Hasedin Ateşi
Haset, birinin topyekûn varlığını kıskanmak ”O” olmayı istemek. Kıskançlıksa birine bahşedilenlerin kendinde olmayışının hazımsızlığı. Kıskançlığın hayranlığın ardın gizlenen bir yüzü vardır bir de. “Kıskançlık, gizli bir hayranlıktır” der Kierkegaard. Benzer frekansta Peyami Safa da “Hayranlık mağlûp olmuş bir kıskançlıktır. Yani kıskançlık gıptaya, gıpta hayranlığa yerini verir. Dibinde kin vardır. Gitgide, hayranlığın zaafa uğradığı anlarda bu kin ortaya çıkar.” der. Böylesi bir hayranlık öylesi çaresiz bir kıskançlıktır ki muhatabını istese de alt edemez.
Dahil olamadığı güzelliğe hüsn-ü zanla bakamayan, kendine benzemeyenin başarısını hazmedemeyen, dahil olamadığı her şeyi kötüleyen bir kıskançlık eşiği var bir de. Kendi biriciklik yanılmasını tehdit eden bir rakiple karşılaşan ve varlığını rakibi karşısında çelimsiz hisseden insanlar dedikodu, yalan, iftirayla kıskandığı insanları alt etmek adına her türlü çirkinliği göze alabiliyor. Kıskançlık, mahrum edici bir karakteristik taşır. Kıskançlık yüzünden ne çok güzelliği ıskalıyor insan.
Nedensiz husumet en kısa haset tanımı bazen. Telaşlı itibarsızlaştırmaların ardından çaresiz bir kıskançlık çıkıyor çoğu zaman. Birini sürekli eleştirmek, her sözü/eylemi üzerinden antitez geliştirmekten belirgin kıskançlık işareti yok. Öylesine hastalıklı bir haldir ki bu kıskançlık duyulan kişiyi alt edebilmek için onun kötü, şahsiyetsiz, aşağılık biri olduğuna kendini inandırarak mücadelesini meşrulaştırır. Odağını hakikate, yaşamına ya da kendisine değil de başkaları üzerine çeviren ve hasedin ateşiyle yanan hakikat nasipsizi insan profilidir bu. Kendi ve hakikat arasındaki ilişkiyle varlığını meşgul edeceğine başkasının hakikatle ilişkisini tahrip etmenin peşinde, kıskançlığın zirvesinde zehirlenmiş bir ruhun tezahürüdür aynı zamanda. Kendi varlığının sesine dalmak varken ne beyhude bir uğraş.
Kibir Rekabeti
Eleştirilerin temelsiz, yargıların dayanaksız, yergilerin ölçüsüz ve üslubun sığ olduğu her rekabet özünde "kibir rekabeti"dir. Tarafların birbirlerinin kibrini incitmeyi hedeflediği bu rekabet yalnızca mutlak hamlesizlik; kayıtsızlıkla son bulabilir. Böylesi bir üstünlük yarışında savaşan rakiplerin kibirleridir esasında. Hiçbir sıfatın, başarının, mülkün hükmü bulunmayan bu soyut savaşta; gözün içindeki, ruhtan gelen o halede "fıtrî ışık"tadır muzaffer. Yarış, nispet, rekabet hırsıyla sağına soluna bakınıp duranlar, geçmişin ardına takılıp kalanlar, yukarılara bakmaktan boynu bükük duranlar ve aşağı bakmaktan kendini alçak bir yükseklikte zannedenlerin arasında; insanın önüne bakıp yürümesi ne güzeldir oysa.
Virüsten daha hızlı ve bulaşıcı bir şey var: Hırs. Rekabet azığıdır onun, kışkırtmak huyu. Gözüne kestirdiği yere varmak ister. Ve hedefi vurmak, on ikiden vurmak... Sonucu düşünür hep, niçini hiç. Niçini düşünen yavaşlar çünkü. Başarmayı ve kazanmayı "olmak"tan çok seven insanların en belirgin özelliği: Rekabet. Rekabet güdülerini tahrik eden her şeye vahşi bir sırtlan gibi hırsla koşarlar. Çatlarcasına koşarlar... Yine de bir yere varamazlar. En çok da kendilerine. Rekabetçi, hırslı, yaşamı bir yarış gibi görüp şeye koşanlar nihayetinde kendilerine gecikiyorlar. Kendisi yerine başkalarıyla yarışanlar, kendi yolundan uzaklaşıp kendi hızını yavaşlatıyorlar çünkü. İnsanı en çok hırsı yavaşlatıyor.
Benzer ruhlara sahip olup; benzer şeylere sahip olmayanların o ölümcül husumetlerini Dostoyevski muhteşem teşhisliyor: “Ona benziyorsun, çok benziyorsun hatta belki akrabasınız; aranızdaki tek fark onun parlak bir şahin ve bir prens, seninse bir baykuş ve tezgâhtar olman.” Bitimsiz egosantrik mücadelelerin ardında kindar ve sadık kıskançlıklar vardır. Böylesi sadık kıskançlıkların en güzel faydalarından biridir bu: İnsanın hasmını bile nitelikli hale getirir. Kıskançlığın dahi kalifiye, derin ve estetik olanı vardır çünkü.
Sahte Kayıtsızlık
Atmosferin katmanları gibi... Yoğun görünen duyguların ardında bambaşka duygular saklanıyor bazen. Küçümsemenin ardında mahcup bir kıskançlık, aşka benzeyen şeyin ardında başkasına intikam. Ve öfke görünen şeyin ardında gizli bir utanç. Bazen de birbirine geçmiş haldedir duygular. Sanılanın aksine kıskançlık ve kibir beraberdir. Kibri içten içe kendine yakıştırırken kıskançlığı şiddetle reddeder insan. Yükselen narsisizmin zamanında en üvey evlat duygu kıskançlık artık. Hep şiddetle reddedilen ve hep başkalarına layık görülen. Oysa insanın en sık, en yoğun yaşadığı duygulardan biri kıskançlık. Bu "kıskanıyorlar beni!" sendromu iyice yaygınlaştı. Kimse kimseyi kıskanmıyor, herkes kıskanılan kişi artık. İnsan ara ara "Beni neden kıskansınlar?" diye sorup kendine ciddi ciddi düşünmeli bunu. Kıskançlıkla perdelenmiş kibrin en bariz göstergesi sahte kayıtsızlık var bir de. Sahte kayıtsızlık; kibir ve kıskançlığın bir olduğu o hali ele veren ilk şey. Bastırılmış kıskançlık; şiddetli aşağılamalarla ya da sahte kayıtsızlıkla ele veriyor kendini.
Her tür kıskançlık için güçlü bir reçete var: Sahip olunamazsanız, kaybedilemezsiniz. Rekabet etmezseniz, yenilemezsiniz. Kıyaslamazsanız, kıskançlık duyamazsınız. Kıskançlık, bir tür kalbî cimrilik. İnsan, ihsan etmenin hazzına varınca kıskançlığın cimriliğin kötü bir şekli olduğunu fark ediyor. Cimrilik, hissedememektir sonsuzu. Kıskançlık, eksilmiş hissetmekten gelir çünkü. Sonsuz olan eksiltilemez, çalınamaz oysa.
Âşık Kıskançlık
"Kıskançlık sevginin sıfatlarındandır" der Muhyiddin İbn Arabi. İbn Arabi, Aşk Risalesi’nde sevenlerin özelliklerinden, kalbi hallerinden bahis açar: Erimek, Garam (üzüntü içinde sevgilide yok olmak), Şevk (kavuşmaya dönük ruhani bir hareket), Heyam (kara sevda, kendinden geçmek), İnlemek, Kemed (gam, tasa, kalpteki aşırı üzüntü) Aşkın bu katmanları, her katmana has bir kıskançlık yorumunu da beraberinde getiriyor. Yaşanmamış güzelliklerin olasılığını kıskanmak gibi estetize edilmiş kıskançlıklar vardır ve bu en güzel iltifattır bazen.
Samipaşazade Sezai kıskançlıktan “en mülayim insanları bile heyecanlandıran aşk felaketi” olarak bahseder. “Bu kıskançlıktı. Aşkın öbür çehresi olan kıskançlık. Bütün hazların ve saadetlerin, bizi mesut eden tebessümlerin, ahitlerin, ümitlerin tekrar gerisin geriye dönüp, keskin bıçaklar, çok sivri neşterler halinde içimize saplandığı kıskançlık!” der Ahmet Hamdi Tanpınar da. Böylesi bir kıskançlığı tek kelimeyle ifade edilse "kanser" olurdu. Ve bunu yalnızca Henriette anlardı. Kanser gibi kıskançlık sessizdir, müthiş sezgindir, rakiplerini kıskanmaz. Kanser gibi kıskançlık Henriette'dir. Ölümcüldür.
Proust’un aşk anlayışı da bu noktada enteresandır. Aşka “karşılıklı bir işkence” diyen Proust; kıskançlığı da “endişeli bir zorbalık ihtiyacının aşkî konulara yönelmesinden” ibaret görür. Proust ayrıca kıskançlığın en acı halinin sevilenin bizde kaybettiği şeylerin başkasında bulmakla yaşandığını söyler. Buradan hareketle muhatabın bir vakit zihnine, kalbine ve ruhuna tesir etmiş bir rakip her zaman hakiki bir kıskançlık nedenidir. Bir varlığa yönelmiş hususi dikkat en belirgin aşk belirtisi ve kıskançlık nedenidir. Rekabet içgüdüsü, seçici olmayan flörtöz meraklar ve maymun iştahla içselleştirilemeyen her insanla alâka kuranlar; hiçbirinde derinleşemediklerinden bu yüzden gerçek bir aşk yaşayamıyorlar.
Aşkın acı verici karakteristiğinin en yakıcı yüzlerinden biri de âşık kıskançlıktır. Charlotte Bronte, âşık kıskançlığın haz verecek kadar şiddetli halini kahramanı Jane Eyre’i, âşık olduğu adamı başka bir kadınla flört edişini seyrettirerek ifadelendirir: "Baktım. Bakmaktan şiddetli bir zevk aldım. Yine de değerli bir acıydı bu." Platonik ve seyirci bir kıskançlığın hâlidir bu. Bu hale daha ince bir yorum “Her aşkın içinde bir intikam gelip gider” diyerek Sezai Karakoç’tan gelir. Aşkın şiddetli, sitemkâr ve ketum bu karakteristiği Sezai Karakoç’un şiirlerinde belirgindir. Çok özel bir kıskançlığı vardır Karakoç’un. Âşık kıskançlığın sesini en güzel estetiz eden isimlerden biri olarak Köşe şiirinde ifadelendirir: “Ben geleceğin kara gözlü zalimlerindenim / Bir tek köşen bile ayrılmamışken bana / Var olan ve olacak olan bütün köşelerinin sahibi benim.” Platonik bir aidiyet hırsı vardır burada, zorba olmayan, ümitvar ama bir o kadar da mahzun bir aidiyet hırsı.
Gayret Makamı
İskender Pala, Kitab-ı Aşk’ta gayret kelimesinin bugün pek kullanılmayan bir anlamından; kıskanmak, çekememek ve tahammülsüzlük anlamlarından bahseder. Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk mesnevisine atıf yaparak Aşk ve Hüsn isimli iki gencin aşk yolculuğunda Aşk’ı, Gayret adında bir lalanın yetiştirdiğinden bahis açar. Hüsn’e âşık Aşk’ın, Kalp Ülkesi’ne varması için “gayret” kaçınılmaz bir yol arkadaşıdır çünkü. Gayret, Şeyh Galip’te; sevilen için gösterilen çaba, göze alınan meşakkat, ödenen bedeller olduğu gibi aşka ve maşuka başkasını ortak etmek istemeyen kıskançlığa karşılık gelir.
Divan Edebiyatındaki gayret ve makamının en güzel nişanesi Çamlıbel'in o mısrası "Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun." cümlesinde saklı olabilir. Yahut "Saçın yüzüne değse telini kıskanırım" şarkısında. Oysa hepsinden daha yukarıda bir Gayret Makamı var: Sevilen ruhta, başka ruhların zerre tesirine dahi tahammül gösterememek. Bugün en yüksek beşeri sevgide bile başka ruhların tesiri var. Oysa birinin en’i olmak, tesir listesinin zirvesinde olmak ya da en çok sevilen olmak yetmiyor. Kul da Tanrı’ya öykünüyor, haddini aşıyor ve O’nun gibi tek, eşsiz, ortaksız olmak istiyor aşk bahsinde.
Sahip olma hırsı çok defa sevgi ve aşk işareti olarak sayılıyor. İnsanlara aidiyet bağı yerine mülkmüş gibi bir sahip olma hırsıyla yaklaşmak ruhsal ve hissi bağları tahrip ediyor. Sahip olma hırsıyla dolup taşanlar, sevdikleri insanlarla aidiyet yerine mülkiyet bağı kurarlar. Hakiki muhatap ile mülkiyet değil aidiyet bağı kurulur oysa. Ancak bir sözleşme unsuru ile mülkiyet bağı kurulabilir. Mülkiyet bağı kurulan her şey diğerleriyle kıskançlık; aidiyet bağı kurulan her şey başkalarıyla "Gayret Makamı" doğurur.
Gayretin bilinen anlamıyla bazen bir şeyin yalnızca bizim çabamıza bağlı oluşu da heves kırıyor. Çaba bitince, o şey de bitecek çünkü. Gayret mühim şey ama gayret tutkuya hiç yakışmıyor. Sadece çabayla sürecek şeylerin doğmadan ölmesi en güzeli bu yüzden.
O Tutkun Aidiyet
Hisler karışıp yepyeni hisler doğurur bazen. Hislerin birleşmesinden doğan hisler daha güzel: Huzurlu neşe, zarif şefkat, mutlu yalnızlık, kırılgan öfke, buruk mutluluk, derin kıskançlık, huzurlu acı, mağlup hınç, mutsuz aşk, şaşkın sevgi, mahcup sevinç, dingin dalgınlık, hırçın mutsuzluk, hüzünlü intikam, tutkulu karamsarlık… Tutku farklı olarak karıştığı hissi daha da yoğunlaştırır. Tutku sadakat ve aidiyete çok yakışır bu yüzden. “Tutku istisnai bir duygudur, kıskançlık ise dünyadaki en istisnai tutkudur” der Dostoyevski Beyaz Geceler’de. Kıskançlığı bir tutku türü olarak okumak, kıskançlığı en estetik ve zehirli tutku haline getiriyor.
Karanlık tutkunun verdiği azapların en kötüsü özel olamama acısıdır. Bu tür özel olamama acısı için birebir: Sizi özel bulmayan biri sizin için özel olamaz. Ve özel olmayan bir şey için, biri için üzülmek bir anlam taşımaz. Kendi özel olanını bulma ümidi, özel olamama acısının en güzel şifasıdır bu yüzden.
Aidiyet, en sarsılmaz his. Ruhen, kalben, zihnen, bedenen tek bir varlığa ait hissedince; didaktik, tehditkâr ve vaiz gibi konuşan iç seslere, kıskançlık kavgalarına, saf dışı bırakılan rakiplere, sadakat ödevlerine, yasaklara gerek kalmıyormuş. Aidiyet, sadakatin tek muhafızıymış. Ve en zarif kıskançlıkların bile tek devası. Aidiyet, hemdemlik getirir. Hemdem enfes bir kelime. Birlikte (hem) ve nefes (dem) kelimeleri kavuşmuş ve hemdem olmuş. Birinin nefesini varlığında hissetmek. Yalnız teninin nefsini değil. Zihninin nefesi, ruhunun nefesi, kalbinin nefesi ve cânının nefesini de. Bir varlıkta ve hep "bir"likteymiş gibi.