Nisan 26, 2023

O Zarif Kıskançlık


Kıskançlığın zarif bir tonu var. Sevilene zarar veren zehirli kıskançlık değil, sevene zarar veren tonu. Sahip olma hırsından değil; ait olunan kişiye yakın olamamaktan gelen ince sızı kıskançlığı. Eskilerin "ince hastalık" sebebine dahi vardırdığı, Vadideki Zambak'taki Henriente kıskançlığı. “Kıskançlık, aynı zamanda, kovulamayan bir şeytandır, her defasında yeni bir şekle bürünerek çıkar ortaya” der Marcel Proust. Kıskançlık böyle dönüştürücü etki taşır bazen. Kıskançlığın başka görünümleri, başka tonları var mıdır peki? Vardır. Keşfedelim o halde: 

Hasedin Ateşi

Haset, birinin topyekûn varlığını kıskanmak ”O” olmayı istemek. Kıskançlıksa birine bahşedilenlerin kendinde olmayışının hazımsızlığı. Kıskançlığın hayranlığın ardın gizlenen bir yüzü vardır bir de. “Kıskançlık, gizli bir hayranlıktır” der Kierkegaard. Benzer frekansta Peyami Safa da “Hayranlık mağlûp olmuş bir kıskançlıktır. Yani kıskançlık gıptaya, gıpta hayranlığa yerini verir. Dibinde kin vardır. Gitgide, hayranlığın zaafa uğradığı anlarda bu kin ortaya çıkar.” der. Böylesi bir hayranlık öylesi çaresiz bir kıskançlıktır ki muhatabını istese de alt edemez.

Dahil olamadığı güzelliğe hüsn-ü zanla bakamayan, kendine benzemeyenin başarısını hazmedemeyen, dahil olamadığı her şeyi kötüleyen bir kıskançlık eşiği var bir de. Kendi biriciklik yanılmasını tehdit eden bir rakiple karşılaşan ve varlığını rakibi karşısında çelimsiz hisseden insanlar dedikodu, yalan, iftirayla kıskandığı insanları alt etmek adına her türlü çirkinliği göze alabiliyor. Kıskançlık, mahrum edici bir karakteristik taşır. Kıskançlık yüzünden ne çok güzelliği ıskalıyor insan. 

Nedensiz husumet en kısa haset tanımı bazen. Telaşlı itibarsızlaştırmaların ardından çaresiz bir kıskançlık çıkıyor çoğu zaman. Birini sürekli eleştirmek, her sözü/eylemi üzerinden antitez geliştirmekten belirgin kıskançlık işareti yok. Öylesine hastalıklı bir haldir ki bu kıskançlık duyulan kişiyi alt edebilmek için onun kötü, şahsiyetsiz, aşağılık biri olduğuna kendini inandırarak mücadelesini meşrulaştırır. Odağını hakikate, yaşamına ya da kendisine değil de başkaları üzerine çeviren ve hasedin ateşiyle yanan hakikat nasipsizi insan profilidir bu. Kendi ve hakikat arasındaki ilişkiyle varlığını meşgul edeceğine başkasının hakikatle ilişkisini tahrip etmenin peşinde, kıskançlığın zirvesinde zehirlenmiş bir ruhun tezahürüdür aynı zamanda. Kendi varlığının sesine dalmak varken ne beyhude bir uğraş.  


Kibir Rekabeti

Eleştirilerin temelsiz, yargıların dayanaksız, yergilerin ölçüsüz ve üslubun sığ olduğu her rekabet özünde "kibir rekabeti"dir. Tarafların birbirlerinin kibrini incitmeyi hedeflediği bu rekabet yalnızca mutlak hamlesizlik; kayıtsızlıkla son bulabilir. Böylesi bir üstünlük yarışında savaşan rakiplerin kibirleridir esasında. Hiçbir sıfatın, başarının, mülkün hükmü bulunmayan bu soyut savaşta; gözün içindeki, ruhtan gelen o halede "fıtrî ışık"tadır muzaffer. Yarış, nispet, rekabet hırsıyla sağına soluna bakınıp duranlar, geçmişin ardına takılıp kalanlar, yukarılara bakmaktan boynu bükük duranlar ve aşağı bakmaktan kendini alçak bir yükseklikte zannedenlerin arasında; insanın önüne bakıp yürümesi ne güzeldir oysa.

Virüsten daha hızlı ve bulaşıcı bir şey var: Hırs. Rekabet azığıdır onun, kışkırtmak huyu. Gözüne kestirdiği yere varmak ister. Ve hedefi vurmak, on ikiden vurmak... Sonucu düşünür hep, niçini hiç. Niçini düşünen yavaşlar çünkü. Başarmayı ve kazanmayı "olmak"tan çok seven insanların en belirgin özelliği: Rekabet. Rekabet güdülerini tahrik eden her şeye vahşi bir sırtlan gibi hırsla koşarlar. Çatlarcasına koşarlar... Yine de bir yere varamazlar. En çok da kendilerine. Rekabetçi, hırslı, yaşamı bir yarış gibi görüp şeye koşanlar nihayetinde kendilerine gecikiyorlar. Kendisi yerine başkalarıyla yarışanlar, kendi yolundan uzaklaşıp kendi hızını yavaşlatıyorlar çünkü. İnsanı en çok hırsı yavaşlatıyor.

Benzer ruhlara sahip olup; benzer şeylere sahip olmayanların o ölümcül husumetlerini Dostoyevski muhteşem teşhisliyor: “Ona benziyorsun, çok benziyorsun hatta belki akrabasınız; aranızdaki tek fark onun parlak bir şahin ve bir prens, seninse bir baykuş ve tezgâhtar olman.” Bitimsiz egosantrik mücadelelerin ardında kindar ve sadık kıskançlıklar vardır. Böylesi sadık kıskançlıkların en güzel faydalarından biridir bu: İnsanın hasmını bile nitelikli hale getirir. Kıskançlığın dahi kalifiye, derin ve estetik olanı vardır çünkü. 


Sahte Kayıtsızlık

Atmosferin katmanları gibi... Yoğun görünen duyguların ardında bambaşka duygular saklanıyor bazen. Küçümsemenin ardında mahcup bir kıskançlık, aşka benzeyen şeyin ardında başkasına intikam. Ve öfke görünen şeyin ardında gizli bir utanç. Bazen de birbirine geçmiş haldedir duygular. Sanılanın aksine kıskançlık ve kibir beraberdir. Kibri içten içe kendine yakıştırırken kıskançlığı şiddetle reddeder insan. Yükselen narsisizmin zamanında en üvey evlat duygu kıskançlık artık. Hep şiddetle reddedilen ve hep başkalarına layık görülen. Oysa insanın en sık, en yoğun yaşadığı duygulardan biri kıskançlık. Bu "kıskanıyorlar beni!" sendromu iyice yaygınlaştı. Kimse kimseyi kıskanmıyor, herkes kıskanılan kişi artık. İnsan ara ara "Beni neden kıskansınlar?" diye sorup kendine ciddi ciddi düşünmeli bunu. Kıskançlıkla perdelenmiş kibrin en bariz göstergesi sahte kayıtsızlık var bir de. Sahte kayıtsızlık; kibir ve kıskançlığın bir olduğu o hali ele veren ilk şey. Bastırılmış kıskançlık; şiddetli aşağılamalarla ya da sahte kayıtsızlıkla ele veriyor kendini. 

Her tür kıskançlık için güçlü bir reçete var: Sahip olunamazsanız, kaybedilemezsiniz. Rekabet etmezseniz, yenilemezsiniz. Kıyaslamazsanız, kıskançlık duyamazsınız. Kıskançlık, bir tür kalbî cimrilik. İnsan, ihsan etmenin hazzına varınca kıskançlığın cimriliğin kötü bir şekli olduğunu fark ediyor. Cimrilik, hissedememektir sonsuzu. Kıskançlık, eksilmiş hissetmekten gelir çünkü. Sonsuz olan eksiltilemez, çalınamaz oysa. 


Âşık Kıskançlık

"Kıskançlık sevginin sıfatlarındandır" der Muhyiddin İbn Arabi. İbn Arabi, Aşk Risalesi’nde sevenlerin özelliklerinden, kalbi hallerinden bahis açar: Erimek, Garam (üzüntü içinde sevgilide yok olmak), Şevk (kavuşmaya dönük ruhani bir hareket), Heyam (kara sevda, kendinden geçmek), İnlemek, Kemed (gam, tasa, kalpteki aşırı üzüntü) Aşkın bu katmanları, her katmana has bir kıskançlık yorumunu da beraberinde getiriyor. Yaşanmamış güzelliklerin olasılığını kıskanmak gibi estetize edilmiş kıskançlıklar vardır ve bu en güzel iltifattır bazen.

Samipaşazade Sezai kıskançlıktan “en mülayim insanları bile heyecanlandıran aşk felaketi” olarak bahseder. “Bu kıskançlıktı. Aşkın öbür çehresi olan kıskançlık. Bütün hazların ve saadetlerin, bizi mesut eden tebessümlerin, ahitlerin, ümitlerin tekrar gerisin geriye dönüp, keskin bıçaklar, çok sivri neşterler halinde içimize saplandığı kıskançlık!” der Ahmet Hamdi Tanpınar da. Böylesi bir kıskançlığı tek kelimeyle ifade edilse "kanser" olurdu. Ve bunu yalnızca Henriette anlardı. Kanser gibi kıskançlık sessizdir, müthiş sezgindir, rakiplerini kıskanmaz. Kanser gibi kıskançlık Henriette'dir. Ölümcüldür.

Proust’un aşk anlayışı da bu noktada enteresandır. Aşka “karşılıklı bir işkence” diyen Proust; kıskançlığı da “endişeli bir zorbalık ihtiyacının aşkî konulara yönelmesinden” ibaret görür. Proust ayrıca kıskançlığın en acı halinin sevilenin bizde kaybettiği şeylerin başkasında bulmakla yaşandığını söyler. Buradan hareketle muhatabın bir vakit zihnine, kalbine ve ruhuna tesir etmiş bir rakip her zaman hakiki bir kıskançlık nedenidir. Bir varlığa yönelmiş hususi dikkat en belirgin aşk belirtisi ve kıskançlık nedenidir. Rekabet içgüdüsü, seçici olmayan flörtöz meraklar ve maymun iştahla içselleştirilemeyen her insanla alâka kuranlar; hiçbirinde derinleşemediklerinden bu yüzden gerçek bir aşk yaşayamıyorlar. 

Aşkın acı verici karakteristiğinin en yakıcı yüzlerinden biri de âşık kıskançlıktır. Charlotte Bronte, âşık kıskançlığın haz verecek kadar şiddetli halini kahramanı Jane Eyre’i, âşık olduğu adamı başka bir kadınla flört edişini seyrettirerek ifadelendirir: "Baktım. Bakmaktan şiddetli bir zevk aldım. Yine de değerli bir acıydı bu." Platonik ve seyirci bir kıskançlığın hâlidir bu. Bu hale daha ince bir yorum “Her aşkın içinde bir intikam gelip gider” diyerek Sezai Karakoç’tan gelir. Aşkın şiddetli, sitemkâr ve ketum bu karakteristiği Sezai Karakoç’un şiirlerinde belirgindir. Çok özel bir kıskançlığı vardır Karakoç’un.  Âşık kıskançlığın sesini en güzel estetiz eden isimlerden biri olarak Köşe şiirinde ifadelendirir: “Ben geleceğin kara gözlü zalimlerindenim / Bir tek köşen bile ayrılmamışken bana / Var olan ve olacak olan bütün köşelerinin sahibi benim.” Platonik bir aidiyet hırsı vardır burada, zorba olmayan, ümitvar ama bir o kadar da mahzun bir aidiyet hırsı. 


Gayret Makamı

İskender Pala, Kitab-ı Aşk’ta gayret kelimesinin bugün pek kullanılmayan bir anlamından; kıskanmak, çekememek ve tahammülsüzlük anlamlarından bahseder. Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk mesnevisine atıf yaparak Aşk ve Hüsn isimli iki gencin aşk yolculuğunda Aşk’ı, Gayret adında bir lalanın yetiştirdiğinden bahis açar. Hüsn’e âşık Aşk’ın, Kalp Ülkesi’ne varması için “gayret” kaçınılmaz bir yol arkadaşıdır çünkü. Gayret, Şeyh Galip’te; sevilen için gösterilen çaba, göze alınan meşakkat, ödenen bedeller olduğu gibi aşka ve maşuka başkasını ortak etmek istemeyen kıskançlığa karşılık gelir. 

Divan Edebiyatındaki gayret ve makamının en güzel nişanesi Çamlıbel'in o mısrası "Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun." cümlesinde saklı olabilir. Yahut "Saçın yüzüne değse telini kıskanırım" şarkısında. Oysa hepsinden daha yukarıda bir Gayret Makamı var: Sevilen ruhta, başka ruhların zerre tesirine dahi tahammül gösterememek. Bugün en yüksek beşeri sevgide bile başka ruhların tesiri var. Oysa birinin en’i olmak, tesir listesinin zirvesinde olmak ya da en çok sevilen olmak yetmiyor. Kul da Tanrı’ya öykünüyor, haddini aşıyor ve O’nun gibi tek, eşsiz, ortaksız olmak istiyor aşk bahsinde. 

Sahip olma hırsı çok defa sevgi ve aşk işareti olarak sayılıyor. İnsanlara aidiyet bağı yerine mülkmüş gibi bir sahip olma hırsıyla yaklaşmak ruhsal ve hissi bağları tahrip ediyor. Sahip olma hırsıyla dolup taşanlar, sevdikleri insanlarla aidiyet yerine mülkiyet bağı kurarlar. Hakiki muhatap ile mülkiyet değil aidiyet bağı kurulur oysa. Ancak bir sözleşme unsuru ile mülkiyet bağı kurulabilir. Mülkiyet bağı kurulan her şey diğerleriyle kıskançlık; aidiyet bağı kurulan her şey başkalarıyla "Gayret Makamı" doğurur.

Gayretin bilinen anlamıyla bazen bir şeyin yalnızca bizim çabamıza bağlı oluşu da heves kırıyor. Çaba bitince, o şey de bitecek çünkü. Gayret mühim şey ama gayret tutkuya hiç yakışmıyor. Sadece çabayla sürecek şeylerin doğmadan ölmesi en güzeli bu yüzden.


O Tutkun Aidiyet 

Hisler karışıp yepyeni hisler doğurur bazen. Hislerin birleşmesinden doğan hisler daha güzel: Huzurlu neşe, zarif şefkat, mutlu yalnızlık, kırılgan öfke, buruk mutluluk, derin kıskançlık, huzurlu acı, mağlup hınç, mutsuz aşk, şaşkın sevgi, mahcup sevinç, dingin dalgınlık, hırçın mutsuzluk, hüzünlü intikam, tutkulu karamsarlık… Tutku farklı olarak karıştığı hissi daha da yoğunlaştırır. Tutku sadakat ve aidiyete çok yakışır bu yüzden. “Tutku istisnai bir duygudur, kıskançlık ise dünyadaki en istisnai tutkudur” der Dostoyevski Beyaz Geceler’de. Kıskançlığı bir tutku türü olarak okumak, kıskançlığı en estetik ve zehirli tutku haline getiriyor.   

Karanlık tutkunun verdiği azapların en kötüsü özel olamama acısıdır. Bu tür özel olamama acısı için birebir: Sizi özel bulmayan biri sizin için özel olamaz. Ve özel olmayan bir şey için, biri için üzülmek bir anlam taşımaz. Kendi özel olanını bulma ümidi, özel olamama acısının en güzel şifasıdır bu yüzden.

Aidiyet, en sarsılmaz his. Ruhen, kalben, zihnen, bedenen tek bir varlığa ait hissedince; didaktik, tehditkâr ve vaiz gibi konuşan iç seslere, kıskançlık kavgalarına, saf dışı bırakılan rakiplere, sadakat ödevlerine, yasaklara gerek kalmıyormuş. Aidiyet, sadakatin tek muhafızıymış. Ve en zarif kıskançlıkların bile tek devası. Aidiyet, hemdemlik getirir. Hemdem enfes bir kelime. Birlikte (hem) ve nefes (dem) kelimeleri kavuşmuş ve hemdem olmuş. Birinin nefesini varlığında hissetmek. Yalnız teninin nefsini değil. Zihninin nefesi, ruhunun nefesi, kalbinin nefesi ve cânının nefesini de. Bir varlıkta ve hep "bir"likteymiş gibi.

O Aşık Dikkat


Sayfaları gezinirken durdunuz ve tam şu an bu cümleyi okuyorsunuz. Evet, biraz dikkatinizi çekti. Alaycı bir tebessüm? Bıkkın bir göz devirme? Bıkkın gözleri uğurlayarak tebessümünü yüzünde sürdürenler için devam edelim o halde. Tıpkı böyle… Her alaka dikkatle başlar. Maşukun ay gibi aşığının yörüngesinde gezinmesi gibi kati: Tesir ruhun, beğeni gözün, sevgi kalbin, dikkat de zihnin ilgisi.

Zihnin dikkatini istemsizce verdiği şey, meşgul olduğu biricik ayartıcısını ele verir. Zihin hoşlandığı şeye dair her ayrıntıya dikkat kesiliyorken umursamadığını anons gibi onlarca kez duyup geçiyor. Beden dilindeki aynalamanın zihinde de izdüşümü var. Kelime seçimleri zihinsel tahriklerimizi ifşa ediyor. Daha önce hiç kullanmadığınız bir kelime dilinize pelesenk mi oldu birden? Yeni fikir flörtünüze merhaba deyin.

Dikkatsizlik, bir umursamazlık türü. Sıklıkla yapılan dikkatsizliklere dikkat etmekte fayda var bu yüzden. Orası şuurun uyuduğu nokta. Uyuyan şuur ve istikrarlı dikkatsizlik felaket çağırıyor çünkü. Tersi mantıkla bilinçli umursamazlıkta da saklı bir alaka var. Freud’un meşhur tespiti “Bir insan bir yere bakıyorsa orada ilgilendiği bir şey vardır. Bir insan bir yere hiç bakmıyorsa, orada ilgilendiği bir şey kesinlikle vardır.” sözü bu bağlamda karşılığını buluyor. 


Zarif Dikkat

Bakımı özen, zarif bir dikkat ve özel bilgi isteyen nadir çiçek türleri gibi bazı insanlar. Eşsizce açmak için hususî alâka bekliyorlar. Ama... Yaşamın meşakkatli yollarından zorlukla geçenlerin ne hâli ne de "vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya" Neyse ki zarif kavrayışın meşakkatine talip olanlar da var. 

"Olağanüstü bir şekilde senin gözlerinde / Kendimi olurken gördüm" der Friedrich Hebbel. Kendi oluşunu bir çift gözün içinde seyretmek. Bir çift gözü ayna olarak görmek. Ve bir çift gözü varoluşunun şahidi etmek... Eşsiz bir şey. Bu eşsizliği veren nedir peki? Zarif bir dikkat. 

Zarif dikkat ne güzeldir. En büyük iltifattır o. Bir şeyin en küçük ayrıntısına, muhatabın her zerresine nazik bir dikkat, ihtimam göstermek... Hususî, zarif ve derin bir dikkate layık olmaktan daha çok ruhu okşayan ne var?


Gizli Dikkat

“Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar.” der Kur’an. İbret kelimesinin, bugün romantik hakikatçi bir çağrışımı var. Oysa ibret nazarının ibresi vardır, gizli dikkati işaret eder o.

Gizli dikkat ne güzeldir. Göstermeden kendini, hedefini gözleyen keskin nişancı gibidir. Yahut kalabalık bir salonda gözünün ucuyla maşukunu izleyen aşık gözler gibidir. Stalker ya da hırsız gibi "göz diken" değildir o. Kendine ait olanı bilen ve bakandır o.

Başka bir âleme dikkat kesilmişliğin o sessiz bakışı… Başka bir aleme dikkat kesilmişliğin dalgınlığı vardır bir de. Gözü dalmak... Başka bir âleme dikkat kesilmenin, şimdi ve burada değil orada ve o zamana iltica edişin resmi sanki. Birinin gözünün daldığı yere gitmeyi istemek, bakışın şiiri değil de nedir?


Aşık Dikkat

"Göz izi" muhteşem bir terkip. Bakışın görünmez izi vardır, izi kalır bellekte. Göz, muhabbetle baktığı her şeyi mühürler. Tutkuyla baktığı şeye ait olur ruh. Bugün en çok da çok fazla şeye meylle, hevesle, açgözlülükle baktığı için ait olamıyor insan. Belki de bu yüzden içine başka bir çift gözün şirki düşmemiş tek bir tane göz yoktur diye karadeliğe sönedurur yıldızlar.

“Seni hiçbir dünya telaşına değişmedim ben.” demişti Şükrü Erbaş. Hakiki muhatabın en küçük ayrıntısına bile en mühim işi yapıyormuşçasına mesai ayırıp zarif ve incelikli bir dikkat göstermekten daha büyük bir aşk alameti var mıdır ki?


Keskin Dikkat

Her şeye nişan alarak bakan namlu göz, aynada kendini vurur. Tıpkı böyle… Dehşetli, çarpıcı, kötücül şeylere tanık oluşun açık bir yara gibi izi kalır gözlerde. Gözün tanıklığıdır bu. Göz bir yaraya benzer. Bakış zehirli bir ok'a. Bazen de doğrulmuş bir namluya. Baktıkça acır ve acıtır.

"Tedavi olmak istiyorsan, yaranı açmalısın" der Boethius. Anlamak, yaralar bazen. Bir şeyi en derin manasıyla idrak etmek kanatır. Çünkü kanayarak keşfi öğrenir göz ve bakış. Alex Andreyev'in ''İnsanın gözlerini açması bazen çok acı verici olabilir" tablosu gibi tıpkı.

"Yetiştirdiğim en iyi nişancı vurdu beni" der Birhan Keskin. Ya da şöyle: En iyi keskin nişancılar yetiştirdi beni. Her saldırı savaşma kabiliyeti kazandırır aynı zamanda. Vuruldukça, vuruldukça ve ölmedikçe daha da güçlenir insan. Keskin dikkat gibi hırçınlık bir dikkat türü. Bilenmiş bir dikkatse eğer. Dilde, hâlde, tavırda, yazıda; açık, örtük, metaforik ya da estetik... Fark etmiyor. Hırçınlık insanın bilendiği yeri ifşa ediyor anında.


Okurun Dikkati

Ruhsal, zihinsel, kalbî çekicilik de var. Şahsiyeti, benliği çekici olanlar... Çekiciliğin bedene, beden diline indirgenmesi fahiş bir yanılgı bu yüzden. Bazı düşünür, yazar ve kitaplara duyduğumuz dikkat; bu soyut çekiciliğin varlığının en büyük işareti.

Bakış, okuyuşa benziyor bazen. Bir yüzü her şeyiyle seyretmek; o yüzün ruhuna dair bilinmeyenleri bakışın ritmiyle hece hece keşfetmek bir kitabı okumaya benziyor... Evet, anlamlı yüzleri seyretmek de okumaya dahil. Derin bir bakış olmadan, fotoğrafa bakar gibi okuyoruz artık. Yüzeysel, görsel bir okumayla. Kimse okuduğu şeyin gerçek bağlamını idrak edecek kadar bile dikkat etmiyor.


Çeldirici Dikkat 

Ken Follett “Paradoks, dikkat çekmek için tepe taklak duran hakikattir” der. Gerçeğe olan dikkat, gerçeği görmeye yetmiyor her zaman. Salman Rushdie'nin ilginç bir sözü var aynı güzergahta: "İnsanın anlatmayı seçtiği her hikâye bir tür sansürdür, başka hikâyelerin anlatılmasını engeller." Bazen bir tarafa olan aşırı vurgu, o şeyi vurgulamak için değil; diğer tarafı kamufle etmek içindir. Dikkati güçlü olan yere çekerek zayıf olan tarafı kamufle etmek en kurnaz saklanma biçimidir. Doğada savaşçı ve güçlü olmayan birçok hayvanın yıllarca hayatta kalabilmesi de bu stratejiye bağlıdır.

Çeldirici dikkatte kötücül çekiciliğin tesiri var en çok: Şeytan tüyü. "Şeytan tüyü"nü iltifat; çekiciliği güzelliğin bir şartı olarak gören bakış; saflık ve masumiyetten şefkatli bir küçümseyişle bahsediyor.


“Çalınan Dikkat”

Dikkat üzerine son yıllarda yazılmış en iyi metinlerden biri olan Çalınan Dikkat kitabında Johann Hari, dikkat üzerine güçlü çıkarımlar yapıyor. Hari, yaşadığımız çağın dikkati çalan etkisinden bahsederek bu çağın parolasının "Yaşamayı denedim ama dikkatim dağıldı" cümlesiyle ifade eder. Hari, bilhassa sosyal medya etkisiyle beraber insanların hiçbir şeyle uzun alakalar kuramadığını çarpıcı bir örnekle izah ediyor. Harvard’da bir profesörün bile öğrencilerine kısa kitaplar okutma zorlandığını ve çözüm olarak Youtube videoları ve podcastlari kullandığından bahsediyor. 

Bu alaka dikkatsizliği için süratin derinliği feda ettiren yanına dikkat çekerek derinliğin zamana mecbur olduğunu altını çiziyor. Sosyal medya kullanımının getirdiği hız aynı zamanda empati kaybı meydana getiriyor ve kullanıcıları daha agresif hale getiriyor. Hari’nin kendi ağzından teşhise ve çözüme kulak vermeli:

"Böyle az uyuyup çok çalışan, üç dakikada bir faaliyet değiştiren, zaaflarımızı öğrenip manipüle etmek için tasarlanmış sosyal medya siteleri tarafından takip edilip gözlemlenen, stres fazlalığından aşırı tetikte yaşayan, enerjinin sıçrayıp çakılmasına yol açan bir şekilde beslenen, her gün beyne zarar veren toksinlerle dolu bir kimyasal çorbası soluyan bir toplum olmaya devam ettiğimiz takdirde -ciddi dikkat sorunları yaşayan bir toplum olmaya da devam edeceğiz, evet. Ama bunun bir alternatifi var. Örgütlenip karşı koymak - dikkatimizi ateşe veren kuvvetlerle mücadele edip yerlerine iyileşmemize yardımcı olacak kuvvetler geçirmek."


Kendine Dikkat

(MS 25-MS 95) yaşamış Romalı stoacı filozoflardan Musonius Rufus "İnsan ancak kendine daimî bir dikkat göstererek temin eder, kendi ruhunun selametini" demişti. Kendine dikkat kesilmek… Bu gürültülü dünyada kendine dikkat kesilmek mümkün müdür ki? Kendine dikkat kesilmenin bir de kendine saplanıp kalma eşiği var. Kendine dikkat kesilmekle, kendine saplanmanın bencilliği arasındaki farka dikkat çekmekte fayda var. Bencilliğin dikkati, başkalarına hayata dikkatsiz kılıyor. Dikkat yoksa, alaka yoktur, alaka yoksa aşk yoktur, ihtimam yoksa aşk yoktur çünkü. 

Başka bir güzergahta kendi ekseninden çıkıp başkalarına pervane olanların farkına dikkat çekiyor İhsan Fazlıoğlu. “Kendini ihmal edip başkalarına dikkat kesilen kişi, daha yaşarken bedenini mezara çevirir, aklını çöle.” diyor Fazlıoğlu. 

İnsanın yalnız kaldığı anlardaki "gözetleyicisi" gerçek benliğine dair çok şey ifşa eder. Gözetleyicimiz kim? Yaratıcı mı? İçimizdeki seçkinlerin üstenci gözleri mi? Süper egomuz mu? İdeal benimiz mi? Karşı cins mi? Bize hayran bir tribün mü? Yoksa hayalî bir sahne mi? Kendi gözlemleyişini gözetleyebilen göz ikisini de yapabilir.

Dikkat çekme hevesinin, göze girme telaşının kendimizi harcatan etkisi var bir de. Gözden düşenler, göze girmek için çırpınanlardan çıkıyor en çok. Kendilerine yalnız başkalarının gözlerinde yer bulabiliyorlar çünkü. Bu yüzden bir göz açıp kapatma süresince sürüyor münasebetleri.


Sonsuza Dikkat

Göz bir yere, bir şeye, bir kimseye sonsuza bir dikkat gösterir. Bazı dikkatler ne güzeldir. Şöyle tıpkı: Trende camdan dışarı seyrediyorum müzikle. Camın aksine bir suret düşüyor sızan güneşle... Karşımda görme engelli gencin apaçık gözleri. Güneşle bir olmuş bana bakıyorlar... Güneşin gözleriyle göz gözeyiz sanki.

Gurmeler, antikacılar, sarraflar... Bir parçaya neye göre paha biçerlerdi? Biçilen pahayı sonsuz sayıdaki deneyimin ehlileştirdiği, seçmeyi bilen o göz belirlemez miydi? "Göz görgüsü" değerlinin değerini bilen o gözün nazarındadır işte.

Sonsuza dikkat kesilmek enteresandır. Sonsuza dikkatte, yaşamın ve ölümün sırrına nüfuz etme ısrarı vardır. Sonsuzdur son bakış. Göz ölse bile son bakış hep yaşar. Her şeyi unutabilen insan son bakışı unutamıyor. Yıllar geçti, o bakışı unutamıyorum. Gözlerin de yası var. Gözün bir yere, o yere dalıp gitmesi… Gözün yası da bu olsa gerek.

O Sadık Tutku


"Muhammed'in dağa gitmesi gibi aşka gittim" Balzac

Tutku, sadıktır. İnsan en çok tutkusuna sadıktır. Tutku öylesine nüfuz eder ki ruha, insan tutku duyduğu o şeye karşı yüksek bir sadakat gösterir. Zorunlu olmayan sadakat hem de. Sadık bir tutku aidiyeti ne muazzam şeydir. Ruhun biricik tutkusunu keşfedip tüm varlığıyla aidiyet bağı kurduktan hemen sonra yaşadığı o tamamlanma hissi... Yaşamda deneyimlenebilecek en kemâl haz başka nedir ki?

Ruhen, kalben, zihnen, bedenen tek bir tutkuya ait hissedince didaktik, tehditkâr ve vaiz gibi konuşan iç seslere, kıskançlık kavgalarına, saf dışı bırakılan rakiplere, sadakat ödevlerine, yasaklara gerek kalmıyormuş. Aidiyet, sadakatin tek muhafızıymış. İnsan tutkusu kadar kendine, özüne ve aslına da sadık olmalı. Kendine sadık olamayan, hiçbir şeye gerçekten bağlı olamaz.


Tinsel Tutku

“Tanrısallık takıntısı dünyevi sevgiyi yok eder. Bir kadın ve Tanrı... Aynı anda ikisini birden tutkuyla sevmek mümkün değildir. Yok edilemeyen iki erotiğin karışımı, sonu gelmeyen bir dalgalanma yaratır.” der Cioran. Tanrısal ve dünyevi olan arasında güçlü bağlantılar vardır. Tanrı, Aşk ve Ölüm... Bu üçlüyle bağ kurma şekline dair sorular birini tanımanın en kestirme yolu: Tanrısı neye benziyor? Aşkı nasıl yaşıyor? Ölüme nasıl bir mânâ yüklüyor? Tanrı, Aşk ve Ölüm: Sonsuzluk, Haz ve Karanlık bilgisi... Bu üçlünün ardında o kişinin ruhunun sırrı var. 

Tutku en çok dinlere yakışır aslında. Tinsel tutku, metafizik yatkınlık ve arayış ıstırabı... Dini arayışlar en güzel böyle başlar. Ruhu bu hasletlere yatkın olmayan, bilincen hazır olmayan insanlarla din konuşmak ya da dini vecibeleri dayatmak beyhude bir yorgunluk bu yüzden. Ahlakçılık bu yüzden kaba bir yontma telaşına benzer. Ahlâkçı, arzudan korkandır. Çoğu ahlakçılığın ardında arzunun ifşa olma korkusu yatar. Ahlâklı ve ahlâkçının farkı da buradadır: Ahlâklı arzusunu tanıyan; ahlâkçı ise arzusunu bastırandır. Bu yüzden en önce kendine sonra da başkalarına zulmeder. Şeytani estetik bu yüzden korkutur. Şeytanî estetiğin en tekinsiz haliyle ifadesini bulduğu bu zamanlarda ürkek ve tutuk bir sanat anlayışı hâkim hala. Oysa özellikle de muhafazakarların en ihtiyacı olan şey tutku; tinsel tutku. Cioran "Bach'ı dinlediğinizde Tanrı'nın filizlendiğini görürsünüz..." derken ne kadar haklı. Tinsel tutkunun sanatta çok güzel görünümleri var. 

Tutkunun bir de karanlık yüzü var. Karanlığın değil ışıksızlığın rengi, siyah ateşin rengi. Işıktan çok uzakta savrulmanın, kavrulmanın, ahenkle kararmanın rengi. Verdiği hazzı misli acılarla geri alan kahreden tutku rengi: Tinsel tutkunun rengi. Yüksek tutku duyulan bazı şeyler, uçurum etkisi yapar bu yüzden. Uçurum kenarındayken ihtirasla dans eder insan. Sonra birden aşağı düşer. Mahvolur acıyla yavaş yavaş, paramparça olana dek ta ki. 


Heves & Tutku

Alâkalar da aşk gibi sadakat istiyor. İstikrarsız bir hırs, rekabet içgüdüsü, seçici olmayan meraklarla, içselleştirmeden, maymun iştahla, her alanla alâka kuranlar; hiçbirinde derinleşemediklerinden gerçek bir eser ortaya koyamıyorlar. Tutkunun erken keşfi bu yüzden büyük şanstır. Tutkuyu tetikleyici bir işaret olarak okumak, insana kendi varoluş yolunu işaret ediyor. Tutku ne denli otantikse yol o denli aşkınlaşıyor. 

Bu gösteri çağında maymun iştahlı heveslerin trajik örnekleri var. Eskiden “Bir şey yap, popüler ol” anlayışı varken şimdi “popüler ol, bir şey yap” anlayışı hâkim. Şöhretin bu dönüşümü bile popülerliğin yapılacak en büyük şey olduğunu söylüyor kolektif bilinçaltımıza. Kelebek ömürlü popülerliklerin ucu bir şekilde şarkıcı, influencer, youtuberlığa çıkıyor bu yüzden. Her şey olmayı isteyip birini bile olamamak… Heveslerin tutkuya evirilecek sabrı yoktur çünkü. Tutku, heves ve saplantı arasındaki fark da böyle ortaya çıkar. Heves ithaldir, taklittir, mimetiktir. Tutkunun dalgaları vardır, saplantının aşağı çeken bataklığı. Tutkunun derinliğini vardır; saplantının dibi. Tutku, denizdir; saplantı, çukur.

En çok taklit edilen şeylerden biri arzu, arzunun ta kendisi. Girard’ın mimetik arzu kavramı bu anlamda mühim. Şuursuzca tesirinde kaldığı insanların gizil arzularını arzulamak, onlara has, ait ve özgü olan şeylerin tesirinde kalıp taklit fikirler geliştirmek kendinin kâşifi olamayanların en belirgin özelliği. İlk arzunun keşfi bu yüzden mühim. Çocukken kendiliğimize daha çok yakınızdır çünkü. Şuursuzca başkalarının arzularının peşinde sürükleneceğine o "ilk arzu”sunu hatırlamalı insan. Başkasının arzularının peşinden sürüklendikçe karanlık yollara sapar insan. İnsanın kendi yolunu kesmesi ne trajik. 

Tutkunun yaşam pratiklerinde sağlıklı bir şekilde kendine nasıl yer bulacağının güzel örnekleri var. Japon düşüncesinde kendine yer bulan ve yaşam amacı, her zaman meşgul olmanın mutluluğu anlamlarına gelen “ikigai” kelimesi yaşamdaki tutkunun ideal görünümü için işlevseldir. Sevdiğimiz şey, iyi olduğumuz şey, para kazandıran şey, dünyanın ihtiyacı olan şeylerin hepsinin kesişimi olan nokta “ikigai” noktasıdır. 


Sanatın Tutkusu & İştah

“Tutkulu ruhların çoğunda olduğu gibi, hayattaki inancının tükendiği an gelmişti.” cümlesini okudum. Bir saniye sonra, cümle içimde bir kez daha yankılanıyordu ve gözyaşlarına boğulmuştum.” Albert Camus’nün bu sözü tutkulu ruhlardaki sonsuzluğun taşkınlığını işaret ediyor. Nadiren ağlayan tutkulu ruhlar için; ağlamak kupkuru bir toprağa düşmüş bahar yağmuruna benziyor. O yağmurdan sonra filizleniyor ya da çürüyor ruh.

Geçmiş, çok geçmiş zamanlara olan tutku, bir tür "kayıp zamanın izinde"ye benziyor. Neden eski zamanlara çağırır ki ruhumuz bizi? Geçmişe, olanaksıza olan tutku çok defa sanata götürür insanı. Dostoyevski'nin "Tanrı’ya giden yolun başlangıcında tutku vardır" sözü ilginç bir kesişime işaret ediyor. Tanrı'ya da Şeytan'a da giden yolun aynı oluşunu... Tutku kavşağı ermişlerin, sapkınların ve bütün büyük sanatçıların yolunun kesiştiği o noktadadır. Dünya üzerinde büyük ruhlardan biri yoktur ki yolu tutkunun kavşağından geçmemiş olsun.

Richard Sennett'in Balzac için söylediği “kendi kendini tüketen tutku” kavramından ilhamla tutkunun doyumsuz hali arzudan da bahsetmek gerekir. "Arzunun tüm nesnelerini yemek isteriz. Güzellik, yemek istemeden arzulanan şeydir." der Simone Weil. Böylesi estetik bir bakışın keşfi, yüksek bir iştahın doyuma ulaşmasından daha zevklidir kim bilir? İştah için tutku raddesine varamamış bir istek denebilir. İştah kendini isteme şekliyle ele verir: Her şeyi isteyenler, çok şeyi çok isteyenler, çok şeyi az isteyenler, az şeyi çok isteyenler, az şeyi az isteyenler, hiçbir şey istemeyenler, istememeyi isteyenler ve tek şeyi tutkuyla isteyenler... Çünkü isteme şekli ifşa eder ruhu. Her şeyi istemek, iştahtır. İştah varsa tutku yoktur. Hakiki tutkunun neliğinde iştah kapasitesi kesin bir ayırt edicidir. İştahın başka başka görünümleri vardır: Hırs (başarı iştahı), ihtiras (güç iştahı), kibir (eşsizlik iştahı), şehvet (elde etme iştahı), şöhret (ün iştahı), intikam (had bildirme iştahı). Adları, türleri değişiyor yalnızca. İştah, hep aynı iştah. 


Beğeni & Sevgi & Aşk & Tutku

“Alakalarımızın yüz bin şekline isim bulamıyoruz sevmek deyip çıkıyoruz. Onun için ne kadar suistimale uğruyor bu kelime” Peyami Safa’nın bu ikazı alaka çeşitlerin ayırdına dikkat çekiyor. "Beğeni" gözün ölçüsü, "sevgi" kalbin ölçüsü, "alâka" zihnin ölçüsü, "tesir" ruhun ölçüsü. Dört dörtlük bağların büyüsü bunların harmonisinde. Sayısız farklı bağ şekli var insanlar arasında: Fiziksel, duygusal, zihinsel ve ruhsal bağlar. Ruhsal ve zihinsel bağ kurduğunuz insanlarla ölene kadar bitmiyor o bağ. En çok da ruhsal, tinsel bağlar kopmuyor. Tensel ve duygusal bağların vadesi ise kısacık.

Aşkın yüzlerinin başka başka görünümleri vardır: Yan yana başka yöne: zorunlu bir aradalık, hep O'nun yönüne: platonik aşk, tutkuyla yüz yüze: aşk, yan yana aynı yöne: mutlak sevgi. Aşkın bu başka yüzlerinden platonik aşkın hoşnut yüzüne bir şerh düşmeli. Ruhun tutkuyla meyledip sahip olamadığı uzak güzelliklere has bir hoşnutluk hali vardır. O kadar güzel bir hâl ki sahip olsa da olmasa da hoşnuttur. Uzakta ama hoşnuttur. Asla varamayacak olsa da yine de hoşnuttur. Platonik aşk huşusu gibi tıpkı.

Mevlâna’ya atfedilen ''bir aşkı ancak başka bir aşk söndürebilir'' sözü bir şeyi işaret ediyor. Ateş gibi, aşk gibi, yakıcı, kahredici yaşam yangınlarıyla baş etmenin yolu söndürmekten değil; daha büyük bir ateş yakmaktan geçiyor bazen. Aşkın bu yakıcı doğası tutkunun ilkel doğasını hatırlatır. Polanski'nin aşkın ilkel doğası üzerine ince tespitler bırakan filmi Bitter Moon ilkel tutkudaki tehlike üzerine güçlü bir soru bırakır zihnimize: "Huzur, bir aşk ilişkisinde tutkunun baş düşmanı değil midir?" İnsanın kadim doğası estetize edilmiş ihtiras, ilkel tutkuya meyleder çoğu zaman. Hazzın sadık bir kölesi olan ilkel tutku sadakat bilmez. Oysa birbirine yıllarca aşık ve sadık kalabilme mucizesini başarmış bir yaşlı bir çift yaşayabilen en yüksek tutkunun en güzel kanıtı değil midir? 


Hakiki Tutku

Ali Şeriati’nin "Onu görmemiş olsaydım ne yoksul bir ruhum ne vasat bir kafam ve ne sönük bir bakışım olacaktı." dediği Louis Massignon’un “La Passion de Husayn ibn Mansûr Hallâj” kitabının ismi manidardır. Massignon, Hallac-ı Mansur için tutku (passion) kelimesini seçmiştir. Bazı tutkular böyledir. Silsileyi takip eder, bulaşıcıdır ve kendinden başka herkesi, kendinden gayrı her şeyi silikleştirir. 

Öyle değil midir? Hiçbir şey yapmak istememek, bir şeyi yapmayı çok istemek yüzünden. Hiç kimseyle konuşmak istememek, tek kişiyle konuşmayı çok istemek yüzünden. Ve herkese mesafeli olmak, tek kişiye çok yakın olmayı çok istemek yüzünden. Sıradanlık, küfür gibidir bazen. Layık görüldüğü her şeyi alçaltır, bayağılaştırır. Yüce, derin, aşkın olanı mahkûm eder sıradanlık. Yüce olanın, sıradan olacağına şerefiyle ölmesi gerekir bu yüzden. Unutulmazlık... Tesirin kudreti, âşkların sadakati, savaşçıların zaferleri, tarihin altın harfleri hep onunla ölçülür. Oysa gerçekten unutulmaz olan tek şey şüphedir. Unutulmazlık isteyen, muhatabına muhteşem bir şüphe bıraksın.

Hakiki tutku gibi hakiki tutkunun muhatabını ifşa eden bir ölçü vardır. Ruhu peşinde koştuğu şeyler kadar ifşa eden bir şey yoktur çünkü. Mevlâna’nın "Neye talipsen O'sun" sözünden ilhamla "Neyi seçiyorsan o'sun" denilebilir pekâlâ. İnsan en çok seçtiği şeye ait. Şartlar, zorluklar, engeller, mukayeseler, seçenekler, kararsızlıklar... Birini tanımanın en kısa yolu seçtiği şeylere bakmak. İnsanı en çok seçtikleri ifşa ediyor. Seçemeyişi ve seçmek zorunda kaldığı şeyler bile.

“Seni hiçbir dünya telaşına değişmedim ben.” demişti Şükrü Erbaş. Hakiki muhatabın en küçük ayrıntısına bile en mühim işi yapıyormuşçasına mesai ayırıp; zarif ve incelikli bir dikkat göstermekten daha büyük bir aşk alameti var mıdır ki? "Sen olduğun için" dünyanın en güzel iltifatı olabilir. Egoyu, biriciklik hırsını okşadığı için değil. Sayısız kulvardaki yarışın birincisi olduğu için değil. Cevapsız tüm soruların cevabı olduğu için. Bir ruhu görmenin sırrı olduğu için. Sen olduğun için.

Ey güzel tutku, sadığım ben sana. Yalnız sana.

Dünyanın son gününde, dünyada son günümde,

Gökyüzüne bakıp dönerek seni söyler

Ve sana gönenirdim yalnızca.