Enki'nin Lat Öyküsü Üzerine
Ayn Rand'ın aynı isimli kitabından uyarlama, 1949 yapımı "The Fountainhead" Dominique Francon karakterinin aşık olduğu heykeli kırma sahnesi. |
Zaten anlatılacak olandan nasıl
bahsedilebilir ki? Belki ruhta bıraktığı tattan bahis açılabilir. Ruhtaki tesir
tadından. Bakınız, bu yemek en güzel burada yenir gibi “bu kitap böyledir ve
sadece böyle kimselere hitap eder” tembihi. O halde bu yazı neyi amaç ediniyor?
Bu bir önsöz mü? Bir eleştiri? Bir şerh? Bir zeyl? Zarif bir takdim?
Hayır, hiçbiri.
Bazı hikâyeler peşinden koşar yazgıların. Bazı yazgılar peşinde koşturur hikâyeleri.
Bazı hikâyeler dayatır bize kahramanlarını. Bazı kahramanlar hikâyeleşmek için
canlarına kast edebilirler. Bazı hikâyeler canımıza kast eder. Michelangelo’nun “mermere
sıkışmış bir melek gördüm ve onu özgürlüğüne kavuşturuncaya dek mermeri oydum”u gibi. Bazı hikâyeler vardır, 1 kenz gibi keşfi
bekleyen hikâyeler.
Onun 1 hikâyesi vardı. Benim 1 hikâyem vardı. Şartların müsait bir an’a
tekabül etmesine; 1 Rast Makamına ihtiyaç vardı. Doğru an doğru muhataba
seslendi. Ve hikâye, ilk okurlarından birinin kucağına rast makamında doğmuş
bulundu.
*
Picasso "Ben
aramıyorum, rastlıyorum.” derken önüne çıkan her şeyi güzellemekten çok
belki de önüne çıkan şeyin güzel olacağını biliyordu ya da rast gelen her şeyin
güzel olacağını zaten. Ben aramamıştım. Aramazdım. Önüme bir hikâye rast
geldi. Erteledim defalarca onu okumayı.
Ama nasıl okumazdım ki? Okunmak için gelmişti. Öylesine kâbustu ki, bir hikâyeye
bile benzemiyordu. Zaman yoktu, mekân yoktu, kahramanı dahi yoktu. Kimsesiz bir
hikâye. Kimsenin olmayan. Kimsesi olmayan. Kahramanı olmayan bir hikaye olabilir miydi?
Ne 1 varmış, ne 1 yokmuş. 1 hepmiş, 1 hiçmiş. 1 hep hiç’miş… Ve başlamış. Varlığım
dünyaya düşmek için kanların en çok aktığı günü aramış ve bulmuş gibi Kurban
Bayramında doğmuş. İsmail’dim. Tabi o zamanlar bundan haberim yoktu. ‘Bir kitap
okudum hayatım değişti’ değil. Ali Şeriati’nin bir pasajı ve ben varlığıma
güzellemeler dizeceğim o kutlu bahse kavuştum: “Senin İsmail’in Kim?” Sonrası gönlümü put sanıp da kıran 1 şiir:
“İbrâhîm
İçimdeki
putları devir
Elindeki
baltayla
Kırılan
putların yerine
Yenilerini
koyan kim?”
Duydum ve artık bulunmuştum. Yazgısını güzellemeyi
becermiş insan ve kendi için kendi seçtiği kimliği giyinmeyi becerebilme
kudreti göstermiş insan sanatçıdır. Sanat doğuramasa da yaşadığını sanat yapar.
Sanatın vasatı olmaz.
Sonra 1 Rast Makamı. Tezatın yolundan gelip 1 şiirde
rastlaşan iki varlık. En sevdikleri şiirde varlıkları çakışmış iki varlık. Birbirlerine
bulunmak için değil birbirlerinde 1irini bulmak için karşılaşan. Onun İsmail’i
vardı. Benim yoktu. O İsmail’ini öldürecek kudrete sahip değildi, benim bir
İsmail’im bile yoktu. Benim İsmail’im de, İbrahim de ve hatta gökten inen
kurban da ben’imdi. Ben ben’imi öldürsem bu hem intihar hem cinayet hem de
kurtulmaktı. O halde bu rast neden olmuştu?
*
Hicri II. Yüzyıl Arap âleminin ünlü soybilim, tarih ve
hadis bilgini İbn Al Kalbi’nin Kitab
al-Asnam(Putlar Kitabı) yüzyıllar öncesindeki putlar ve tapınma biçimini izah
ediyordu:
“Onları putlara ve taşlara tapmaya
sürükleyen sebep şu oldu: Mekke’den uzaklaşan bir kimse Kutlu Eve saygısından
ve Mekke’ye olan derin bağlılığından ötürü yanına Kutlu Bölgeden bir taş
almaksızın uzaklaşamazdı. Nerede konaklarsa onu bir yere koyarlar ve tıpkı Kâbe’yi
tavaf ettikleri gibi kendilerine uğur getirsin diye ve saygı ve sevgilerini
ifade amacıyla onu tavaf ederlerdi. Kâbe’ye ve Mekke’ye olan saygıları da devam
ediyordu. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’den öğrendikleri üzere haccediyor ve umre
yapıyorlardı. Bu davranışları onları gitgide hoşlarına giden şeylere tapmaya
götürdü, asıl dinlerini unuttular, İbrahim’in ve İsmail’in başkasıyla
değiştirdiler. Putlara taptılar ve kendilerinden önceki toplumların durumuna
döndüler.”
İbn Al
Kalbi’nin Kitab al-Asnam(Putlar Kitabı)
(Syf:
26-27)
*
Post çağın yeni insanları putların geçmişte
kaldığını zannederek büyük bir yanılgı içine giriyor. Oysa kırılmadı putlar.
İsim değiştirdiler, mevcudiyetlerine çağdaş formatlar atıldı sadece. Moda putu
oldu, birbirinden seksi vücutlarıyla salınırken put kadınlar. Makam putu oldu,
heybetli koltuklardan bir yer kapmak için varlıklarını ardında bırakırken
insanlar. Para putu oldu, şahsiyeti değil de mülkiyeti kadarıyla kendini var
ederken varlıklar. Narsisizm putu oldu, en büyük putu beni olan, İsmaili de
İbrahim’i de ben’i olan, akıbeti ya intihar ya cinayet olacak ben insanlar.
Şimdi ise; İbrahim, gönlümüzü put sanıp da kıran putlar
kırılmadı İbrahim diye acıyor aklımız.
Hodbinliğimizden, habisliğimizden olmadı her zaman. Bazen
en büyük putlar avunduklarımızdan oldu. Sinemizi teskin için, yumru yumru
bağrımıza bastığımız taşlardan oldu. Sevgimizden oldu. Sevdiğimizden.
Sevildiğimizden. “Ya benimsin ya kara toprağın” meczupluğunda sözde en çok
sevdiğimiz dediklerimizden. Bazen öylesine âşık olduk ki, Basir’in gözünden
nasipsiz, basarın gözüne dikildi putlarımız.
*
“Senin
İsmail’in kim? Ancak sen bilebilirsin, başkası değil. Belki eşin, işin,
yeteneğin, gücün, cinsiyetin, statün vs. Ne olduğunu bilmiyorum, ama İbrahim’in
İsmail’i sevdiği kadar sevdiğin bir şey olmalı. Senin özgürlüğünden çalan,
görevlerini yerine getirmeni engelleyen, seni eğlendiren, hakikati duymaktan ve
bilmekten alıkoyan, sorumluluk kabul etmektense meşrulaştırıcı sebepler
ürettiren ve seni sadece gelecekte senden gelecek yardım için destekleyen ne
varsa; işte bunlar onun işaretlerindendir. Onu arayıp bulmalısın. Eğer Allah'a
yaklaşmak istiyorsan, İsmail’i Mina'da kurban etmen gerek. İsmail’in yerine
geçecek koçu (fidye) sen tespit etme, bırak Allah sana yardım etsin ve bir
hediye olarak göndersin. O, koçu ancak bu şekilde kurban olarak kabul eder. Koç
ancak İsmail’in bedeli olduğunda kurbandır.”
Ali Şeriati / Hac
İsmail’i bulmak da yetmiyor. Teşhis yetmiyor ki şifaya.
Teşhisin de, tebliğin de en kifayetsiz olduğu bu post zamanda en zoruydu
sınanmak ve bulmak 1 baltayı.
“O sahip olduğu en iyi işi feda
etmiş olsa da, İbrahim olamazdı. İbrahim’in öyküsünden unuttuğumuz şey
ıstıraptır.”
Kierkegaard / Korku ve Titreme
(syf:71)
Ve, ıstırap. Acı vermeyen İsmail olabilir mi? Yokluğu
tasavvur edildiğinde can yitmiş kaygısı vermeyenden?
“Sana "Kurbanın nedir?"
diye sormuyorum ey talib, sadece rüya görüp görmediğini merak ediyorum.
Söyle, senin rüyan nedir? Hangi rüya
uğruna neyi kesiyorsun? Hangi rüyanın gerçekleşmesini istiyorsun? Nasıl bir
rüyanın?
Rüyan ne ki ey talib, kurbanın ne
olsun?
Rüyan kadar kurban kesebilirsin!
Düşün kadar. Düştüğün, düşebildiğin kadar.
İnan bana, ancak günahların kadar.”
Dücane Cündioğlu / İbrahim’inki
Bir Rüyanın Eseriydi Ya Seninki?
*
O kâbusunu yazdı. Düş edemediği, düşünü düşürtüp doğurduğu kâbusu.
İsmail’ini öldürme kudreti bulamayandı o. Ben ise kudreti olup 1 İsmail
bulamayan. O’nun İbrahim’i yoktu, benim İsmail’im. Ben O’na İbrahim oldum, o
bana İsmail. Ben onu boğazlarsam; belki gökten İsmail yerine geçecek bir kurban
yerine bu kitap düşer…
*
“Sen
İbrahim’sin artık! İsmail’ini kurban et, kendi ellerinle hem de. Boğazına
bıçağı daya.
Fakat…
İsmail’lerin fidyesini o Allah, o İbrahim’in ilahı bizzat ödüyor:
Öldürmezsin,
korkma! İsmail’ini kaybetmezsin. Amaç, iman yolunda İsmail’ini, kendi ellerinle
kesme noktasına kadar ilerlemendir.
Ta ki ‘en
acı verici şehadet’e eresin.
Ve şimdi sen
ey aşk tavafından gelen Makam-ı İbrahim’e durmuş, İbrahim mevkiine erişmişsin
erişmişsin!”
Ali Şeriati
/ Hac (syf: 69)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder