“Kurama yaslanmayan eleştiri etik dışıdır”
Zeynep Merdan: Jacques Derrida, “Platon’un Eczanesi”nde “metin
kompozisyonun yasasını ve oyununun kuralını ilk bakıştan, önüne gelenden
saklıyorsa metindir ancak. Metin daima algılanamaz olarak kalır” diyor.
Anlatmamayı bir anlatı olarak tercih eden biri kendini nasıl anlatır?
Ahmet Sait Akçay: Şimdi metin yanlışlanabilir ya da doğrulanabilir
bir tez formatı değildir; en başta bunu vurgulamalıyım. Yani metnin ürettiğine
sadece metnin kendisi tabidir, bu açıdan bakıldığında Derrida’nın “fark
edilmez” olarak nitelediği “metin”, yasasını da kendisi belirleyen bir agent yani aktör olarak karşımıza çıkar.
Şu noktaya dikkat etmeliyiz: Metin bağlamı dediğimizde başka bir anlam
katıyoruz, oysa metnin kendisi bağlamından arîdir. Burada metnin biçimi ya da
biçemi söz konusudur. Metnin yapısı hiçbir zaman gözle görülür bir nitelikte
değildir. Yorum, metni daima saklar, yorum hiçbir zaman metinle özdeşleşmediği
gibi, metnin anlamını da daima geciktirir. Bu evrensel bir kaidedir, en azından
ben öyle bakıyorum. Çünkü metnin anlamını yorumlamak metni ikincil planda
bırakır; yorumlayıcının erki devreye girer ki bu da metnin nesneleşmesine kadar
gider. Bir metne nasıl bakmalıyız sorusu tahakküm üretir. Metni yorumlamak
bakış açısıyla ilintilidir ve çoğu zaman ideolojiktir. Tam da burada metin
nedir peki, sorusuna yanıt aramamız gerekir. Bir yığın soruyu da beraberinde
getirecektir. O zaman metnin gerçekliği nedir? Bizim metne yaklaşımımız metni
her zaman öteleyecektir. Burada metin özerktir.
Özellikle son on yıldır üzerinde
çalıştığım metinler ve deneyimlerim üzerinden, öznel bakış açısıyla şunları
ifade etmekte bir beis görmüyorum; Anlatmak ya da tahkiye yazarın otoritesini
pekiştirir. Ve bu erk hiçbir zaman metinsel değildir, olamaz da. Ben buna “yazarın şiddeti”, diyorum. Yaratıcı
yazar şiddete meyillidir, dolayısıyla metinden ziyade bir ürün ortaya koymayı
hedefler, itkileri ne olursa olsun. Metni araçsallaştırmak metne uygulanan en büyük
şiddettir. Bu da hikaye anlatmayla başlar. Günümüzde bu şiddet bir fetiş haline
gelmiştir; bugün gün yüzüne çıkan hikayelerin yüzde doksanı yazarın zihniyetini
temsil etmektedir, nakıstır ve edebi olmaktan çok uzaktır.
Merdan: Hem üreten hem eleştiren, dolayısıyla kendi yapıtını da
eleştiren yapısökümcü anlayışa
sahipsiniz. Rollo May, Yaratma Cesareti
adlı eserinde Pablo Picasso’dan şöyle bir alıntı yapar: “Her yaratma edimi, ilk
önce bir yıkma eylemidir.” Bu konuda siz neler düşünürsünüz?
Akçay: Birincisi şunu söyleyeyim: Benim için metin hiçbir zaman
yaratma edimi olmamıştır. Yaratma eylemiyle başlayan metnin özerkliğinden şüphe
etmeliyiz. Metinde yaratma/doğurma, sancı gibi atıflar, çok süblime bir duyguyu
barındırır ve metnin yörüngesini de o yüceleştirilmiş, tanrı-merkezli bakış
açısı belirler. Bu algı biçimi geçerliliğini yitireli yüzyıllar geçti. May’in
Picasso’yu referans alarak bunu öne sürmesi bir anlamıyla edebiyatı da
içgüdüsel bir eylem olarak görme yanlışından kaynaklanıyor. Ancak şunu da
belirtelim, Picasso yaratmayı resim için kullanır, sanatsal yaratıcılığı
modernizm bağlamında kast eder aslında. Bana göre kendi resimleri de yaratı
değil, birer metin örneğidirler. Çünkü modernistlerin romantik bir tarafı da
vardır ki “Yeni Romantikler” olarak anılırlar.
Yıkma eyleminde hemfikirim
elbette. Modernist ve avangard sanatçıların
da ortak kaygısı biraz önce bahsettiğim var olan, meşru geleneği, imgelem
dünyasını yerle yeksan etmektir. Burada kast edilen de gelenektir; var olan
yazınsal dildir. Bu da çoğu zaman convensional’dır, yani verilidir. Siz nasıl
içine doğduğunuz dil için benimdir, diyemiyorsanız ortaya çıkardığınız ürün de
edebi konvansiyonelden öteye geçemez. İşte tam burada strateji devreye girer.
Dürdane İsra Çınar: Bunun önüne nasıl geçebiliriz?
Akçay: Buna meydan okuyarak karşı çıkabilirsiniz. Çok basittir
aslında, içine doğduğunuz geleneksel edebiyat dilini tersyüz etmekle
başlamalısınız. Geçmiş yüzyılın konvansiyonel diliyle ürettiğiniz edebiyat
bugün taklit bile sayılamaz çünkü taklit etmenin de metne bir katkısı vardır.
Merdan: May, yaratıyı ölüm anksiyetesine karşı bir cesaret gösterisi
olarak belirtiyor. Kendi yaratınızı ölümle, ölüme rağmen ya da ölüm karşısında
hangi bağlamda değerlendirirdiniz?
Akçay: Şimdi, yazmanın varoluşsal bir anlamı yoktur, sıkça
zikredilen bir Sait Faik güzellemesi vardır: “Yazmasam delirecektim.” Yazmanın
böyle bir duyguyla ilişkisi yoktur diye düşünüyorum. Yazmak için hayatı
yaşamıyoruz, ya da hayatı yazmak için yaşamayız. Her ikisi de farklı kategorilerdir.
May’in yazmaya ontolojik bir anlam katması, yazının kutsallaştırılması sorunlu
bir bakış açısıdır. Bu bakış açısı maalesef edebi kamuda meşrulaştırılıyor.
Oysa esas metnin amacı bu meşruiyet zemini bertaraf etmektir. Yine metnin stratejisinden
bahsediyorum.
Çınar: Her metnin bir stratejisi var mıdır?
Akçay: Kuşkusuz vardır, metin matematikten öte bir şeydir; metnin
iç stratejisini yine metnin kendisi belirler. Metin lineer değildir,
doğrusallığı asla kabul etmez. Tek metinden bahsedemeyiz. Metnin girift
yapısını ise stratejisi belirler.
Merdan: Peki metin stratejisinden biraz bahseder misiniz?
Akçay: Öncelikle metni Derrida’nın kullanımıyla ele aldığımı
belirtmeliyim. O zaman metnin stratejisinden bahsedilebilir. En basit
biçimiyle, metnin diğer metinlerle kurduğu ilişki biçiminden söz ediyorum.
Metnin coğrafyasının ana arterini çarpıcılık, duygulanım, özdeşlik gibi
kavramlar belirleyemez. Söz konusu ifadeler metnin alımlanmasını gösterecektir.
Bu tarz bir belirlemenin metinle ilgisinden çok bakan gözün algısıyla ilişkisi
vardır. Metnin hep edilgen olduğu bir dünyadan bahsediyoruz aslında. Ve bugün
bu tavır kimseyi rahatsız etmiyorsa, edebiyatın içinden konuştuğumuz da
söylenemez zaten.
Çınar: Roland Barthes da “Günümüzde yazmak anlatmak değildir,” derken
anlatıda tahkiyeyi şiddetle eleştiriyordu. Aslında onun bu ve benzeri
ifadelerinden yok edilmesi gerekenin anlatı değil, bir çeşit kökleşmiş model
mantığı olduğunu anlıyoruz. Siz de yazılarınızda klişe bir model olarak
gerçekçiliğin yeniden türemesini eleştiriyorsunuz.
Akçay: Şimdi Barthes, 1967’de kaleme aldığı ve yirminci yüzyıl
edebiyat kuramının, postmodernizmin ve postyapısalcılığın temelini oluşturan
“Yazarın Ölümü” makalesinde yazar merkezli okumaları, edebiyat geleneğini ters
yüz etmişti. Şüphesiz Barthes da postyapısalcılar ve yapıbozumcular gibi anlamı
hedef alıyordu. Makale, yazarın metin üzerindeki yetkesini ortadan kaldırmaya
yönelikti. Walter Benjamin ise 1936 yılında yazdığı “Hikâye Anlatıcısı”
makalesinde artık “anlatma sanatı”nın sonuna gelindiğini bildiriyordu. Benjamin
bir değer peşinde olan hikâyenin bir mesafe ürettiğinden bahseder ki, bugün
maalesef üretilen öykülerin çoğunun ortak noktası bu anlatma fetişi
olabilmektedir. Bu da aslında edebiyat dışı saiklerin yazma dürtüsüne
dönüştüğünü göstermesi açısından sosyolojik okumalara teşne azımsanmayacak bir
malzeme birikimini ortaya çıkarmaktadır. Çünkü anlatmanın kendisi bir
tahakkümdür. Yıllar önce Kitap-lık
dergisinde “Hikayenin Geri Dönüşü Mü” diye yazmıştım. Bugün kurmacadan yoksun
bir edebiyat geleneğine doğru gidiyoruz. Biçimsel bir yenilik yok, daha önce
dediğim gibi metinden ziyade gelenek üretiliyor bugünlerde. Oysa edebiyat bir
inşa hareketi değildir.
Öyküde tezek kokusu yükseliyor;
bozkır hikâyelerinden kahramanlıklara, delişmenliklere yeniden inşa edilmeye
çalışılan, yaşadığımız dünyanın çok gerisinde hazan yaprakları gibi ağaçların
gölgesine mahkûm romantik bir zevkten ötesi değildir. Burada sorgulamamız
gereken edebilik ölçüsüdür; biçim açısından fakir, sadece ahlak kaygısı hiçbir
yazıyı edebi kılmaz, güdümlü yapar. Gerçekçilik bugün kimin tarafından
üretilirse üretsin çok yerel bir düşünce sisteminin parçasıdır. Gerçekçi
yazarların gerçeklikle ilişkileri de maalesef çok sorunludur. Aslında ben sanki gerçekçilik demek isterdim bugün
gerçekçiler için. Sözgelimi Hürriyet Yaşar 90 Kuşağında bu damarı temsil
etmiştir.
Çınar: Fakat tuhaftır bizde hala metin odaklı bir okuma/eleştiri çok
kişisel alınganlıklar yaratıyor. Üstelik karşı tepkilerin çoğu birer ad hominem. “O önce kendi yazdıklarına
baksın.” bile denebiliyor. Ahmet Sait
Akçay kendi yazdıklarına nasıl bakıyor?
Akçay: Çünkü edebiyata bir terapi olarak bakılıyor çoğunlukla. Bu
tarz alınganlıklar bir metin üretmenin, edebiyat yapmanın sorumluğundan ziyade
üretilen klişelerle bir tahakküm ortamı kurulmaya dönüktür. Edebiyat, her zaman
söylüyorum, gündelik dille üretilmez. Evde oturup kahve içmeniz, sonra dışarı
çıkıp gezmeniz, aniden hüzünlenmeniz, bunlar edebiyat değildir. Bugün metinle
bir diyalog yoktur, yazılanların büyük kısmı yazarın bilinçdışını analiz etmek
için terapi örneği gibi sunuluyor. Esas sorunuza gelirsem, metin merkezli
eleştiri metnin anatomisini ortaya çıkarmayı hedefler, bu da yazarın
otoritesine gölge düşürür ve yazar yazdığından korkar hale gelir zamanla. Bunu
aşmak için yazdığını fetişleştirmeye kadar gider. Bu durum edebiyatla alakalı
değildir, psişiktir ve günümüzde metne güvenmeyen yazarların korkulu rüyasıdır.
Şahsım olarak kendimi sürekli sorgularım ve her zaman bir adım ötesine bakmayı amaçlamışımdır.
|
Hece / 266. Sayı |
Çınar: Türkçe edebiyatta eleştirinin eleştirisini yapmak neden bu kadar
zahmetli? Sebebi temelde ciddi bir eleştiri etiğinden yoksun olmak mı?
Akçay: Eleştirinin kendisi etik midir, sorusuyla başlamak isterim.
Eleştiri bir bağlam üretme çabası olduğu sürece, kültürellik, tarihsellik,
toplumculuk ya da metinsellik arayışında olabilir. Bu da son derece doğaldır,
ancak ben eleştiriyi ve eleştirmeni yaygın olarak bir iktidar kurma aracı
olarak da görüyorum. Eleştiri yerine ben “Okuma” diyorum, metni hem yazarın hem
de eleştirmenin, ortamın tahakkümünden kurtarmak ana hedef olmalıdır. Esasen
eleştirmenin hedefinin de yazarın yetkesini kırmak olmalıdır, diye düşünüyorum.
Şunu söylemem gerek; Türkçe edebiyatta eleştirinin gelişmesinin önünde eleştirmenlerin
otoriter yapıları vardır. Şimdilerde biraz kırılsa da yazarda da bir itaat
eğilimi görünmektedir. Kuramsız eleştiri olmaz, kuramsal yazıların daha itibar
görüldüğü bir zeminde edebiyat eleştirisi gelişir. Bizde eserle yazar arasında
nasıl bir gönül bağı varsa; yazarla eleştirmen arasında da aynı bağ oluşuyor.
Eleştirmen-metin-yazar arasında tuhaf bir ilişki var aslında. Bu arzu-itaat
ilişkisinin sorunlu olması da metin-merkezli eleştirinin tıkanmasına yol açar.
Edebi kamunun eleştiriyi metin ekseninde benimsemesi zaman alacaktır. Kuramsal
birikimden yoksun bir bakış eleştirel olarak değerlendirilemez.
En başa dönersek, bu toplumda
etik duygusunun geliştiğini söylemek çok güç. Eleştiride etik duygusunun
tekamül etmesi de kültürel bir sorundur. Etik kavramına yabancı bir toplumsal
dokudan bahsettiğimizin farkında olalım. Metne meta olarak bakmayı bıraktığımız
zaman etikten bahsetme şansımız olacaktır.
Merdan: Sanırım eleştirinin felsefesi yeterince önemsenmiyor. Daha açık
ifadeyle söylersem, bizde “eleştiri ehliyeti” ve “eleştiri etiği” gibi iki
temel sorundan bahsedebilir miyiz?
Akçay: Çok önemli bir noktaya değiniyorsunuz; eleştiri ehliyet
gerektirir, bunda haklısınız. Bana kalırsa eleştiri bir disiplindir; bu
disiplinin içine girmek de hiç de kolay değildir. Birincisi, kuramsal altyapı
şarttır, kuram dışı eleştiri olmaz. Burada söylemek istediğim şudur: Analitik
bakış açısı tek başına yetmiyor, kuramsal yazı metnin çözümlenmesine yardım
eder. Kuram, metin nedir sorusuna yanıt arayan, metnin iç ve dış dinamiklerini
tartan bir ön bilgidir, yüzyılların birikiminden damıtılmış yaklaşımlardır. Bir
doktorun hastaya yaklaşması onun anatomi bilgisiyle eşdeğerdir. Metnin
anatomisi hakkında fikri olmayan bir zat eleştiri adına yazmaya kalkarsa,
işte o zaman metin dışında her şeyi konuşur oluruz.
Bir zamanlar izlenimcilik diye
uydurukça bir yaklaşım vardı; eleştiri diye beğeniler sunuluyordu.
Bugün eleştiri en azından “referans”
merkezli yürüyor. Maalesef metinsellik ihmal edilmiş durumda. Şunu söyleyeyim:
Eleştirmen, dünya edebiyatındaki ana arterlerle, edebi kuramlarla ve türlerle
bir diyalog içinde olmalıdır. Yoksa kendi beğenisi ve görgüsüyle metnin
gölgesinde kalır.
Eleştirmen duygudaşlık üzerinden
metinlerle bağ kurarsa, burada herhangi bir etikten bahsedemeyiz. Bence Fethi Naci’den bu yana sivil eleştiri
kan kaybediyor; onun yerine gelmek isteyenler sebat edemiyorlar. Bir yanıyla az
da olsa çok ciddi bir eleştiri/okuma çabası var diyebilirim. Ancak eleştiriyi şeyleştiren bir güruh de var.
Çınar: Bu noktayı biraz açar mısınız?
Akçay: Şimdi eleştiride muhafazakarlığa asla yer yoktur; hele
ahlakçılık bir fantezi olarak kalacaktır. Kastettiğim şudur: Metinler üzerinden
bir değer üretmeye kalkarsanız ya da kendi zihniyetinizi dayatırsanız,
eleştiriyi araçsallaştırırsınız. Bir roman sizin değerlerinize uymadığı için
kötü olmaz; bu tarz yargı ifadeleri eğer yeterince desteklenmiyorsa
eleştirmenin bakış açısındaki körlüğü göstermektedir. Onun için herhangi bir
edebiyat kuramına yaslanmayan eleştiri etik değildir. Bunu konuşmak bile
abestir.
Merdan: Yine de edebi eleştiri ve etik ilişkisi nasıl olmalıdır
sizce?
Akçay: Bir çapraz ilişki var aralarında bence. Türkçe eleştiride
tematik olan ağır basıyor. Tematik ve problematik kavramlarını kullanmak
isterim. Tematik eleştiride temanın ana çerçevesi, ürettiği meseleler
tartışılırken; problematik safhada ise eleştirel duygunun konumlandırılması söz
konusudur. Problematik olan metnin sorunsallarını hedeflerken kuramsallığa
yaslanır. Okumanın kendisi kuramsaldır bu yönüyle. Çünkü metin metaforlarla,
mecazlarla örülüdür. Edebiyat da bu yönüyle bir metafor kurma sanatıdır.
Çınar: Türkiye’de eleştirinin yapısal anlamda 1960’ların argümanlarıyla
yürüdüğünü ifade ediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Akçay: Türkçe eleştiri çoğunlukla metin dışı faktörlerle gelişti,
toplumcu gerçekçilik ve tarihsellik belirgin biçimde eleştiride etkili olmuş
durumda. Yani, eleştirinin referans noktası salt metin olmamıştır, metni
dönüştüren kültürel/tarihsel/toplumsal bağlam, kısaca anlamlandırma çabası ve
kaygısı eleştirinin nirengi noktası olmuştur. Sözgelimi, “yakın okuma” kavramı
bizim edebiyat eleştirisine hiç uğramamış sanki. Yakın Okuma’nın getirdiği
imkanlarla metne farklı yaklaşımlar mümkündü. Maalesef Anglo-Amerikan Yeni
Eleştiri Türkiye’de fazla etkisini gösteremedi. Ancak bizde çok tematik, konu
merkezli çözümlemeler metnin çerçevesini belirledi uzun süre. Metnin biçimsel
yapısını önemseyen ve metnin günümüz edebiyat algısına katkısını tartışan çok
az yaklaşım görüyoruz. Eleştiri bana göre metin dışı etmenlerle gelişiyor;
metinle diyalog kurmak önemli ancak, bu etkileşimin ereksel bir tarafı
olmamalıdır. Eleştirmen metin karşısında edilgen olmak durumunda. Ve şunu iyice
kavramamız lazım, hiçbir metnin doğru okuması yoktur. Derrida’nın özetlediği
gibi, “Metnin dışında hiçbir şey yoktur.”
Merdan: Yoruma karşısınız, bu çok açık. Hermenütik’i, post
yapısalcılığınız gereği, “indirgemeci ve dönemselleştirici” olarak
niteliyorsunuz. Peki bu yakıştırma da indirgemeci değil mi?
Akçay: Asla değil. Bir defa hermenütik yaklaşım metni
tarihselleştirir, geleneği yüceltir, ayrıca anlamın peşinde koşar. Metin dışı
referansların esas alınması problematiktir. Metni yorumlamak bile başlı başına
indirgeyen bir ifade değil midir?
Çınar: Okumanın Farkı isimli
çalışmanızda Derrida, Barthes, Barbara Johnson, Paul de Man gibi isimlerden
hareketle metin odaklı bir “yakın okuma”nın olanaklarını gösteriyor bir
taraftan da yazar author otoritesini
sorguluyorsunuz. Farklı bir okuma için metne yakın yazara mesafeli durmak şart
diyebilir miyiz?
Akçay: Şimdi “yapıbozumcu okuma” metindeki ikili karşıtlıkların
yarattığı yanılsamalar içinde gelişen farkların izini sürmektir. Burada
eleştirmenin ödevi ise mantığın mecazbilimsel yerdeğiştirmesini metin boyunca
izlemektir der, de Man. Dolayısıyla burada özne olan metindir ya da
metinlerdir. Ve okumalar doğrulanmak için değil yalnışlanmak içindir.
Çınar: Yeni Hayat romanı
için, “yazma eylemine karşı okuma biçimlerini öne çıkaran bir karşı-roman”
demiştiniz. Kurmaca edebiyatta romanın bir tür olarak yaşayabilmesi onun
yeniden üretilebilirliğiyle doğru orantılı görülüyor neredeyse. Peki, roman (ya
da öykü) bütün olabilirliklerini tükettiğinde kendini neye dönüştürecek? Bize
tahmini bir gelecek anlatısından daha doğrusu anti-anlatı sonrası bizi bekleyen
şeylerden biraz söz edebilir misiniz?
Akçay: Bence tüketme olmayacak hiçbir zaman, dönüşme ya da form
değiştirme kaçınılmazdır. Her anlatı bir anti-anlatısını getirmiştir zaten.
Üretim biçimleri değiştikçe formlar da değişir.
Çınar: Wayne C. Booth, Kurmacanın
Retoriği’nde “güvensiz
anlatıcı” bahsini uzun uzadıya irdeler.
Orhan Pamuk da neredeyse bütün romanlarında gerçekliği parçalayan, onun altını
oyan bir “güvensiz anlatıcı” tercih eder. Bu tip bir anlatıcının imkânları
üzerine neler söyleyebilirsiniz?
Akçay: Anlatıcı meselesi Türkçe edebiyatta maalesef ihmal edilmiş
bir olgu olarak var. Oysa Türk romanının anlatıbilim açısından ele alınması
kaçınılmazdır. Yıllar önce Kritik
dergisinde bu konuda özel sayı hazırlamıştık. Anlatıcının konumu belirlemek,
bakış açısını doğru algılamak için önemlidir. Maalesef “güvensiz anlatıcı” çok
sık karşılaştığımız bir anlatıcı tipi değildir. Aslında Bilge Karasu’dan bu
yana modernist ve postmodernist romanlarda, öykülerde işlene gelmiştir. Ondan
önce “ben-anlatıcı”nın imkânlarından konuşalım isterim. Bugün üçüncü kişi
anlatımı problematiktir; çok anakroniktir bence. Gerçekçilik tutkusuyla iç
içedir. Ben-anlatıcı, sınırlı bakış açısıyla idare etmek zorundadır. Bu da
ustalık gerektirir. Güvensiz anlatıcı ise daha çok ben anlatıma uygundur.
Üçüncü kişinin denetiminde geliştiğinde tanrısal bir sese dönüşme ihtimali
fazladır. Booth’un öne sürdüğü “İma Edilen Yazar”a uymayan bir sestir
güvenilmez anlatıcı. Gerçekçi metinlerde anlatıcılar yazarın gölgesini temsil
eden ima edilen yazara hizmet ederler. Yani anlatıcı araçsallaşmıştır. Anlatıcı
omnipotent’tir; her şeye hakimdir ve
müdahale eder gereğince. Anlatıcının müdahale etmediği metinlerde bu durum
farklı tezahür eder. “İma edilen Yazar” roman/öykü boyunca anlatıcının ahlaki
tercihlerden anlaşılır. Anlatıcının ahlakçılığı kurguyu da yönlendirir.
Cumhuriyet romanlarından köy romanlarına bu izleği görmek mümkündür. Özellikle
anti-mimetik metinlerde “güvensiz anlatıcı” görebiliriz. Aslında Barthes’ın
“yazılır metinler”inde güvensiz anlatıcı olmazsa olmazdır diyebiliriz. Ayrıca
şunu da unutmayalım ki, güvenilir anlatıcı gücünü yazarın ahlakçılığından alır.
Merdan: Kendinizi “Karşılaştırmalı Edebiyatçı” olarak tanımlıyorsunuz
aynı zamanda. Karşılaştırmalı Edebiyatın imkânlarından bahsetseniz biraz, bu
yaklaşım Türkçe edebiyat eleştirisinde ne kadar etkin mesela?
Akçay: Karşılaştırmalı Edebiyat bir genre, yani tür okumasıdır; edebi türler arasındaki
geçişkenliklere, türün farklı kültürlerdeki işleniş biçimlerine bakar
öncelikle. Bu tarz okumanın çıkış noktası benzerliklerdir ve benzerliklerin
problematize edilmesindedir esas mesele. Yoksa iki farklı metinde aynı temanın
olması onları karşılaştırılır kılmaz; maalesef Türkiye’de bir kısım akademisyen
karşılaştırma diye farklı metinlerdeki benzer temaları özetler ki bunun da
disiplinle ilgisi yoktur. Bir sorunsala yaslanmayan hiçbir okuma
Karşılaştırmalı Edebiyat yaklaşımının içinde görülemez. Karşılaştırmalı
edebiyat bakışı, edebiyat eleştirimize Berna Moran’la birlikte girmiştir
diyebiliriz. Jale Parla başta olmak üzere, Nurdan Gürbilek, Orhan Koçak, Deniz
Şengel, Bülent Somay, Murat Belge, Süha Oğuzertem’in yanı sıra, yine son
yıllarda özellikle Fatih Altuğ’un yazdıklarını da bu “çapraz okuma”nın (Bu
terimi Gürbilek’ten ödünç alıyorum) bir yerinde görmek keyif verici.
Merdan: Ian Almond, İbn- i Arabi
ve Derrida - Tasavvuf ve Yapısöküm çalışmasının açılışını Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ıyla yapıyor: “O ara biri ‘en büyük egzistansiyalist’in İbn-i
Arabi olduğunu Batı’dakilerin yedi yüzyıl sonra, yalnızca ondan çalıp çırpıp
taklit ettiğini yazmıştı” Fakat kitabın amacının Pamuk’un şakası gibi İbn-i
Arabi’nin tüm zamanların varoluşçusu ya da post-yapısalcısı olduğu iddia etmek
olmadığını belirterek şöyle ifade ediyor “Benjamin’in bir kavramını istismar
ederek kullanırsak: farklı parçaların aynına, yani kırılmış bir çömleğe
aidiyetini hatırlatacağız” Senin bu bağlamdaki görüşün nedir? İbn-i Arabi ve
Derrida’yı aynı cümlede kullanabilir miyiz?
Akçay: İbn Arabi ve Derrida’yı aynı cümlede anmakta bir beis
görmem, zira farklı çağlarda yaşasalar da geleneğe karşı sert tavırlarıyla
birleşiyorlar. Elbette İbn Arabi, Derrida’nın kullanımıyla yapıbozumcu olamaz,
zira farklı iki paradigmadan bahsediyoruz. İslam dünyasında paradigmatik
dönüşüm çok geç gelişti. Aslında İbn Arabi bize dinin hiçbir zaman bireyin
öngörüsünü engellemediğini ikili karşıtlıkların altını oyarak gösterir. Hem de
yüzyıllar öncesinde.
Merdan: Almond, “İbn-i Arabi için felsefeci ve ilahiyatçıların
Tanrı’nın eşzamanlı aşkınlığını (tenzih) ve içkinliğini (teşbih)
anlayamamaları, Derrida için ise Batı Metafiziğinin ‘anlam’ kelimesini hiçbir
zaman sorunlaştıramaması ya da kavramlarla ifade edilirse göstergelerin bizi
‘anlamlara’ değil basitçe diğer göstergelere götürüyor olması” konusunda
ikisinin de metafizik itimatsızlık noktasında birleştiğini söylüyor. Hak
veriyor musun?
Akçay: Katılmakla beraber bir rezerv koymak isterim. Hakikatin
olmadığı bir dünyadan bahsediyoruz. Her iki filozof da hakikatin mutlaklığı
sorgular.
Çınar: Eleştiri dışına çıkarsak Siyabesta’yla
başlayan, Mukavemet’le çehre
değiştiren ve son olarak Cape Town
Öyküleri’yle çok başka süren bir yazarlık serüveniniz de var. Yazarlık
üzerine konuşurken yazmanın bir gerekçesi olmadığını ve yaratıcı yazarlığın bir
anlamda safsata olduğunu söylemiştiniz. Son yıllarda epey rağbet gören yaratıcı
yazarlık atölyelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Akçay: Yazmanın gerekçesini sunduğunuzda yazının öncesine başka
şeyler alıyorsunuz demektir. Yaratıcı yazarlık bir aldatmadan ibarettir; işin
ticari boyutunu bir tarafa koyuyorum. Metnin oluşum sürecindeki müdahaleden
bahsediyorum. Metin bir doğum sancısından çıkmaz, yaratıcı yazarlık ister
istemez tahkiyeye yönelmek durumundadır. Şunu demek isterim kısaca: Metnin bir
formülasyonu yoktur, biçim ise süregelen bir formdur ve durağan değildir.
Çınar: Mukavemet’teki
öykülerde dili başkalaştıran bir araç olarak tasavvufi terimlere rastlıyorken Cape
Town öykülerinde yabancı bir dili, İngilizce ifadeleri tercih ettiğinizi
görüyoruz. Bu yeniden türetme ve metafor düşkünlüğü üzerinden üslup ve anlatı
ilişkisine bakışınızı öğrenebilir miyiz?
Akçay: Şimdi metnin edebi olmasının tek ölçütü biçimdir. Ben burada
biçim-anlatı ilişkisine nedensel bir zincir olarak bakmıyorum. Neden-sonuç
ilişkisi yoktur. Biçim hem nedendir hem de sonuç. Ve anlatının bir merkezi
yoktur, sonsuz merkezlere teşnedir metin, diye düşünüyorum.
Çınar: Edebiyatımızda hemen her kuşağın bir şekilde toplanıp edebiyat
üzerine konuştuğu bir mekân, bir hafıza mekânı vardır. 90 kuşağı öykücüleri
olarak o yıllarda Beyoğlu’ndaki Leylek Kafe’de toplanıyordunuz. Neler
konuşuluyordu orada?
Akçay: Leylek Kafe, 90 Kuşağının bir kısmının 2000-2006 yılları
arasında buluştuğu mekanlardandır. Cuma akşamları sürekli buluşur, hafif
tartışmalı edebiyat sohbetleri yapardık. Bezen yazıklarımızı kıyasıya
eleştirirdik. Mekanın müdavimleri arasında Sema Kaygusuz, Ömer Ayhan, Müge
İplikçi, Özen Yula, Fatih Altuğ, Seyit Göktepe, Deniz Spatar, Saliha Yadigar,
Onat Işık, İnan Çetin, Mehmet Çelik, Rıza Kıraç, Akın Sevinç, Leyla Ruhan
Okyay, Hürriyet Yaşar, Nalan Barbarosoğlu, Murat Sohtorik, Almıla Özdek,
Sevengül Sönmez, Duygu Kökek sayılabilir; seyrek gelenler arasında da,
hatırladığım kadarıyla Selçuk Orhan, Hasan Öztoprak, Seher Özkök, Mahir Öztaş,
Yekta Kopan Ahmet Karcılılar, Süreyyya Evren, Mehmet Batur ve Türker Armaner
vardı. O zamanlardan hiç unutamayacağım bir anekdot aktarmak isterim: 2002 yılıydı,
bir akşam Türk edebiyatında Yeni Eleştiri’nin temsilcisi olarak bilinen Hüseyin
Contürk çıkageldi. Hoş bir sürpriz olmuştu bizim açımızdan. Boş gelmemişti,
heybesinde hepimize yazdığı mektuplar vardı. Bana yazdığı mektupta o zamanlar
yazdığım eleştiri yazılarına dair notlar vardı. Çok onurlandırıcı ve teşvik ediciydi
notları benim için. Herkes için öyle olmuştur umarım. Onunla Wayne C. Booth’un
neden hala Türkçe eleştiride etkili olmadığını konuşmuştuk. Sürekli ileriye
bakalım diyordu, günümüzün eleştirisi farklı olmalıdır, diyordu. Bu kuşağın
eleştirisi sizden çıkar, önceki kuşaklardan beklemeyin diyordu. 84 yaşında bir
eleştirmenin kuşağa ve yazdıklarımıza çocuk heyecanıyla yaklaşımını şaşkınlıkla
karşılasak da, o aslında edebiyatın geleceğin gözü olması gerektiğini tavrıyla
bize yeterince kanıtlamıştı.
Çınar: Ahmet Sait Akçay öyküsünü kendi kuşağıyla birleştiren ve yine o
kuşaktan ayıran nirengi noktası nedir?
Akçay: 90 Kuşağıyla ortak noktamız postmodern kurmacadaki
kararlılıktır, ki bu da ikinci kitapla, Hayy’la
belirginleşecektir. Yapıbozumcu ve postkolonyal bakışımla az da olsa ayrı
düşüyorum. Mekan takıntısı kuşağın ortak yönü olarak belirginleşmiştir,
diyebilirim.
Merdan: Cape Town Öyküleri’nde
yoğunca hissedilen bir ritim var. Bu ritmi elektronik müziğe olan ilginizle bağdaştırabilir
miyiz?
Akçay: Elektro Sound son dönem öykülerin mayasını oluşturur, böyle
bir tercih şüphesiz biçimsel arayıştan kaynaklanıyor. Kendiliğinden bir
durumdur bu. Benim için metin, kendisiyle cebelleşmek durumundadır. Biçim ve
haz denemesi de denebilir.
Merdan: Kitap-lık dergisinde
“Jozi” isimli, soluk soluğa koşulmuş bir yolun bitiminde okuruna umulmadık bir
yerde aradığı ile burun buruna gelmiş hissi veren ve tek bir nokta kullanarak
yazdığınız bir öykünüz var. Anlatan ama anlatmayan. İstediğiniz tam da bu değil
mi?
Akçay: Evet, “Jozi” ve benzeri öykülerde farklı bir coğrafyanın
imkansızlığı üzerine düşünmeye çalıştım. Metin kendisini anlaşılır kıldığında
intihar eder, bence. Metin senle oyun
oynar, bu oyununun da sonu yoktur.
Çınar: Yapısökümcü eleştiriyi bir çeşit onanizm yani yazarın kendi kişisel tatmini olarak gören bir tavır
da var. (Dünya edebiyatında, Orta Avrupalı yazarlar arasında) Bizde özellikle
sizin yazdıklarınıza benzer öyküler okuyan deneyimsiz okurlar bu metinleri yazar
tarafından bile isteye şifrelenmiş, kilidi de ortadan kaldırılmış okunaksız
metinler olarak algılıyor ve onları büyük oranda yadsıma yoluna gidiyorlar. Soru
da yanıt da uzamasın diye “Hakiki sanat izlerkitleyi umursar mı?” meselesini açmayacağım.
Fakat yöneltilen bu ve benzeri eleştiriler için neler söyleyeceğinizi de merak
ediyorum.
Akçay: Şunu rahatlıkla ifade edeyim: Bir yazar olarak amaçladığım
edebiyatın biçimsel kervanına katılmak, bir çeşit diyalog kurmak. Bunlar en
başta Thomas Pynchon, David Foster Wallace, William Gaddis’le başlayan çizgideki
yazarlardır. Artık yazmak dünya edebiyatıyla bir diyalog kurmaktır. Türk
edebiyatında bunun en güzel örneği Mahir Öztaş’tır. Okurun ilgisine de kayıtsız
kalmayı tercih ederim. Öyküde dünyanın nerede olduğunu görmek isteyenler bir
zahmet Lydia Davis’i bir okusunlar.
Şimdi yapısökümcü eleştiri,
pozitivist yargılara yatkın eleştirmenlerin pek içine giremediği bir alandır.
Çünkü yapıbozumcu okuma “diken üstünde yürümeye” benzer. Metnin içindeki,
“kendi içinde farkı” tespit etmek, farkların farkını görmek yorucudur.
Metafizik ve anlam dünyasından arınmadan bu tarz bir okumayla temas kurmak
neredeyse imkânsız.