Sabit Fikir dergisinde Keşfsever köşesiyle keşiflerimi arz edeceğim bundan böyle. İlk selâm Simone Weil hanımefendi ile. |
Yıllar
evvel, kendi küçük yörüngesinde dönen küçük bir benken keşfedilmeyi bekleyen
incelikleri tanımlama hevesiyle yola çıkmış; kâşifi olduğumu sandığım şeylerin başka
dillerde karşılığı olduğunu öğrenmiş, üzülmüştüm. Ardından böylesi bir keşfin imkânsızlığını
keşfetmiş, nihayetinde elimde kalan tek
şeyin keşfi sevmek olduğuyla yüzleşmiş ve bari bu halin bir adı olsun, mahlasım
olsun diye Keşfsever demiştim kendime. Sevmek anlamına gelen “phileo” ve
bilgelik anlamına gelen “sophia” kelimelerinin kucaklaşıp içinde sevgi geçen
tek öğreti olan Felsefeyi adlandırması güzel bir rast olmuştu. Hemen her şeyin
sahipliklerle adlandığı bir zamanda tanımlanışın sevilen şeyle yapılışının
güzelliğindeydi bu rast. Peki ya başka rastlar?
Öncelik
ve sonralıkla farkına vardığımız zaman algısı bizimle aynı şimdiyi paylaşmayan
herkesi bizden ayırıp başka zamanların içine saklıyordu. Aramızda yıllar,
yüzyıllar var diye uzak sandığımız, başkalarına satır bize ise iç ses olarak
gelen cümlelerin sahipleri vardı bir de. Onlar uzakta değildi. Hepsi bir keşf
mesafesinde hem kendilerini hem bizi zamansız, mekânsız ve sonsuz kılacak
bakışlarımızı bekliyorlardı. O bakışların biriyle Simone Weil’le Haşmet
Babaoğlu’nun “İki Simone” isimli yazısıyla rastlaştık. Yalnızca bize ait olan
şeyleri tanıyan ve anında “ta kendisi” dedirtecek ve İsmet Özel’in “bize ait
olan ne kadar uzakta?” sorusuna cevap olacak bir rastlaşmayla. Pekâlâ platonik
bir rastlaşma olabilirdi bu çünkü Simone Weil’in ölüm tarihi doğum tarihime 47
yıl uzaktan bakıyordu. Neyse ki Weil’in bu sözü rastımızı platonik olmaktan
çıkaran ‘bulunmuş bir mektup’ yapmıştı: “Bizler
emeğimizde ve gündelik hayatımız içinde yaşanan şeylerin bize sunduğu sembolik
anlatıyı bir mektubu okur gibi okumalıyız. Bu semboller keyfi şekilde karşımıza
çıkmaz, onlar şeylerin doğasına çok evvelden ve Tanrı tarafından yazılmışlardır.”
Yazıldığı Gibi Yaşanmış bir Yazgı
Bu süreçte Weil üzerine çeviriler yapıldıkça yapıldı, Yerçekimi ve İnayet, Kişi ve Kutsal, Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler olmak üzere birçok kitabı Türkçe Yayınları, Weil üzerine Türkçe ilk biyografik eser olan Palle Yourgrau’nun okura ulaştı. Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler’den sonra Ketebe Simone Weil kitabını Ümid Gurbanov’un çevirisi ile yayımladı. Yazar, Weil’in yediriyor ki kitap bir biyografi kitabi olmaktan çıkıp iyi bir Simone Weil felsefesini ve felsefesinin analizini Simone’un kişisel tarihine öyle güzel yorumuna evriliyor.
Weil’in
de çok beslendiği dönem olan Antik Yunan’da hakikati söylemenin risk taşıdığı
durumlarda hakikati söyleme cesareti gösterene “parrhesiastes” denirdi, Weil
tam olarak böyleydi. Jean Jack
Rousseau’nun Yalnız Gezerin Düşleri’nde bir rahibin defterinden aldığı "Vitam
Vero Impendenti" ifadesi en çok onun yazgısına yakışıyordu.
Çünkü anlamı “hakikat uğruna yaşamını riske atan kişi” demekti. İlginç bir
şekilde Albert Camus, Nobel Ödülünü almaya gitmeden hemen önce bir azizi
ziyaret eder gibi tıpkı Simone’nin Paris’teki eski apartman dairesine gitmişti.
Belki de bu yüzden bir filozof mu, bir aktivist mi, bir yazar mı, bir mistik mi
bunların hepsi onun gerçekten olduğu şeyi tanımlama noktasında eksik kalıyor. Ben
onu bütün dünyevi sıfatlardan azat edip, varlığını çağdaşlarından bir çırpıda
ayırt eden ruhuyla ele alacağım ve Palle Yourgrau’nun kitabından seçtiğim bölümlerle
onu daha yakından keşfetmek isteyenlere bir özet sunmuş olacağım.
Başka Bir Dünyanın Seyircisi
Onu anlatmaya 'başka bir dünyanın seyircisi' olmaktan ileri gelen sakarlığıyla başlamalı belki de. Ruhsal konulardaki inceliğine tezat olacak şekilde, eşyayla ilişki kurma biçiminde tuhaf bir sakarlığı vardı. Oğuz Atay'ın “hayatın acemisi” yakıştırması onun eşyayla kurduğu ilişkiyi izahı etmede uygun düşecek sanırım. Felsefe öğretmenliği yaptığı dönemde ona rast gelenler hırkasını ters giydiğini fark etmeyecek kadar sakar; elleri, eski püskü kıyafetleri, çorapsız sandaletleriyle Orta Çağ keşişi gibi göründüğünü düşünüyor ve onun için “Kızıl Bakire” “La Simone” “Weil Ana” diyorlardı. Ders verme konusunda başarılıydı ama burada da farklı metotlarıyla diğer meslektaşlarından ayrılıyordu. Amacı öğrencilerinin beyinlerini doldurmak değil –derslerinde en çok kullandığı kitaplardan biri olan Platon’un Devlet’inde de bahsedildiği gibi- onların ruhlarını
dönüştürmekti. Çünkü Weil’e göre “ruh uyumaktadır.”
Düello: Dişil Zekâ versus Ruhsal Zekâ
Sis romanında
“Erkeklerin her biri ayrı bir ruha sahip oldukları halde, kadınların hepsinde
tek bir ruh, aynı ruh, kolektif bir ruh vardır” diyerek “kadınların hepsi bir
ve aynı kadındır” diyen Miguel de Unamuno Weil’i keşfetse onu tanımlayacak kelime bulamazdı
herhalde. O, bir cümlede
özetleyebileceği türden kadınlardan değildi. Değildi çünkü o varlığını
cinsiyetiyle değil, bizatihi varlığıyla başlatmıştı. Yourgrau’nun güzel ifadesiyle kendi
güzelliğini sırtında taşımayı istemediği bir haç olarak gören Weil, çağdaşı ve
tanışığı Simone de Beauvior’ın tersine varlığını dişilliğinden tümüyle
soyutlayarak var etme yolunu seçiyor; Beauvoir’ın burjuvalara karşı
kullanmaktan asla çekinmediği ruju, makyajı ve süslü kıyafetleriyle kullandığı
dişillik silahına ruhuyla karşılık veriyordu. Beauvoir’ın dişilliği yalnızca
görünümünde değil, zekâsındaydı. Fakat eril tahakküme karşı verdiği mücadele
Simone Weil’i etkileyemiyordu. Yourgrau bu durumu; “Weil gerçek bir köle olmayı
amaç edinmişken Beauvoir’ın amacı kimsenin değil, kendisinin efendisi olmaktı”
diyerek izah ediyor. Ve “Beauvoir feminizmin annesiyken Weil’in bu tanımlamayı
reddettiğinden, bir gruba liderlik etmesi istendiğinde ‘ben feminist değilim’
diye tepki gösterdiğinden bahis açıyor kitabında.
Kendine Saldıran Savaşçı
Aktivistliği,
sakarlığı düşünüldüğünde baltalanıyordu. İçindeki savaşçıyı her tür silahla
teçhizatlandırmak istiyordu fakat silah kullanmayı bir türlü öğrenemeyişi içindeki
savaşçının hevesini kırıyordu. Neyse ki cephe gerilerinde kendine bir yer
bulabiliyordu. Tüm bu halleri Nietzsche’nin “savaşçı ruhlu biri barış
zamanlarında kendisine saldırır” sözünü haklı çıkarıyordu. Nitekim savaşacak
bir şey olmadığında savaşçı ruhlu Weil kendisi ile savaştı.
Şöyle
yazmıştı Weil; "Keşke tehlikeli bir görevde hayatımı riske atabilsem.
Ölümle göz göze gelebilsem, düzgün bir insan olma şansı edinirim.” “Ölüm insana
verilen en değerli şeydir. Bu yüzden, onu kötü bir şekilde kullanmak en büyük
küfürdür” Güzel ölmek, nihai noktaydı onun için. Ali Şeriati’nin meşhur sorusu
“Senin İsmail’in kim?” muhatap kalsaydı Simone Weil pekâlâ bu soru ile
yüzleşebilirdi. Bu yüzden de yaşamını, ona verilen canı tıpkı adaklık bir
kurban gibi yaşamayı tercih etmişti. Ona atfedilen tuhaf tüm ithamlar, ona
gerçek bir bakışla bakanlar için bağlayıcı olmadı. Bunda Yourgrau’nun da katkısı
büyük. Nitekim Yourgrau’nun kitabıyla ilgili enteresan yorumlardan birini yapan
French Studies Dergisi kitaptan şu şekilde bahsetti: “O genel olarak Weil'e
atfedilen üç klişeyi: anoreksik, kendinden nefret eden bir Yahudi ve cinsel
açıdan bastırılmış bir kadın imajını yıktı”
“Je Veux, Donc Je Suis” (Olacağım,
O Halde Varım)
Eric
Hobsbawm, 20. Yy için “The Age of Extremes” (Aşırılıklar Çağı) der.
Umutsuzluğun, çürümenin, savaşın ve maddenin çağında Weil, ıssız bir yolda tek
başına Godot’unu bekledi. Yaşadığı yüzyılda rağbet göremedi. Yaşadığı yüzyılda
rağbet, onun rağbet göstermedikleriydi. Yourgrau kitabında onun felsefesini “je
veux, donc je suis” (olacağım, o halde varım) olarak geçiren bir bahis açar.
Bu, ısrarlı bir ümidi barındırır. Yourgrau, onun pusulasız bir istikamette hayatı
boyunca geri dönüş yolunu aradığını söyler. Ardından mistik öyküsü Prologue’da
olduğu gibi bir çatı katında hakikatleri bir bir gösterip ansızın ortadan
kaybolan gizemli bir yabancıya rast gelmeyi ümit ettiğinden bahis açar. Yourgrau,
kitabı bu yüzden olsa gerek şu cümleyle bitirir: “Daima dışarıda kaldı, hayatı
boyunca davet edilmeyi bekledi, oradan davet asla gelmediyse bile, çağıran
başka bir kapı olmadığı ne malum?”
Aziz
Augustinus, “Tanrı bizlere bir şeyler vermek ister ama veremez çünkü ellerimiz
doludur, onları koyacak yer yoktur der” Weil, Tanrı’ya yer açmak için yalnız
ellerini değil, gençliğini, kadınlığını, zekâsını, kariyerini, elde
edeceklerini, her şeyini feda etti. Geriye ise var olduğundan beri dönüşmek ve
olmak istediği ruhu kaldı.
Yazı için tık; http://www.sabitfikir.com/dosyalar/%E2%80%98-asiriliklar-cagin-da-askin-bir-ruh-simone-weil
2 yorum:
Tebrik ederim! Dergiyi ara ara alıp okuyorum. Bazen ağır geliyor uzun zamanda bitiriyorum. Hayırlı olsun :)
Edischar ben.
Edischar;
teşekkür ederim. merhaba. :)
Yorum Gönder