? Bize gösterilen Dünya’nın sunulmuş haberlerine maruz bırakılan biz
takipçiler bundan kurtulmak için ne yapmalıyız?
Haşmet Babaoğlu:
Filistin dünyanın cilasını söküyor. Bizim oturduğumuz yerde, bir yandan
Gazze’yle bakıp içimiz yanarken diğer yandan da dünyanın cilasına kanmak için
çırpınmamız kabul edilemez. Şu kafamıza dank etmediyse, söylenecek laf yok:
İsrail devleti, Büyük İsrail, yani ABD olmadan parmağını bile kıpırdatamaz.
Soykırım varsa, çoluk çocuk katlediliyor, kalan Gazzeliler açlığa mahkûm
ediliyorsa, bütün bunlar ABD sayesindedir.
Merak ediyorum; Bir süre
sonra Netanyahu günah keçisi haline getirilirse, ABD’nin katliamın en şiddetli
günlerinde gönderdiği tonlarca bombayı ve BM’deki vetolarını; Blinken’in uslu
çocuk ziyaretlerini unutacak mıyız? Ben sadece İsrail’e bakıp odaklanmayı kabul
etmiyorum. Gazze direnişi bize dünyayı gösteriyor; tiksinç dünyayı, dünyanın
hegemonik düzenini gösteriyor.
Şu da var… İlk kez
“teşhir” edilen bir soykırım süreciyle karşı karşıyayız. Hiç sormayacak mıyız,
neden diye? Bir “ölüm kültü” inşa ediyor İsrail ve ABD… Neden alışmamız
isteniyor? Neden bu vahşeti sindirmemiz isteniyor? Yoksa…
Dünyanın büyük bir bölümü bir süre sonra Gazzeleştirilecek mi?