Şubat 20, 2020
Şubat 06, 2020
Bir Vazgeçiş Sanatı: Bartleby Sendromu
Wang Wen’den Lonely God eşlik edebilir bu yazıya.
“Bir akşam, dalgın
dalgın hoş bir kitabı karıştırırken, bir an bile duraksamadan: ‘Tutkulu
ruhların çoğunda olduğu gibi, yaşamdaki inancının tükendiği an gelmişti’
cümlesini okudum. Bir saniye sonra, cümle içimde bir kez daha yankılanıyordu ve
gözyaşlarına boğulmuştum.”
Albert
Camus
Bir
sanatçıyı sanatını yaparken seyretmek, sanatın kendisinden daha sanat bazen.
Bir sanatçıyı, sanatçı yapan sanattan vazgeçmesi de sanat olabilir mi peki? Vazgeçebilmek,
tıpkı seçmek gibi bir kudreti gerektirir. Kudreti olduğu halde bırakmaktır,
vazgeçiş. Mağlubiyet, bırakış, uzanamayış değildir o.“Bartleby Sendromu”
diyorlar. Sanatçı ruhu, yeteneği, yaratma kudreti olduğu halde çeşitli
nedenlerden, nedensizlikten, nedenin ne olduğunun dahi bilinmediği durumlardan
dolayı sanatçının yaratmaktan vazgeçmesi hali. Sanatın intiharı budur belki, yaratmaktan vazgeçmek. Yoklukta bir
varoluş; vazgeçişin sanatı. Peki,
insan neden bir şeyi yapabilecek kudreti, istidadı, potansiyeli olduğu halde
yaratmaktan vazgeçer?
Yaşamanın Tesellisi:
Yazmak
İnsan
yazmaktan, yaratmaktan neden vazgeçer sorusu “insan neden yazar?” sorusuna
götürüyor aklı. Yaşamı ateşli bir hastalık gibi, bir sara nöbeti geçirenler çok
defa yaşamanın tesellisini yazmasının şifasında bulurlar. Sait Faik’in “Yazmasam
deli olacaktım”, Slavoj Zizek’in “Yazmak hayatımı kurtardı” gibi bazı yazmak
gerekçeleri yazıcın şifacı etkisini gösteriyor. Zizek’te yazmak, intihar erteleyici
bir özellik de taşır. Bir röportajında şöyle ifade eder bu yüzden: “İntihar
edebilirim ama bitirmem gereken bir yazı var. Önce onu bitireyim, sonra kendimi
öldürürüm. Sonra başka bir yazı sonra başka bir tane. Ve işte hala buradayım.” Bu
şifacı etki Cioran’da zirveye çıkar. Ezeli Mağlup’ta “Yazmak olağanüstü bir
tesellidir. Daha da ileri gideceğim: eğer yazmamış olsaydım, katil olabilirdim.
İfade etmek bir kurtuluştur.”
William
Faulkner, yazmak ve yaşam arasındaki gelgitli ilişkiye daha başka bir
perspektifle bakar: “Yaşayabilenler yaşar, yaşayamamanın acısını çekenler de bu
acıyı yazarlar.” Faulkner bu sözüyle, Oscar Wilde’ın yaşam ve yazı münasebetini
de izah etmiş olur. Çünkü Wilde dehasını hayatına; yeteneğini yapıtlarına harcadığından
bahsetmişti. Andre Gide bu yüzden Wilde için “Yunan filozofları gibi Wilde da bilgeliğini yazıya
dökmez, konuşmasıyla ve hayatıyla aktarırdı; bilgeliğini tedbirsizce,
insanların uçucu belleğine emanet ederdi, suyun üzerine yazar gibi.”
Yazmak
gerekçeleri ise, yazarların mizacı, üslupları miktarınca çeşitleniyor, renkleniyor.
Onlardan diğer ikisi Virginia Woolf’u “şimdiki an” hissinden iyileştiren ve onu
akıntısına bıraktıracak zamanlar arası hareket edebilen sandal işlevi gören
yazısı. Diğeri ise tıpkı yapıtlarına benzeyen bir gerekçeyle George Orwel.
Orwel, yazarı yazmaya sürükleyen nedenleri dörde ayırıp yazma gerekçelerini
şöyle söylüyor: egoizm, estetik hevesi, tarihsel dürtü ve politik amaç.” Bu bambaşka
yazmak gerekçeleri arasında, ben yazmak gerekçemi bedeli yaşamak israfı olan, pahalı
bir ihtiras derdim. Yahut olmayan düşlerin, olandan intikamı yazgısından
intikamı… Olmayanın, olması için oldurak.
Taklidin Talihsizliği
Yazma
gerekçelerinin varlığı kadar yazarları bekleyen tehlikeler de var. Barbleby
Sendromunu ne kadar tetikleyici olduğu bilinmez ama her iyi yazar “etkilenme
endişesi”ne sahiptir. Tam bu noktada devreye taklidin talihsizliği girer. Sanatçıların
ya da sanat eseri yaratma hevesi güden insanların başına gelebilecek en
talihsiz şey; tesirinde, çekiminde, cezbesinde kaldığı güçlü bir ruhu şuursuz
taklit etmek. Taklit ne kadar şuursuz, ego ne kadar yaralıysa vaziyet o kadar
trajik olur.
Tezle
değil antitezle başlayan, bir akıma karşı doğan fikir akımları gibi yazmak
reaktif tavırla yapılıyor bazen. Reaktif bir tavırla yazanların rekabet
hırsından beslendiğini görürsünüz. Yaratma edimi kendiliğinden değil "o
yazıyorsa/o yapıyorsa ben de yazarım/yaparım" diyedir. Kendiliğinden,
kendilikleriyle değil, reaktif bir tavırla yola çıkanlar en çok üslûp ve
özgünlük konusunda sıkıntı yaşıyorlar. Kendilerine ait bir odaları, kavramları,
sözcükleri yoktur çünkü. Deneme, şiir, inceleme, eleştiri, roman denemedikleri
bir tür kalmamıştır. Tam da bu yüzden özgünlük yetenekten daha mühim. Yetenek,
zekâ, birikim hepsi büyük avantajlar ama yeteneği, zekâyı, birikimi özgünlükle
birleştiremeyenler benzersiz bir eser ortaya koyamıyor. Napolyon "taklit
edilemez tek şey" der cesaret için. Şuursuzca tesirinde kaldığı herkesi,
her şeyi taklit edebilen insan cesareti taklit etmeye cesaret bulamıyor.
Özgünlüğünü bir cesaret gibi ortaya koyanlar içinde geçerli bu, özgünlük
cesareti taklit edilemiyor.
İstencin İntiharı
Konuşmak
ve susmak arasındaki münasebet; yazmak ve okumakla öylesine münasip ki. Fazla
konuşmak gibi yersiz düşüyor bazen yazmak ve bilge bir susuşa benziyor okumak.
Okumayı pasif, yazmayı aktif bir hâl sanırdım eskiden. İyi okumayı vasat
yazmaya yeğleyen bir eşik varmış; orası yazmak, var olmak, yazarak var olmak
hevesine galip geliyormuş. İyi kitaplar okumak, yazmak hevesini kırıyor. İyi
bir eski bir kitap, vasat olan yenisini fikriyle, üslûbuyla yıkıp geçiyor.
Gerçekten iyi bir metin tahrik etmeli zihni, afallatmalı başı, ayartmalı ruhu,
titretmeli kalbi. Yapamıyorsa neden var olsun ki? Neden yazılsın ki?
Tesir Kudreti
Ruhun
gücünün alâmeti bu çünkü Tesir Kudreti. Ruha sinmek, öyle bir ruh taşımak ki,
muhatabın ruhuna nüfuz etmek. Mevlana "neye talipsen o'sun" diyor.
Katılıyor ve artırıyorum: Neyin tesirinde isen, o'sun. Tesirinde kaldığımız şey
kadar ruhumuzu ifşa eden ne var?
Zihnin
hoşlanma belirtileri: dikkat. Zihin hoşlandığı bilgiye dair her şeye dikkat
kesiliyorken umursamadığını anons gibi onlarca kez duyup geçiyor. Beden
dilindeki aynalamanın zihinde de izdüşümü var. Kelime seçimleri zihinsel
tahriklerimizi ifşa ediyor. Daha önce hiç kullanmadığınız bir kelime dilinize
pelesenk mi oldu? Yeni fikir flörtünüze merhaba deyin.
Herman Melville /
Katip Barbleby
Moby
Dick’ten de tanıdığımız Herman Melville’in kitabı Kâtip Barbleby,
enteresanlığını en çok da yazarına borçlu. Kitap “yapmamayı tercih eden”,
eylememeyi eylem edine edine eylemsizlik anıtına dönüşen, ömrü pasif bir
direnişe dönüşmüş kahramanından alır adını. Fakat bu pasif direniş, altında
çalıştığı “efendisine” tabi olmayacak kadar minnet etmeyişi de beraberinde
getirir. Bu yüzden kitaptaki Barbleby’in işvereni olan anlatıcı sesi, bu pasif
direniş karşısında iktidarını sorgular ve çok defa mağlup olur. Fakat Kâtip
Barbleby’in hayır deme cüreti bir zafer meydana getirmez. Kahramanımızın
“solgunca, derli toplu, acınacak ölçüde saygıdeğer, iflah olmaz derecede
hüzünlü” yaşamı tıpkı yaşadığı gibi sonlanır.
Eylememeyi
eylem edinen Barbleby’in varlığını da yokluk görünümünde olur. Ölümünden sonra
hakkında ulaşılan tek cümlelik bir biyografisi bile şaibelidir: Bir zamanlar
Washington’da Ölü Mektupları Dairesinde yardımcı bir kâtip oluşu. Otuzlu yaşlarında
yazmayı bırakan Melville, kalan ömrünü New York’ta büro işleri yaparak geçirir.
Belki de bu yüzden Kâtip Bartleby ondan başkası değildi…
Vazgeçişin Şiirini
Yazanlar
Sınanma
anksiyetesi, mağlubiyet korkusu zannedecekler. Dünya, tarihe adını “en iyi” olarak
geçirenlerin gerçekten en iyi olanlar olduğunu asla ispat edemeyecek. İddia
edecek sadece. “En iyi” bildiğimiz sanatçılar, yazarlar; en eşsiz dediğimiz
eserler en iyi olanların değil; en iyi bildiklerimizin olacak. Sıfatların
gerçek sahiplerini asla bilemeyeceğiz. Ama sıfatların gerçek sahiplerinin;
duyduğumuz isimler olmadığı bilgisini bu isimler sayesinde bileceğiz.
Bu
sıfatlar, şık iltifatlar ne kadar umurlarındaydı?
Felsefenin Mısrası: Oruç Aruoba
Kitaplar
da insanlara benzemez mi? Adlarıyla, biçimleriyle, anlattıklarıyla... Sanırım
ben en çok azınlığın keşfine, ellerine ve kütüphanesine vardığı Halil Cibran, Oruç
Aruoba, Emil Cioran gibi insanları seviyorum. Onlar benzersiz ve ikâmesiz bir
kendiliği metnine getirmeyi başaranlar. Bilhassa Oruç Aruoba'nın üslubu,
kendine has bir güzergâhı olan ve yalnız o yolun yolcularının peşi sıra
düşeceği gizli bir patika gibi.
Ruhça
Yazarın
alametifarikası bu belki de; Ruhça'sının olması. Ruhça’sını; ruhuna ait olan o
üslubu dilleştirmeyi başarması. İnsanın edebiyatta erişeceği en üst nokta
kurmaca kabiliyeti, metindeki yetkinliği, iyi bir anlatı sesi, yüksek bir
retorik kurma kudreti değil kendine ait dili inşa ettiği zamana tekabül ediyor.
Yazmayı tutku edinmişlerin varmaya çalıştıkları nihai nokta da açığa çıkıyor
böylelikle: kendine has bir dil yaratmak. Öyle ki okuyanlar desin: Bunu 'O' yazmış.
Belki de bu yüzden özgün bir dil inşa edenler; o dili asla inşa edemeyeceklerde
hayranlık uyandırırken, o dili inşa edecek yeteneği olanları kıskandırıyor.
Üslubun
Ruhu & Ruhun Üslubu
Nurdan Gürbilek, Yazı ve Arınma’da Oruç Aruoba’nın ustam
dediği Bilge Karasu’dan üslup üzerine şu pasajı alıntılıyor:“Kimi yazarın dilinde söyleyişin en incesini
sözcüklerin birer ok gibi art arda fırlatılması sağlar; kimininkinde ise bir
karasu gibi akış. Benim dilim çiçek dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin
yumuşaklığına, dalgalanışına ulaşmalı”
Karasu’nun
ideal üslubu gibi bambaşka üslup sesleri var. Kimi yazının sesi, karın
yağışının o sessiz sesine benziyor mesela, kimi ise camları alaşağı eden bir
taş sesine. Bazı metinlerdeyse ses yok, koku var sanki. Ağır bir parfüm kokusu,
inatçı bir kir gibi okunur okunmaz buruna gelen kesif bir koku. Yahut libidinal
enerjisini okura anında ifşa eden bir ten kokusu. Çeviride dahi tahrip olmayan,
başkalaşmayan, beşeriyetini aşarak ruhunu okura duyurabilenler var bir de; Oruç
Aruoba’yı, Oruç Aruoba yapan ses.
Dildeki
Özerklik: Minör Edebiyat
Müzakereler kitabında “büyük filozofların aynı
zamanda büyük üslupçular olduğuna inanıyorum” diyen Deleuze, üslubu “üslup asla
insan değildir, her zaman öze(üslup-olmayan) aittir” olarak belirtir. Üslup
olmayanı ise “bir öz olarak üslup olmayan, farkın bir imkânıdır. Üslupsa farkın
ta kendisidir” diyerek altını çizer.
Felsefeyi “kavramlar
yaratan ve icat eden bir disiplin” olarak tanımlayan Deleuze, kavramların imal
edilmesi gerektiğinden de bahseder. Deleuze’ün felsefeye bu bakışı, Edebiyatta
özgün ve özerk yazının konusu olarak minör yazının keşfini de beraberinde
getirir. Üsluba da, felsefe gibi güzel bir yorum getirerek ikisinin de
kullanabileceği bir yolu işaret eder; “bir minör-oluş yaratmayı bilmek.”
Deleuze ve Guattari’nin
Kafka’nın eserleri üzerine yaptıkları çalışmalarla başlayan minör edebiyat ya
da minör yazı; bir azınlığın majör dilde yaptığı edebiyat ve dilin
“yersizyurtsuzlaşması” gibi anlamlara gelir. Minör yazı; yeni bir dil yaratma
değil, var olan bir dili yeniden yaratma olarak da tanımlanabilir. Ayrıca yazarın,
dilin dayatılan kurallarını, gramerini ve çokça kullanılan üslupları
beceremediğinden değil, ayrıksı bir tutumla bunlardan kaçınması olarak da
yorumlanabilir.
Minör
Edebiyatın edebiyatımızdaki en büyük temsilcilerinden biri olarak; Türkçeyi
Fransızca yazım kurallarına göre yazması, bir isyancı gibi kullandığı büyük
harfleri ve terziliğini ele verircesine birbirine tutuşturduğu iğneli yazılarıyla
Sevim Burak belirir.
Oruç
Aruoba’nın Yazısı
Oruç Aruoba, birçok
eserini Türkçeleştirdiği Wittgenstein’ın ilhamıyla yazılarını “kendisiyle kafa
kafaya vererek” yazdığını, sonra kitaplaştığını ifade eder. Oruç Aruoba okuru
olmak, kişisel bir tarihe tanıklık etmeye benzetilir bu yüzden. Fakat Aruoba,
tek bir insanın kendine ait meseleleri gibi görünen öznel anlatımını felsefi
kılmayı başardığından onların hepsini (Kaan Özkan’la röportajındaki ifadesiyle)
“düşünen, kendi yaşamı üzerine düşünen
bir kişinin, düşüncelerinin içeriğini, kendi yaşamının sağladığı yönelimden
ayırarak bir insanlık durumu, bir insan yaşantısı olarak nesne edinmeye;
kavramaya ve kavramlaştırmaya çalışmasıdır” diyerek özetliyor.
“Şiirin
olduğu yerde felsefeye ihtiyaç yoktur” diyecek kadar şiiri mühim gören, aynı
zamanda şiirleri de olan Aruoba şiir ve felsefe arasında güçlü bağlantılar
kuruyor. “Şiirin yapılması zaten yazılmasıdır, oysa felsefe önce yapılır sonra
yazılır” diyerek şiirde düşünme ve yazmanın eş zamanlı işlediğini; felsefede
ise bu mesafenin uzadığından bahseden Aruoba, kendi yazısında bu mesafeyi kısa
tutmayı gözetmesiyle izah ediyor yazdıklarının niçin şiirsel bulunduğunu. Ayrıca
1990’da çıkan ilk kitabı Tümceler’de
yazdığı birçok yazının Japon Edebiyatının bir şiir türü olan Haiku’yla
benzeştiğini sonraları fark eder.
Var Olmanın Hükümranlığı
Özgünlük, üslupta olduğu kadar var olma
biçimi olarak da kendini gösterir. Ruhundaki
kudreti keşfeden, kendilik cesareti gösteren oluşuyla varoluşunu
gerçekleştirir. Var olmanın hükümranlığı tam olarak böyle bir şey. Oruç
Aruoba’nın üslubunda, düşüncesinde ve varoluşunda bunu başardığını söylemek
yanlış olmaz herhalde. Philosophia,
Amor, Felicitate başlıklı tümcesinde "Gelmeyeceğini
bildiğini beklemen, 'bilgelik sevgin' idiyse, ve, geleceğini bildiğini
beklemen, 'sevginin kendisi' idiyse; işte, gelmek üzere yolda olduğunu söylemek
için arayanı beklemen de, 'mutluluktur" diyen Aruoba, üsluptaki
özgünlüğü gibi yaratır düşüncesinin özgünlüğünü de.
Felsefe
yapmayı, kişinin gelmeyeceğini bildiği birisini beklemeye benzeten Aruoba,
Felsefeci ve filozof ayrımına da net bir yorum getirir. Eski Yunan’daki
sophos(bilge) ve philosophos(bilgeliği seven) ayrımını vurgular ve filozofun
bilgeliğe ulaşmaya çalışan ama hiçbir zaman ulaşamayacağını bilen kişi
olduğundan bahseder. Böylelikle yazılarında güçlü bir şekilde hissedilen özlem
de ifadesini bulmuş olur.
Bir Aradalık, Beraberlik,
Birliktelik, Birlik
29 Mayıs 1925’te Heidegger’in Hannah
Arendt'e "M." olarak imzaladığı mektupta geçen; "Gerçek birleşme, diğerinin hayatına ait olmaktır." cümlesinden haberi var mıdır bilinmez ama ilişkilerin
felsefesini yaptığı kitabı İle’de
Heidegger’in cümlesindeki anlamla kucaklaşıyor Aruoba; "Sen ile ben, hiç ‘bir
arada’ olmadan ‘birlikte’ olabiliriz. Ben tek başıma bir şey yaparken seni
düşünerek yapıyorsam yaptığımı, sen de, tek başına bir şey yaparken beni
düşünerek yapıyorsan yaptığını, birlikteyizdir. Bu bir avuntu mu?"
Oruç Aruoba'nın bu cümlelerinden ilham
olan, dörtlü bir ayrımdan bahsedilebilir ilişkilerde: Bir Aradalık, Beraberlik,
Birliktelik, Birlik. Bir Aradalık; arkadaşlık, flörte, Beraberlik; sevgililik,
dostluğa, Birliktelik; evliliğe, Birlikse aşk’a tekabül ediyor sanki. İlk üçü
bilinmez ama dördüncü raddeye varmak için bir arada, beraber, birlikte olmaya
dahi gerek yok. İle’de geçen bu cümlelerden Oruç
Aruobaca ilişki de tariflenebilir; “Senin
ile benim, amaçlarımızı birleştirerek, tek kılarak, ikimizin de ötesindeki o
‘üçüncü’yü yaratmamız. Ben ve Sen'den bir ‘Biz’ doğacak. Onu Ben doğuracağım. Ben
ve Seni birbirimize bağlayacak bu şey ve Beni - Seni çocuğumuz gibi Biz
yaşatacak.”
Fakat
tüm bu güzellemelerin bir de bedeli var. Oruç Aruoba'nın "sana büyük acılar vereceğim çünkü senin büyük sevinçler yaşamanı
istiyorum" sözü tersten bir okumayla da doğru. Bize en büyük
sevinçleri getiren, sinemize en büyük acıları zerk edecek kişi olacak aynı
zamanda.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)