Mayıs 20, 2016

.: ben ne yaptım? :.

Flavitsky / Princess Tarakanova,1864
Yeis'in değil,
zevk veren bir günahtan sonrasının resmi.
Artarak azalan şu ritmde;
"ben ne yaptım?"

Mayıs 05, 2016

Zeynep MERDAN / Keşfsever

Rousseau'nun mottosu, 1764.
*: Aynı gün, kimi yazarların bana gönderdikleri kitapçıkları düzeltirken, Rahip R'nin defterlerinden birine rastladım. Başlığına şu sözleri koymuştu: "Vitam vero impendenti."

Jean Jack Rousseau
Yalnız Gezerin Düşleri, Dördüncü Gezi.

*

Jean Jack Rouesseau’nun Juvenal’dan alıp, yazgısına belki de mahlas seçtiği o güzelim tanım; Vitam Vero Impendenti. Sözlükler bizi kandırmıyorsa “yaşamını hakikat uğruna riske atan kişi” mealinde. Bir filozof için ne kadar da münasip bir mahlas değil mi?

“Kişi” ama kişi kim? Her bir kelimenin üzerine onlarca mana giydirmişken zaman, kelimenin ve kastın hakikatini nasıl bileceğiz? Kelimeleri zamanın kirlettiği anlamlarından yıkayıp safi manalarına ulaşmak için illa Hermeneutik mi öğrenelim? Gerek yok. Neyse ki makalenin didaktikliğinden ve soğuk kasvetinden bizleri iltica ettiren denemelerimiz var sığındığımız.

Hangimiz kimliğimize tarif diye muhatabımızın kötü kurulmuş bir cümlesinde özetlenmek ister? Hangimiz küfür saymaz muhatabımızın daracık ufkunda peyda olmuş bir cümleye sığmayı? –bir insanı bir cümlede özetlemek küfürdür çünkü.- Belki de Spinoza “kimlik bedenin hapishanesidir” derken bedene hapsedilmiş, ruhumuza dayatılmış ‘verilmiş kimlik’leri teşhisliyordu.

Ben üzerine, kimlik üzerine, ruh üzerine, mahiyeti açıklanamayan insanın hakikatini ifadeye yeltenen her bir disiplinin –felsefe, psikoloji, din, sosyoloji …- kendince tanımladığı kavramlar üzerine sayfalar yazılır, yazıldı, yazılsın, tüm bu kelimelerin cümlelere koşması için şartlar müsait.

Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler’inde “kimliğim beni başka hiç kimseye benzemez yapan şeydir” derken onun özgeliğinden bahseder. Eşsizliğinden. Veril(e)meyişliğinden. Seçilmişliğinden. Ve hissedilen tüm aidiyetleri “kişiliğin yapı taşlarıdır, doğuştan gelmediğini vurgulamak koşuluyla neredeyse ruhun genleri denebilir onlara” yla özetlerken kimlik denilen şeyin aslında kişinin kendi ruhunu tanımlama biçimi olarak mı kast ediyor? Bence öyle. Çünkü kendi ruhuna, kendi varlığına kendi kelimeleriyle tanım giydiremeyen kişi gerçekten var olabilmiş midir? Yada kaliteli(!) diye yamandığı, tıpkı pahalı bir markanın arması gibi taşımaya yeltendiği “ithal kimlik”lerde ne kadar kendi olabilir bir insan? 

İran’dan, Fransa’ya aslında dünyaya açılmış, dönemin Fransız varoluşçularıyla zihin dostluğu kurmuş, hatta tanrıtanımaz Sartre’ye; “Bir dinim yok. Ama birini seçmek isteseydim o Şeriati’ninki olurdu.” dedirtmiş o adam; Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı’nda bu seçilemeyişi, toplumun kişiye verdiği, dayattığı kimliği öylesi güzel teşhisliyor ki; bize bir an evvel bir kimliğe ait olma, kendi kimliğimizi yaratma ya da en azından bize dayatılmış kimlikleri sorgulayıp tüm bu toplumsal kamburlardan azad olma lüksü bahşediyor.

Ali Şeriati’nin kendi kavramsal dünyasında “insanın dört zindanı” olarak tanımladığı şey de tam da bu azad olamayışa hem teşhis hem de merhem oluyor. Öğretisine göre; doğan her insan 4 zindanın içine doğuyor ve bu dört zindandan varlığını azad edemedikçe de kendini gerçekleştiremiyor. 4 zorlayıcı güç olarak ifade edilen ve;
1. Natüralizm (Doğanın zorlayıcı gücü)
2. Historizm (Tarihin zorlayıcı gücü)
3. Sosyolojizm (Toplumun zorlayıcı gücü)
4. İnsanın kendisi olarak ayrımlanan bu zindanlar ruhumuzu, aklımızı, irademizi, tavrımıza öylesi tahakküm kuruyor ki biz aslında biz olamıyor, ailemizin, toplumumuzun küçücük bir örneği, kopyası, taklitçisi oluyor ve bize verilen kimliklerin yazgısına mahkûm kılınıyoruz. Ve kendi benzer türevlerimizle prototipliğin ve tahmin edilmiş geleceklerin vasat yazgılarına sürükleniyoruz.

Yine ölümcül kimliklerde Maalouf bu zindanlardan azad olamayan toplumların toplumca işledikleri günahın sonuçlarının nedenlerini misalliyor;

“Kolayına kaçıp birbirinden farklı insanları aynı kefeye koyuyoruz, gene kolaylık olsun diye onlara cinayetler, toplu eylemler, ortak görüşler yüklüyoruz. “Sırplar katliam yaptı” “İngilizler yağmaladı” “Yahudiler el koydu” “siyahlar ateşe verdi” “Araplar reddediyor” filan ya da falan halk hakkında “çalışkan” “becerikli” ya da “tembel” “kuşku verici” “sinsi” “kibirli” ya da inatçı diyerek duygusuzca yargılarda bulunuyoruz ve bu da kimi zaman kanla sona eriyor.”

Ve devam ediyor;

“Bir insanın kimliği başına buyruk aidiyetlerin birbirine eklenmeleri demek değildir, kimlik bir yamalı bohça değildir, gergin bir tuval üzerine çizilen bir desendir; tek bir aidiyete dokunulmaya görsün, sarsılan bütün bir kişilik olacaktır.”

Tüm bu alıntılar savın güçlenmesi için kuşanılan zırhlar değil. Bunların hiçbirini anti-milliyetçilik, anarşizm güzellemesi değil. Mensup olduğu, mensubu doğduğu sosyo-kültürel kimliğe karşı bir aidiyet hissedemeyenlerin hınç dolu karalamaları değil. Bir kayboluş değil. Olsa olsa gayreti ölçüsünde kaydadeğerliği artan bir kimlik inşası çabası. Çünkü kim sorusu ve bu soruya eşlik eden cevap öylesi mukaddestir ki “kendini bilen rabbini bilir” ile bir hadis mertebesine, kim ve varlık arayışıyla bir felsefe türü(ontoloji)ne çıkabiliyor.   
O halde biz kimiz?
Aynadaki yansımamız yüzümüze bağırıyor şimdi.
-Kimsin sen?

*

Sen kimsin, kimi zaman kısa bir tanışma cümlesi kimi zaman karşımızdaki muhatabı hakir görme hakir görme cümlesi ve kimi zaman tüm bir kâinattaki zerre büyüklüğündeki mevcudiyetimizi idrak etmenin başlangıç mertebesi. Ben sonuncusuyla başlıyorum.

Sen kimsin sorusu bize ‘verilen’ isimle açıklanamayan, yaptığımız meşgalelerle yakından uzaktan ilintisi bulunmayan yüce bir soru ve bu yüce sorunun muhatabı ancak soru kadar mukaddes bir varlık olabilir. İnsan. Koca bir kâinata varlığını sığdırabilen ve bazen kabına bile sığamayan insan.

1 insan. Bir tanım. Bir isim. 1 kimlik. Bir ad. Bir mahlas. Bize ‘verilenlerle’ değil de seçtiklerimizle kendimizi tanımladığımız an, evrendeki mevcudiyetimizin idrakine varmış ve kim olduğumuz sorusunun cevabına yaklaşmış oluyoruz. Öyle değil midir? İsmini kendi seçemez insan, kendi kendine lakap takamaz. Fakat en zarif, en klas müstearları giyinebilir insan. Süslenebilir en kalifiye mahlaslarla.

Tam da bu yüzden kendimi ve kimliğimi bana ‘verilenlerle’ değil, ismimle değil, başarılarımla değil, mesleğimle değil, ırkımla değil, özgür irade ve kişisel gayretimle ‘seçtiklerimle’ tanımlıyorum.
Kendim için kendime kendi koyduğum ad ile.
Ben, Keşfsever.


*

Sen kimsin?