Aralık 27, 2018

Resimli Mektup*


Sylvia Plath'ın Marcia Brown'a yazdığı,
 1 Temmuz 1951 tarihli mektubu.
Kendini de çizmiş.
Çeviri Günlüklerinde aynı tarihli kısım da burada;


Aralık 26, 2018

Görünen Gerçeğin Gerçekliği ya da Metnin Kendisi Olmuş İnsanlar Üzerine

Ruhça'ya ek bir bahis;
http://zeynepmerdan.blogspot.com/2018/10/zeynep-merdan-ruhca_7.html

*

Görünen gerçeğin gerçekliği tatmin etmiyor. Freud sürçmeleri, alt metinler, metaforlara saklananlar "aşırı yorum" riskini beraberinde getirse de görünenden ve göstergelerden daha gerçek değil midir?

'Nezaket mesafesi' aşılsa, 'dürüstlük ve kendilik cesareti' gösterilse ve yakın bir muhataplığın 'sınanmışlık itimadı' kurulsa dahi insan öz dili Ruhça'sıyla konuşamıyor bazen.

Metnin kendisi olmuş insanlar'ı anlamak; varlıklarına metin muamelesi yapmak ve onlara ileri bir okuma yapmakla mümkün. Ruhça'sını, kendi kavramlarını yaratmış yahut metaforik bir dil inşa etmişlerin dili herkese erişilebilir bir dil değildir çünkü.

Aralık 21, 2018

Yanlışın Doğrusu Doğrunun Yanlışından Daha mı Doğru?

-Bazen bir yanlışa yanlış deme şekli o kadar yanlış ki; ilk yanlış daha doğru kalıyor yanında.

-"Bazen bir yanlışa yanlış deme şekli o kadar yanlış ki; ilk yanlış daha az yanlış kalıyor" derdim ben.

-Evet, "Bazen bir yanlışa yanlış deme şekli o kadar yanlış ki; ilk yanlış daha az yanlış kalıyor" demek daha doğru olur.

*

-Doğruyu; doğruca, doğrudan, dolaysız değil, "emrolunduğu gibi" söyleyen dosdoğru söylemiş olur.

-Emrolunduğun gibi söylemek nasıl oluyor? Mahiyeti nedir? Bu konuda da bir şeyler belirtirseniz istifade ederiz.

-O konuda ne söylersem yanlış olur.

Aralık 07, 2018

Kendi Kitabını Arayan İnsan

İnsan neden okur bir kitabı? Didaktik, sevimsiz ve küstah bir retorik için? Bilgi çağının bilgili bireyi
ya da ortamların aranan malumatfuruşu olmak için? Dizi izler gibi tek solukta okuduğu romanlar hazzı için? "Hakikat kuşunu avlamak" için? Yoksa, sadece sevdiği için mi okur bir kitabı?

Bilmiyorum. Sanırım ben 12 yaşımda bir Türkçe dersinde "İnsan Ne İle Yaşar?"dan bir pasaj okuyan hocamın zihnime bıraktığı o haz yüzünden başlamıştım. Sonra keşfimin bir parçası dönüştü. Derken, yaklaşık on beş yıldan beri düzenli kitap okuyan şimdiki yılgın bene vardım. 'Okumak için okumak' kadar vaktim de, azmim de yok artık. Bir zamanlar gereksiz, faydasız ve estetikten yoksun kitapların ruhuma, zihnime, kalbime yaptığı tahripler de ortadayken üstelik.

Bu yılgınlık bir tasnife mecbur etti ve kendime üç partlı bir okuma planı yaptım: Ruha, Zihne ve Göze Yapılan Okumalar. Asla birinden ibaret olmayan ve eş zamanlı götürülen bir okuma listesi. Sadece ruha yapılan okumalar insanı dünyadan fazlasıyla koparıyor. Ağır tasavvuf klasiklerine daldığım dönemler öyleydi. Dünyayla sağlıklı bir bağ kuramayacak kadar yeryüzünden uzaklaşmıştım. Sadece zihne yapılan okumalar -akademisyen okumaları genelde bu minvalde- derinlikten yoksun rafine bir malumatı seri bir şekilde konuşmaya montelemekten başka işlevi olmayan bir malumat ukalalığı veriyor. Çok malumat, az idrak. Göze yapılan, estetik bir edebi bakış kazandıran roman, öykü gibi okumalar ise ruhi derinlik ve entelektüel birikim vermekte nakıs kalıyor genelde. Okuma alışkanlığı başlatmak için bu kulvar müsait ama derinleştirmek için yetersiz oluyor.

*


Kısa bir ömre tüm bir insanlık külliyatını sığdırmak imkansızsa; insan hakikati ya da kendi hakikatini, kendine lazım olan kitabı ya da ilmi nasıl seçecek? sorusunun peşine düşen ve tasnif yapan kaç kişi vardır bilmiyorum ama bahse en güzel katkılardan birini Calvino, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu kitabında yapıyor;

"Okumana gerek olmayan kitaplar,
Okunmaktan başka amaçlar için yazılmış olan kitaplar,
Daha yazılmadan önce okunmuş kitaplar sınıfına dahil olduğu için kapağını açmaya gerek olmadan okumuş olduğun kitaplar,
Yaşayacak başka hayatların olsaydı kesinlikle bunları da okurdun ama ne yazık ki ömrünün geri kalan günleri sayılı olduğu için okuyamayacağın kitaplar,
Okumaya niyet ettiğin ama önce okuman gereken başka kitaplar olmasaydı okumak isteyeceğin kitaplar,
Şu anda çok pahalı olduğu için yarı fiyatına düşmesini bekleyeceğin kitaplar,
Cep baskılarının çıkmasını bekleyeceğin kitaplar,
Birisinden ödünç almayı deneyeceğin kitaplar,
Herkesin okumuş olduğu ve bu nedenle senin de okumuş sayılabileceğin kitaplar,
Uzun zamandan beri okumayı düşündüğüm kitaplar,
Uzun yıllardan beri arayıp bulamadığın kitaplar,
Şu anda üzerinde çalıştığın konuyla ilgili kitaplar,
Her olasılığa karşı elinin altında bulunmasını arzuladığın kitaplar,
Belki bu yaz okumak için bir kenara kaldırabileceğin kitaplar,
Kitaplığında öteki kitaplara eşlik etmesi için gerek duyduğun kitaplar,
Sende beklenmedik ve çılgınca bir ilgi uyandıran, üstelik buna bir gerekçe bulamadığın kitaplar,
Çok uzun zaman önce okunmuş olsa da şimdi yeniden okunabilecek kitaplar,
Hep okumuş numarası yaptığın ama artık gerçekten oturup okumanın zamanı gelmiş olan kitaplar."

*


Descartes, Hakikatın Araştırılması & Dünya ya da Işık Üzerine Deneme'de ise tüm bu tasniflerin ötesinde; çareyi değil, çareyi bulmayı öğreten bir sırrı fısıldıyor, hangi kitabı seçeceği bilgisini bilen, Kendi Kitabını Arayan İnsan'a.

"Ortalama bir insan ne bütün kitapları okumuş olmaya ne de okullarda okutulan her şeyi inceden inceye öğrenmiş olmaya muhtaçtır. Hatta kitaplara fazla zaman ayırması, ortalama insanın eğitimini bozacak bir şeydir."

"Arzu edilebilir bütün bilim kitaplarda olsa bile, onların ihtiva ettiği iyi yanlar o kadar çok lüzumsuz şeyle harmanlanmış ve yığınla koca cilde serpiştirilmiştir ki okumak için insan ömrünün imkan verdiğinden daha fazla zaman ve onlarda faydalı olan yanları teşhis etmek için ise bizzat bulabilmemiz için gerekenden daha fazla deha lazım." 

"İşbu eserde, bu yolların hangileri olduğunu öğretmeyi ve fıtratımızın/tabiatımızın hakiki zenginliklerini de her birimizin bizzat bulabileceği yola ve başka birinden ödünç alması gerekmeyen, hayatını çekip çevirmek için muhtaç olduğu bilime işaret ederek meydana çıkarmayı amaç edindim."

Bence, gayet iyi.



Aralık 03, 2018

1

Altı buçuk yıl evvel böyle demişim:
http://zeynepmerdan.blogspot.com/2012/03/zm-beyaz.html

Volume I,
ya siyah var, ya beyaz!

Volume II,
hem siyah var, hem beyaz...

Volume III,
ne siyah var, ne beyaz

*

Artık böyle.

Hep de bir hiç de bir
Her şey de bir hiçbir şey de bir

Olsa da bir olmasa da
Olsan da bir olmasan da
Olsam da bir olmasam da

Var olsam da bir var olmasam da
Yok olsam da bir yok olmasam da

Var da bir yok da bir
Bir de bir birebir de bir
Birlik de bir birlikte de bir

*

Volume I
Ya Hep Ya Hiç

Volume II
Hem Hep Hem Hiç

Volume III
Ne Hep Ne Hiç

I
Hep de Bir Hiç de Bir

Kasım 16, 2018

Bir Arada, Beraber, Birlikte, Birlik, Bir

"Sen ile ben, hiç ‘bir arada’ olmadan ‘birlikte’ olabiliriz. Ben tek başıma bir şey yaparken seni düşünerek yapıyorsam yaptığımı, sen de, tek başına bir şey yaparken beni düşünerek yapıyorsan yaptığını, birlikteyizdir. Bu bir avuntu mu?"

Oruç Aruoba / İle

Oruç Aruoba'dan iham dörtlü bir yakınlık hali var ilişkilerde;
I. Bir aradalık
II. Beraberlik
III. Birliktelik
IV. Birlik.

*

I. Bir aradalık: Arkadaşlık, flört
II. Beraberlik: Sevgililik, dostluk
III. Birliktelik: Evlilik
IV. Birlik: Aşk.

İlk üçünü bilmem ama 4. raddeye varmak için bir arada, beraber, birlikte olmaya bile gerek yok.

Peki bir'in ta kendisi olmak için?

Ekim 12, 2018

Online Reddiye

"Merhaba Zeynep hanım, sürekli 'tanıyor olabileceğiniz kişiler' kısmında çıkmanızdan mütevellit profilinizi ziyaret ettim, daha sonra blogunuza baktım ve her defasında Schopenhauer'i haksız çıkarırcasına yazılmış gönderilerinizi okudum. Bu mesajımda yaş, beden gibi fiziki şeylerden ari olarak direkt zihninizi muhatap alıyorum. Ben hayatımda hiç zeki kadın tanımadığımdan hiçbir zaman Oblomov'un, Heidegger'in yaşadığı zihinsel hazza erișemedim. Karşımda Olga Sergeyevna veya Hannah Arendt olmadığından ben de Oblomov veya Heidegger olmadım. Çünkü alacağım cevap zihinsel açıdan beni tatmin etmeyecekti. Bu bencilliğim için üzgünüm ama siz bu sıkıntımı giderebilecek yetkinliğe sahipsiniz. Bu nedenle hiçbir amacı veya gerçekliği olmadan, yalnızca zihinsel haz için sizinle mektuplașmak isterim."

*

Bu kadar gerekçelendirmiş bir temenni bende bir misyon etkisi yaratıyor. Üstelik iltifat etme şeklinizi dahi bir cinsi tahkirle kurmuşsunuz. Dolayısıyla iltifatınıza da ancak kendi cinsimin aşağılanışını kabul ederek nail olabiliyorum. Heidegger ya da Oblomov olamayışınızı kendinizle değil de kaderin önünüze zeki kadın çıkaramayışıyla izah etmeniz oldukça ilginç. Zihinsel haz için mektuplaşmıyorum çünkü mektup dahil münasebet kurduğum insanları zihinsel de olsa hedonist bir yöntemle seçmiyorum. Kaldı ki zihnime de haz veren bir muhatabım zaten var. Yine de beni tekamülünüze katkı sağlayacak yetkinlikte gördüğünüz için teşekkür ederim. Az önceki iltifatınızdansa bunu kabul etmeyi tercih ederim.

Güzel günler dilerim.

Ekim 07, 2018

Zeynep Merdan / Ruhça

“Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı. Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova buldular ve oraya yerleştiler. Birbirlerine, 'Gelin tuğla yapıp iyice pişirelim.' dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar. Sonra, 'Kendimize bir kent kuralım.' dediler, 'Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.' Tanrı, insanların yaptığı kenti ve kuleyi görmek için aşağıya indi ve şöyle dedi: 'Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar. Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki birbirlerini anlamasınlar.' Böylece Tanrı, onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. Bu nedenle kente Babil adı verildi; çünkü Tanrı, bütün insanların dilini orada karıştırdı ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıttı.”

Tevrat, Genesis (I-IX)


*

Babil’den önce tüm insanlığın konuştuğu dil neye benzerdi bilinmez ama belki de Ruhça’ydı. Şimdi milyarca sözcük izdihamı arasında, manayı da, kastı da kaybetmiş ve bulamaz halde anlamın anlamıyla çarpışmayı ümit ediyoruz. Kayboluyoruz aynı sesle telaffuz edilse de bambaşka manalara gelen bambaşka kastların yabancı kelimelerinde. Sesimizi arıyoruz, sesimizi duyamadan. Gerçek ifademizin iç ses mi, konuşma sesi mi, hal dili mi, göz dili mi, harflerle mi, nereden sızdığını bilemeden.

Âleme ya da âlem diye yazılmış o büyük anlatıya sağır kalıp, kendi sesimizin gürültüsünde kaybolurken biz “zamanın en büyük ruhu” bir kadın: Simone Weil: “bizler emeğimizde ve gündelik hayatımız içinde yaşanan şeylerin bize sunduğu sembolik anlatıyı bir mektubu okur gibi okumalıyız. Bu semboller keyfi şekilde karşımıza çıkmaz” diyerek evrenin ve evrendekilerin de bir Ruhça’sı olduğuna dikkat çekerek o büyük metnin rahlesine oturmaya çağırdı bizi.

Rahlenin başına geçmek yetmedi. Hangi kitaptan başlamak lazım geldiğini dahi bilmeden kitabın ortasından başladık bazen. Kekeledi zihnimiz. Neyse ki bu kekeleyişi hayra yoranlar da oldu:  Umberto Eco, Yorum ve Aşırı Yorum’da “Bir metin, yorumcunun sonsuz iç bağlantılar keşfedebileceği açık uçlu bir evrendir” diyerek “metnin niyeti”ni vurgular. Bu durum metnin ardına da art niyetine de davetiye çıkararak bizleri bol katmanlı bir anlamlar matruşkasına gönderir. Matruşkalara sarıyoruz hakiki anlamı da hakiki manaya kaç kereden sonra varacağımızı kestiremiyoruz. Muhatabımız oluyor sonra, kaçıncı matruşkadaki anlamı gördüğünü göremiyoruz. Ya da kaç matruşkası olduğunu. Ya da tıpkı bu metafordaki gibi matruşkanın hangi manada kullanıldığını. Her ses katlediyor ve herkes mahvediyor Ruhça’yı. Bağırışlar, çığlıklar kadar bölünüyor Ruhça. Anlaşmazlıklar, mücadeleler, kavgalar, savaşlar kadar çoğalıyor sonra. Kaybediyoruz Ruhça’yı ve doğuruyoruz çığlıklardan dillerimizi. Konuşuyoruz, bağırıyoruz ama duyamıyoruz birbirimizi. Ölüyor kulaklarımız.

Bitmedi dille mücadelemiz. Bu sefer de kendi dilini yaratma hevesinde sanatçılar oldu. Başkalığını Ruhça değil de Ben Sesi’yle duyurmak, kitlelere alkışlatmak hevesinde ve farklılık iddiasının aslında bir sıradanlık nişanı olduğunu fark edemeyen sanatçılar oldu. Yerin Yüzünde sesler, şarkılar, sözler bağırdılar da birinin bile yankısı varamadı ruhlarımıza.

*

Her insanın ruh gündemini, içinin sesini duyurmak istediği bir varlık vardır. Belki ihtiyaçtan, belki bir cevabı arayıp da bulmak gibi varmak istediği bir varlık vardır. Peki, Ruhçamızın hakiki muhatabı kimdir? Notalarında, çizgilerinde, harflerinde kendimizi bulduğumuz bir sanat eseri mi? Ruhumuzu gözümüzden okuyan maşuğumuz mu? İç Sesimiz mi? Dua sesimiz mi? Münacatlardaki tanrımız mı? Hakiki bir dostumuz mu? Kimdir Ruhça’mızın hakiki muhatabı?

Ruhun hakiki muhatabı Ruhça konuşabildiği varlıktır. Diğerleriyse bir vakte misafir olunca, vakit vazzı vurunca, vadesi dolunca gidecek olanlardır. Hakikatteyse; kısmi özgürlük, sınırlı alternatifler ve güncel seçeneklerin en avantajlısıyla muhatap oluyor insan. Bu yüzden Ruhça bilmiyor kimse. Vakit geçirmek için beraber yürürsün / beraber yürürsün ve vakit geçmiştir / vaktin nasıl geçtiğini anlamadan yürürsün; bu üç ayrımda salınıyor yanımızdaki muhatabın varlığımızdaki ikameti.  

Arkadaş, kadim dost, sevgili, eş, akraba, çocuk falan diyoruz ama tüm beşeri ilişkiler günleri sayıları bir vakte misafir olmaktan ibaret. Peki, Ruhça'mızla konuşmak istediğiniz varlık nerede? Muhayyilemizde mi? İdeallerimizde mi? Mazimizde mi? Hayatımızda mı?

*

Zarifoğlu’nun “Bir kalbiniz vardır onu tanıyınız”dan ilham; ‘bir içiniz vardır, onu duyunuz.’ deyip düşeriz içimize. İçin için içine düşeriz içimizin. İçimiz dışımıza çıkar da yine de duyamayız içimizin sesini. Ya da bir başka içe düşer içimiz de ‘benim, içimden, sen dediğim, yalnız sen'sin, sen.’ deriz. İç'in için için "sen" diye seslendiğine ‘senlenmek’ deriz, içerleniriz. Bir iç’i duyamayışımıza içerleniriz de uzaklığa tanım diye “iç'ten, başka bir iç'e -içtenlikle- seslenildiği halde, ‘duymayacak, kesin duymayacak’ yeisine içsel uzaklık.” deriz.

 “Ben, ben” diye fersah fersah yollar döşeriz içsel uzaklığımıza. İki bencil için, gerçekte gerçek bir tebessüm kadar kısa ve anlık bir hareketle kurulabilecek yakınlık mesafesi varılamazdır. İki bencil için, aylarca ve onlarca sarılmakla pekişmiş bir yakınlık, 'bir boş bakış'la yerle bir olarak kadar onarılamazdır. Ve iki bencil için, bir kavuşmak bahanesi bile tasavvur edilemez kadar umulamazdır.

İç ses duyurmak cüreti diye bir şey vardır; iletişim konforunu ve zarafet mesafesini bozmak gibi bir bedeli vardır ama sonundaki o ferah teskine fazlasıyla değer. Hakiki muhatap odur ki; iç ses duyurmak cüretini itibar kaybetmek pahasına gösterir. Ki iç sesteki gerçek yankının gerçek sahibi karşımızdaki muhatap değildir her zaman.

*

İsra Suresinde “Sana ruhtan soruyorlar, de ki: Ruh Rabbimin emrindendir. Size ilimden az bir şey verilmiştir.” tanımını yapmaya ne had ne de kudret bulamadığımız ancak bir şeylere benzetebildiğimiz ruh, en güzel rüzgâra benzer. Bu yüzden ruha tesir eden her şey esinti etkisi yapar hep. Ve en güzel esintiler hep zamansız gelir, biz onları beklemezken. Hakiki muhatap güzel bir esintiyle gelir. Hakiki muhatap pusulanın kuzeyi gösteren o ibresi gibi, zamansız bir lâmekânda iki ruh gibi, her ortam ve koşulda hep aynı kişiyi işaret eder. Birini 'bize en çok tesir eden yer ve zamanda değil de; bambaşka bir zaman ve mekanda tanısaydık yine muhatabımız olur muydu?' sorusunda onun hakiki muhatabımız olup olmadığının cevabı saklıdır.

İnsan hakiki muhatabının benliğini öylesine ayna görür ki, kendi aksinden şüpheye düşer de muhatabının aynasına kıyamaz. Işık ters açıyla vurmuştur, ayna toz tutmuştur yahut nefsin yüzü fena bakmıştır, hakiki muhatabın aynasına fena göstermek yaraşmaz. Hakiki muhatap ile mülkiyet değil aidiyet bağı kurulur. Ancak bir sözleşme unsuru ile mülkiyet bağı kurulabilir. İster zekâ, ister cesaret, ister güç, ister sezgi kulvarı ne olursa olsun gerçek bir düello hakiki muhatapla yapılır. Ve bir varlık başka bir varlıkla; hem rakip, hem düşman, hem dost ve hem âşık olursa birbirinin hakiki muhatabı olur. Varlığa denk görülemeyenden -kibirden ya da tahkirden değildir bu- hakiki muhatap olmaz. Bazen iki ruh birbirinin öylesine hakiki muhatabıdır ama bambaşka zamanların, bambaşka yazgıların, bambaşka başkalarının tozları kalmıştır beşeriyetlerinde. Yıkanmaları gerekir bu durumda birbirleri hariç her şeyden.

Hakiki muhataplık, teferrüd* makâmıyla olur. Muhatabın sıfatlarını değil, zatını sevip, ruhunu başka herkesten emsalsiz görmek. (*:Teferrüd: Kendi başına olma, bağımsız olma, yalnız olma, herkesten ayrılma.) Dünyanın en meşru tenezzül etmeyişi bir başkasının ikâmesi olmamaya gösterilen dirençtir, başkalarında teselli olabilir, sohbet edebilir, paylaşım kurabilir ama Ruhça konuşamayız.

*

 “Ağzımızdan çıkan kelimeler muhatabımızda iz bırakır, yara açar.” derler. “Kelime”nin Arapça "yara izi" olduğunu söyleyen İbn Arabi, harfe hangi manayı giydirir bilinmez ama Aşk Risalesinde "varlık bir harf, sen onun manası / varlıkta başka bir emelim yok" der. Harf noktaya varırken, noktanın manasını duymaya dahi ürken kulaklara fısıldar İsmet Özel: "harfe bak, harfe dokun, harfin içinde eri / harf ol harfle birlikte kıyam et / harf ol, harfler ummanına bat.”

Her Ruhça’nın bir alfabesi vardır ve herkesin bir harfi.
Herkesin bir harfi vardır ve her harfin bir sesi.
Bazen o sesi öylesine duyarız ki; harflerin böylesi sesli oluşuna hayret ederiz.
Harflerin kudretini bilir ama manayı katletmekten korkarız.
İşte tam o an, harflerin sessizliğine ve noktanın sonsuzluğuna sığınırız:
.


Bu yazı İtibar Dergisinin 85. Sayısında yayımlanmıştır. 

Eylül 13, 2018

İncilerin İncinişi*

Eamonn Doyle / Twins

















Çağrılan Ingeborg yankısı
"Kurtar beni / Daha fazla ölemem"

Bir inciye dönüşene değin
İnciteceğim seni
Ve incineceğim. Bir inciden dahi ince
İçinin inine varana dek ta ki
Kabuklar arasında kaybolan ruhlar
Bir başına koşulan okul bahçeleri
"Yitik masallar belleği"

Kötü kabuklarını sedeften yaraların
Yüzeceğim içinin yüzeyinden
Yüzünün içi, içinin yüzüne sen
İçimin ininde ağlarken ben
İyilik yarası diyeceğim
Daha çok kanatırmış.

Ağustos 31, 2018

.: Yalnızca Benim :.







































Dorian Karolak'ın her zerresi sahiplenen parmak dokunuşlarıyla çizilen bu tablosu temasına bu kadar mı yakışır?

Ağustos 09, 2018

Temmuz 27, 2018

Simone Weil*

Bazı yüzler vardır. Güzel ya da çirkin, dişil ya da eril değildir. Ruh öylesi geride bırakmıştır ki her şeyi, sıfatlar üstü tasvirlerle tanımlanırlar ancak. Onları, sonsuzluğa mühürlü bakışlarından sezersiniz.

*

Hiçbir öfke; bir ahmaklığa, bir saçmalığa boyun eğmek zorunda kalmak kadar katlanılmaz olamaz, demiştim. Yılgındım. Kitabın kuytusuna sığınmıştım da rast gelmiştin bana:

"Acının sınırlarından içre, mutsuzluk da inkar edilemez olandır. O, basit bir ağrıdan daha fazlasıdır. Ruhu ele geçirir ve onu kölelik mührüyle damgalar. Roma İmparatorluğu'ndaki kölelik mutsuzluğun ve bedbahtlığın en uç halidir. Bunu iyi bilen eskiler şöyle söylemiştir: Bir insan köle olduğu zaman ruhunun yarısını da kaybeder."

Simone Weil / Allah Aşkı ve Mutsuzluk

Temmuz 09, 2018

İtibar, 82.

Zeynep Merdan / Güzel İntikam

Mazlumluğu bir deri gibi giyinmiş, mahzunluğu hâlinin dili bilmiş, mağlubiyeti kanıksayacak kadar kaderinden bilmiş, ümidi çocuklarının gözyaşında boğulmuş, haklılığına defalarca taarruz edilmiş, toprakları yıldan yıla ilhak edilmiş Mazlumlar Ülkesinde intikam çiçeklerinin açtığı görülmüş müdür?

Bir haksızlığı adalete eşitleme çabasından intikam tanımı çıkabilir mi? İntikam mefhumu kötü çağrışımlı bir kan davasından mı ibarettir hep? İslam inancında el-Müntekim olarak hüsna olan esmalarda geçen intikam yalnızca yaratıcıya mı mahsustur? Yoksa yalnızca mukabele miktarınca caiz görülen ve hoş karşılanmayan bir yol mudur? Hepsi konunun ehilleri tarafından tartışıladursun bir film bahanesiyle intikam üzerine bazı bazı güzellemeye dönüşmüş bir bahis açma kastındadır bu yazı.

*

Kadim olanı işaret eden şeyleri severim. İnsana bir yol üzerine olduğunu hatırlatıp o yolun da ötesine davet eder.  Bir şarkı bir yolu nerelere çıkarır? Kill Bill’in enfes soundtrack albümünden Shura No Hana’yı keşf arzum yolumu yarım asırlık bir Japon filmine; Lady Snowblood’a çıkardı. Üstelik şarkıyı söyleyen Meiko Kaji, başrolünün ta kendisiydi. İntikam bir yüzde bu denli münasip olabilirdi ve bir yüz intikam suretini en şık böylesi bir yüzde giyinebilirdi.

Sade bir yazgının olağan mensupları olan bir çift, meşru tek bir sebep yokken kötülüğe maruz kalır. Adam öldürülür, kadın tecavüze uğrar. Bu sebepsiz felaketi hazmedemeyecek bir hınç doğar kadının içine. O andan sonra ruhunda intikamın olmadığı bir an olmaz. Eşinin katili, kötülük çetesinin mensuplarından birini öldürerek hapse düşer. Şehvetin hıncına benzemez bir hınç şehvetiyle hamile kalır hapishanede. Mahkumların arasında intikamını doğurur gibi doğurur adını Yuki* koyduğu kızını. Yuki, Budist bir rahip tarafından nitelikli bir ‘intikam askeri’ olarak yetiştirilir.
*: Yuki adı, Japon inançlarında kötücül ruhlardan biri olarak kabul edilen Kar Kadını efsanesine dayanır.

Film hem öykünün kurgusallığı hem de bazı sahne telmihleriyle Kill Bill’de yeteri kadar yâd ediliyor. İntikamı meşru şartlarda öylesine güzelliyor ki, hakiki bir intikam vesilesinin peşine düşürüyor içinizi. Sığ bir alt etme hırsından filizlenen bir intikam mı yoksa bir haksızlığı adalete eşitleme çabasına vesile olacak denli derin bir intikam mı, ayırdına vardırtıyor idrakinizi.

*

“Ne?” diye sorsalardı, hukuktaki iade-i itibar davasından aşırma İade-i İzzet yahut hikâyenin son güleni derdim. Gülmek dedimse tıpkı Yuki’nin hınçlı gözlerine eşlik eden “kötülük çiçekleri” gibi patlamaya durmuş bir tebessüm. Yahut şarjörde tek fişek kalmış, eller titriyor, hasmınız tüm bir kibriyle yenilmenizi beklerken o tek fişekle namlu gözleri onikiden vurmaya intikam denir.

İntikamın meşru bir muhatap zemini yok mudur? Ceza ancak ve ancak onu algılayabilecek muhataplara verildiğinde cezadır. Kısasa kısas bu yüzden bazen tesirsizdir. İntikam bahsinde hem Müntekim ve hem Müstahik şerefli olmak zorundadır. Haysiyeti olmayan birinden intikam alınamaz. Düelloların hepsinde bir tür haysiyet denkliği vardır. Örneğin Kill Bill’de intikamın tecelli edeceği son sahne her şeyiyle bir varlık düellosudur. Söylenmesi gereken tüm sözlerin söylediği, hesaplaşmanın başladığı bu sahne sonunu bir sürprizle bitirir. Bill ölümüne sebep olacak son vuruşu, öğrenildiği ona söylenmeyen “Five Point Palm Exploding Heart Technique” vuruşuyla alır. Fakat bu meşrudur çünkü bu düello en başından beri her türlü kirli taktiğin mübah olduğu bir zeminde konumlanmıştır.

İntikamı alınamayacak tek durum belki de şudur: size bir kez olsun ait olamamış hiçbir şeyi nakıs bırakamazsınız. İntikam alabilme kudreti bir varlığa tesir edebildiğinizin kanıtıdır. Edememiş iseniz; intikam alamazsınız. Varlığınızı bir yönüyle olsun küçümseyen birine acı veremezsiniz. Kibirli bir muhataba karşı her yöntem tesirsizdir. Varlığınıza kibr gösteriliyorsa; muhataba acı verme kudretiniz yoktur. Varlığına hiç ama hiçbir şey yapamazsınız. Sahip olunmazsanız, kaybedilemezsiniz. Rekabet etmezseniz, yenilemezsiniz. Kıyaslamazsanız, kıskançlık duyamazsınız. Muhatap almazsanız; polemik mağduru yapılamazsınız.

Bazen intikam alacak kadar dahi tahrik olmaz ruhunuz. Öylesine rekabetten uzak bulursunuz muhatabınızı. İntikam rekabet edilesi varlığa karşıdır. Rekabet dahi etmeye tenezzül göstermediğiniz bir varlığa karşı intikam hisleriyle dolmazsınız. Pasif karakterli kalsa da bu da bir tür intikam sayılabilir. Size acı bile veremeyecek kadar değersiz hale düşmüş ve acziyet dolu muhatabınıza müstahak gördüğünüz. İntikam almaya dahi tenezzül etmeyecek kadar bir intikam. Zarar vermek değil, yüceliği göstermektir çünkü gaye. Öylesi yüce konumlamıştır çünkü varlığınız. Zelil etmek, rezil etmek peşinde değilsinizdir.

Bir insanın varlığını ötekinin kefaretine indirgemekten daha zarif bir intikam var mıdır? Üstelik gaye intikam almak dahi değilken. İnsan başkasına ceza keserek kendinden intikâm alabilir mi? İnsan kendine ceza keserek başkasından intikâm alabilir mi? Peki, karşındakinin hakiki muhatabı olduğunu bilen biri; bunun henüz idrakinde olmayan o birini yok sayarak kimden intikam almış olur? Kendinden mi? Muhatabından mı? Olacakları şeyden mi?

Bazen hayat da intikam alır. Ona ve yasalarına büyüklük taslarsanız sizi başarısız kılarak sizden intikam alır. Neden en çok deliler, müflisler, terk edilmişler, bir güçten azledilenler küfreder hayata? Dünyaya kafa tutmanın intikamıdır çünkü yazgıları. Yazgısıyla, kendiyle ve istidadıyla cenk ederse daha çok kaybeder insan, afili de kaybetmez, kıyafetsiz muhteris gibi kaybeder. Dünya “vaat edilmiş güne kadar” asla mağlup edilemeyecek güçlü, kibirli, küstah bir kadına benzer. Onunla kavga ederseniz sizi sadece zelil eder. Onunla baş etmenin tek yolu varlığına kayıtsız kalmaktır.

Sığ bir hınçla şık bir intikam alınmaz. Öfkenin kabına sığamadığı, Hak’kın da haklılığın da sizden yana olduğu durumlarda zaman en iyi Müntekîm'dir. Eylemsizliğe değil, nitelikli bir bekleyişe sabrettiren bir zamandadır. Dünyada gerçekten nitelikli olan tek şey yoktur ki; derin bir acıya, şimdiyi yaşanmaz kılan bir sabıra ve kibri kıran bir yalnızlığa teğet geçmiş olmasın. Balzac "Beklemesini bilenin her şey ayağına gelir" derken gayreti eksik kalmış bir tembellik konforundan, miskinlik rehavetinden bahsetmiyor. "Bekle" demiyor, "beklemeyi bil" diyor.

"Susmak tahammülü" diye bir şey vardır. Vakti gelince öyle konuşmaklar vardır ki; beklemeyi de susmayı da tahammülsüz kılan uzunca bir susmak sabrından filiz vermek zorundadır. Hevesi hedefe, hırsı azime dönüştüren tek şey; niteliksiz bir kanaatkârlıktan, vasıfsızlıktan, korkaklıktan kaynaklanmayan ve ıslah edici olan nitelikli bir bu sabırdır. Bu sabra sabretmek ve bir zamanlar size hiçbir rant sağlamayan ürkek bir hakikat sesini vakti geldiğinde gururla söyletendir belki gerçek intikam.

Yuki’nin intikamı neredeyse bir intikam güzellemesine dönüşmüş bu sözleri düşürdü ruhuma. Siz yine de onun ağıdına eşlik etmek isterseniz Meiko Kaji’nin sesinden Shura no Hana’yla kardan çiçekler kondurun kandan mezarına.

Eğer bir gün, soylu bir intikam sebebi isterseniz bunun başkalarından değil yaşamınızdan olmasını dilerim. Size güzel bir intikam sebebi lütfedenin bir başkası değil de kendiniz olmasını dilerim. “Affetmek ve unutmak iyi insanların intikamıdır” der Schiller. Ben de Mazlumlar Ülkesinin tüm fertlerine, büyük ya da küçük tüm haksızlığa uğramışlara ve kendini gerçekleştiremeyişlerinin müsebbibi tembellik, çaresizlik, mutsuzluk olan tüm Oblomov’lara adı başarmak, kazanmak, mutlu olmak olan bir intikam dilerim.
Bir intikam isterim sizler için; zararsız, derin, zarif ve yüce.


Bu yazı İtibar Dergisinin 82. Sayısında yayımlanmıştır. 

Haziran 29, 2018

Sanatın Vaz Hali: Bartleby

Sendromun isim babası.
 Kâtip Bartleby adlı eserin yazarı: Herman Melville

.
Sanatın intiharı budur; yaratmaktan vazgeçmek. Ve Khoda, biliyorsun. İnsanın da sanatın da müntehir halini çok seviyor bu ruh. “Bartleby Sendromu” diyorlar. Yaratma kudreti olduğu halde çeşitli nedenlerden, nedensizlikten, nedenin dahi ne olduğunun bilinmediği durumlardan dolayı sanatçının yaratmaktan vazgeçmesi hali. Duyduğumdan beri tesirindeyim. Khoda, biliyorsun Khoda. Bu ruha ‘vaz’dan daha çok hiçbir hali sevdirmedin.

Bir şeyi yapabilecek, başarabilecek, hakkından gelecek kudreti, istidadı, potansiyeli olduğu halde bundan vazgeçen insanın bu hali neden böylesi tesir eder ki?

“Korkaklık” diyecekler, “sınanma anksiyetesi, mağlubiyet kompleksi” diyecekler. Desinler. Desinler. Sahiplenilesi her şey onların olsun.

Dünya, tarihine adını “en iyi” olarak yazdıranların gerçekten en iyi olduğunu hiçbir zaman ispat edemeyecek. İddia edecek sadece. En iyi bildiğimiz sanatçılar, yazarlar; en güzel dediğimiz kadınlar, adamlar; en eşsiz dediğimiz eserler en iyi olanların değil, öyle bildiklerimizin olacak.

Sıfatların gerçek sahipleri hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ama sıfatların gerçek sahiplerinin; bildiğimiz isimlerden olmadığı bilgisini bu isimler sayesinde bileceğiz.

Hem umurlarında mıydı ki? Sanmıyorum. "En iyi yazar, en keskin kalem, en eşşiz roman..." bu isimlerin sadece bir kısmını bildiğimiz hepsi bu ihtişamlı tanımlamalara kayıtsız kalacak bir hal üzere olduklarından vazgeçtiler çünkü.

(İsimler son zamanlardan en etkilendiğim yazı olan Liste Listn’in bu yazısından: https://listelist.com/bartleby-sendromu-yazarlar/)

Juan Rulfo:
“Yazmayı niye bıraktınız?” sorularına ise hep aynı cevabı verir, “Çünkü bana bu öyküleri anlatan Celerino Amcam öldü.”

Henry Roth:
Tanındıktan sonra bir kitap daha yayımlayan yazar, bundan sonra bir daha yazmadı ve ölümüne dek unutulmayı seçti.

Jacques Vache:
Sanatın aptallık olduğuna inanan yazar, Bartleby Sendromu’na kapılıp bunu birkaç adım daha öteye götürerek yaşamına son verir.

Bobi Bazlen:
“Artık kitap yazılamayacağına inanıyorum. Bu yüzden kitap yazmıyorum. Hemen hemen tüm kitaplar, ciltlere dönüşene kadar şişirilen dipnotlardan başka bir şey değildir.”

Juan Ramon Jimenez:
“Benim en iyi yapıtım, yapıtlarımdan pişmanlık duymak olmuştur.”

Nicolas Chamfort:
Ona sorulan “Niye yazı yazmayı bıraktın?” sorularına ise şu cevapları verir:
“Çünkü halkın zevksizliği ve hasedi had safhada,
Çünkü halk beğenmediği başarılarla hiç ilgilenmiyor,
Çünkü edebî yaftam ne kadar çabuk yok olursa ben o kadar mutlu oluyorum.”

Oscar Wilde:
“Yaşamı tanımadan önce yazıyordum; şimdi yaşamın anlamını bildiğim için yazacak bir şeyim yok.”

Ludwig Wittgenstain:
Diğer felsefe kitaplarından sıyrılacak bir kitap daha yazmak istiyordu. Fakat buna inancını yitirince yazamadan hayata gözlerini yumdu.

Tolstoy:
Yaşamının son kısmında edebiyatta bir uğursuzluk olduğuna inandığını söyler ve bir daha yazmamaya karar verir.

Arthur Rimbaud:
29 yaşına geldikten sonra çıkardığı ikinci kitabı onun yazım dünyasına koyduğu ilk ve son nokta oldu. Nokta koyduktan sonra ise kaleme aldığı eserleri küçümsemeye başlayan usta şair ölümüne kadar kendini tehlikeli serüvenlere adadı.

*

Bu listenin de gerçek halini hiçbir zaman bilemeyip, sonunu ise asla kestiremeyeceğiz.


Zeyl: Ve ne muhteşem tezat... Tam da bu yüzden, bu yazarlar bir sebepten yazmadığı, yazmayı bıraktığı için onları daha fazla okumak isteyeceğim.

Haziran 18, 2018

.: Çocukluk Bahçeleri & Çocukluk Merdivenleri :.

2018, yaz.
1998 yazı... 20 yıl evvel. 
Bazen yazı yetmiyor. Susmanın en hakiki konuşmak oluşu, göstermenin en hakiki saklanmak oluşu kadar yetmiyor yazı da. Yazmak istemiyorum bir süredir. Okumak istemiyorum. Belki de ifademin hal ile, görmek ile yolunu bulduğu bir süreçteyimdir.

Fotoğraflar bayramdan. Taşrama gittim. Çocukluğumun açtığı bahçeye. Oturduğum çimlere. Kopardığım çiçeklere. Zıpladığım, koşar adım çıktığım merdivenlere. Karnemin "hepsi 5" olduğu okula. Neredeyse 20 sene önce önünde fotoğraf çekildiğim ağaca.

Tanrım, ağaçların hakikaten de insanlarına benziyormuş... Tanrım, yazacak ne çok şey var...

Tanrım, yazamıyorum.


Mayıs 11, 2018

Hınç Gülleri Dövmesi Bağırdım Bağrıma

Derrida'nın Yapısöküm kavram ve Sevim Burak ilhamıyla denemesi fazla riskli bir yazı formu olan bu öyküleri Hece Mayıs sayısında yazdım:

Nisan 27, 2018

Le Facteur*



Georges Moustaki / Le facteur 

*: Postacı

"Genç postacı öldü
O daha on yedi yaşındaydı

Aşk artık yolculuk edemeyecek
O habercisini kaybetti

Her gün gelen oydu
Kolları tamamen benim sevgi sözcüklerimle dolu
Ellerinde tutan oydu
Senin bahçenden koparılan aşk çiçeğini

O, mavi göğe yükseldi
Bir kuş gibi, nihayet özgür ve mutlu
Ve ruhu onu terkettiğinde
Bir yerlerde bir bülbül şakıdı

Seni eskisi kadar seviyorum
Ama artık bunu söyleyemem

O kendisiyle birlikte götürdü
Sana yazdığım son kelimeleri

O artık bu yollardan geçmeyecek
Gül ve yaseminle sınırlandırılmış
Senin evine giden 
Aşk artık yolculuk edemeyecek
O, habercisini kaybetti
Ve benim kalbim sanki hapiste

O delikanlı (bu dünyadan) ayrıldı
Benim sevinç ve ıstıraplarımı sana ileten (o delikanlı)
Kış, baharı öldürdü
Artık bizim için her şey bitti"

2018, Kış





Nisan 14, 2018

Su Olan Ne'ye Susar?

Paul-Joseph Blanc / The birth of Venus
-“Ben onun kalbindeki tanrıyla baş edebilecek miyim?”
Balzac / Langeais Düşesi  (syf: 37)

-İçinde put büyütürsen tanrı sevgisi diye, melâmet bile tersine inkılâp eder, meşrep putun olur. Melâmet şerbetini çok göstermek tersine inkılâp eder. 

-Aklım tebessüm etti bu söze. Hiçbir şey isteyememenin en büyük istemek oluşu gibi. Bunu bizzat deneyimleyip idrak ettim.

-Büyük dediğin nedir? 

-Âlâ olan. Evlâ olan.

-Bir şey isteyecek durumda olup, isteyememek belki daha faziletlidir. 

-Haddini aşan her şey zıddına döner yasasınca. Öyle çok istemek ki hiçbir şey isteyememek. Vice versa.

-“Sen iste, ben vermeye hazırım, seve seve vereceğim” diyor işte. Tanrı buyruğu.

-Tanrının ne dediğini biliyorum.  

-Ne demiş oluyor tanrı yani?

-"Umma ki küsmeyesin" 
Mahmut Vehbi Hz. 
*
"Beklentiler daima mutsuzluk getirir." 
Osho 
*
"Arzu etmemeyi arzu ediyorum."
Abdulkâdir Geylânî
"Ben arzu etmemekten başka ne arzu ederim." Peyâmi Safâ
*
"Tanrım istiyorum -ki- hayır, hiçbir şey istemiyorum. Âmin." 
Friedrich Scleirmacher

İstemeyi isteyecek isteği olan kaldı mı? Bu hal işte. 

-İstediğin şey hayatın içinde akıp gider. Dışına çıkıp bağırırsan boşa bağırıp çağırırsın. Hayatın içinde kovaladığın şey, istediğin odur. Ve ancak öyle alırsın. 

-İstemiyorum. 
İstemeyi de istemiyorum. 
İstemeyi isteme istencini de istemiyorum. 
İstememeyi istiyorum. 
İstememeyi istemeyi istiyorum. 
İstememeyi isteme isteğini istiyorum. 
İstiyorum.
Gerçekten neyi istiyorum. Soru bu. Bu benim sorum, bu sorula hemhalim. Çözünce ferahlayacağım. 

-Neye ihtiyacın var? 

-İhtiyaç değil, orada acziyet olur. Aç olan doymak ister. Tok olan ne ister? 

- Ne’ye açsın?

-Aç değilim. Sorun tam da burada. Aç olsam, uzanır ve alırım. 

-Aç olduğunu bilmezsen hiçbiri uzanıp alamazsın. Hatta belki de bu konudaki kararlılığın açlıktan bile olabilir. 

-Ket vurmak olur o. Bastırmak. 

-Aç olanı süründürürler. Öyle her uzanana vermezler. İnsan aç da olur. Muhtaç da olur. Zelil de olur. 

-Elbette ama değilim. Olsam neden söylemeyeyim? Uzanır ve alırım. Utanmam, gurur yapmam.

-Güzel şey.

-Elin uzanma iradesi… İsteği… Arzusu…

-İşte o, harekettir, hayatı doğuran hareket. Hayatı devam ettiren. Hayatın içine çeken hareket. 

-Önümde bir sofra var ve yemiyorum. Her şey var o sofrada. Hayat sofrası. Senin canın ne çekiyor o sofradan? Sen gerçekten neyi istiyorsun?

-Ben o sofrada değilim. Benim susuzluğumun, açlığımın haddi hesabı yok. Sofraya oturamam. Bilmem sofra adabını. Ben tufeyliyim, çadırlar doldururum, basitim. Edebiyat yapmam, konuşmam, söylemem. Ama hayatımın içinde o teşneliğin her zerresi vardır. 

-Benim derdim edebiyat mı? Ben sözlerle idrak ediyorum, sen halle. Benim orağım harflerdense suç benim mi? Bana söz vermiş, sana hal. 

-Bedevi bile olsam, dağda, çölde, çayırda, ben de bu halin bedevisiyim. Kuralını bilemedim ama teşneliğimi bildim. 

-Hal vermediyse suç benim mi? 

-Vermiştir. Dil de vermiştir. Hal de vermiştir. Çöl de vermiştir. Sel de vermiştir. 

-Dil de. Dilimde. Su vermemiş. Ya da su vermiş de susuzluk vermemiş. 

-Senin susuzluğun susuz oluşunun içinde. 

-“Sızıyı gideren su, suyun sızladığını kimseler bilmez.” 
Belki de ben suyumdur. O yüzden susuzluğum yoktur. 

-Su olabilirsin. Ama sana teşne olanı bulacaksın.

-Su olana teşne olan yataktır. Bir nehrin yatağı.

-"Musa kavmi için su aramıştı, o zaman Biz ona: "Asanı taşa vur" demiştik de ondan on iki pınar fışkırmıştı, böylece herkes içeceği yeri bilmişti." (Bakara, 60)

-“Biz sana Kevser’i verdik” 
Su olan nasıl su içsin? (Kevser, 1)

-İşte sen de kendi teşneni bulacaksın. O içecek. Meşrebi olacaksın onun. 

-Yatağımı bulacağım, yatağında akacağım. Ya Sen?

-Ben suyu arayanım. Ben de aramakla dindiririm. 

-Göller, denizler, okyanuslar… Senin suyunu nereden bileceksin ki?

-Sen suyu ararken su da seni aramakta olacak. “herkes içeceği yeri bilmişti.” Tanrı buyruğudur bu. 

-Suyu bulmak daha kolay, yatağını bulmaktan. Yatağı güzel bulmazsan erozyon olur, toprağı da Âdem’i de israf edersin. 

-Suç bizim mi? 

-Su’ç. Suyun suçu. 
Suyum, susuz değilim, suç mu?

Nisan 05, 2018

VI - AZ

Roberto Ferri / Anima Mundi

-Bu resmin ana öğesi ne? Vurucu kısmını söyle bana. Kadının kanadı de, adamın koltuk altında giren mızrak de. Ne görüyorsun?

-Düşmek... Mızrak, kanat, meme ucu, ağaç kökleri değil. Uçmak için düşmek. 

-Bana somut bir şey söyle. Düşmek, uçmak değil.

-El. Kadının eli. Hem duruşunu konumluyor, hem adamın kalbine dokunuyor hem de kanatlarını işlevsiz kılıyor. 

-Bildin.

-O zaman bir soru da benden. Bana bu resmin öyküsünü anlat. 

-Kadının tanrısallaşmış olduğunu görüyor mazlum insanoğlu. Kadın öyledir. Sarar, sarmalar. Yükselir böylece. Yükselebildiği kadar.

-Her kadın değil.

-Kabı nisbetince. Çektiği acıdan güç alır. Onunla var olur kadın. İnsanoğulları. Bak, insankızı değil. O el de odur işte.

-Adam tamamen Adem. Bence kanatları sonradan çıktı. Bir oluş olarak. Başı yukarıda ve akış halinde. Yüzünde sessiz bir oluş var. İnsanlığından tanrı(lı)ğa uçacakmış gibi. 

-Dayandığı, denge kurduğu yer neresi? Elini koymasa delip geçip parçalayacak gibi.

-Elini koyduğu yer neresi? Adamın göğsü... Adamda mızrak var ama. Ava gelmiş gibi... 
Ama kadının kanatları var, avlayamadı.

Nisan 03, 2018

.: Silsile :.

Nezihe Araz, Safiye Erol, Sâmiha Ayverdi, Sofi Huri.

Geçen akşam; "tanrım, insana bahşettiğin kalemden sonra en güzel hediye; eli kalem tutan eş, dost, sevgili sanırım. İnsana harflerle nasıl kucaklaşılır onu da gösteriyorlar." demiştim.

Devam etti. 

Sabaha D'nin hediyesi bu fotoğrafla başladım. Siyah beyazdı ama içime öylesine parlak bir varlık neşesi verdi ki, huyum olmadığı halde sabaha gülümseyerek başladım.

Devam etti.

İş yolunda rüzgarla yürürken, gökyüzü hala yüzümde kalmış tebessümü görmüş ve lütfetmiş olacak ki; gözümün içine güneşi doğurup başımın üzerinden üç dört tane kuş geçirdi.

Devam etsin...

Mart 27, 2018

Georg Trakl / Düşlergezer

Georg Trakl 

A'nın Heidegger okumalarındaki rastlarındandı Georg Trakl. Önce şiiri, sonra yazgısı ruhuna dokunmayı başarmış olacak ki bana da gösterdi. İyi ki göstermiş. Çeviri dahi olsa ruhunun sesine duyar duymaz meylettim. Şiir, ruhsal bir kelebek etkisi yaratıp Ruh Müzem'e kadar geldi. Belki bu postu görenlerin ruhlarından da bambaşka ruhlara ulaşacak.

Avusturyalı, dışavurumcu, şair, sanatçı künyesi en kısa böyle. Ve yazgısı... Kızkardeş aşkı(!) şiirlerindeki sapkın coşkuyu ve taşkın lirizmi izah etmede yeterli gelse de, sol tarafa aldığım resmi, zapt edilemez, kabına sığmaz bakışları ve dürtüsel burnu bu bilgiyi benim nazarımda da teyit ediyor.

Alkol, uyuşturucu bağımlılığı, sapkın bulunan kalbi yönelimi ve en nihayetinde "Klup 27"lilere dahil edeceğimiz kadar müsanip intihar etmekle son verdiği kısa bir şiir yazgısı. -Müntehir Şairler Listem bir hayli kabardı.- 3 sene sonra peşinden kızkardeşini de götürmese iyiymiş.

Tüm bu yazgının berisinde şiirindeki sesin ahengindeyim ben. Bana kalırsa siz de sadece bu sesi duyun.


"Neredesin, yanımdan ayrılmayan,
Neredesin, cennetin çehresi?
Bir sert rüzgar alay etmekte: Sen, deli!
Bir düş! Yalnızca düş! Ey ıslah olmayan!
Ama yine de! Yine de! Nasıldı eskiden,
Ben gecede ve yalnızlıkta yitip gitmeden
Anımsıyor musun, ey ıslah olmayan, ey deli!
Sert bir rüzgar sanki ruhumun yankısı:
Ey deli! Ey ıslah olmayan!
Durmuyor muydu yalvaran elleriyle kadın,
Dudaklarında kederli bir gülümsemeyle,
Seslenmiyor muydu yalnızlığa ve geceye!
Neydi seslendiği! Bilmiyor musun?
Aşk gibiydi sanki. Taşımıyordu hiçbir yankı
Ona bu sözcüğü gerisin geriye.
Aşk gibiydi sanki. Taşımyordu hiçbir yankı
Ona bu sözcüğü gerisin geriye.
Ve rüzgar -ruhumun yankısı!
Sürekli alaylı: Ey ıslah olmayan! Ey deli!"