Ekim 30, 2015

ZM / Masumiyet Müzesi versus Ruh Müzem

4 seneyi geçmiş. Masumiyet Müzesi'ni okuyalı. Demek ki 4 yıldır gitmeyi ertelemişim. Neyse ki, gidilesi yerler gündeminden bile düşürdüğüm bu kadim arzumu hatırlayan ve teklifleyen, arzumdan daha kadim bir Ketumi* vardı. İyi ki var.

*

Kitabı, bir kitabın müze oluş fikr-i şahanesini icat eden yazarını ve tamamen gerçek olan kahramanlarını övgüye gerek yok, ben sadece bir hissi muhteşem bir somutluğa dönüştürebilen o tutkuyu anlatmalıyım.

Çünkü ben de müzeciyim. Hatta şu satırları yazdığım bu yer  Ruh Müzem.
-burada anlatmışım: "Ruh Müzesi" -

Saklanmazsa, yazılmazsa, kaydedilmezse o karadelik zamanda, kaybolacak muhteşemlerin yitip gitmesine dayanamayan, incelikleri, yücelikleri ve güzellikleri göz aracılığıyla bile olsa -gerçekten- görebilen gözlere göstermek, anlatmak, keşf ettirmek isteyen ve bununla hazların en büyüğünü duyan bir ruhun sahibesiyim. Ama bu teşhir değil. Ama bu görünme arzusu değil. Ama bu sığ bir ben alameti olan ille de bir şekilde var olmak hırsı değil. Bu sadece 1 zeyn'i bir yerlerde saklama isteği. Bir kenz gibi saklama isteği... Belki bir ruhdaşı tarafından keşf edilir diye.

*

Gelelim Masumiyet Müzesi'ne. Girişteki sigaraları görünce ürkmedim değil çünkü Kemal'in tutkusunun saplantıya ve korku verici muhteşemliğe döndüğünün en güzel nişanesi girişteki sigaralardı.

Hepsinin altına birer cümle not düşülmüş tam 4213 sigara.





"Füsun'un içtiği ve küllüğe bastırdığı bir sigarayı diğerlerinden hemen ayırabilirdim. bu, sigaranın markasından çok, Füsun'un sigarayı küllüğüe bastırış şekliyle, onun duydularıyla ilgiliydi."

(syf: 440)

"Merak etmeyin, bakmıyorum."



"Fransız şair Gerard de Nerval'in bir kitabını okudum. en sonunda aşk acısından kendini asan şair, hayatının aşkını sonuna kadar kaybettiğini anladıktan sonra, Aurelia adlı kitabının bir sayfasında, bundan sonraki hayatın kendisine yalnızca "kaba oyalanmalar" bıraktığını söyler."

(syf: 189)

İlgimi çekenlerden biri de bu fotograf ve küpeler oldu. Avuç içine sığacak ebatta bir karton fotografın, böylesine ruhu olabilmesi gerçekten ilginçti.

Aşk acısının anatomisi.

"Bazen Füsun'un kocasının
omzuna
beni kıskandırmak için
yaslandığını düşünür, hayalimde onunla kıskançlık düellosuna tutuşurdum. o zaman genç evlilerin arada fısıldaşıp gülüşmelerini hiç fark etmiyormuş ve kendi kafama göre takılıyormuş gibi yapar, bunu kanıtlamak için en mankafa seyircinin güldüğü bir şeye kahkahalar atardım.
hem türk filmine gidip hem de orda olmaktan huzursuzluk duyan entelektüeller gibi, kimsenin fark etmediği tuhaf bir ayrıntıyı fark etmiş ve bu saçmalığı küçümseyerek gülmekten kendimi alamıyormuş gibi kıs kıs gülerdim."


(syf: 293-294)






























Müzenin en çok kıskandığım objesi. Füsun'un Kemal'den araba dersleri alırken giydiği elbise.


"İki kere eskiden de yaptığı gibi saçlarını çekiştirdi, üç kere lafa karışmak için fırsat kollarken nefesini içine çekip omuzlarını hafifçe yükselterek bekledi. ...güzelliğinden ya da kendimi çok yakın hissettiğim hareketlerinden ve teninden sızan bir ışık, bana dünyanın gitmem gereken merkezinin onun yani olduğunu hatırlatıyordu. geri kalan yerler, kişiler, meşgaleler kaba oyalanmalardan başka bir şey değildi."

(syf: 264)



Kemal'in Orhan Pamuk'la konuştuğu yatak.


"Kitaptaki son sözüm şudur Orhan bey, lütfen unutmayın.
 -unutmam.

Füsun'un fotografını ceketinin göğüs cebine dikkatle yerleştirdi. sonra bana zaferle gülümsedi.

 -herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım."

(syf: 586)

Müze'nin en estetik objelerinden biri. Gerçi direkt Füsun'un öldüğü günkü kazaya götürüyor bakanı.
 "Ölmekte olduğunu anlayan füsun iki üç saniye süren bu bakışmamızda, bana asla ölmek istemediğini, hayata hersaniyesine kadar bağlı olduğunu, onu kurtarmamı yalvaran gözlerle ifade ediyordu. ben ise kendimin de ölmekte olduğunu sandığım için, hayat dolu güzelim nişanlıma, hayatımın aşkına, birlikte başka bir dünyaya, yolculuğa çıkmanın sevinciyle gülümsedim yalnızca."

(syf: 540)



"Gerçek müzeler, Zaman'ın Mekan'a dönüştüğü yerlerdir."

(syf: 564)


Biliyorum. Tam da bu yüzden Ruh Müzem'de yaşıyorum.

Ekim 04, 2015

Aşık Olunca Gözbebeği.





















Gördüğüm en muhteşem gif olabilir bu. Ad da koydum; "aşık olunca gözbebeği"
Biliyorum. Bunların birindesin.

Are You There?



Mono / Are You There?

Bu ses'i, bu gezegende yaşadığına, var olduğuna, nefes aldığına ve hatta insan olduğuna dahi inanmadığım, biliyorum ki Karadeliklerin birinde kaybolmuş, durumun diğer yarısına ithaf ediyorum.

Eylül 30, 2015

Kıyas Habislik Doğururdu Çünkü

Hangisi hangisine selam durdu bilmiyorum -ama yıl önceliğine bakarsak, "habis" Demirkubuz- Bulantı'nın fragmanını izleyince aklıma Bir Zamanlar Anadolu'nun o güzelim sahnesi vurdu. Fazlasıyla mukayese edilmiş iki yönetmenin fazlasıyla cılkı cıkmış üstünlük yarışı belki ama ben yine de kendi mukayesemin birinciliğini Nuri Bilge Ceylan'a veriyorum.

Bir Zamanlar Anadolu'da, 2011.
Bulantı, 2015.

Eylül 29, 2015

Deli Düş

Keşke, bir satırla bir ruhu katledebilecek kadar şair olsaydım.

Eylül 26, 2015

Son Mektup

Şefkatten ölmemek için, şefkatle öldürmek... 

çok mektup yazdım. çocukluğumdan beri. mektuplarda her zaman daha ben oldum. ruhum harflerle her zaman daha akıcı konuştu. konuşmak aksaktı, mimikler müphem ve yüz mahiyetini örtbas edecek kadar saklı bazen.
çok mektup yazdım. çok mektup aldım. ama hepsi gözlerimi doldurmadı. burası benim müzem. burası ruhumu övdüğüm, çorak yazgımı zorla, inatla, esefle, yeisle güzellediğim ve burası ruhuma ufacık olsun temas eden herkesi, her şeyi içinde sonsuza kadar gururla gösterdiğim yer.
bu yüzden, bu mektup, buralarda bir yerlerde olmalıydı.

“:)

my friend, as you see, there's something that leads me to write to you frequently.

and as i already said, i don't want to bother you or you think i'm a psychotic or i want to hook up.

so, after reflexion, i will close my deviantart account.

i think it's the best solution.


i never thought before i met an unknown person on internet that disturbs me like you (disturb in the good way).

i still appreciate each photo of you and i still feel something strange as i never felt before.

and, as you said, it's not good.
you were right. i have to disappear, to make a distance.

you really are someone special for me, i tell you.
i told you so many times but... it's strange ! :-)
maybe too strange for me.

a last music... last sounds... for you, for your soul : 
https://www.youtube.com/watch?v=_w9Equ41ZWo

you really are someone beautiful.
i'm proud to know you.

i am a solitary man. i have always be.
but in this world, now, i know that there is a woman different.

i saw you are dressed in black but... your soul is like a rainbow.
in france, there's a expression : "l'habit ne fait pas le moine".
that means : hayvanın alacası dışında, insanın alacası içinde.

bye zeynep.

your friend,
that now can use the word "love" and doesn't consider that it is a bad feeling,
because
i love your soul
i love your mind

i love you."

david.

Eylül 16, 2015

ZM / Uzak



"Ashes to ashes, dust to dust
No you can't amuse me, so leave you must
Ashes to ashes, dust to dust
If the spell won't kill you, your ego does"

İçten, başka bir iç'e -içtenlikle- seslenildiği halde, "Duymayacak. Kesin duymayacak" vehmine -ya da yeisine- uzaklık denir. İçsel uzaklık.

Gözlerin uzak. Duruşun. Yüzündeki mağrur, kibirli, zengin tebessüm. Üzerindeki yeni ve görmediğim elbiseler. Onları taşıyışın. Önünde poz verdiğin mekân. Hepsi. Çocukken kalbini kırdığım ve yılların kalbimden söküp atamadığı vicdan azabıyla karşısına çıkıp, helallik bahanesi altında yüzünde bulmayı umduğum ama çok değil 4-5 sene sonra tek bir tanıdık ifade bulamayışımdaki esef gibi uzak. Sırf gözleri annesininkilerle çakışsın diye ilgi çekmeye hebalanan çocuğun ağlayışı kadar uzak. 15 yaşında yazılıp, adına "adresine gidemeyen mektuplar" denilen ve asıl muhatabının asla ulaşamayacağı cümleler kadar uzak. Yani; çok uzak.

En yakın olduğum an'ı aramaya çalışıyor da zihnim, ilk üç listesi bile yapamıyor hatırladıklarıyla. O kadar uzaktım madem, şimdi mi varılamaz bir mesafenin sitemini ifadeye yelteniyor ruhum? Hem sahi, yüzlerce kez göz göze gelmiş insanlar nasıl uzak olabilirlerdi ki? Baktı, yüzlerce kez baktı da ne gördü? Bunu bile hatırlayamayacak kadar mı uzak? Yaralarını dahi birbirine göster(e)meyen, sarıldıkları halde, içlerinin seslerini birbirlerine duyuramayan insanlar ne kadar yakın olabilirlerdi ki? Söylesenize, bencillik bu kadar mı müsebbibi, uzaklığın? 

Acz içinde nefes aldıkları yetmezmiş gibi, o ahmakça birbirine güçlü görünme kaygısı yüzünden, muhatabının değil acımak ya da merhamet, gözündeki şefkate dayanamayacak kadar gururlu olan iki ruh ne kadar yakınlaşabilirdi ki zaten? Boşa sitem...

İki bencil için, gerçekte gerçek bir tebessüm kadar kısa ve anlık bir hareketle kurulabilecek yakınlık mesafesi varılamaz.
İki bencil için, aylarca ve onlarca sarılmakla pekişmiş bir yakınlık, 'bir boş bakış'la yerle bir olarak kadar onarılamaz.
İki bencil için, bir kavuşmak bahanesi bile tasavvur edilemez kadar umulamaz. 

*

Hani bazı yüzler vardır, çakıştıkları anda tüm kurulası cümleleri daha sarf edilmeden israf eden. Öyle ki, konuşurlar yüzleriyle. Tebessümleriyle latifeleşir, bakışlarıyla kavga eder, barışır, sonsuza dek birbirlerine gözleriyle yemin ederler. Yüzünün bir an'ında ruhumu bulmak için neler verme... Boşa sitem... Bunu söylemek, parmak uçlarına basarak bir kapıyı kapatıp, sessizce gitmek gibi, bir yıldızın zamanla, sessiz sönüp gidişi gibi ama ne fark eder, çok uzak.

*

Gittiğim her yer; varacağım ya da kaçacağım. Hepsi daha gitmeden. Hiç tanışmadığım insanlar, daha tek bir kelam etmemişken.

Uzak. Her yer. Her kişi. Her şey.
Ya da her neyse. Çok uzak.

(Zeyl: Görünen o ki "Adresine Gidemeyen Mektuplar" serisine bir mektup daha.)

Eylül 11, 2015

ZM / A-vaz

Ona İbrahim Tenekeci yazısı bir başlığı iki satırlık bir şiir yapıp adını "vaz makamı" koyduğumu söylemedim. O iki satırlık şiirin ruhumu ne denli özetlediğini de söylemedim. Ona, anla Mona Rosa ben bir deliyim demedim. Ama, o beni anladı. Dibine kadar.

Ben:
"Koşsaydım, yetişirdim
Koşmadım."

A:
"Koşarsan yetişemeyebilirsin. Bu riski göze alamazsın sen."

*

Evet, kibrim sandığım korkumdu belki. Haklıydı, korkuydu bu. Koşup yetişememekten öylesi korkuyorum ki belki, tenezzül etmiyorum ben'e sığınıyordum. Korkaktım ben!

Ama. Durunuz bir dakika! Hayır, bana korkak diyemezsiniz, hayır!
Sonra kibrimi teskin edecek ve ruhumun izzetine toz kondurmayacak o gerçekle dudaklarımdaki tebessümü belirginleştirdim.

Tespiti zekiceydi hakikaten de ama bir eksik vardı.
Yetişseydim? Yetişseydim mütmain olmayacaktım ki. Olamayacaktım ki. İster yetişerek ister başka bir yolla, elde ettiğim tek şey beni mütmain edemeyecekti ki.

"Koşsaydım, yetişirdim
Koşmadım."

Çünkü yetişip, elde etseydim
Bulmuş olmayacaktım.
Peşinden koşulası hiçbir şey, aradığım olamazdı A.

Eylül 08, 2015

ZM / Simple is the Best

Hediye denen şey budur canım insanlar. 
Keşfi seviyorum. Keşf’i deli gibi seviyorum. Maşuğunu seyr eden bir meczup gibi, tükenmez bir ümitle icadını arayan bir kâşif gibi, yolun değil, varmak’ın değil, yürümenin yol olduğu bilgisi kendisine lütfedilmiş seyyah gibi, inci küpeli kızın gözünün ışıltısının tonunu bulmaya çalışan Johannes Vermeer gibi seviyorum.

Hayattaki başarımızın sahip olduğumuz somut özelliklerle, vasıflarla ölçüldüğü talihsiz bir zamanda ve sonradan görme kibirlerine –evet, kibir sonradan görme bir haldir çünkü insan kibirli olamaz.- yüksek maaşlarına, kibirli vekil adaylıklarına, takipçi sayılarıyla, like sayılarıyla var olan “popüş kültür”ün zavallılarına, TV köşelerinde sanki dünyanın en önemli işini ve şeyini icraa ediyormuş gibi yorum buyuran bir yaşamlık doku torbalarına rağmen “küçük dünyaları olan insanlar”ı seviyorum.  Evet, seviyorum. Amelie’yi sevdiğim gibi seviyorum.

Ve biliyorum ki benim yazgımda da -en azından bir kısmında- bu var. Belki de bu yüzden seviyorum. “-İnsan memleketini neden sever? –başka çaresi yoktur da ondan” kadar çaresiz olsa da, yine de seviyorum.  Belki sevmek değil, şefkat. Ama ne fark eder? Sevmek’e neden buyuracak kadar mı arsızlaştım? Sevmek, sevmektir.

O ‘ne yaşarsak yaşayalım yine sıradan olacak’ olan, o ‘sayısı belli günlerin toplaması olan yaşamak’tan kalan tek güzellikler bunlar değil mi zaten? American Beauty’in en güzel sahnesi olan poşetin rüzgârla raks edişi gibi, hayat ve hakiki güzellikler basit’te saklı. “Hazinelerin viranelerde olduğu gibi” saklı. Simple is the best’te olduğu gibi saklı.

Fotoları ve -kısmen- dünyası burada;
http://darkcromb.deviantart.com/
Birkaç ayı bulmamıştır, adamın dünyasıyla tanıştım. Büyük insanlara(!) göre ortayaşlarını süren bir Fransız ya da kendini;

I'm what the others called a "misanthrope". When I see the world today and how people destroy it and kill for money, for religion, for pleasure... I hate the "others". In general, I prefer to be with animals.

Tanımlayan, belli ki kendi yaşamak’ında ülkesinin en varoluşçu düşünürü Sartre’ının “cehennem başkalarıdır”ını düstur edinmiş ama Farisilerin Sartre’dan daha güzel dediği “merdumgiriz”liği huy edinmiş bir adamın dünyasıyla. Bir deviantart hesabı var. Kimi zaman “where i live” etiketiyle, kimi zaman pembe saçlı bir oyuncak bebeğinin halet-i ruhiyesinde ruhunu paylaşıyor. Paylaşmak ne itici kelime; yansıtıyor'la düzeltelim hemen. Popülerlik, like sayısı, karşı cinsten gördüğü ilgi kabilinden gibi kaygıları olduğunu sanmıyorum. Belki de iyi çıkmamış, hatta yırtılmış fotoğrafların koleksiyonunu yapan Nino idealizminde. Belki de gerçekten fazla hayalperest ve kendi Amelie’sini arıyor.

Kendi küçük gündemim, küçük hırslarım, küçük sevgilerim, küçük acılarım, küçük başarılarımdan ya da büyük dünyanın büyük insanlarının büyük sorunlarından öylesi sıkılmış olacağım ki, ruhumu bu adamın ruhunu seyr ederken buldum. Pişman mıyım? Asla! :) Çünkü büyük ve küçük sıfatlarının ne kadar yalancı olduğunu, bir gözbebeğinin içine âlemi sığdıran Rab’bin ilhamıyla seziyorum.

Keşf’in her türüne meftun bir ruh için de öyledir; Simple is the best!

(Sanırım bu yazıyla onun güzel ruhuna ve keşf'imin optimumuna ulaştım, zarar vermeden uzaklaşsam iyi olacak...)

Eylül 01, 2015

Les Fleurs du Bonté*

Bazı insanlar çok güzel. Gerçekten.

Söylemeseler bile birine şiir yazdırabilmek her kızın hayali. Hatta bazen hevesi. Muhatabın geçmişte yazdığı biliniyorsa ve sizin öznenize hala lütfedilmemişse durumu abartıp hırs meselesi yapanlar da var. Böyle hırslarım, heveslerim olmadı hiçbir zaman ama ruhuna şiirler yazılmış biri olmak ne demektir biliyorum. Ve şiir gerçekten ruhefza ise, getirdiği mutluluğu da biliyorum. Ama Kelebeğin Rüyası'nda geçen o bahisteki gibi en güzel şiirin, en çok sevilen muhataba ait olmadığını, hatta her şiirin 'iyi şiir' olsa da ruha dokunmadığını da biliyorum. 

Bu sanırım 4.üncü. -Hadi biraz şımarıklık yapıp, bildiğim 4. özne diyeyim :)- Ama bir yönüyle farklı diğerlerinden çünkü farklı dilde. Hatta Farsça'yla beraber en iyi şiir dili olduğunu düşündüğüm Fransızca. Üstelik ruhevza da oldu, o halde tebessüm çiçeklerini cömertçe bağışlayabilirim... İsimsiz ama muhatabıyla yaptığımız Kötülük Çiçekleri bahsinden kalan bir hatırayla adına "Les Fleurs du Bonté" dedim ben, Google çeviriye kurban gitmediysem "İyilik Çiçekleri" kastında.

Les Fleurs du Bonté*

Le temps passe, comme s'écoule la rivière,
Je regarde ton visage, auréolé de lumière,
Je n'ai besoin d'aucun mot, je te comprends de suite,
Ton âme et ton esprit si beaux, depuis longtemps m'habitent.


Le temps passe, comme s'écoule la rivière,
Il y a juste quelques jours, je croisais ton âme pure et sincère,
Mais en réalité, je la connaissais depuis l'éternité,
Car le temps n'est rien comparé à ta beauté.

David for Zeynep.
(Sorry, I'll try to translate it in Turkish but it will take time)

*

Bu da bonusu;

Sırf Baudelaire seviyorsunuz ama anlayamıyorsunuz diye hiç bilmediği bir dilin çevirisini bulup, size gönderiyorlar.

Charles Baudelaire / Çalar Saat


Çalar saat! uğursuz Allah, korkunç, bir karar,
Parmağı bizi tehdit eder, bize der: "Hatırla!"
Bir hedefteymiş gibi dikilecek yakında
Dehşet dolu kalbinde ürpermiş ıstıraplar;

Kaçacak ufka doğru o buharı andıran
Zevk, kulisin nihayetinde bir rakkas gibi;
Her insanın bütün ömrü boyunca nasibi
Nimeti bir parça yiyor senden de her an.

Ve saniye, üçbin altıyüz kere saatte
Fısıldıyor: Hatırla! Hatırla! - Koşan böcek
Sesiyle, şimdi der: Ben 'Geçmiş Zamanım' gerçek,
Ve emdim kirli hortumumla ömrünü işte!

'Remember!' Hatırla ey sefih! 'Esto memor!'
(Aşinasıdır hançerem bütün lisanların.)
Dakikalar o külçelerdir ki fani çılgın,
Altınını almadan atmaması doğrudur!

'Hatırla' ki zaman muhteris bir kumarbazdır
Hilesiz kazanır, bu bir kanun, her koyuşta.
Gün sona eriyor; gece büyüyor; hatırla
Susuzdur her girdap; su saati boşalır.

Yakında çalacak saat ve ilâhî kader,
Ve şan dolu Fazilet, henüz bâkire zevce,
Ne nedamet o dahi (ah! son misafirhane!)
Ve hepsi diyecek: "Vakit, koca ödlek! geber!"

Les Fleurs du Mal*

Ağustos 30, 2015

.: Zain :.
















İbrani alfabesinde Zain, Zayin, Zayn,
Yunan alfabesinde Zeta,
Latin alfabesinde Z,
Kiril alfabesinde 3,
Arap alfabesinde Ze

ne fark eder?

En cool harf.

Ağustos 28, 2015

Klara Miliç






Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna'da öyle güzel meraklandırmış ki, Dosto'nun Budala'sı çağrışımlı, bana muzip, kara, müthiş derecede trajikomik gelen bu tema merakıma hemencecik mucip oldu. 

“Klara Miriç” ismindeki bu hikâyenin kahramanı olan genç kız, oldukça saf bir talebeye âşık oluyor, fakat buna dair hiç kimseye bir şey söylemeden, böyle bir aptalı sevmenin hicabıyla, müthiş iptilasının kurbanı olup gidiyordu.
(Syf: 54)

Turgenev'in ruhunun zekatı niyetine, şu eseri biri bu fakir'e bağışlasın.

Ağustos 27, 2015

Rast Makamında Şiir Falı

Rast Makamında yapılan her şey güzeldir. Karşılaşmak, çarpışmak, denk düşmek, göz göze gelmek, aşık olmak, trafik kazası... -hepsi değilmiş, pardon.-

Sonra tefeyyül çekmek, fal tutmalar.
(Dost'un şiir reyonu bu günahı işlemek için pek münasip.)

Şeytanın şerli fal okları! Hepsini seviyorum.

Nasıl sevmem? Şöyle bir şiir çıkar da insan sevmez mi.

Birhan Keskin / İz;


2015, ocak 26 / Akşam.
















Ağustos 25, 2015

Malum Kitap*

Bazı kitapları okurken çok zorlanıyorum. Özellikle de gerçekten iyi ama popüler kitapları. Bu da bir karalama oldu "... ama popüler" En azından benim için bir yergi. Her neyse, Kürk Mantolu Madonna şu kaygının en çok hissedildiği kitaplardan. Belki de sırf bu yüzden önce İçimizdeki Şeytan'ı okudum Sabahattin Ali'den. 

Buraya üşenmeden çizdiğim satırları nakşediyorum. Çünkü bazı kitapların cümleleri okuyup geçmek için değildir. Ruhunuzun öyle yerlerine dokunmuşlardır ki o cümlelerle işinizin bitmediğini, ya geçmişte içte ifade edilemeyen bir halin adını koyduğundan ya da henüz yaşanmasa da size bir ışık gibi yol göstereceğini bildiğinizden, içinizdeki en derin sezginin ilhamıyla hapsedersiniz onları.

Evet, işte o satırlar;

*

İnsanlara ne kadar çok muhtaç olursam onlardan kaçmak ihtiyacım da o kadar artıyordu.
(Syf: 12)

O zamana kadar “siz” diye hitap ettikleri dostlarına birdenbire ahbapça “sen” diyecek kadar alçakgönüllü ve babacan oluvermek, karşısındakinin sözünü kesip rastgele manasız bir şey sormak ve bunu gayet tabi olarak, hatta çok kere şefkat ve merhamet dolu bir tebessümle birlikte yapmak…
(Syf: 14)

Etrafını bu kadar iyi tanıyan, karşısındakinin ta içini bu kadar keskin ve açık gören bir insanın heyecanlanmasına ve herhangi bir kimseye kızmasına imkân var mıydı? Böyle bir adam, önünde bütün küçüklüğü ile çırpınan birine karşı taş gibi durmaktan başka ne yapabilirdi?
(Syf:23)

Fakat bunlar da, o yaşlardaki her kof insan gibi, ilk rastladığının suratına gülmeyi bir nevi üstünlük alameti sayanlardandı.
(Syf: 28)

“Ben de kendimi tutamamış, ağlamaya başlamıştım; bu ancak fevkalade büyük ve sahici kederlerde görülen, sessiz, hıçkırıksız ağlayışlardan biriydi. “
(Syf: 45)

“Klara Miriç” ismindeki bu hikâyenin kahramanı olan genç kız, oldukça saf bir talebeye âşık oluyor, fakat buna dair hiç kimseye bir şey söylemeden, böyle bir aptalı sevmenin hicabıyla, müthiş iptilasının kurbanı olup gidiyordu.
(Syf: 54)

Ben bu kadını yedi yaşımdan beri okuduğum kitaplardan, beş yaşımdan beri kurduğum hayal dünyalarından tanıyordum. Onda Halit Ziya’nın Nihal’inden, Vecihi Bey’in Mehcure’sinden, Şövalye Buridan’ın sevgilisinden ve tarih kitaplarında okuduğum Kleopatra’dan, hatta mevlit dinlerken tasavvur ettiğim, Muhammed’in annesi Amine Hatun’dan birer parça vardı.
(Syf: 55)

…bu kadar derin mana verdiğim bir mana verdiğim kadının nefsinin nasıl pazara çıkardığını görünce boş hülyalarımdan kurtulacağımı ümit ediyordum.
(Syf: 69)

Muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı ama birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi. Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden meydana çıkıyordu…  Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbirleriyle kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu.
(Syf: 87)

Sırf bunun için resim yaparak geçinmek istemiyorum. Çünkü o zaman kendi istediğimi değil, benden istenileni yapmaya mecbur olacağım. Asla… Asla. Vücudumu pazara çıkarmayı tercih ederim.
(Syf: 93)

En tahammül edemediğim şey merhamettir. Bana acıdığınızı hissettiğim anda allahaısmarladık!... Yüzümü bile göremezsiniz.
(Syf: 93)

Hepimiz acınmaya layığız ama kendi kendimize acımalıyız. Başkalarına merhamet etmek ondan daha kuvvetli olduğumuzu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur.
(Syf: 93)

Çünkü müphem bir his bana, kim olursa olsun bir insanı tamamen gördükten ve gördüklerini kendinden saklamadıktan sonra ona hiçbir zaman büsbütün yaklaşılamayacağını fısıldıyormuş
(Syf: 94)

Size ne verebileceğimi şimdiden bildireyim ki, sonra sizinle oynadığımı iddia etmeyesiniz: ne kadar başka olursanız olun gene erkeksiniz. Ve bütün tanıştığım erkekler bunu, yani kendilerini sevmediğimi, sevemediğimi anlayınca büyük bir teessür, hatta hiddetle beni terk ettiler. Ama niçin beni kabahatli zannettiler? Kendilerine asla vaat etmediğim, sadece kafalarında yaşattığım bir şeyi vermedim diye mi?
(Syf: 96)

Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir. 
(Syf: 107)

Kadın sevebileceği zaman sevmiyor ancak tatmin edilmeyen arzularına üzülüyor, kırılan benliğini tamir etmek istiyor, kaybedilen fırsatlara yanıyor ve bunlar ona aşk çehresi altında görünüyordu.
(Syf: 122)

Dünyada en güvendiğim mahlûktan ayrıldıktan sonra ve onun iki insanın ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine yaklaşabileceklerine dair söylediklerini dinledikten sonra, ölüme bile beraber giden bu insanların hayattan ayrıldıkları yere gelmek suretiyle ona bir nevi cevap mı vermiş oluyordum?
(Syf: 123)

Ben neydim? Ruhum, bir ağaç kurdu gibi beni kemirmekten başka ne yapıyordu?
(Syf: 124)

Bende inanmak noksanmış… Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana âşık olmadığımı zannediyormuşum… Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar…
(Syf: 136)

Beni Havran’a bağlayan şeyler neydi? Üç beş zeytinlik, birkaç sabunhane, kendilerini tanımayı asla merak etmediğim birkaç akraba… Hâlbuki ben buraya bütün hayatımla, bütün yaşayan taraflarımla merbuttum.
(Syf: 138)

Bazen çizmelerimi çekip kırlara çıksam bile, hiç insan yüzü göremeyeceğim taraflarda dolaşmayı tercih ediyor, gece yarısı eve gelip mindere uzanıyor ve birkaç saat uykudan sonra ertesi sabah, “neden hala yaşıyorum” diye acı bir hisle uyanıyordum.
(Syf: 146)

Her yerde birçok fırsatlar çıkıyor, birçok insanlar ruhumda fazlasıyla bulunduğunu bildiğim sevgiyi sarf etmek, tekrar yaşamaya başlamak için bana kısa ümitler veriyorlardı. Fakat kendimi o şüpheden kurtaramıyordum. Dünyada tek bir insana inanmıştım o kadar çok inanmıştım ki bunda aldanmış olmak, bende artık inanmak kudreti bırakmamıştı.
(Syf: 148-149)

Asıl “ben” otuz beş seneye yaklaşan ömrümde, ancak üç dört ay kadar yaşamış, sonra, benimle alakası olmayan manasız bir hüviyetin derinliklerine gömülüp kalmıştım.
(Syf: 158)

Senelerden beri hiç kimseye tek bir kelime söylemedim. Hâlbuki konuşmaya ne kadar muhtacım. Her şeyi içinde boğmaya mecbur olmak, diri diri mezara kapanmaktan başka nedir? Niçin rüzgârlı sonbahar akşamlarında, sessizce yan yana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz?
(Syf: 159)

Ama bundan sonra her şey bitti. Asıl büyük ve affedilmez haksızlığı sana karşı yaptıktan sonra, hiçbir şeyi düzeltmek istemiyorum.
(Syf: 159)

Sanki büyük bir korkuyla sakladığı ruhunu bir kereye mahsus olmak üzere dışarıya, bu defterin yapraklarına aksettirmiş, ondan sonra gene içine kapanıp senelerce susmuştu.
(Syf: 160)


Sabahattin Ali / Kürk Mantolu Madonna
Yapı Kredi, 70. Baskı

Ağustos 17, 2015

Gözümün flaşında fotografını çeksem?

"Geçmişteki mutlulukları hatırlamak hüznü" diye bir şey var. Hüznün kraliçesi olur bunlar. Baş edilemez cezbede ve kahredici. 

"Nostalgia" böyle bir şey galiba, eskiyi hatırlamak hüznü. Hatıralar sepya modda göz flaşında fotograf çekiliyorlar.

*

-Makinemi unutmuşum da, 
gözümün flaşında, 
kirpiklerimin açılıp kapanma ihtizazında,
fotografını çeksem olur mu?

*

Bak... tıpkı böyle.












Ağustos 09, 2015

.: mecruh :.









Güzel olmayan bazı şeyler de tesirlidir.

Mesela bu fotograf,
                          güzel olmadığı halde konuşuyor.

Ben gözdeki pırıltıdan çarçabuk yüz bulup
"Meczup" demiştim.

Ama fotografı ya da ruhu sahibesinden daha güzel okuyan bir Ketumi daha güzel söyledi: "Mecruh"

O halde bu fotografın ismi Mecruh olsun.

Ağustos 03, 2015

.: Rast Makamı :.

Rastlara niye böyle meftunum bilmiyorum ama denk gelince öyle mutlu oluyorum ki.
İlk fotoyu neredeyse 2 yıl önce çekmiştim, güzel bir güz zamanı yolda yürürken. Fotoyu zaten seviyordum ama dün denk geldiğim ve tek dinleyişte hayran kaldığım o şarkının* klibindeki bir enstantaneyle de sevgim iyice arttı.

Kırmızı ayakkabılarım, sarı yapraklar,



"Khooneye Ma" klibinden.




Ağustos 01, 2015

Ev.



Khooneye Ma / Marjan Farsad

*

"Yağmur altındaki o günün resmi
Bir hıçkırık ve bavulla
Harika ve nazik insanlardan ayrılırken
Evimiz çok çok uzakta
Sabırlı dağların arkasında
Altın tarlaların arkasında
Boş çöllerin arkasında
Evimiz suyun diğer yakasında
Huzursuz dalgaların diğer kısmında
Selvi ormanlarının arkasında
Bir rüyada, fantezide"

Temmuz 21, 2015

.: hüznü en şık taşıyan kadın :.

Hüzün kibr gibi şık durmaz, mahzundur, merhamet uyandırır ama yüzünde hüznü şık taşıyanlar da var;
Romy Scheneider.
Pahalı bir güzelliğin, güçlü ama hep mahzun bakan gözbebeklerin vardı senin. 
Hüznün en şık hali vardı sende.

Haziran 14, 2015

Uçun Kuşlar Uçun Ait Olduğum Yere

-Uçman lazım senin. Nasıl uçamadığına şaşırıyorum.

-Ben kelebek değilim. Uçurumlarda raks etmeyi seviyorum sadece. Ama “uçurumları sevenin kanatları olmalı.”

-Senin kanatların var ki, görmüyor musun? Biri göğe, biri bana uzanan.

*

-İçimdeki kuşlar göçüyorlar ama neden saklanmak istiyorum ki göğsüne?

-Benim göğsüm sana ev de ondan.

-O zaman içimdeki kuşlara söyle göç edip sana varsınlar.

-Bana göç etmiyorlar mıydı zaten.

-Meçhule gidiyorlardı…

-Gelin kuşlar gelin, evinize dönün. Yuvanız burada.

-O halde, uçun kuşlar uçun, ait olduğum yere.

Haziran 10, 2015

Müsebbib





Belki de içine başka bir çift gözün şirki düşmemiş tek bir tane göz yoktur diye karadeliğe sönedurur yıldızlar.

Haziran 09, 2015

ZM / Aşk Kafiri

Belki de aşk bahsinde ben kafirimdir. Evet, aşk kafiri. İçten içe inanıp, ısrarla küfre düşen. Ya da deli gibi inanmak isteyip, gönlünden inanmak gelmeyen. Gönlüne inanmak düşmeyen.

Ama soylu bir kafirim ben. Şirk koşmadım hiç. Çünkü şirk koşacak Tanrılarım olmadı. Birini dahi Tanrım addedemedim. Ki olsa bile İbrahimi baltalar savururdum hepsine.

Bari kırsalardı kalbimi. Kırabilselerdi.
"gönlümü put sanıp da kıran kim?" kadar, kırsalardı kalbimi.

Mayıs 31, 2015

ZM / Aşk Şirk mi?

Jean-Baptiste Regnault / Pygmalion, 1786
Aşk şirktir, deyip yaldızlı fetvamıza(!) 1 zeyl düşelim;
ikame edilebilir bir muhataba ise.
1 insana.

"Alakalarımızın yüz bin şekline isim bulamıyoruz ‘sevmek’ deyip çıkıyoruz. Onun için ne kadar suistimale uğruyor bu kelime."

Peyami Safa

*

Bunu yazdıran hangi hodbin, hodgam, hodfuruş, -yok mu artıran?- ihtirasımdır Allah bilir ama insanlar sıfat sever. Sahip olmayınca ruhu muhteris eden kifayeti... Bir kürk gibi taşınabilir ve mağrurlanılır olan kifayeti. Kendi vücud ve ruh iklimlerindeki gündemlerinde meftun oldukları sıfatlardan herhangi birini, birkaçını taşıyan herhangi öznelere meyl edebilirler bu yüzden.

Söz gelimi akıllı ve zarif bir beyin ilgisine ancak ve ancak içinin gündeminde ilk sıralarda olan sıfatlara sahip hanımlar mazhar olabilir. O beyler zarif, veblen mal olmayan ‘kaliteli’ bir marka tezahüründe güzelliği olan ve elbette ki akıllı, gayet makul ve mutedil konuşan hanımlara meyl ederler. Belki biraz maceracı ruhları varsa sıfatlarına, değişken, deli dolu, özgür ruhlu gibi american sıfatlar da serpiştirebilirler.

Oysa gerçek bir sevgi ikame edilemez olmalıdır, ‘özne sevgisi’ olmalıdır. Yani muhatabın yerine başka hangi muhteşem sıfatlar taşıyıcısı olursa olsun başka mahlûklar girmemelidir. İsterse sıfatları ‘en’ zarfıyla pekiştirilmiş olsun. Belki de bu yüzden insanların çoğuna hakiki 1 aşk nasip edilmiyor.

Peki bu bozguncu keşfe varan bir ruha kadın gururunun dahi okşanması zevk verebilir mi? “Çok güzelsiniz”, “çok zarifsiniz”, “çok akıllısınız” vesaire. Ruhu hangisi mutlu edebilir ki? Tek başarımız doğarken şanslı olmak olan ve bizi sonunda sadece iyi bir not almış gibi hissettiren bu yapay iltifatlardan hangisi ruhu mutlu edebilir ki?  Ödevini yaptın ve iyi bir not değerinde olan bu iltifatı hak ettin, al, sevin, mağrurlan işte. Yüzüne ahmak 1 kibr neşesi sızsın, al sevin işte.

*

Peki gerçek aşk’ı tatmamış, duyguların tümünü neredeyse zaaf addedip artık ve sadece ruh ve zihniyle sevilmeyi talep eden bu makul tüccar zihin gerçekte neyi seviyor? Keşfetmekten sahici hangi tavrı var hayata ve yazgısına? Gerçekte neyi diliyor bu tatminsiz ruh? Hiçbir şeyi. Hiçbir sıfatı. Biliyorum ki sıfatların hüküm sürdüğü bu dünyada merakımıza mucip olan, azıcık yüz bulup meylimize cevap olan sevgilerimiz sadece bir oyalamacadan ibaret. Gerçekten sevemeyeceğiz. Hakiki bir aşk nasip edilmeyecek bizlere. Zerre karamsarlık değil bunu yazdıran. İdrak ederek hak veriyorum ki "her şeyi anlamak bir hastalıktır" diyen Dosto doğru diyor.

Çok sevildik. O sevgilere misliyle karşılık da verdik belki. Nefsimiz hak etmediği kadar taltif aldı. Ama gerçekte neyimiz sevildi? Öznemiz mi yoksa bazılarını sadece kısacık bir zaman diliminde taşıyabildiğimiz sıfatlarımız mı sevildi? Biri bile ruhumuza hakiki bir mütmainliği veremediyse sıfatlardan da, sıfatların hükümdar olduğu dünyadan da tek bir şey dilememeliyiz belki de. Önümüzde muhteşem bir ziyafet sofrası ve elimiz tekine gitmeyecek donuklukta ise belki de yaşayıp gitmeliyiz sadece. Tek bir şey aramadan, dilemeden ve hakiki bir şekilde istemeden.

Ve mademki sıfatları sevebilmek becerebileceğimiz ruhumuzu mutmain edebilecek bir meşgale değil ve mademki tüm bir ruhumuzla sevebileceğimiz bir ‘özne sevgisi’ de yok -ve de olamayacağına göre- bu vade tarihi muallak yazgımızda payımıza ve rızkımıza düşen hisseleri toplayıp yüzümüzde iğreti dursa da ‘hamd’ ve ‘şükr’ maskesi takmaya gayretlenelim bari. Çünkü başka türlü yaşanılası bir şey yok bu rüyada.

Zeyl-i Zeyl:

Ya Vedud!
Buldum. Buldum. Buldum.
Aşk hala şirk. Ama o şirki kul hakkına girmeden, iki tarafı da aynı oranda günahkar ve aşkı da
sürdürülebilir kılan varsa o da bu: 1inin hem efendisi hem kölesi olmak. Karşılıklı âşkın kaidesi bu.
Ruha âşk'ı tanımlama istidâdı verip, kalbe âşkı zerre nasip etmeyen zatına hamd olsun.

demiş idim ki;
Meğer Ruh Amcam Özel İsmet Bey yıllar evvel bana katılmış. Gerisini Twitter'dan @vandalyürek zeyl düşsün.

Zeyl-i Zeyl-i Zeyl:

"Zain 'aşk şirktir' diyor. Ben de aynı şeyi şeyi düşünüp İsmet Özel'e   yıllar önce Çemberlitaş'ta sormuş ve şu cevabı almıştım:

"Aşk kul köle olmaktır. Tek taraflı aşkta tarafların biri tanrılaştığından, bu şirk olabilir. Ama karşılıklı aşkta iki taraf da birbirine kulluk eder, ortada tanrı kalmaz. 
(ve gülümsedi.)

Bu bahiste zeyl'ler bitmez.