“Başlangıçta
dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı. Doğuya
göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova buldular ve oraya yerleştiler. Birbirlerine,
'Gelin tuğla yapıp iyice pişirelim.' dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine
zift kullandılar. Sonra, 'Kendimize bir kent kuralım.' dediler, 'Göklere
erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.' Tanrı,
insanların yaptığı kenti ve kuleyi görmek için aşağıya indi ve şöyle dedi: 'Tek
bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre
düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar. Gelin, aşağı inip
dillerini karıştıralım ki birbirlerini anlamasınlar.' Böylece Tanrı, onları
yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. Bu nedenle kente Babil adı
verildi; çünkü Tanrı, bütün insanların dilini orada karıştırdı ve onları
yeryüzünün dört bucağına dağıttı.”
Tevrat, Genesis (I-IX)
*
Babil’den önce tüm insanlığın konuştuğu dil neye benzerdi bilinmez
ama belki de Ruhça’ydı. Şimdi milyarca sözcük izdihamı arasında, manayı da,
kastı da kaybetmiş ve bulamaz halde anlamın anlamıyla çarpışmayı ümit ediyoruz.
Kayboluyoruz aynı sesle telaffuz edilse de bambaşka manalara gelen bambaşka
kastların yabancı kelimelerinde. Sesimizi arıyoruz, sesimizi duyamadan. Gerçek
ifademizin iç ses mi, konuşma sesi mi, hal dili mi, göz dili mi, harflerle mi,
nereden sızdığını bilemeden.
Âleme ya da âlem diye yazılmış o büyük anlatıya sağır kalıp, kendi
sesimizin gürültüsünde kaybolurken biz “zamanın en büyük ruhu” bir kadın:
Simone Weil: “bizler emeğimizde ve gündelik hayatımız içinde yaşanan şeylerin
bize sunduğu sembolik anlatıyı bir mektubu okur gibi okumalıyız. Bu semboller
keyfi şekilde karşımıza çıkmaz” diyerek evrenin ve evrendekilerin de bir
Ruhça’sı olduğuna dikkat çekerek o büyük metnin rahlesine oturmaya çağırdı
bizi.
Rahlenin başına geçmek yetmedi. Hangi kitaptan başlamak lazım
geldiğini dahi bilmeden kitabın ortasından başladık bazen. Kekeledi zihnimiz.
Neyse ki bu kekeleyişi hayra yoranlar da oldu: Umberto Eco, Yorum ve
Aşırı Yorum’da “Bir metin, yorumcunun sonsuz iç bağlantılar keşfedebileceği
açık uçlu bir evrendir” diyerek “metnin niyeti”ni vurgular. Bu durum metnin
ardına da art niyetine de davetiye çıkararak bizleri bol katmanlı bir anlamlar
matruşkasına gönderir. Matruşkalara sarıyoruz hakiki anlamı da hakiki manaya
kaç kereden sonra varacağımızı kestiremiyoruz. Muhatabımız oluyor sonra, kaçıncı
matruşkadaki anlamı gördüğünü göremiyoruz. Ya da kaç matruşkası olduğunu. Ya da
tıpkı bu metafordaki gibi matruşkanın hangi manada kullanıldığını. Her ses
katlediyor ve herkes mahvediyor Ruhça’yı. Bağırışlar, çığlıklar kadar bölünüyor
Ruhça. Anlaşmazlıklar, mücadeleler, kavgalar, savaşlar kadar çoğalıyor sonra.
Kaybediyoruz Ruhça’yı ve doğuruyoruz çığlıklardan dillerimizi. Konuşuyoruz,
bağırıyoruz ama duyamıyoruz birbirimizi. Ölüyor kulaklarımız.
Bitmedi dille mücadelemiz. Bu sefer de kendi dilini yaratma
hevesinde sanatçılar oldu. Başkalığını Ruhça değil de Ben Sesi’yle duyurmak,
kitlelere alkışlatmak hevesinde ve farklılık iddiasının aslında bir sıradanlık
nişanı olduğunu fark edemeyen sanatçılar oldu. Yerin Yüzünde sesler, şarkılar,
sözler bağırdılar da birinin bile yankısı varamadı ruhlarımıza.
*
Her insanın ruh gündemini, içinin sesini duyurmak istediği bir
varlık vardır. Belki ihtiyaçtan, belki bir cevabı arayıp da bulmak gibi varmak
istediği bir varlık vardır. Peki, Ruhçamızın hakiki muhatabı kimdir?
Notalarında, çizgilerinde, harflerinde kendimizi bulduğumuz bir sanat eseri mi?
Ruhumuzu gözümüzden okuyan maşuğumuz mu? İç Sesimiz mi? Dua sesimiz mi?
Münacatlardaki tanrımız mı? Hakiki bir dostumuz mu? Kimdir Ruhça’mızın hakiki
muhatabı?
Ruhun hakiki muhatabı Ruhça konuşabildiği varlıktır. Diğerleriyse
bir vakte misafir olunca, vakit vazzı vurunca, vadesi dolunca gidecek
olanlardır. Hakikatteyse; kısmi özgürlük, sınırlı alternatifler ve güncel
seçeneklerin en avantajlısıyla muhatap oluyor insan. Bu yüzden Ruhça bilmiyor
kimse. Vakit geçirmek için beraber yürürsün / beraber yürürsün ve vakit
geçmiştir / vaktin nasıl geçtiğini anlamadan yürürsün; bu üç ayrımda salınıyor
yanımızdaki muhatabın varlığımızdaki ikameti.
Arkadaş, kadim dost, sevgili, eş, akraba, çocuk falan diyoruz ama tüm beşeri
ilişkiler günleri sayıları bir vakte misafir olmaktan ibaret. Peki, Ruhça'mızla
konuşmak istediğiniz varlık nerede? Muhayyilemizde mi? İdeallerimizde mi?
Mazimizde mi? Hayatımızda mı?
*
Zarifoğlu’nun “Bir kalbiniz vardır onu tanıyınız”dan ilham; ‘bir
içiniz vardır, onu duyunuz.’ deyip düşeriz içimize. İçin için içine düşeriz
içimizin. İçimiz dışımıza çıkar da yine de duyamayız içimizin sesini. Ya da bir
başka içe düşer içimiz de ‘benim, içimden, sen dediğim, yalnız sen'sin, sen.’
deriz. İç'in için için "sen" diye seslendiğine ‘senlenmek’ deriz,
içerleniriz. Bir iç’i duyamayışımıza içerleniriz de uzaklığa tanım diye
“iç'ten, başka bir iç'e -içtenlikle- seslenildiği halde, ‘duymayacak, kesin
duymayacak’ yeisine içsel uzaklık.” deriz.
“Ben, ben” diye fersah fersah yollar döşeriz içsel uzaklığımıza. İki
bencil için, gerçekte gerçek bir tebessüm kadar kısa ve anlık bir hareketle
kurulabilecek yakınlık mesafesi varılamazdır. İki bencil için, aylarca ve
onlarca sarılmakla pekişmiş bir yakınlık, 'bir boş bakış'la yerle bir olarak
kadar onarılamazdır. Ve iki bencil için, bir kavuşmak bahanesi bile tasavvur
edilemez kadar umulamazdır.
İç ses duyurmak cüreti diye bir şey vardır; iletişim konforunu ve zarafet
mesafesini bozmak gibi bir bedeli vardır ama sonundaki o ferah teskine
fazlasıyla değer. Hakiki muhatap odur ki; iç ses duyurmak cüretini itibar
kaybetmek pahasına gösterir. Ki iç sesteki gerçek yankının gerçek sahibi
karşımızdaki muhatap değildir her zaman.
*
İsra Suresinde “Sana ruhtan soruyorlar, de ki: Ruh Rabbimin
emrindendir. Size ilimden az bir şey verilmiştir.” tanımını yapmaya ne had ne
de kudret bulamadığımız ancak bir şeylere benzetebildiğimiz ruh, en güzel
rüzgâra benzer. Bu yüzden ruha tesir eden her şey esinti etkisi yapar hep. Ve
en güzel esintiler hep zamansız gelir, biz onları beklemezken. Hakiki muhatap
güzel bir esintiyle gelir. Hakiki muhatap pusulanın kuzeyi gösteren o ibresi
gibi, zamansız bir lâmekânda iki ruh gibi, her ortam ve koşulda hep aynı kişiyi
işaret eder. Birini 'bize en çok tesir eden yer ve zamanda değil de; bambaşka
bir zaman ve mekanda tanısaydık yine muhatabımız olur muydu?' sorusunda onun
hakiki muhatabımız olup olmadığının cevabı saklıdır.
İnsan hakiki muhatabının benliğini öylesine ayna görür ki, kendi
aksinden şüpheye düşer de muhatabının aynasına kıyamaz. Işık ters açıyla
vurmuştur, ayna toz tutmuştur yahut nefsin yüzü fena bakmıştır, hakiki
muhatabın aynasına fena göstermek yaraşmaz. Hakiki muhatap ile mülkiyet değil
aidiyet bağı kurulur. Ancak bir sözleşme unsuru ile mülkiyet bağı kurulabilir.
İster zekâ, ister cesaret, ister güç, ister sezgi kulvarı ne olursa olsun
gerçek bir düello hakiki muhatapla yapılır. Ve bir varlık başka bir varlıkla;
hem rakip, hem düşman, hem dost ve hem âşık olursa birbirinin hakiki muhatabı
olur. Varlığa denk görülemeyenden -kibirden ya da tahkirden değildir bu- hakiki
muhatap olmaz. Bazen iki ruh birbirinin öylesine hakiki muhatabıdır ama
bambaşka zamanların, bambaşka yazgıların, bambaşka başkalarının tozları
kalmıştır beşeriyetlerinde. Yıkanmaları gerekir bu durumda birbirleri hariç her
şeyden.
Hakiki muhataplık, teferrüd* makâmıyla olur. Muhatabın sıfatlarını
değil, zatını sevip, ruhunu başka herkesten emsalsiz görmek. (*:Teferrüd: Kendi
başına olma, bağımsız olma, yalnız olma, herkesten ayrılma.) Dünyanın en meşru
tenezzül etmeyişi bir başkasının ikâmesi olmamaya gösterilen dirençtir,
başkalarında teselli olabilir, sohbet edebilir, paylaşım kurabilir ama Ruhça
konuşamayız.
*
“Ağzımızdan çıkan kelimeler muhatabımızda iz bırakır, yara
açar.” derler. “Kelime”nin Arapça "yara izi" olduğunu söyleyen İbn
Arabi, harfe hangi manayı giydirir bilinmez ama Aşk Risalesinde "varlık
bir harf, sen onun manası / varlıkta başka bir emelim yok" der. Harf
noktaya varırken, noktanın manasını duymaya dahi ürken kulaklara fısıldar İsmet
Özel: "harfe bak, harfe dokun, harfin içinde eri / harf ol harfle birlikte
kıyam et / harf ol, harfler ummanına bat.”
Her Ruhça’nın bir alfabesi vardır ve herkesin bir harfi.
Herkesin bir harfi vardır ve her harfin bir sesi.
Bazen o sesi öylesine duyarız ki; harflerin böylesi sesli oluşuna
hayret ederiz.
Harflerin kudretini bilir ama manayı katletmekten korkarız.
İşte tam o an, harflerin sessizliğine ve noktanın sonsuzluğuna
sığınırız:
.
Bu yazı İtibar Dergisinin 85. Sayısında yayımlanmıştır.