Kitaplar
da insanlara benzemez mi? Adlarıyla, biçimleriyle, anlattıklarıyla... Sanırım
ben en çok azınlığın keşfine, ellerine ve kütüphanesine vardığı Halil Cibran, Oruç
Aruoba, Emil Cioran gibi insanları seviyorum. Onlar benzersiz ve ikâmesiz bir
kendiliği metnine getirmeyi başaranlar. Bilhassa Oruç Aruoba'nın üslubu,
kendine has bir güzergâhı olan ve yalnız o yolun yolcularının peşi sıra
düşeceği gizli bir patika gibi.
Ruhça
Yazarın
alametifarikası bu belki de; Ruhça'sının olması. Ruhça’sını; ruhuna ait olan o
üslubu dilleştirmeyi başarması. İnsanın edebiyatta erişeceği en üst nokta
kurmaca kabiliyeti, metindeki yetkinliği, iyi bir anlatı sesi, yüksek bir
retorik kurma kudreti değil kendine ait dili inşa ettiği zamana tekabül ediyor.
Yazmayı tutku edinmişlerin varmaya çalıştıkları nihai nokta da açığa çıkıyor
böylelikle: kendine has bir dil yaratmak. Öyle ki okuyanlar desin: Bunu 'O' yazmış.
Belki de bu yüzden özgün bir dil inşa edenler; o dili asla inşa edemeyeceklerde
hayranlık uyandırırken, o dili inşa edecek yeteneği olanları kıskandırıyor.
Üslubun
Ruhu & Ruhun Üslubu
Nurdan Gürbilek, Yazı ve Arınma’da Oruç Aruoba’nın ustam
dediği Bilge Karasu’dan üslup üzerine şu pasajı alıntılıyor:“Kimi yazarın dilinde söyleyişin en incesini
sözcüklerin birer ok gibi art arda fırlatılması sağlar; kimininkinde ise bir
karasu gibi akış. Benim dilim çiçek dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin
yumuşaklığına, dalgalanışına ulaşmalı”
Karasu’nun
ideal üslubu gibi bambaşka üslup sesleri var. Kimi yazının sesi, karın
yağışının o sessiz sesine benziyor mesela, kimi ise camları alaşağı eden bir
taş sesine. Bazı metinlerdeyse ses yok, koku var sanki. Ağır bir parfüm kokusu,
inatçı bir kir gibi okunur okunmaz buruna gelen kesif bir koku. Yahut libidinal
enerjisini okura anında ifşa eden bir ten kokusu. Çeviride dahi tahrip olmayan,
başkalaşmayan, beşeriyetini aşarak ruhunu okura duyurabilenler var bir de; Oruç
Aruoba’yı, Oruç Aruoba yapan ses.
Dildeki
Özerklik: Minör Edebiyat
Müzakereler kitabında “büyük filozofların aynı
zamanda büyük üslupçular olduğuna inanıyorum” diyen Deleuze, üslubu “üslup asla
insan değildir, her zaman öze(üslup-olmayan) aittir” olarak belirtir. Üslup
olmayanı ise “bir öz olarak üslup olmayan, farkın bir imkânıdır. Üslupsa farkın
ta kendisidir” diyerek altını çizer.
Felsefeyi “kavramlar
yaratan ve icat eden bir disiplin” olarak tanımlayan Deleuze, kavramların imal
edilmesi gerektiğinden de bahseder. Deleuze’ün felsefeye bu bakışı, Edebiyatta
özgün ve özerk yazının konusu olarak minör yazının keşfini de beraberinde
getirir. Üsluba da, felsefe gibi güzel bir yorum getirerek ikisinin de
kullanabileceği bir yolu işaret eder; “bir minör-oluş yaratmayı bilmek.”
Deleuze ve Guattari’nin
Kafka’nın eserleri üzerine yaptıkları çalışmalarla başlayan minör edebiyat ya
da minör yazı; bir azınlığın majör dilde yaptığı edebiyat ve dilin
“yersizyurtsuzlaşması” gibi anlamlara gelir. Minör yazı; yeni bir dil yaratma
değil, var olan bir dili yeniden yaratma olarak da tanımlanabilir. Ayrıca yazarın,
dilin dayatılan kurallarını, gramerini ve çokça kullanılan üslupları
beceremediğinden değil, ayrıksı bir tutumla bunlardan kaçınması olarak da
yorumlanabilir.
Minör
Edebiyatın edebiyatımızdaki en büyük temsilcilerinden biri olarak; Türkçeyi
Fransızca yazım kurallarına göre yazması, bir isyancı gibi kullandığı büyük
harfleri ve terziliğini ele verircesine birbirine tutuşturduğu iğneli yazılarıyla
Sevim Burak belirir.
Oruç
Aruoba’nın Yazısı
Oruç Aruoba, birçok
eserini Türkçeleştirdiği Wittgenstein’ın ilhamıyla yazılarını “kendisiyle kafa
kafaya vererek” yazdığını, sonra kitaplaştığını ifade eder. Oruç Aruoba okuru
olmak, kişisel bir tarihe tanıklık etmeye benzetilir bu yüzden. Fakat Aruoba,
tek bir insanın kendine ait meseleleri gibi görünen öznel anlatımını felsefi
kılmayı başardığından onların hepsini (Kaan Özkan’la röportajındaki ifadesiyle)
“düşünen, kendi yaşamı üzerine düşünen
bir kişinin, düşüncelerinin içeriğini, kendi yaşamının sağladığı yönelimden
ayırarak bir insanlık durumu, bir insan yaşantısı olarak nesne edinmeye;
kavramaya ve kavramlaştırmaya çalışmasıdır” diyerek özetliyor.
“Şiirin
olduğu yerde felsefeye ihtiyaç yoktur” diyecek kadar şiiri mühim gören, aynı
zamanda şiirleri de olan Aruoba şiir ve felsefe arasında güçlü bağlantılar
kuruyor. “Şiirin yapılması zaten yazılmasıdır, oysa felsefe önce yapılır sonra
yazılır” diyerek şiirde düşünme ve yazmanın eş zamanlı işlediğini; felsefede
ise bu mesafenin uzadığından bahseden Aruoba, kendi yazısında bu mesafeyi kısa
tutmayı gözetmesiyle izah ediyor yazdıklarının niçin şiirsel bulunduğunu. Ayrıca
1990’da çıkan ilk kitabı Tümceler’de
yazdığı birçok yazının Japon Edebiyatının bir şiir türü olan Haiku’yla
benzeştiğini sonraları fark eder.
Var Olmanın Hükümranlığı
Özgünlük, üslupta olduğu kadar var olma
biçimi olarak da kendini gösterir. Ruhundaki
kudreti keşfeden, kendilik cesareti gösteren oluşuyla varoluşunu
gerçekleştirir. Var olmanın hükümranlığı tam olarak böyle bir şey. Oruç
Aruoba’nın üslubunda, düşüncesinde ve varoluşunda bunu başardığını söylemek
yanlış olmaz herhalde. Philosophia,
Amor, Felicitate başlıklı tümcesinde "Gelmeyeceğini
bildiğini beklemen, 'bilgelik sevgin' idiyse, ve, geleceğini bildiğini
beklemen, 'sevginin kendisi' idiyse; işte, gelmek üzere yolda olduğunu söylemek
için arayanı beklemen de, 'mutluluktur" diyen Aruoba, üsluptaki
özgünlüğü gibi yaratır düşüncesinin özgünlüğünü de.
Felsefe
yapmayı, kişinin gelmeyeceğini bildiği birisini beklemeye benzeten Aruoba,
Felsefeci ve filozof ayrımına da net bir yorum getirir. Eski Yunan’daki
sophos(bilge) ve philosophos(bilgeliği seven) ayrımını vurgular ve filozofun
bilgeliğe ulaşmaya çalışan ama hiçbir zaman ulaşamayacağını bilen kişi
olduğundan bahseder. Böylelikle yazılarında güçlü bir şekilde hissedilen özlem
de ifadesini bulmuş olur.
Bir Aradalık, Beraberlik,
Birliktelik, Birlik
29 Mayıs 1925’te Heidegger’in Hannah
Arendt'e "M." olarak imzaladığı mektupta geçen; "Gerçek birleşme, diğerinin hayatına ait olmaktır." cümlesinden haberi var mıdır bilinmez ama ilişkilerin
felsefesini yaptığı kitabı İle’de
Heidegger’in cümlesindeki anlamla kucaklaşıyor Aruoba; "Sen ile ben, hiç ‘bir
arada’ olmadan ‘birlikte’ olabiliriz. Ben tek başıma bir şey yaparken seni
düşünerek yapıyorsam yaptığımı, sen de, tek başına bir şey yaparken beni
düşünerek yapıyorsan yaptığını, birlikteyizdir. Bu bir avuntu mu?"
Oruç Aruoba'nın bu cümlelerinden ilham
olan, dörtlü bir ayrımdan bahsedilebilir ilişkilerde: Bir Aradalık, Beraberlik,
Birliktelik, Birlik. Bir Aradalık; arkadaşlık, flörte, Beraberlik; sevgililik,
dostluğa, Birliktelik; evliliğe, Birlikse aşk’a tekabül ediyor sanki. İlk üçü
bilinmez ama dördüncü raddeye varmak için bir arada, beraber, birlikte olmaya
dahi gerek yok. İle’de geçen bu cümlelerden Oruç
Aruobaca ilişki de tariflenebilir; “Senin
ile benim, amaçlarımızı birleştirerek, tek kılarak, ikimizin de ötesindeki o
‘üçüncü’yü yaratmamız. Ben ve Sen'den bir ‘Biz’ doğacak. Onu Ben doğuracağım. Ben
ve Seni birbirimize bağlayacak bu şey ve Beni - Seni çocuğumuz gibi Biz
yaşatacak.”
Fakat
tüm bu güzellemelerin bir de bedeli var. Oruç Aruoba'nın "sana büyük acılar vereceğim çünkü senin büyük sevinçler yaşamanı
istiyorum" sözü tersten bir okumayla da doğru. Bize en büyük
sevinçleri getiren, sinemize en büyük acıları zerk edecek kişi olacak aynı
zamanda.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder