Kasım 15, 2024

Zeynep MERDAN - Haşmet BABAOĞLU ile “Muhteşem Yanılgılar” Üzerine


2024, Mayıs
Muhit Dergi'nin 53. Sayısından*

Mısralar tüm cazibesiyle popülerliğini koruyadursun; tek bir cümlede parlayabilen anlama, ışıltısına ve öze meftunuz. Bu röportaj o tek bir cümleden ilhamla toplam on bir soru halini bulacak. Toplam altı kelimelik bir cümleyi çoğaltarak sorularımıza ulaşacağız ve o cümlenin kaşifine soracağız.

O cümlemiz Haşmet Babaoğlu’nun 2014 yılından bir Pazar notundan: “Mahzun yüzleri masum sanmak... Zarif bir yanılgı” Bu çok fazla güzel cümleyi çoğaltarak yanılgılar üzerine, muhteşem yanılgılar üzerine soralım o halde:


  1. Zeynep Merdan: Henüz kötülük yapmamış olanların iyi sanılması kötü bir yanılgı... “Kötü, iyiyi tanır ama iyi, kötüyü tanıyamaz" diyor Kafka. Gerçek iyi, kötü olabilecek fırsatı ve kudreti varken iyiyi seçme kudreti gösterendir diyebilir miyiz? Kötü ve kötülüğe dair yanılgımız nedir?

Haşmet Babaoğlu: Tanımlamayla başlar yenilgilerimiz. Körlüğümüz gözlerimizden değil, zihnimizin esir olduğu tasavvurlardandır… Kendi dünyanda verili hayatı olduğu gibi kabul etmeye, tembelliğe “iyilik” diyoruz çoktandır. Al sana berbat bir yanılgı… Oysa iyilik eylemdir; iyiler eylemcidir. Dolayısıyla varoluşlarını kötülüğü tanıyıp hesaplaşarak inşa ederler.

İyilik ”gelişine vurmak” sanılıyor, her şey akışına bırakılıyor ya, insan soyunun büyük serüvenine ve vahiy geleneğine temelden aykırı bir haldir bu. Oturduğun yerde iyilik olmaz, kıyam etmen, yani doğrulup kalkman gerekir.

Düzenin tanrılaştırıldığı hayatlardan ötesini gözümüz görmediği için “küçük insan”lardan “iyiler” diye bahsediyoruz. Sonra da kızıyoruz; “büyük insan”lar hep kötülerden çıkıyor diye… Kötülük aldatır; niteliği bu… O halde iyilik aldanmaya direnç ve her sabah yeniden hakikati kurmaktır… Yani “iyiyi seçme kudreti” dediğin şey aslında hakikati seçmektir.

Bak, bir şey söyleyeyim mi? Yanılgılarımızın pek azı öyle zarif saflıklardan oluşuyor… Korkakları “iyi insan”, güçsüz zalimleri barışsever sanıyoruz. Belki en tehlikelisi de bir yolda düşe kalka ilerlerken elini tuttuklarının aslında korkak hainler olması… Sen onları sadık yoldaşın sanıyorsun…

Çarçabuk kötülük problemine geliyoruz burada, değil mi? “Nereye gitti kötülük?” diye soruyordu Baudrillard… Haklıydı bir bakıma… Öyle ya, hatalar var, hastalar var, uyumsuzlar var, sosyopatlar var, arsızlar var, iktidar zehirlenmesine uğrayanlar var, şunlar var bunlar var… Hepsi de yaftası oluşturulduktan sonra “anlayışla” karşılanıyorlar; zihinlerimizde onlara ayrılmış bir kontenjan var, oraya yerleştirdik mi, gerisi güvenlik sorunu… Ama kimse kötülükten söz etmiyor. Nereye gitti bu kötülük? Adı kaldırılınca kendisi ortadan kalkıyor mu?

Artık ninem gibi sade, yalın, dümdüz düşünüyorum: Akla kara kadar açık iyilikle kötülük arasındaki çizgi. Bal gibi bilir insan ne iyilik ne kötülüktür, bilir. Kötülük ve kötüler kol geziyor yahu! Mesele kaybetmeyi göze almakta… İyilik, kötülüğün kurguladığı düzenden çıkabilme cesareti istiyor. Zor! O zaman gelsin yaftalar, anlayışlar ve azı zarif, çoğu tehlikeli yanılgılar…

 

  1. Zeynep Merdan: İnsanın kendisine haz veren her şeyi mutluluk sanması, acı bir yanılgı. En acı mutsuzluklar, hazzın tadıyla başlar. "Huzurlu mutluluk"larsa; başta yavan gelir hep. Tek hedefi buymuş gibi hırsla mutluluğu arayanlara ve mutluluğa en büyük yanılgımız nedir?

Haşmet Babaoğlu: Mutluluğun tamamı yanılgı galiba…  Güzel aldanış sanırım; en güzel aldanış. Bugünlerde şükran duygusuyla hayatının mutluluklarını sık sık hatırlayan ve bundan da ayrıca mutlu olan biri olarak biliyorum: Mutluluk, geçmiş zaman kipinde “var” oluyor. Yaşarken mutluluk yok, palavra o! Bin türlü tarif yapıyorsun ama ancak geçip gittikten sonra, “mutluydum” diyorsun. Şimdiki zaman kipine ise mutsuzluk ya da şüpheler hakim; iyi miyim, mutlu muyum, huzurlu muyum, sorar durursun. Bütün olay bu! Ama bu kadar kısa bir cevapla kim yetinebilir? Kim bu yalın gerçeği kabul etmek ister?

Şunu da itiraf edeyim; mutluluk üzerine, haz üzerine sorularla karşılaştığımda hep şöyle bir şey geçiyor zihnimden: Soruyu soran kendindeki hangi mutsuzluğu meşrulaştırmaya çalışıyor acaba? Kendime de şöyle diyorum; mutluluk yanılgı mı dedin? Yapma Haşmet, derdin ne? Mutsuzluğuna entelektüel mazeret mi uyduruyorsun? Ama doğruya doğru!

Şu da var; İnsan mutluluğa ayarlı değildir ama haz onun “yaşar kalma” düzeneğinin temel unsurlarındandır. Kültürle haz arayışını terbiye eder ve “insan”laşır… Şimdi diyeceksin ki, iyi de mesut olmak diye bir şey var, saadet var…

Arapça “Sa’d” kökünden geliyor saadet. Kutluluk, uğurluluk, lütuftan nasibini almış olmak… Yani modern insanın mutluluğu ile geleneğin saadeti arasında dağlar kadar fark var. Modern insan bu haliyle ara ara mutlu olsa bile, mesut olamaz.

 

  1. Zeynep Merdan: Çekiciliğin bedene, beden diline indirgenmesi fahiş bir yanılgı. Ruhsal, zihinsel, kalbî çekicilik de var. Şahsiyeti, benliği çekici olanlar... Bir kez bile görmediğimiz, tanışmadığımız ya da ölmüş insanlara duyduğumuz yüksek alâka ruhsal çekiciliğin en büyük ispatı. Bu ayartıcı dünyada çekici görünene dair yanılgımız nedir?

Haşmet Babaoğlu: Güzel, çoğu zaman bir yanılgıdır… Güzelleşen, yani çekici olan ise hakikatin ta kendisidir… Bunu söyleyince, başka da bir şey söylemek gelmiyor insanın içinden. Çünkü “güzelleşme”nin içinde senin dediklerinde var, demediklerin de…Güzel kadınların bu bilgiden türeyen tutukluklarıyla, güzelleşebilen kadınların coşkularını kıyaslamak anlamamıza yardımcı olur.

Bir zamanlar yazılarında çok kullandığın bir kavram vardı Zeynep. Hatırlıyor musun? Eskimiş sayılan ama her dile gelişinde “tesiri” apaçık olan bir kavram: Tesir… İz bırakmak, görünme ve görme anından sonraya kalmak… Hiçbir kelime kültür tarihi içinde eş anlamlı değildir, malum. “Etki”nin cılızlığı ile “tesir”in dolgunluğunu bilenler okurlar kıyaslasın ve sonra bana sorduğun soruyu bir de onlar bu “tesir altında” cevaplasınlar isterim. (Buraya tatlı tatlı gülümseme emojisi konulabilse keşke!) Şimdi aklıma geldi; eskiden hipnozitörler uygulamalarına “tesir” derlerdi. Bunu da ekleyeyim.

Hiç tanışmadığımız insanların çekiciliği mi? Esası odur zaten… Çekicilik mesafeden geçinir… Yani ruhsal çekicilik diye açmana gerek yok, çekicilik burun burunayken bile “ruhsal”dır. Mesafenin bir türlü kapanmadığını gördükçe ona doğru çekiliriz. Ve işte onlar görme, tanıma, tanışma anından sonraya kalırlar. Bunu ilk andan biliriz. Güzeli, çekiciliğin karşısına koyan toplumdur. Çünkü toplum çekici olanın “tesir”inden korkar. Kaplanı sever toplum, kediye nankör der. Oysa bütün “tesir” kedidedir. Anlayan, anlamıştır kastımı…

 

  1. Zeynep Merdan: Subjektif yargıların eleştiri zannedilmesi trajik bir yanılgı. Çoğu insanın eleştiri zannettiği şey, o kişi hakkındaki duygusal ve subjektif izlenimlerden ibaret. Her tür mecrada eleştiriye dair en büyük yanılgımız nedir?

Haşmet Babaoğlu: Objektif yargı var mı? Birisi hakkında yargıda bulunmanın her yanı trajik yanılgı… Lakin öyle yaşayacağız, kaçış yok. Başkası hakkındaki her sözümüz içinde benliğimizden bir parçayı da içinde taşır. Doğrusunu Allah bilir!

Genç kalmak seviliyor ya, bu konuda genç olmayalım ne olur!  Paçamızdan akan komplekslerimiz ve kişisel serüvenimizin hayal kırıklıkları başkalarına bakışımızı kuşatıp teslim almasın. Bir başkasını incitme iştahımız objektif havalarda eleştiri kılığına bürünmesin… O kadarı yeter! Bundan fazlasını insandan beklemek çok hayalcilik olur. Yargılarken, yargılanırız. Net! Bu yüzden yargılarımıza değil, zaman aşırı sağlam ölçülere dikkat etmek ve zehirli bir dilden uzak kalmak en doğrusudur.

Gerçek bir “kritik”, kritik ettiğin kişiyi ciddiye alman, değer vermenle başlar. Tam da bu yüzden ona karşı bir ödev gibidir. Peki şu egosantrik ortamda ne kadar mümkün böyle bir şey. Kendimizden başkasını ciddiye almamayı kendini ciddiye almak zanneden bir dolu insan… Biz hayranlıkla umursamazlık arasında gidip geliyoruz.  İkisi de “değer” vermeyi imkansızlaştıran haller…

 

  1. Zeynep Merdan: İçini olduğu gibi, çöp gibi dökmenin içtenlik sanılması da bir yanılgı… "İçini pespaye arzular ve kör hırslarla doldurmuş olanlara ne demeli? Sakın içten olma, sakın!" geçiyor son yazılarınızın birinde. İçindeki karanlığı, kiri, kötülüğü olduğu gibi sözde dürüstlük cesaretiyle dışarı vurmanın içtenliğine dahil olup olmama mevzu... Sağlam bir soru: Kötü bir içtenlik, iyi midir? İçtenliğe dair yanılgımız ne olabilir?

Haşmet Babaoğlu: İçtenlik dediğimiz şeyin “iç”i yok…  Bir tür sürtünme ısısı üretenler “ne sıcak insan” diyoruz. Patavatsızlık samimiyet sayılıyor. Yapmayalım nolur, diyeceğim de sürekli vazedilen şey bu… Dahası var; senin de dikkatini çekiyordur, samimiyet için popüler kültür bir hazır kalıp oluşturdu: İfşa numarasına yatan hikayeler anlatacaksın.  Kişisel mazine dair son derecede sıradan anlatılara “itiraf ediyorum” diye başlayacaksın…  Böyle yapan bir politikacıysan “çok samimi insan” diyecekler; eğlence sektöründen bir ünlüysen hayran kalacaklar…

Samimiyet kelimesinin kökü bir “öz”e işaret ediyor Arapça’da. Merkez, ilik, içerisi… Yani bir “öz”ün yoksa, olgunlaşmamışsan ve özüne dayanarak konuşmayacaksan… Gevşek bir gevezelik seni samimi yapamaz! Ama şefkatten yoksun bir dünyada müptezel dedikoduculuktaki paylaşım sıcaklığı bile müşfik sosyal ortam duygusu doğuruyor; nasıl feci bir yanılgı!

 

  1. Zeynep Merdan: İyi hissettirenlerin "iyi", kötü hissettirenlerin "kötü" sanılması kötü bir yanılgı. Tıpkı bu şekilde bir insanın yanındaki hâlimizi sevmek; gerçekten sevdiğimiz ya da sevildiğimiz anlamına gelmiyor her zaman. İyi hissetmeye, iyiliğe ve iyilere dair yanılgımız peki?

Haşmet Babaoğlu: Ah Marguerite Duras’nın “Hiroşima Sevgilim”i geldi şimdi aklıma… Geçen gün bir kafede notebook’umu açmış oylanırken kitabın pdf dosyası karşıma çıkınca dalıverdim içine… Onca yıkımın ardından Hiroşima’ya gelmiş Batılı bir kadınla Japon adamın kısacık karşılaşmasında hep kalıcı olacağı baştan belli bir aşk… Ve onlar birbirlerine sürekli şöyle diyorlar: “Gün aslında hiç kimsenin üzerine doğmayacak bir daha. Hiçbir zaman. Bir daha asla. Nihayet. Öldürüyorsun beni. Öyle iyi geliyorsun ki bana…” Onların birbirlerine “iyi gelmeleri” ile bugün sosyal medyada ve yaşam koçluğu mecralarında dillere pelesenk olan “iyi gelmek, iyi hissetmek” ne kadar farklı…

Çileyi tanımamış bir dünyada konforu hissetmeye “iyi gelmek” diyorlar. Birbirlerine tavsiye ediyorlar; “sana iyi gelmeyenlerle ilişkini kes!” Anlayacağın, insan acısına kayıtsız konforun adı “iyi hal” olmuş… Benden sevgi istemeyen, bana sevgisini vermeyen bir ilişki bana iyi” hissettiriyor! Vay be! İlüzyona bak!

Sonra bir süre bize iyi hissettirenin kötü yüzünü gördüğümüzde dünyamız yıkılıyor, lakin modern hayat bizi iyi hissettirdiğini sandığımız sarhoşluklarla da bezeli; ayılmaya vakit kalmıyor yani… Bir tek çocuklar bu konfor sınırını ihlal ediyorlar; çünkü bizden hakikaten ihtimam göstermemizi bekliyorlar. Çocukların hem gerçekten sevgimizi kazanması hem de aynı anda neredeyse asabımızı bozmaya başlamaları bundan…

 

  1. Zeynep Merdan: Aşk özlemini aşk sanmak… Romantik bir yanılgı. … Aşk’a dair yanılgımız?

Haşmet Babaoğlu: Uzun yıllar “aşk, özlemdir, özlemden başka hiçbir şeydir” diye yazmış; “aşık, ona yanındayken bile özlem duyar” demiş birine böyle bir soru sormak… Dilim tutuldu, doğrusu. Romantik bir yanılgı mı? Eh! Başka aşk yok, üzgünüm. Her sevme, birlikte olma hali de tabii ki aşk değil. Olması da gerekmiyor. Cevabımı uzatmamı istersen, söylediklerimi okuyanlar üzülürler belki… O yüzden tam burada durmayı tercih ediyorum. Bir zamanlar ustamız saydığım Lacan ne der: “Asla fazlasını söylemeyin!”

 

  1. Zeynep Merdan: Alâkayı sevgi sanmak, ne büyük yanılgı. İnsanların çoğu, ilgilerini çeken insanlara sahici bir sevgi beslemiyor. El uzatılmadan seyredilen bir ölüm anı gibi... İlkel bir merakla gözlüyorlar sadece. İlgi ve sevgiye dair insanın yanılgısı nedir?

Haşmet Babaoğlu: Sanırım kastettiğin ve şikayetçi olduğun alaka “seyircinin ilgisi” dediğimiz şey… Haklısın!  Artık hepimizin belirleyici vasfı seyirci olmak. O yüzden son zamanlarda kulak vermeyi dile getirmeye başladım. Sevmeye adım atışın asıl dinlemek ve dinlenmekten geçtiğini yazmaya başladım. Daha geçenlerde yazdım: Kulak, sevgi organımızdır. Unuttuk bunu… Görselliğin bütün varlığımızı ele geçirdiği bir çağda arkaik bir çağrı mı bu? Hayır, zaman aşırı bir çağrı… Kulak vermeye geri dönmeliyiz. Unuttuklarımızı bir bir hatırlamalıyız. Umutlu muyum? Hayır.

Yine de alaka önemlidir. Odaklanamayan insanların her yanı sardığı, ultra kinetik bir çağda “bak alaka sevgi değildir” diye uyarmak içimden gelmez. Alaka, durmaktır çünkü… Koştururken birden durmak… Yani o da nadir bir haldir. Kızma ama hiç yoktan iyidir.

 

  1. Zeynep Merdan: İçe dönüklüğün "eziklik" sanılması zavallı bir yanılgı. Biraz da içedönüklüğe dair yanılgılardan bahsetsek?

Haşmet Babaoğlu: Öforik bir çağda tersi olamazdı. Bütün toplumları dışa dönük gösterilerin esir aldığı bir kültürel ortamda içe dönüklüğü “eziklik” gibi sunmak yanılgının ötesinde bir şey; başka ne yapabilirlerdi ki! İçe dönüklük akran zorbalığına uğrayan bir çocuk gibi artık. Öyle kuytu köşeye çekiliyor; şiddet görüyor ama kendinden şüpheye düşüyor, çünkü suçu kendinde buluyor…

“Zavallı bir yanılgı” diyorsun ama kabul et biz de şüphedeyiz; toplumsal rüzgârdan etkileniyoruz. Sürekli bir köşeye çekilmeye ihtiyacı duyduğumuz için, suskunluklarımız da sohbetlerimiz kadar uzun sürdüğü için kendimizde bir tuhaflık bulduğumuz zamanlar da olmuyor mu?

Çoğu içe dönük insanın konuşurken elini kolunu çok oynatıyor olmasında bir mesaj da görüyorum: “Alın işte size dışım… İstediğiniz gibi oyalanın!” Ha! Bir dakika! İçe dönüklükten konuşmak bir tür demode değil mi yahu? Otistik bir hal deyip geçiyor bazı tanıdıklarım. Vahameti düşün…

 

  1. Zeynep Merdan: Son yazılarınızda geçiyor: “Üzerimize doğru yeni bir çağ geliyor... Bir ‘çığ’ da diyebiliriz, yanlış olmaz” Son olarak Çığ ve Çağ üzerine Haşmet Babaoğlu bize ne söyler? Çağa dair en büyük yanılgımız nedir?

Haşmet Babaoğlu: Biliyoruz aslında… Kar çoktan toplandı. Tepelerden yuvarlanıyor, pek yakında kimsenin şüphesi kalmayacak bir çığ olduğuna… Yeni bir çağ aslında bu çığ dediğim… Şimdi dağ otelinin terasında kahvemizi yudumlayıp uzaklardaki hareketliliği gözlemliyoruz ama çok geçmeden çığın altında kalacağımız kesin. Kaçınılmaz bir şey…

 Basit bir tarihsel dönüşümü veya bir uluslararası ilişkiler krizini falan anlatmıyorum; üretim ilişkilerinin, emek düzeninin, kapitalizmin 200 yıllık insan modelinin değişiminden söz ediyorum. Dönüşüm başladı ama uzun ve çok sancılı geçecek. Yeni feodalizm tarih sahnesine çıktı bile… Buna tekno-turbo feodalizm diyoruz. Bir avuç derebeyinin borusu öttüğünde devletlerin sözü geçmez oluyor. Ulus devletler çok zorlanacak. Peki insana ne olacak? Şöyle sormak belki daha doğru: İnsan, insan kalacak mı?

21. Yüzyılın ekonomisi ile geçen yüzyılın ekonomisi arasındaki en büyük fark mühendislik bilgisinin çalışma alanının değişmesidir. Artık çalışma alanının küçük bir bölümü binalar, otomobiller, silahlar; büyük bölümü ise insan bedeni ve zihni… Bütün bunlardan gerçekten haberdar mıyız? Hayır! Bizi bugünümüzle meşgul ediyorlar; daha da meşgul edecekler…

 

  1. Zeynep Merdan: Ve Filistin… Filistin’le nihayetlendirmek isterim. Güncel siyaseti takip ederken, seyirciler, stalkerlar ve takipçiler olarak yanılgımız nedir? Bize gösterilen Dünya’nın sunulmuş haberlerine maruz bırakılan biz takipçiler bundan kurtulmak için ne yapmalıyız?

Haşmet Babaoğlu: Filistin dünyanın cilasını söküyor. Bizim oturduğumuz yerde, bir yandan Gazze’yle bakıp içimiz yanarken diğer yandan da dünyanın cilasına kanmak için çırpınmamız kabul edilemez. Şu kafamıza dank etmediyse, söylenecek laf yok: İsrail devleti, Büyük İsrail, yani ABD olmadan parmağını bile kıpırdatamaz. Soykırım varsa, çoluk çocuk katlediliyor, kalan Gazzeliler açlığa mahkûm ediliyorsa, bütün bunlar ABD sayesindedir.

Merak ediyorum; Bir süre sonra Netanyahu günah keçisi haline getirilirse, ABD’nin katliamın en şiddetli günlerinde gönderdiği tonlarca bombayı ve BM’deki vetolarını; Blinken’in uslu çocuk ziyaretlerini unutacak mıyız? Ben sadece İsrail’e bakıp odaklanmayı kabul etmiyorum. Gazze direnişi bize dünyayı gösteriyor; tiksinç dünyayı, dünyanın hegemonik düzenini gösteriyor.

Şu da var… İlk kez “teşhir” edilen bir soykırım süreciyle karşı karşıyayız. Hiç sormayacak mıyız, neden diye? Bir “ölüm kültü” inşa ediyor İsrail ve ABD… Neden alışmamız isteniyor? Neden bu vahşeti sindirmemiz isteniyor? Yoksa…

Dünyanın büyük bir bölümü bir süre sonra Gazzeleştirilecek mi?