Aralık 27, 2013

Batırmak

ben yürümeye başlayınca, denizler üstünde
karalarda koşanlar, durup bana baktılar
ben de gittim
sığınacağım adaları birer birer batırdım.

*

Özdemir Asaf / Macera

Aralık 20, 2013

Yağar Gibi



Annie Lennox / Don't Let It Bring You Down.

*

Çaldığı sahne yüzünden belki, tınısı o kadar kırmızı ki. Sözlerini anlamasaydım aşk şarkısı olduğuna bahse de girebilirdim ama değil.

Çünkü benim için 'yağmur yağar gibi şarkı'. Diğer arkadaşlarıyla da beraber yağmur yağarken dinlenebilecek en iyi şarkılardan biri.

Aralık 06, 2013

Kpssa

Buraya geldim, buraya geldim ki kendimi unutayım, derdimi yazmakla meşgul olayım da unutayım; geldim ki yazayım, ruhumu yazayım, selaletimi yazayım.

Yazamıyorum, yazamıyorum. Bazen tuğyan ediyorum, içimdeki ateşi, "kariin-i kiram" denilen bir sürü lakaydan-ı kiram hazeratına ihsas etmek için bin türlü işkenceler arasında bin türlü işkencelerle ölmek... Bu da niçin?

Lakin ben bu sefalet arasında, bu açlık içinde nasıl, nasıl yazarım? Yazacağımı düşünürken sefaletimi düşünüyorum. Hayır, yazmayacağım ve yazmadan öleceğim; onun için defter-i eş'arımı kapayıp bu defteri, bu defter-i siyah'ı sefaletimi açtım.

Ah ne kadar ağlamak istiyorum, öyle geliyor ki bir kere ağlayabilsem o kadar ağlayacağım ki hayatımın bütün ileriki acılarının bile şimdiden tesellisini bulacağım. ... Ah bir ağlayıversem... Zannediyorum ki ağlayabilsem kırlara yağmurlardan sonra gelen taravet gibi bir tazelik hissedeceğim.


Mehmet Rauf / Siyah İnciler, İnfial 253-255

Sun

Yüzümüze mutsuzluğu maske edene şükr olsun.
Gözleri mezar gibi odalarda karartana hamd olsun.
-kız çocuk, ürkek, beyaz tavşan surat-
-günahsızlık kibri'nden-
Bedeni azad eden kuştan öpücüklere aşk olsun.

-ben istemezdim hiç, ben hiç istemedim-
Hepinizle dövüşebilsem keşke.

Ruhta alev alan intikama and olsun.
Yakacağım, yakacağım, kahrolsun.

Muhteris'i Müntekim eden'e and olsun.

Kasım 08, 2013

ZM / 2 Kasım


"sana hoşçakal diyemem ama şimdi gitme vakti."
Bu resim. İşte bu resim. Mausu sağa tıkla, özellikler, fotoğraf ayrıntıları, demek ki ilk defa 1 buçuk sene önce görmüşüm. Filmde silah görünmüşse o silah muhakkak patlar. Ve patladı, bum! Başımda gericiliğin, yobazlığın, akepelilerin, cemaatçilerin, süslümanların, yeşil burjuvanın “sembolü(!)” ya da Allah’ın emrini, ayetini taşımıyorum artık. Bilseniz ne özgürüm şimdi.. Ah bir bilseniz.. Aydınlandım, über güzellikte ve asalette aydın bir Türk kadınıyım artık.. İçimi, güzel, güpgüzel ruhumu artık çok daha kalabalık caddelerde yürürken daha aydın hissediyorum artık..

*
2 Kasım’ı unutma. Kasım’ın ikisini sakın unutma. Nemden kabaran, komik duran ve tüm bir bedenini çıplakmışçasına hissettiğin o günü sakın unutma. Kalabalık sokak, daha önce hiç görmediğin insanlar ve dakikalarca aynaya baktığın yüzünde sönmüş o günü sakın unutma. Unutursan sen olmayacaksın çünkü. Kalmayacaksın. İyice biteceksin.

Ben ben değilim. Belki hiçbir zaman da olmadım. Olamadım. Şimdi dâhil bu yaşıma kadar yaptıklarım hemen hepsi başarısızlıkla sonuçlanmış teşebbüslerdi sadece. Artık çok iyi de biliyorum ki herhangi bir dış etken menbaa’ı da değil bu lanetin. Bu bir çağ yangını. Hiçbir zaman ruhunu teskin edemeyen ben’in yangını. Benim yangınım.
*
Keşfsever’e kalsaydı, yapma derdi Z’ye. Başında taşıdığını göğsüne dahi olsa sarma derdi. İlle de yapacaksan kökten çözüm, dazlak ol derdi.. Diyemedi. Zaten deseydi de yapamazdı Z.  Ama yapmak isterdi. Adına yemin ederim ki Z’nin yapmak isterdi. Saçlarını sevmedi ki, göstermek istesindi. 

Ben bunları unutmamak için yazdım.

Kasım 01, 2013

.: elektra :.

işte bunlar hep çocukluk.
'büyük' baba figürü ve Allah baba(!)

Ekim 30, 2013

An V

Aşık olma an'ı.

*

Belki de hiçkimse gerçekten bilemez. Aşık olduğu gerçek an'ı. Zihninde dahi sepya kalmış resimlere bakar ve seçer birini. Sonra kabul eder; o an'dı. O an.

*

Enarka sıram ve almanca dersi. Mevsim sonbahar. Aylardan -elbette ki- ekim. Neredeyse bir aydır çekiminde olduğum hisse ad konulacak günü yaşayacağım. Farkında değilim sadece. Her şeyi başlatan ve bitiren kapı sesi ve işte şimdi başlıyor.

"O almanca dersinin tüm sıradanlığını bir kapı sesi değiştirdi. Temelinde şirinlik olan bir güzellik vardı. En güvenmediği şey güzelliği olan ve buna hiç önem vermediğini söyleyen bu bencil arkadaşın o gün o güzelliğe hayran olmuştu. Bir şapka bir insanı bu kadar değiştirebilmiydi? Aptal bir diziyi izler gibi, kımıldaman öylece izledim."  -2006, ekim-

Ekim 21, 2013

Salieri


Salieri: Amadeus, 1984.

Amadeus'tan Salieri Replikleri;

"Babam işlerinin yolunda gitmesi için Tanrı'ya ciddiyetle dua ederken, Ben gizlice bir çocuğun düşünebileceği en azametli şeyler için dua ederdim. "Yüce Tanrım, beni büyük bir besteci yap. Senin ihtişamını müziğimle dile getirmeme ve ünlü olmamı sağla. Beni dünya çapında şöhret yap. Yüce Tanrım. Beni ölümsüz yap. Ölümümden sonra bestelerimden ötürü insanlar adımı sonsuza dek sevgiyle ansın. Karşılığında bakirliğimi tüm gayretimle ve tüm tevazumla, yaşamımın her anını sana bahşediyorum. Âmin."


"Sevgili Tanrım, içime gir. İçimi tek bir gerçek müzik parçasıyla doldur. İçinde senin nefesin olan bir parçayla doldur ki, beni sevdiğini bileyim.

Ama neden? Neden Tanrı sesini duyurmak için böylesine yakışıksız bir çocuğu seçmişti? İnanılacak bir şey değildi. Bu parça kazayla bestelenmiş olmalıydı. Öyle olmalıydı."


"Şu andan itibaren düşmanız. Sen ve ben. Çünkü kendine enstrüman olarak kendini beğenmiş, utanmaz ve ahlâksız bir çocuğu seçtin, bana da sadece, onun müziğinde vücut bulduğunu anlayabilme yeteneğini verdin. Çünkü insafsızsın, adaletsizsin, zalimsin. Sana engel olacağım. Yemin ederim.

Yaratığına bütün gücümle köstek olup zarar vereceğim."


"Bunu izlemek dehşet verici ve harikaydı. Ve şimdi delilik içimi sarmaya başlıyordu. İkiye bölünen bir adamın deliliği. Nüfuzumu kullanarak, Don Giovanni'nin Viyana'da yalnızca beş defa sahne almasını sağladım. Ama gizlice, o beş seferin hepsine gittim. Sadece benim anlayabileceğim o müziğe tapıyordum. Orada öylece durup, o buruk yaşlı adamın mezardan bile hâlâ zavallı oğluna nasıl hükmettiğini anladığımda nihayet Tanrı'yı yenmenin bir yolunu korkunç bir yolunu buldum."


"Merhametli Tanrınız, sıradan birinin, onun ihtişamını az da olsa paylaşmasına izin vermektense, kendi canından olanı yok etti. Mozart'ı öldürdü. Beni de işkence çekmem için hayatta bıraktı. 32 yıllık bir İşkence. 32 yıl boyunca yavaş yavaş tükenişimi izledim. Müziğim giderek söndü."


"Sizin yerinize konuşacağım Peder. Dünyadaki tüm sıradan insanlar adına konuşuyorum. Ben onların şampiyonuyum. Ben onların koruyucu meleğiyim. Bütün sıradan insanların günahlarını bağışlıyorum.

Günahlarınızı bağışlıyorum.
Günahlarınızı bağışlıyorum.
Günahlarınızı bağışlıyorum.
Hepinizi bağışlıyorum."

Ekim 18, 2013

.: hoşçakal Trabzon :.

"bir deniz kıyısında otur, gemiler sensiz gitsin bırak" rezim;


 
Aynı bankta ve hep böyle. rezim;
Uzungöl'dü ve bulmuştum, eski dostların hallerini. rezim;

Son ev'ime gidiş yolu ve buraların hepsi benim. rezim;

Ve buralar da. rezim;


rezim;

Üzerine bahar vurmuş Ayasofya. rezim;

Çocukluğu hatırlatan mahalleler. rezim;

Ah ne güzel Kara Deniz. rezim;

Ah ne güzel 'tek' kuş, lonely shepherd. rezim;

Ve, hoşçakal Trabzon. rezim;

Ekim 15, 2013

ZM / Kurban






My maan's got a heart like a rock cast in the seea
My maan's got a heart like a rock cast in the seea

*

I will love you till the end of tiime
I would wait a million years


Say you’ll remember! say you’ll remember!
I will love you till the end of tiime


*

Ben ne katilim ne de maktül.
Ne öldürmek ne de öldürülmek bana göre değil.
Ben İsmail'im.

İsmail olan nasıl ölür, İbrahim'i yoksa. Ölmesi gerekli, üstelik de zevkli iken.
Ölüme ayaklarıyla giderek!

Bu yüzden,
ben hem Katil'im hem de Maktul.

Ekim 13, 2013

ZM / Araf Konuşmaları III

Dün gece tüm bir soyutluğuma karşıt gelecek kadar materyalist, ateist, bilim, spor ve elektro müzik meraklısı 'sanal arkadaşım'la sohbet ettik. Her zaman ki gibi birbirimizi anlayamadık. Hissedemedik. Hayretle ve kezlerce aynı soruyu sordum, eksikliğini hissetmiyor musun dedim. Hissetmiyorum, dedi. Ölümü sordum, ölünün ardından hissettiklerini sordum. Döngüsünü tamamladı dedi maktül için ve biraz hüzün hissettiğini. Meşgaleleri vardı, onları sordum. Amaçlarını sordum. Hiç dedi. Hiç, hiç acıtmaz mı dedim. Niye acıtsın ki, dedi. Kültürel kodlamaların hepsi bunlar senin, dedi.

Sonrası hep o klişe argumanlar, antitezler.. Bilim adamları, filozof isimleri.. Varlığı ya da yokluğu ispatlanamayacak ve asla ispatlanamayacak bir şey konusunda agnostik olmak en makuluyken, insan neden reddeder? sorusuna yenilmiş bir cevap bekledim ama boşunaydı. Çünkü ateizm bir tür inançtı. Red üzerinden var olan bir inanç hem de.

Ümitsizliği dünyanın en keskin ve estetik hissi bulmam, tüm bir hayatımı küçük bir ışık uğruna feda edebilecek kadar kalp coşkunu olmam, şiirlerin, şarkıların en çok ve en çok bu duyguyu barındırdığı üzre kıymetli bulmam mı bilmiyorum ama ben bunun için yaşıyorum. Ümit için. Bahar için yaşıyorum. Ve bunun yokluğunu anladığım gün, delire delire ağladığım gün olur. Tepine tepine. Hiç ve yok ise eğer.

Tıpkı..

"Bir akşam,
dalgın dalgın hoş bir kitabı karıştırırken,
bir an bile duraksamadan; 

'Tutkulu ruhların çoğunda olduğu gibi,yaşamdaki inancının tükendiği an gelmişti' cümlesini okudum.
Bir saniye sonra,cümle içimde bir kez daha yankılanıyordu ve gözyaşlarına boğulmuştum."


Albert Camus

Ekim 10, 2013

Adsız

Yaşamda yokluğu yoksunluk veren türden şeyler yolunda gidince vızıldamıyor insan. Ya da benim için geçerli bu. Vızıldamayınca yaşayıp gidiyor. Eğleniyor. Ama bir şeylerin yolunda gitmemesi lazım sanki. Yani gitmeli ama çok gitmemeli. Yolunda gitmeyen bu şeyler beşeri kaygılardan beslenmemeli üstelik. Yani iş/para/güç/sevgili/arkadaş bulamayınca vızıldamamalı insan. Şikâyetlerini, belki de içindeki münacaat güdüsünü bu gündeliklerle israf etmemeli.

İçinde bulunduğu dünyayı anlamaya başlamakla mı başlamalı önce insan? Yani şu soruyla mı başlamalı öncelikle: “burası neresi?” , “ben kimim” , “neden burdayım” , “nasıl ayakta kalabilirim?” doğru soruyu bilmiyorum. Çünkü istediğim ya da o an yokluğunu hissettiğim şeye göre değişiyor sorum. Beşeri herhangi bir şeye yenildiğimi hissedince ve kibrim acıyınca, en kapitoş mantıkla “nasıl ayakta kalabilirim” diyorum. Ama ruhum, soyut, kutsal, tanrısal bu şey acıyınca, ruhum acıyınca “neden” diyorum. “Neden burdayım?” Belki de birini seçmem gerekmiyor, sınırlar çizmenin verdiği o hoş belirginlik hissi sadece bu. Kendini belirgin ve köşeli hissetmek ya da. Biliyorum top olmak en güzeli.. Biliyorum hep olmak en güzeli, en iktisatlısı. Ama hep’ler bana göre değil. Her’ler ve hep’ler bana göre değil. Bana 1şey lazım. 1i lazım. Öyle sanki.
Böyleyse neden yetinmiyorum? Neden tek arzusu “istemek” olan varlıkları sevemiyorum? Neden onların bu ol’ma çabaları beni bir yönüyle düşündürtüyor? Neden düşünme payı veriyorum? Nedir mahiyeti? Peygamberane deyişle eşyanın hakikati? Ya da geçiniz bu din zırvalarını(!) nedir yaşamın anlamı? Yine başladığım yerdeyim.

 *
Bunu dahi buraya yazıyorum biliyorum ama buraya yazmak ne kadar itici.. Bazen ‘buralarla’ ilgili her şeyden tiksiniyorum.

Ekim 07, 2013

Başkasının Olmuş Şarkılar

Siz hiç başkasının olmuş bir şarkıyı dinlediniz mi. Ben dinledim.

Öyle çok o'nundu ki şarkı tek bir dizesini sevemedim. Ben sadece kulak verdim. Köşe'mden ve uzaktan. Kezler kez. İleri gidip, şarkı sahibesinin şarkıyı dinlediği an'ları düşündüm. Şarkıyı dinlerken hissettikleri ve hatta verdiği reaksiyonları. Acaba en çok neresini seviyordur'u düşündüm. Gözlerinin dolduğu an'ları düşündüm. Çünkü dolmaması mümkün olamaz şarkılarındandı şarkısı.

Böyle çok şarkı(m) var. Benim de sevdiğim, ondan duymasam belki ondan daha çok seveceğim ama aslında benim olmayan şarkılar. İkinci el şarkılar. Tıpkı bir zaman sonra size verilmiş eski eşyalar gibi. Hep başka'sını hatırlatan. Asla ve gerçekten sizin olamaz. Hep ilk sahibesini hatırlatan. Üstelik, hep ve sonsuz'a kadar onunmuş gibi. Bir ölü'den arta kalanlardan dahi fazla hüzün verebilirler kudretlerine göre.

Yazmayacağım. İsmini yazmayacağım şarkının.

Ekim 03, 2013

Lonely Shepherd

 
dokunuşunda
ya da her aşık oluşunda
aldatıyor gök'ü.

yalnız çoban.
yalnız değil, tek yürüyen
gecenin saatleri, ay altında
ne aşk, ne sevişmek o'na göre değil.

yalnız çoban,
ama yalnız değil,
belki sadece ayrı düşmüş.

deli
çok deli
süper deli
ve cezbesinde.

gece..
gök'ün yüzü..
yıldız pırıltılı siyah gözbebekleri..

asla insan olmamış
azametli en'in maşuğu.

ve başka kimsenin değil.


2013, eylül 6.

Eylül 30, 2013

ZM / Adolescence

Biz yarı aydınlık aşamasına erişmiş durumdayız. Bu tıpkı, insan yaşamında ortaya çıkan "Adolescence" dedikleri aşama gibidir. Bu devre, insanın, ergenlik çağının eşiğinde olduğu bir devredir; buhran, heyecan, kendi içindeki bütün gizli güçlere baş kaldırma ve şahsiyetini yeni oluşturma dönemidir.

Bu dönemde henüz hiçbir şey gerçekleşmemiş ve tamamlanmamıştır. Ama her şey yeni başlamıştır. Bu durumda insan en kötü dönemini geçirir; bazen kendisini intihara ve cinnete sürükleyen düşünsel ve ruhsal buhranlarla baş başa kalır. Fakat aynı zamanda bütün bunlar -bu hastalıklar bile- onun ergenliğinin bir işaretidir. Onun, bedensel ve ruhsal ergenliğinin eşiğine varmakta olduğunun işaretidir.

Ali Şeriati / Kendini Devrimci Yetiştirmek
(syf: 32-33)

*

Nedeni ne olabilir bu tutukluğun El-İlah? Noluyor bana. Neden tek bir şey yapmak istemiyorum. Kitap dahi okuyamıyorum. Film izleyemiyorum. Gün zayi ediyorum. Yine tek öğüne düştü yemek yemek. Yürüyüş yapasım bile yok. Doktora peş peşe şikâyet sayar üslubum, iyice karakter kazandı. 23 yaşında bu gidişle hep ergen kalacak biri mi olacağım? Neden içinde bulunduğum ve karar vermek zorunda olduğum şeyler hep bir şekilde etki edecek gelecekteki –yaşarsam- hayatıma?

Gerçekten ne istiyorum ben El-İlah? Senin yüzünden! Yine, hep, senin yüzünden. Yine ıstırabım senin yüzünden. Şüphe kusuyorum ama geçmiyor bulantım. Ruhumdaki acı tat hep aynı. Var oldum, yaşıyorum, insanım, tamam. Başlangıç noktası burası ama gerisi? Hakikati mi isteyeyim, huzur’umu? Hakikati istiyorum, hakikati istiyorum! Zavallı bedenim, sinirlerim, dokularım kavrayamasa da gerçeği istiyorum. Duramıyorum, duramıyorum. Ağlamak istiyorum, zırlamak. Dayanamıyorum.

Bir düzene tabi mi olayım? Su'yu yolunu bulması için, bir yatağa teslim mi edeyim? Huzur ümidine mi sığınayım? Anne mi olayım, bebek bokları için çocuk bezi mi alayım? Ah, ne kötü kelimeler. Kutsal anne, pardon ‘ana’lık. Ama ben hala bebek değil miyim. Doğursam geçer mi?

Huzur mu hakikat mi, huzur mu hakikat mi? Seç bebeğim. Seçmek dışında ne tavrı var insanın? Önüne gelir, fazlalanır, seçersin. Bazen ihtimal yoksulu olursun o başka. Razı olmak olur o. Razı olan şükreder. Şükretmezsem nankörüm.
Dershanelerden nefret ettim, bir kez daha. Para kazanmaya muhtacım, yaşıyorum. Bedenimi yaşlandırmak için yaşıyorum. Yanaklarım düşecek, sarkacak. Amaç istedim, 1 tanecik amaç istedim. Kavramak istedim. Okuduğumu bile anlamıyorum, aptalım. Bir sayfayı bitirecek sabrım yok. İleri almadan izlediğim tek bir film yok.  Son’u mu merak ediyorum? Ya da dikkatimi bir filme veremeyecek kadar mı aptallaştım?

Şşş. Yılan kadın sesi. Üste çıkan kadın sesi. Zulmeden kadın sesi. Bebek sesi. Anne sesi. Kuş sesi. Su sesi. Çiş sesi.

Adın bile El-İlah.. Bu adı nasıl derim, artık nasıl derim. Yıldırım hızı ve hala unuttuğum rekât sayılarında kalsa da Huzur’a mı sığınayım.
...
Geçti, biraz.

*

Bu yazıları yazdıktan bir iki saat sonra gözlerim karardı, başım döndü. Anneciğimin çiçekleri üzerine düştüm. Güzelim ve açmış 3 küçük menekşeyi kırdım. Anneciğim ve babacığımın yanına gittim, "bana bir şeyler oluyor" dedim, üzerimde ağladı annem, babam yatağıma yatırdı.

İnsan kendine çok iyi bakmalı güzel insanlar. Çok iyi. İnsan kendine zulmetmemeli.

Eylül 24, 2013

Merak & Arzu & Utanmak

"Şu ağaç var ya!

Ama kalbine bir kez ağacın ismi düşmüştü ya. İsminin önünde bir yasak sıfatı duruyordu ya. Neydi bu yasağın sebebi? Ne vardı siyah örtüsünün altında acaba? Bu acaba'yla ilk kez merak etti."

(92-93)

*

"Yumdu gözleri Adem. Kendisini düşüne, gördüğünü göreceğe bıraktı. Düş: Cennetin Yasak Ağacı.

Yasak meyve, düşünde bile bir kararda durmadı. Biçimden biçime, renkten renge girdi. Sürekli değişti. Biraz daha dikkatli bakınca. Cennet meyvelerinin en şaibelisi. En güzeli. Adem'e öyle geldi ki yasak meyve Havva'nın ta kendisiydi.

Havva orada kendi kıvrımları arasında Tanrı hediyesinin de cennet meyvesinin de kendisi gibi dururken. Bir dokunulsa bütün evren titreyecek denli durgun bir su, bir dokunulsa bütün denizleri yataklarından boşalacak kadar arzu.

Cennet erkeği, yanında, sanki korkulu bir rüyadan uyanmış, her zaman ki sağ dirseğinin üzerine dayanmış, perçemleri yanağına sarkmış, merakla kendisine bakıyordu. Havva başını kaldırıp da onun yüzüne dikkatle bakınca ağaç suretinde yerleşmiş bir Havva suretini fark etti.

Haklıydı ateş. Ona yaklaşanın aynı kalması mümkün olmamıştı.

İkisinin de düşnüde daha evvel bilmedikleri bir şey uyandı.

Arzu."

(105-106)

*

"Dehşet içinde kaldı. Gözleri neredeyse yuvalarından fırlayacaktı. Ayakta duramadı. Olduğu yere çöktü. Kollarını dizlerinin üstünde kavuşturdu. Başını dayadı. Ateş bastı bedenini. İliklerine kadar titredi. Düşünemez haldeydi. Ama bildiği kelimeler arasıdnan biri de ilk kez o an dilinin ucuna geldi.

Utanıyorum, diyebildi."

(syf: 121)


Nazan Bekiroğlu / LA

Eylül 22, 2013

Eylül 11, 2013

An IV

Karar verme an'ı.

*

Siz hiç seneye nerede yaşayacağınız sorusunun cevabını Audrey Hepburn mu, Monica Belluci mi sorusuna verilen cevapta buldunuz mu. Ben buldum. Kararsızdım, çok kötü kararsızdım. Ben çoğunlukla kararsızdım. Ama cevabımı buldum.

Karar verme anında, eğer çok kötü kararsızsanız, çok, çok ufak bir şey sizi bir tarafa çekebilir. Masumiyet ve zerafet sembolü bir kadını, kadınsı ve dişil hasmıyla kıyasladım, cevap, çok da iyi bildiğim gibi, sezdiğim gibi Monica oldu ve tam o an, ben kararımı vermiş oldum.

Monica'dan çok daha özel ve güzelsin Audrey. Yemin ederim.

Eylül 10, 2013

Yas Reçetesi

Ölümünün ardından yaklaşık sekiz ay geçtikten sonra çok kesin bir şekilde müdahale ettiğim bir seans sırasında, bu kuramsal düşüncelerin hiçbiri aklımda değildi. Clemence uzanmıştı ve benimle hayatın tadını yeniden bulan birinin ses tonuyla konuşuyordu. Dikkatimi dinlemeye o kadar o kadar yoğunlaştırmıştı ki müdahalem sırasında şu sözleri neredeyse bilmeden söyledim: "...çünkü ikinci bir çocuk dünyaya gelirse, yani demek istediğim Laurent'in erkek veya kız kardeşi..." Hastam cümlemi bile bitirmemi beklemeden sözümü kesti ve şaşkınlıkla atıldı. "Ama 'Laurent'in kız veya erkek kardeşi' diye bir şey dendiğini ilk kez duyuyorum! Sanki üzerimden bir ağırlık kalktı." O an hastamın söyledikleri bende bir çağrışım yaptı ve bunu hemen kendisiyle paylaştım: "Laurent şu an herneydeyse, eminim kendisine küçük bir erkek ya da kızkardeş vereceğinizi duymaktan mutlu olacaktır."

Yeni gelen için duyulan sevginin, kaybedilene duyulan sevgiyi asla yok edemeyeceğinin yas tutan kişi kişi tarafından sonunda kabul edilmesiyle acının hafifleyeceği görüşüne dayanan yas anlayışımın özünü, hiç düşünmeden ve bu kadar az sözle ifade edebilmem beni şaşırtmıştı. Böylece, Clemence için, doğabilecek yeni çocuk, bugün ölü olan ağabeyinin yerini hiçbir zaman alamayacaktı ve aynı zamanda Laurent hep yeri doldurulamayan ilk çocuk olarak kalacaktı.


J.D Nasio / Aşk Acısı
Clemence ya da Acının Kat Edilişi
(syf: 18)

Eylül 07, 2013

Kuple XXIV

"her güzele meyil verilmez dedi
bir baktı yüzüme, güldü gizlendi,

güldü gizlendi,
güldü gizlendi.."

Siya Siyabend / Bir Seher Vaktinde

Eylül 05, 2013

.: canımı yakıyor dünyanın güzelliği :.

Jon Kortajarena

























Öncelikle bu postu aptal bir sırıtıkla yazdığımı belirtmeliyim. Çünkü genç bir adamın resmi paylaşıyorum. Bu ironik bir şey. Google görsellerde bir çok görsel taradım aynı yüz'ün ve seni seçtim pikaçu. Bir iki tanesinin de çok zorladığını belirtmeliyim. -bir pembiş gülücük de buraya-

Meylini ve sonuç itibariyle acısını çektiğim'in resmi olabilirdi bu şey. Aşk acısı? Hayır, alakası bile yok. İbrahim tenekeci bey'in şiirinin bir mısrasında parlattığı ve şimdi görselin adı olan başlık yüzünden.

Bu yüz, bu yüz. Ah bu yüz. Zarif, incecik, keskin ve kibirli bu yüz. Bu naif ten, keskin gözler ve asil, zarif koca bir yüz. "Nefsperver" benimin meyli işte bu yüz. Bu yüze meylim kadar/gibi dünya ve kaka acısı.

Bir deri, bir deri ve altında mezardaki bir cesedin de sahip olduğu doku torbası.

Genç adam, ah güzel suret, asil, zarif, kibirli suret, sana bakacağım, gözlerine bakacağım ve seni yeneceğim.

Seni yenecem oğlum.

Ümid'in Kafiri

Öyle çok inanmak istiyorum ki, hiç inanmıyorum.

Eylül 02, 2013

Keşfsever'in Yaprak'ı Seyredişi

Kim derdi ki tek başına dolaştığı derin, yeşil ormanlarda Keşfsever başka bir ruhla yürüyecek. Bitmek üzere olan yazın ve gelmekte olan sonhabarın yeşil-sarı yapraklarını başka bir ruhla çiğneyecek. Bir kez olsun gönüllüce inmediği orman kantinine, üstelik kampüs onunmuş ve içinde hiçkimse yokmuş gibi oturup seyirlenecek. Uzak yollardan gelmiş biriyle. Bunların hiçbirini demezdi Keşfsever. Aksine düşen yansımayı keşf etme arzusu duymasaydı eğer.

Daha önce seyredememişti. Daha önce bu kadar yakından, üstelik çok yakından bir aşk'ı seyredememişti. Çünkü hepsi hepsi sıradan bir nesnesiydi tamamlamayı çok istediği o cümlenin. Hem seyr edecek gücü vardı mı ki. Seyr edilmezdi, olsa olsa 'fark edilirdi' platon'ca aşkın acemi belirtileri. Ama heyecan soluklarını duyacak, gömleğinden kalp atışlarını fark edecek kadar yaklaştı bu sefer.

*

Aradığının ne olduğunu bilmese de, aradığı yüz değildi bu. Korkutmamıştı, çok heyecanlandırmamıştı. Aynı anda hem korkutacak hem şefkat duydurtacak bir yüzdü tasarılarındaki. Hepsine rağmen, her şeye rağmen seyredilmemesi mümkün olmayan bir yüzdü bu.

Açık bir görkemi yoktu. Ne teninde, ne saçında, ne mimiklerinde. Görülür görülmez ilgi çekecek bir güzellik değildi bu. Saklanmış, üzeri topraklanmış bir güzellikti bu. Yüzünü boynunu ağrıtacak kadar muhatabına döndü Keşfsever, elinde olmadan, dakikalarca, üstelik rahatsız edecek kadar baktı muhatabına. Çok, merakla ve dikkatle. Doğrudan değil, yandan bir bakıştı bu çünkü muhatabının Keşfsever'le gözgöze gelmeye niyeti yoktu. Yüzünün en güzel yeri olan uzun ve siyah kirpiklerini seyretti. Kırpışmasını, hareket etmesini, titremesini. Ta ki gözlerle günah işlemenin zevkini tadacak kadar. Zaten kirpiklerin kırpışması en güzel yandan seyredilirdi.

*

Uzun ağaçların sakladığı yeşil ormanda, bulunduğu yere çok yakışan Yaprak'ı o kadar uzun ve güzel seyretti ki elinde olmadan nedensiz bir yağmura tutuldu. Nedeni muhakkak olan ama o an çözemediği çözümsüz bir hüzne. Hemen sonra Yaprak'ın üzerinde de birikmiş damlalar fark etti. Birden ve o kadar şefkat duydu ki, Yaprak'ın üzerindeki damlalara dokundu. Karşılık veremedi ama o kadar iyi anladı ve hissetti ki kendi yağmuru da yatıştı.

Yağmur'un nedeni anlaşıldığında, bir son'a varabilirdi bu hikaye.

*

italicler;

"Tek başına dolaştığın derin yeşil ormanlarda,
Yaprakları kurutacak sonbaharı düşündün mü?"


Enis Behiç Koryürek / Düşündün mü?

"Gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım;
Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım"


Hüseyin Nihal Atsız / Geri Gelen Mektup

Kuple XVX

"dibe vuruuup
dağılayım
ih-timaller denizinde"

Yüksek Sadakat / İhtimaller Denizi

*

Bu şarkıyı sevdiğim ve dinlediğim zamanlar -hatta tenefüste dinlettiğim arkadaşım sıraya ismini yazmıştı şarkının- yaşım şimdikinden 6-7 yaş daha küçüktü. O zaman da sonbahardı. Ve bu şarkı fırından yeni çıkmış, tapteze idi. En çok "bırak benii boğulayım gözlerinin tam içindee" kısmını severdim. Çünkü solistin sesi en vurucu orada idi. Belki de içimdeki sese en benzer orada idi. Şimdi burasını seviyorum.

Eylül Depresyonu

Bugün düğüne gittim. Hiçbir zerresine aidiyet hissi taşımayamadığım mekanı başta normal, sonra düşmüş suratımla seyrettim. Hiçbir eğlenceye ortak olamadığımı, üstelik bunu istesem de başaramacağımı, ucuz olmayan elbiselerimin üzerimde ne kadar olmamış ve çirkin durduğunu fark ettim. Makyaj dahi yüzümü güzel, canlı ve mutlu edemedi. Ne telefon tuşları, ne bir iki resim çekerim umuduyla yanımda getirdiğim fotograf makinesi, ne insanlar gönülcüğümü mutmain edemedi. Bacaklarıma, kaslarıma o kaka gerginlik hissinin neden olduğu huzursuzluk geldi. Aynaya bakmak ve yüzümü görmek için lavaboya gittim. İçerisi bomboştu ve yüzüm de. Aynada talan olmuş ve gözümün lambaları sönmüş yüzüme baktım. Beyaz tenli, uzun boylu, üstelik yüzü çok güzel bir kızı ve belki o an sahip olduğu her şeyden memnun şımarık hallerini elimde olmadan seyrettim. Belki de kısık gözle.

Belki sadece b vitamini eksikliğinin neden olduğu bedeni yorgunluk ve sürekli uyuma isteğini depresyon belirtisi saysam da, sonbaharın ilk günü böyle geçti.

Ağustos 28, 2013

Tanpınar Tarzı Mizah

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın mizah anlayışını seviyorum. Sade, abartısız ama ironilerde dolu espri anlayışını. Başlı başına 'Hayri İrdal' karakteri dahi yeter zaten. Hatta karakterin soyismi.

Daha başlarındayım bu okunması çok önceden lazım gelen eşsiz kitabın. Ama şu kısımda attığım kahkahayı nasıl ayan etmem? Belki de "lütfen" vurgusu yüzünden ama çok iyiydi.

*

"Ona ait her şeyin bir kırmızı kurdelesi vardı ki, Sabiha onu bir hükümdarın dostlarına nişan dağıtması gibi hediye ederdi. Kedi yavruları, bebekleri, beğendiği eşyası, -bilhassa yeni çocuk karyolası- sevgisine mazhar olan her şey ve herkes bu nişana sahip olurdu. Hatta hususi bir irade ile bu nişanın geri alındığı bile olurdu; fazla şımarıklığı yüzünden kendisini azarlayan, bununla da kalmayıp, annesine şikayet eden aşçı kadına, iş olup bittikten sonra ve Sabiha epeyce ağladıktan sonra, kendisine hediye ettiği kurdeleyi lütfen çıkarmasını rica etmişti."

Ahmet Hamdi Tanpınar / Huzur
(syf: 15)

Ağustos 27, 2013

Zeyn Kitaplar / Elif Şafak, Mahrem

Üzerindeki isim soyisim, alındığı yer ve zamana bakılırsa 19 Aralık 2009’ta alınmış, ne zaman okunmuş acaba. Muhtemel ki üniversite ilk sınıfta. Belki sırf popüş diye ama Elif Şafak kitaplarını okuduğumu ve beğendiğimi söyleyemem. Bu kitabı hariç. Çünkü göz üzerine muhteşem bu romanı keşf’i sever biri nasıl sevmez.

Eklenesi başka çizik kitaplar da vardı ama bunun eklenmesi mucip oldu.
*

33 / Dediğine göre ayın aydınlık yüzü, sevilmemekten korkarmış en çok, bir de ağlarken tek başına olmaktan.

35 / Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi bilirdi ki, kadınlar birbirlerinin akislerinde çirkinleşirdi.

42 / Hem insanları şaşırtmaya bayılır; hem de şaşırmayacak işlere şaşırdıkları için onlardan soğurdu.

47 / İnsanın canı neresinden acırsa, kalbi orada atardı.
48 / Kadınların, kendilerinden daha çirkin kadınlar görmekten içten içe pek hoşlandıklarının farkındaydı.

76 / Ama bence öğrencilerin işini bu kadar zorlaştıran şey, Bece’nin duruşundaki geçicilikten çok gözlerindeki acayiplikti.

81 / Çünkü bensizken neler yaptığını görmek, bensizliğine baskın yapmak istiyordum.
82 / Zırh: içtekini dışarının bakışlarından saklayamazsa, daha çabuk yenilir insan ve daha kolay öldürülür savaş meydanlarında.

83 / Zaten yeryüzündeki günahların en iyi seyredildiği yer gökyüzü olmuş daima.
86 / Zühre: …neyse ki zühre yıldızı varmış göğün üçüncü katında. Halen âşık olup olmadıklarını ve eğer âşıklarsa kime âşık olduklarını hatırlamayanlar, göğün üçüncü katına çıkıp, zühre yıldızının elindeki aşk aynasına bakarlarmış. Baktıklarında gördükleri yüz, âşık oldukları kişinin yüzü olurmuş.

98 / Belli ki çok utanacaktı, eğer hali olsaydı utanmaya.
99 / …her şeyi ciddiye alan, her mevzuya uzun uzun kafa yoran; insanların hikâyelerini tahmin, dolayısıyla da zayıflıklarını tespit etmekte hiç zorluk çekmeyen ve tanıştığı, tanıdığı herkesin karşısında cüssesinden umulmayacak bir iktidar kurmayı başarabilen be-ce’nin, en sefil, en rezil hallerini görmek doğrusu pek hoştu.

107 / Kimseye kin tuttuğu yoktu. Sadece… umursamıyordu; hiçbir şeyi umursamıyordu. Artık her şeyi yapabileceğini hissediyordu. Mademki her şeyi yapabilirdi, en iyisi hiçbir şey yapmamaktı.
111 / Uğraşmaya değecek bir meşgale istemişti; öyle hep alıştığı üzere kolayca kotarıp bir kenara kaldıramayacağı, belki de hiçbir zaman tam olarak kotaramayacağı, hevesini alamayacağı meşgale.

112 / Erkeklerin, güzel kadın görmekten ne denli hoşlandıklarının farkındaydı.
117* / Bazen böyle olur diyordu başucundaki kandil. Bazen biri çıkar karşına. Bilirsin ki, onun karşısında zayıfsın. Bir hamur parçasısın. Alsın seni, dilediğince yoğursun oynasın.

135 / Ölümü anlamsızlaştırıyordu La Belle Anabelle, bilmeden, istemeden.
136 / Çektiğini itiyordu bu yüz; ittiğinin fazla uzaklaşmasına müsaade etmeden.

141 / Âşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki âşık olunan hep uzaktadır.
143 / Hece hece heyecanlanmasını seviyordum.

145 / Halüsinasyon: göremediklerini görebilmek için insanlar binlerce yıl boyunca yalanı altınmantardan içki damıtıp içmişler. Sonra… görebileceklerinden korkmaya başlamışlar.
150 : Hançer!

161 / Sanki bunaldıkça, uykuya sığınıyordu.
161 / Hafızamızın takıntılı mekânları vardır. Rüyalarımızda, bilmeden, geçmiş hayatlarımızın, yarım kalmışlıklarımızın mekânlarına gidip gidip geliriz.

163 / Gözleri o kadar tuhaftı ki…
164 / Ve cüsselerimizin kalıpları ne olursa olsun, su gibi akışkan, su kadar değişkendik birbirimizin gözünde.

167* / Maske: yüzü olduğundan farklı gösteren yüz.
171 / Varmaya değil, gitmeye gitmek…

198 / Çocukluğun arka bahçesi vişne ekşisi tadındadır.
204 / Aslında galiba be-ce’yi gördüğüm an, onu bir daha görememekten korkmuştum.

205 / Biliyor musun, belki de en derin yaraları gözlerden alıyoruz.
208 / Ne zaman bir insanı merak etsem, onu ait olduğu kareden kopartıp, en olmadık görüntüye yerleştirmeye çalışırım. … İnsan ait olduğu resimde ya güçlü ya zayıf, ya çirkin ya güzel, ya biricik ya sıradandır. Ama ait olmadığı bir resmin içinde sıfatlarını kaybediverir.

210/ Sevgilerinin içine merhamet karıştığını görmek istemiyordum.
211* / Demek ki keşfini tamamlayana kadar benimle birlikte olmaya devam edecekti. Sonra… her zaman yaptığı gibi, bir kez kullandığı malzemeye bir daha dönüp bakmayacak, benden de çarçabuk bıkacaktı.

212 / Oysa aşk dedikleri, solup kurumaya mahkûmdur, bir sebebi olduğu andan itibaren.
220 / Sonsuzdu zaman, sınırsızdı mekân. Elbet eriyecekti bir gün; eriyip yeniden katılaşacak, katılaşıp yeniden eriyecekti. Nasıl olsa başka bir zamanda, çok çok sonra ya da pek yakında ve bir başka mekânda, çok çok uzakta ya da hemen burada, bir daha dönecekti bu dünyaya. Yeni bir isim, yeni bir meşgaleyle.

222 / Veda: söylesene, insan terk ettiği şeye neden dönüp bakar son bir defa?
225 / Anlar ki, her daim kendi sonunun peşi sıra gider zaman.

Ağustos 24, 2013

Şerh Edilmiş Şarkılar V / Mvö, Son Sabah


Mor ve Ötesi’nde en sevdiğim şey, ümitsizliği üstelik lirik biçimde çok güzel ifade etmesi. Ümitsizlikten daha lirik bir duygu olabilir mi. Ya da 'mutsuz son’dan daha vurucu bir final filmlere.

Bu şarkı çok iyi. Sözleri, tınısı, diğer vokalin sesi ve adını bilmediğim bir enstrümanın nakaratta coşturduğu sesle. –mızıka?- Aşk şarkısı ama ben sonda saklı cevabı ümit olarak güzelliyorum ve sevmeye devam ediyorum.

*

"her şeyden bir şarkı çıkmaz ya
her şarkıdan da çıkılmaz ya"

Nasıl başlayacağını bilmeyen, aslında şiirini başlatamayan sıkıntı, iyi bir şeye vesile olmuş ve güzel bu söz oyununu yapmış, “her şeyden bir şarkı çıkmaz ya” ve elbette “her şarkıdan da çıkılmaz ya” Çünkü bazı şarkılar kara deliktir.

 "kalbin de ruhun da farkında
hikâyen bitmemişti aslında"

Hikâye derken neyi kast ettiği açık değil ama şarkının en azından bir yönüyle ümitsiz bir aşkı ayan etmeye başladığı yer burası. Kalp, ruh’la destek de buluyor.

"hakikat neye yarar göz yalansa
bilsen hiç ağlar mıydın sonunda"

Mvö’de sevdiğim bir şey daha. Feridün Düzağaç ne kadar edebiyse, Mvö o kadar filozofane. –iyi günümdeyim, kolay övüyorum- “bilsen hiç ağlar mıydın sonunda” iyi bak, sabret, hatta neredeyse şerde hayır, hayırda şer var güzellemesi yapacağım.

"duyar mı ki, anlar mı sorunca
koca bir an yansın mı karşımda"

An yanmak? Şair burada ne demek istemiş acaba?

"belki son sabahtır
belki de bahardır
al, aklımı al da, yerine koy zamanı"

Nakarat ve dinlemesi en güzel yer şimdi. Belki son sabah, belki de bahar. Ne güzel 2. Ne güzel ama aslında ne kaka, ne berbat bir şey. Aynı anda hem delice mutlu, hem bin kahırlık umutsuz edebilecek tek şey’in belli olmaya başladığı, cevaba yaklaştığı yer şarkının.

"baş-ka biir karan-lık
istemem ki ar-tık"

Ah ne güzel münacaat.

"rüyadan güzelse
bu aşktır."


Son darbe. En kısa haliyle şarkının sonunda parlıyor şimdi. Rüyadan güzelse. Yapacak bir şey yok. Yapacak hiçbir şey yok. Direnebilecek bir nokta. Bir savunma. Ve kaçacak bir delik.

Ağustos 22, 2013

.: siz hiç aynaya bakar gibi oldunuz mu :.

Pietro Perugino / Portrait of a Young Man, 1495.

























İçinde yüzlerce latif resim olan blogda geziniyordum ki, duraksadım. Önce ilgimi çekti, sonra zoom yaptım ve fark etmesi geç olmadı. Neredeyse 5 asır önce bu görünümde olan, bu genç adamla -evet, adam- benzer bir yüz yahut hali paylaşıyorduk. İsmini dahi bilmiyordum, neyse ki P. buldu.

Ağustos 21, 2013

Gözyaşı Tutarken Müziği

 
 
Nasıl ki şiddeti gökteki karalığından belli sağanak başlamadan önce gökte yansımaları olur. İşte aynen öyle. Bir ağlamak öncesi. Gözyaşlarını tutup tutmamak arasında kararsız kalmış, olabildiğince tutmaya çalışmış ama yapacak bir şey yok aşikar etmeye mecbur kalmış iç'in sesi; ağlamak öncesi müziği.
 
-videonun arkaplanı kaka biliyorum-

Ağustos 20, 2013

ZM / Aşk

Sevmek Zamanı, 1965.
Aşk'ın resmi: seyir eden bir adam,
resminin seyredilmesini seyreden bir kadın.
İlahi ve tanrısal olan bir şeyin yansıması mı, ilk görüşte hormonlarda olan biyolojik karşı konmaz bir eğilim mi, dayanılmaz bir cezbe mi, bir ölüm şekli mi, zaman olmayan bir zamanda verilen bir sözü anımsamak mı, bile bile, üstelik inadına kaybetmek mi, bir ruhu keşf’e çıkmak mı, o ruh karşısında elde olmadan güçsüz ve dermansız düşmek mi, 1 sır’ra ortak aramak mı, isimleri ve yüzleri belli olmayan küçük ben’lerin var olma arzusuyla karşı’dan bir cins aramak mı, benzerini über bir müzik dinlerken ya da uçarken yaşadığımız o his mi, bilmiyorum.
Niye tanımlayalım ki zaten, adlarını her dilde dahi bulamadığımız bazı kavramları niye ve ısrarla tanımlayalım ki? Hepsi baktığımız yere ve zamana göre değişkenlik gösteriyorsa ve kesinlikle gösterecekse neden uğraşalım? “Bir akşam Füsun'un karşısında oturmanın verdiği huzur içimdeki cinleri yatıştırınca, mutluluğun çok basit ve herkesin bilmesi gereken reçeteyi keşfedip kendi kendime mırıldandığımı hatırlıyorum. Mutluluk, insanın sevdiği kişiye yakın olmasıdır yalnızca” / Orhan pamuk / Masumiyet müzesi. (…) yazılmış ve okunmamış kitaplarda geçenler adedince.  Ortağı ve benzeri mutluluk tanımı gibi aynı. Tanımını tecrübe ettiğimiz kadarıyla ve şekliyle yapabildiğimiz.

‘Biri hatırına yenilmek’ derdim ben. Yenebilecekken belki/üstelik. Yenmeyi severken, yenilmeyi istemek. Belki en çok en’lediğimiz şeyden vazgeçerek. Öyküleri yüzünden adları hep yaşayan hemen her milletten çıkmış ikililerin başına da hep gelen gibi; engeller vardır ve feda edebildikleri engeller büyüklüğünde âşık’tır kahramanlarımız.
Bahsi geçmesi nerdeyse şart oldu; İlahi aşk ve mahiyeti 1de. İlahi Aşk’ın kanıtı Kurban’dır, peygamberi de ateş’in yakamadığı İbrahim’dir. Sınayan ve sınananlara ne mutlu.
Gönülcüğüm Kalu Bela’dan beri hem muhabbeti hem gevezeliği en çok yapılan bu konuda biraz daha konuşmak isterdi. Sosyolojik, biyolojik, başka kulvarla da üstelik. Yine de; kadınlar âşık olmasın. Fıtratları aşk’a meyyal olanları da üstelik. Kadınlar âşık olmasınlar ve “beğendikleri bir aşk’a karşılık” versinler. Yani onu en güzel seven’i sevsinler.  
İki naçiz alıntıyla hoşçakal diyelim;
"Samim akça: daha evvel âşık olan var mı aranızda? Bir dakika, soruyu değiştiriyorum. Daha evvel aranızda hiç âşık olmayan var mı? Ne talihsizlik. Çünkü demek hala yarımsınız. Her kadının ve her erkeğin hayatında bir an vardır ki o an bütün hayatını belirler. Bu da başka bir talihsizlik. İster o anın arkasından gitsin, isterse kaçsın önemli değil. O an peşini asla bırakmayacaktır. Âşık olduğu an.
Yağmur: benim Şubat’ı gördüğüm an gibi.

Şubat: benim Yağmur’u gördüğüm an gibi.

Yağmur: “âşık olmayı küçümseyecek kadar kibirliydim."
Şubat: aşkın insanı nasıl değiştireceğini bilemeyecek kadar tecrübesiz.
Yağmur: ama aşk insanın kendisini terke etmesi demektir.
Şubat: ama aşk insanın göremediklerini artık ve ebediyen görmesi demektir.
Yağmur: artık ve ebediyen.
Şubat: kavuşmayı özlersin
Yağmur: ama kavuşamazsın.
Samim akça: insan yarım kalmış bir projedir. Onu aşk tamamlar. Fakat sonra bir vakit aşkı uğruna terk ettiği kendisiyle yüz yüze gelir. Bu aşığın imtihanıdır. İşte orda bir tercih yapmak zorundadır. Ya kendini seçecektir ya da kendi ölümünü. Eğer gerçekten âşıksa, aşkı gerçekse kendi ölümü karşısında diyet istemez ve tamamlanır. Asla gerçekleşmeyeceğini bildiği bir hayali kurmaya mahkûmdur. Asla kabul olmayacağını bildiği bir duayı kabul etmeye. Yazık, ama bunu kabul eder. Bir büyüğümüzün söylediği gibi;
Aziz bey: vuslat varsa aşk yoktur.
Samim akça: vuslat varsa aşk yoktur."

Şubat(dizi) / 16. Bölüm.
*
İçim sesi, ruh sesim Keşfsever’in de sesiyle bitirelim o halde. Yalnızlık Sözleri beyefendisinden;
“Aşk yeni bir şey değildi. Herkes hayatında aşkı tatmıştır. Elbette yüksek ve alçak düzeylerde, çirkin veya güzel tecellilerde, yüce veya aşağı, küçük veya büyük, hatta çeşitli cinslerden. Ama hiçbir aşk kendinde boğulan,
dertleriyle boğuşan beni bu kadar cezp etmedi. Hissettiğim, ihtiyaç duyduğum ve susadığım aşk değildir. Asla aşksız kalmadım ama asla âşık olmadım.

Kendimi sürekli aşktan üstün gördüm.
Kendimi böyle duygulardan uzak gördüm.”

Ağustos 18, 2013

Ti Esti To Kalon?


Uzun zaman olmuştu bu naif filmi izleyeli ama bir kez daha izleyince emin oldum ki, gözlerini kırpmayacak kadar keskin bakan bu genç arkadaş da, en az Alex Superdrampt kadar dostuydu Keşfsever'in.

Sahne hak ettiği kadar popüler zaten ama keşf'e değer güzelliklerin çokluğunu görmeye dayanamayacak kadar hassas bakan bu genç adamın gözlerine kim sahip olmak istemez?

*

"Çektiğim en güzel şeyi görmek
ister misin?

Kar yağışına dakikalar kalan
günlerden biriydi.

Hava elektrik yüklüydü.

Neredeyse duyabiliyordun.

Tamam mı?

Ve bu torba oradaydı.

Benimle dans ediyordu...

...oynamam için yalvaran
küçük bir çocuk gibi.

15 dakika için.

İşte o gün fark ettim...

...her şeyin ardında hayat vardı...

...ve iyilik dolu, inanılmaz bir güç.

Korkmak için hiç bir neden
olmadığına inanmamı istiyordu.

Hem de hiç.

Video, zavallı bir
bahane, biliyorum.

Ama hatırlamama yardim ediyor.

Hatırlamaya ihtiyacım var.

Bazen öyle çok güzellik var ki...

...dünyada.

Dayanamayacağımı hissediyorum.

Ve kalbim...

...içine kapanacak."

Ağustos 16, 2013

Ne Güzel Olurdu Olmamak

"ne güzel olurdu, olmamak."

*

bir cevap, bir sorunun karşılığı değilse ne yapılsa boştur.
soru muhteşem, cevap çok güzel olsa bile.
soru "niçin?" cevap: "güzel" bile olsa.

-cevabı "güzel" olanın sorusu "nasıl" olabilirmiydi?
aradığı soru "nasıl" olabilir miydi?
muhtemelen öyleydi.
rastlaması duasıyla.-

Ağustos 11, 2013

An III

Gözlerin dolma an'ı.

*

Kimsenin kayıtsız kalamayacağı "ilksin" sözü ama hikayenin sonundaki vuruculuğu artırmak için. Şiir başlatır gibi değil.

Zahit, hüzünlü, sessiz sessiz cezalandırır gibi gözlerinin parlattığı sözüne hangi göz donuk kalabilir.

Bunu bile samimiyetsiz bulacak. Yapacak bir şey yok. İnanacak kimse yok. Gözlerin dolması. Konuşmanın koşması. Adımların kaçması. Yolun ters istikamete varması. O'nun kalbini titretebilir mi. O'nun zahit kalbi benim hangi duygumu yüceler.

Ama. Ama işte.

Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Lili
Demek bizi bırakıp gidiyorsun Lili
Sen daima güzeller güzelini bulursun Lili
Sen istesen de taş yürekli olamazsın
Sen daima güzeller güzeli olursun Lili
Demek gideceksin arkana dönüp bakmayacaksın
Hangi kuş hangi şafakta ölecek görmeyeceksin
Öyleyse al bu kürkü bu veda kürkünü Lili
Tüyleri şiirler olan bu mahcup kürkü
Sen daima Sultanlar Sultanı olursun Lili
Demek sen gidiyorsun Lili
Bizi öpmeden mi gideceksin Lili



İnsan dostuna aşk şiirlerindeki gibi veda edebilir.

Ağustos 07, 2013

Kalite

İnsanlar aldıkları 'mal'ı betimlerken de, birine iltifat(!) ederken de kaliteli diyorlar. Ne kadar ucuz değil mi?

Ağustos 05, 2013

ZM / Erozyon

Tema bu.
I
2013/05/zm-toprak


II

Su idim.
“Biraz ateş istemiştim” –Feridun Düzağaç, Ağlarsan Düşerim-
Hava’mı aldım.
Toprak’la konuştum.
Su: Sakin biri olacaksın yine. Sevgin sağlam olacak ama bu bile sakin bir hale dönüşecek sonra. Alışkanlığa ve rutinliğe de. Huzur arayacaksın hep. Taşkınlığımda bulamayacaksın her zaman, sadece dindiğim zamanlarda. Toprak gibi mütevazı, kararlı, kendi halinde. Ama ben su’yum. Şimdi dışarıda yağan sesli ve hareketli yağmur gibi. Değişken, hızlı, ani, beklenmedik. Bazen hep durgun.
Toprak: Benden başkasıyla yapamazsın. Karışık birisiyle olamazsın. Bende güvenilir ve sağlam bir zemin bulacaksın. Her ayağın sürçtüğünde yanında olacağım daima. Ama ben de senden başkasıyla yapamam.
Su: Kendin gibi sakin, huzurlu, dingin biri bulsan?
Toprak: İşte o zaman rutin ve monoton bir hayatım olur. Ben tartışmalıyım. Anlatmalıyım ve dinlemeliyim. Senin sorularını düşünmeliyim, bunlara cevap bulmalıyım ve hayatım boyunca senle uğraşmalıyız. Bu beni dinamik tutacak tek şey. Diğer türlü ölüden farkım kalmaz. Senin çalkantıların beni ıslatmalı. Sen bir nehirsin bense senin yatağın.
Su: Erozyon olurum, topraklarını harcarım. Ya da kurak olursun, sularımı çekersin, üstelik toprağını çatlatırım.
Toprak: Cevabım verdiğin cevapta saklı. Asla dinlenmeme izin vermezsin sen. Beni bir yere sırtını dayamış görürsen eğer ya ölüyorumdur ya da ölmüşümdür. Sen durdurmazsın beni.
Su: Su baskın gelir, fazlalaşırsa seni harcayacağım. Tüketeceğim. Taşkın Su’nun toprağa yaptığı gibi. Toprak baskın gelirse, Su’yum kuruyacak. Bu iki tehlike hep var olacak.
Toprak: Sen hiç Nil nehrinin kuruduğunu duydun mu ya da Fırat, Dicle’nin? Bu nehirlerin topraklarının en verimli topraklar olduğunu bilmiyor musun? Nil nehri tüm Mısır'a hayat verdi. Toprak ziyan olmaz, kaldı ki senin suyun da kuruyacak gibi değil...
III
Toprak'ın hakkı vardı. Toprak Su'yu teskin edebilirdi.
Peki, erozyon?

Ağustos 03, 2013

Kuple XVIII

"but I set fire to the rain
watched it pour as I touched your face
well, it burned while I cried
cause I heard it screaming out your name

your name"

Adele / Set Fire to the Rain

Ağustos 02, 2013

.: o tablo insanı dinden çıkarabilir :.

Hans Holbein / The Body of the Dead Christ in the Tomb, 1522.













Bu tabloyu, bu şey'i, Dostoyevski, karısının anılarına göre Budala’ya başladığı yıllarda Basel Müzesi’nde görmüş, çok etkilenmiş ve dakikalarca izlediği söylenir. Hatta Budala romanını, tabloyu gördükten sonra yazmaya karar verdiği şeklinde de rivayetler vardır.

Romanda, Prens Mışkin tabloyu Rogojin’in evinde görür ve Dostoyevski’nin hislerine şöyle tercüman olur: 

 "O tablo… O tablo insanı dinden çıkarabilir…"

*

Tanrı'nın oğlu!

Nasıl bu kadar ölü, nasıl bu kadar beşeri?