Alex Andreyev ''İnsanın gözlerini açması bazen çok acı verici olabilir" |
Dil Yarası
Dil yarası... Yıllar geçse bile dilin dikeniyle açılmış yaralar kapanmıyor. Hele de kötülüğün zehrine bulanmışsa dil dikeninin yarası iyileşmiyor. Dilimizin dikeniyle incittiğimiz her kalbin kanı elimizde. Vakti geldiğinde başka bir dil dikeni öyle batacak kalbimize. İbn Arabî, kelimenin "yara izi" anlamını hatırlatır. Kelimelerin yaralayıcı gücü vardır çünkü. Dilin şifasını diliyle yaralar aça aça keşfediyor insan. Ya da başkalarının diliyle yaralana yaralana. Söz bir büyü, bu büyünün zehri de şifası da kendisinde.
Özlü sözler, aforizmalar, mısralar, şarkı sözleri... Güzel sözler kendimizi aklama aracına dönüştü iyice. Her marazına, yarasına, hatasına özlü söz bulma telaşı var çoğu insanda. Sözlerin büyüsünü kendini aklama aracı olarak marazı, yarayı, hatayı örtmek için kullanmak; kendini kandırmanın en güzel hâline dönüşüyor. Oysa söz dönüştürmeli, en başta o sözü kullanan kişiyi hatta.
Aşk Yarası
Kor ve Sır. Ne çok benziyor birbirine. Kalpte durdukça ateşe döner. Duramayıp dışarı çıksa ateşe verir ortalığı. Sır, en büyük harareti verir kalbe. Ama ateşten başka ne dönüştürür ki ham bir kalbi? “Sana büyük acılar vereceğim, çünkü senin büyük sevinçler yaşamanı istiyorum.” demişti Oruç Aruoba. Sizi kaybetme korkusuyla titreten kişi en büyük mutluluğu verecek kişidir. Ve size en büyük sevinci veren en büyük acıyı yaşatacak kişi. Birinin sevgisini istemeyi sevgi zannediyor çoğu insan. Sevgiyi istemek, sevmek değil. Sevgiye sahip olmak isteği hırsa dönüşüyor zamanla. Bunca sevilmek yarası bu yüzden.
Aşkın yarasının derininde, onursuz aşkların gölgesinde tutkunun karanlık yüzü var: Verdiği hazzı misli acılarla geri alan kahreden tutku. Yüksek tutku duyulan bazı şeyler, uçurum etkisi yapar. Uçurum kenarındayken ihtirasla dans eder insan. Sonra birden aşağı düşer. Mahvolur acıyla yavaş yavaş, paramparça olana dek… Karanlık mutluluk diye bir şey var. Gizlidir, saklıdır, kirlidir ama mutluluktur. Hem mutluluk verir hem aydınlıktan meneder. Simsiyah bir gökyüzü altında, güneşsiz bir kuytuda durur. Ve verdiği mutluluğu misliyle kahrederek geri alır.
Hüzün Yarası
"Olası olanın olmamasında ne büyük bir hüzün var..." diyor Ahmet İşcan. Bize ait olandan uzak düşmek hüzün verir insana. Oysa kaybetme hüznü, bize ait şeyler için anlamlıdır. Bir şey bize ait olsaydı, bizimle olurdu. Bizimle olmayan, bize ait değildir. Ancak kendisine ait olan şey eksik bırakabilir insanı çünkü. Güzel, uzak; uzak, güzeldir… Bütün güzeller uzak mıdır ki? Düşlediği o uzağın güzel olacağını zannediyor insan hep. Güzel, uzak değil oysaki. İnsanlar özlemeyi çok seviyor sadece.
Ruhun tutkuyla meyledip sahip olamadığı uzak güzelliklere has bir hoşnutluk hali var. O kadar güzel bir hâl ki, sahip olmasa da hoşnut. Uzakta ama hoşnut. Asla varamayacak ama yine de hoşnut. Platonik aşk huşusu gibi tıpkı.
İncelik Yarası
"İçtenlik" ve "incelik" arasında “incecik” bir fark var. İnce olan her şey içten değil. İçten olan, ince olduğu kadar samimi ve sahicidir de. Oysa ince olan ve zarif görünen bazı şeyler içten değil çoğu zaman. İçtenlik bir büyü. İçten, zarif, incelik dolu tek bir hareketle birinin gününü eşsiz hale getirebilir insan. İçtenlik bu kadar azken herkes neden bu kadar kaba? Bencilliği şiddetinde kabalaşıyor insan çünkü. Ve bencillik, öldürüyor içtenliği.
Jestler, incelikler parfüm kokusuna benziyor. İçten bir iyilikse taze çiçek kokusuna... Biri etkiliyor, biri kalbe işliyor bu yüzden. Kompleksli, alıngan, kırılgan, yaralı insanlara yaklaşmanın, yardımın meşakkati var. Onlara ulaşmaya çalışmak, cam kırıkları olan zeminde yürümeye benziyor. Ne kadar dikkat etsen de daha çok kırıyor, tuz buz ediyorsun. Yaralanıyorsun.
Anlamak Yarası & İnançsızlık
Yarası
Dostoyevski'nin "her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır" sözü zekânın acıtan yanını ifşa ediyor. Benlik yaraları zekâ, yetenek, entelektüel birikimle birleştiğinde en büyük bahtsızlığa dönüşüyor bazen. Yaşam, böyle nicelerinin ihtişamlı yanılgılarıyla dolu.
Tanrı'yı terk eden eski sevgiliymiş gibi gören bir inanmama stili var bazılarında: Tuhaf nispetler, aşağılama hırsı, eğlenerek intikam almak vs vs. İnanmamak değil de acıyan bir yarayı saklamaya çalışmak sanki. Hakiki inançsız, kayıtsızdır oysa. İnanmamak ve Tanrı'dan & dinlerden nefret etmenin farkı burada ortaya çıkıyor işte. Bazı inançsızların inanmama gerekçeleri bile yok; duygusal saiklerle nefret, küçümseme gibi hisler duyuyorlar sadece. His varsa bastırılmış bir inanç da vardır oysa.
Kibir Yarası
Gururun dayanılmaz ağırlığı var. Dokunur gözyaşı, gurura. Dokunur dokunmaz, gözyaşı düşmüş kâğıt gibi kabarır kalp. Gözyaşı bazen en ağır şey. İnsana yük olan ne hayat ne de başkaları çoğu zaman. Kendini ve haddini aşan gurur, en büyük yükü insanın. Kendini ve sınırlarını kabullendikçe yükü de sızısı da hafifliyor insanın bu yüzden.
Kırılgan ego ve kırgın kalp arasında çok fark var. Kırılgan ego, hassasiyet radarına giren her şeyi kırıcı zanneder. Dirençsizdir. Kırılmış bir kalpse dirayetlidir, tuz buz edilene dek kırılmaya direnç gösterir. Egosu incinince kibrine kaçan insanın şifasızlığı en kötü şey. İnsanın varlığına, tekamülüne en büyük hasarı verir kibir. Küçük bir incinişi yara; yarayı ise kanser yapar.
Kimlik Yarası
"İğrenç de olsa bırak her şey açığa çıksın! / Değersiz de olsa yaşamımın gizini çözmeliyim / Kendimden başkası olmak istemiyorum / Nasıl doğmuşsam öyle / Kim olduğumu bulacağım." Oedipus
Yalnızca kendisi olduğu için sorun yaşadığında şunu hatırlatmalı insan kendine: Kendim olduğum için hiç kimseden özür dilemeyeceğim. Hiç kimsenin beni suçlu, kötü, kabahatliymişim gibi hissettirmesine izin vermeyeceğim. Kendilikte ve kendi yolunda olmaya başka bir katkıyı da Simone de Beauvoir yapıyor: “Kurtuluşu bir başkasında görmek, yıkılmanın en güvenli yoludur” sözü ruhumuzdaki yaralar için de işlevsel. Şifayı başkasından ummak, daha da derinden yaralanmanın en acı verici yolu çünkü.
İnsanların yakındıkları dert, acı, sıkıntıların üreticisi çoğu zaman kendisi. Derdi doğuran da kendisi. Dertten yakınan da kendisi. Öyle bir bataklık ki bu kimse kurtaramıyor insanı kendisinden. Kendi bataklığına düşeni kim kurtarabilir ki? Kendini bir türlü sevemeyen, beğenemeyen ve “kendinden bir türlü razı olmayan insan bozgunculuğu” diye bir şey var. Sürekli kaşınan bir deriyi kazıyan bir sivri bir tırnak gibi rahatsızdır varlıkları. Rahatsız etmekten başka oluş bilmezler bu yüzden.
Büyümek Yarası
Bazen yaralanmak gerekir. Buhranlı bir ergenlik çağı gibi... Büyümek isteyen buhranı, keşif isteyen acıyı deneyimlemek zorunda. Nietzsche'nin "Dans eden bir yıldızı doğurabilmek için insanın içinde bir Kaos olması gerek" sözü ne güzel teskin ediyor. Bazen kaos, sancı, mücadele gerekir. İçimizle, kalbimizle, zihnimizle... Dans eden yıldızlara erişebilmek için. İnsan bazen kendi kendini öyle güzel yaralıyor ki; bütün şifalar, dermanlar çirkin kalıyor.
Büyük dertler, büyük acılar, büyük sınavlar, büyük aşklar. Büyük, “olağan”ı büyütmek içindir çoğu zaman. Deniz ne kadar büyükse, dalga o kadar büyük olur. Büyük insanlar, büyüklüklerini o büyük acılara borçlu değil midir zaten? Muhteşem olanın riski var. Muhteşem olan, riskle var. Olağanın üstüne varmak için; vasatı aşan çaba, cesaret, meziyet gerekir. Muhteşem insanlar, başarılar, hikâyeler... Muhteşem, bu yüzden bedel ödeme riskini alanlara bahşedilir.
Yaradaşlık & Yaranın Yararları
"Yetiştirdiğim en iyi nişancı vurdu beni" demişti Birhan Keskin. Ya da şöyle: En iyi keskin nişancılar yetiştirdi beni. Her saldırı savaşma kabiliyeti kazandırır aynı zamanda. Vuruldukça, vuruldukça ve ölmedikçe daha da güçlenir insan. Yaralananlar, yaralayabildikleri yerine onları asıl yaralayanları yaralayabilseydi; ne bu kadar çok insan yaralanır ne de bu kadar çoğalırdı yaralar. Yaralanma korkusundan yahut yara acısından olmayan, yaralanmanın erdemini bilen şefkat bu yüzden duyguların en yücesi. Şefkatin bu bilgisine canı yanmadan varan var mıdır peki?
Yaraların kardeşliği, yaradaşlık vardır. Yaranın içinde büyüyen güzellik vardır. Yaranın içinde şifası vardır. Yara neremizde olursa olsun şifa kendimizde çoğu zaman. Kendi yarasının şifası olabilen, kurtarıyor kendini her tür acıdan. Kendine şifa olamayana ise değen her şey yara zaten. Kendini kaybettiğinde çıkıp yürümek, kafası dağıldığında etrafı toparlamak, kırıldığında bir şeyleri onarmak ne iyi geliyor insana. Eylem, içte çözülemeyen her şeyin yolunu işaret eden en güzel şifa bazen. Büyük acıların küçük acıları bastırışı gibi... Bazen bir yarayı keşif arzusu, o yaranın acısını bastırabiliyor. Yaranın keşfinden hem teşhis hem de sanat çıkıyor. Bu ilhamı insana sanatçılar ve filozoflar bahşetmiş olmalı. Acıyı dindirmenin en estetik biçimi bu olsa gerek. Çünkü yaranın keşfi de şifaya dahil.
Bu yazı Muhit Dergisinin 31. sayısında yayınlanmıştır.