Aralık 08, 2021

Röportaj: "İçsel Bir Cesarete Sahip Olduğumu Düşünüyorum En Çok"

Yayınlanan ilk yazım O'nun üzerineydi. Yıllar geçti... Sonra o yazının da olduğu kitabım çıktı Kasım ayında. Ve aynı Kasım'da Sezai Karakoç vefat etti. Bu kasımı asla unutmayacağım.

Miguel de Unamuno "Rastlantı! Rastlantı dünyanın gizli ritmidir, rastlantı şiirin ruhudur" demişti. Rastlantılar, ilahi bir şiir olsa gerek. İlk röportajım böyle bir kapağa denk geldi. Ben daha ne isterim. 
*

Sorular: Tuba Kaplan

1.Kendilik Cesareti, Muhit Kitap’tan çıktı. “Kendiliğinden, kendilikleriyle değil, reaktif bir tavırla yola çıkanlar en çok üslûp ve özgünlük konusunda sıkıntı yaşıyorlar” diyorsun buradan başlayarak özgün bir buluşla mı karşımızda olduğunu iddia ediyorsun?

Evet. Çünkü bunu kem küm ederek ya da sahte bir tevazuuyla cevaplamak kendimle ve kendi tezimle çelişmiş olduğum anlamına gelir. Fakat özgünlükten daha çok özgünlük endişesine sahip olduğumu düşünüyorum. Çünkü özgünlüğün imkanını verecek olan bu; özgünlük endişesine sahip olmak. Fakat bu herkesten farklı olduğumuz anlamına gelmiyor asla. Çünkü bu zamanda en çok farklı olmak hevesiyle sıradanlaşıyoruz. Ben farklılık hevesiyle başlamayan bir kendilik inşasında olması gereken bir özgünlük endişesinden bahsediyorum. Kendine benzemeyen başkası oluyor çünkü. 


2.“En iyi saklama yöntemi ayan etmekse; en iyi susmak biçimi yazmak olabilir mi?” bu sorunu sevdim ben, kitap çıkararak susuyor muyuz aslında?

Evet ve hayır. Nasıl sustuğumuza bağlı çünkü. Ben iç sesimle yazıyorum. Reel yaşam bize kendi sesimizle; iç sesimizle konuşma imkanını o kadar az sunuyor ki ben de yazarak iç sesimi dışarı çıkarıyorum aslında. Bu durumda dış sesim susmuş oluyor ve iç sesim yazıyla dışarıya çıkma imkanı buluyor. 


3.“İnsan cesareti taklit etmeye cesaret bulamıyor. Kendi olma cesareti gösterenler bu yüzden çok az. Kendilik cesareti korkutur çünkü.” diyorsun. Sen korkmuyor musun yani?

Çok ve hiç… Korkuyla tutkulu bir ilişkim var. Hayatımda ünsiyet kurduğum hisler olumsuz hisler oldu genelde; yeis, kaygı, korku, intikam… Bu durum bana büyük avantajlar verdi ama olumsuz her duygunun en uç noktasına ulaşarak haddini aşan şey zıttına döner durumunu yaşadım sanırım. Öyle çok korktum ki; cesarete yaklaştım. Ama burada korkunun neliğine de dikkat çekmeli. İçsel bir cesarete sahip olduğumu düşünüyorum en çok, silahlarla aram iyi ama küçük bir böcekten yahut yanlış anlaşılmaktan ciddi ciddi korkabilirim mesela. 


4.Zihnini meşgul eden iç içe girmiş birçok meseleyi, ancak senin çözebileceğin bir düğümle bağlıyorsun, şiddet, sevgi, nefret, kadın, kötülük birçok mevzuda nasıl bu kadar uzun düşünebildin?

Güzel bir tespit. Kendi çözeceğim bir düğüm. Çünkü o düğümü atan da çözen de insanın kendisi. Ve kördüğümleri bile. Ama bu “tüm soruların cevabı bende, soru da benim cevap da”ya dönüşen bir tanrıcılık oynamaya benzeyebilir bir noktada. 


5.“Ben muhteşem bir kelime. Yalnızca ‘ben’i kullanarak herkesi yazabilirsiniz” diyorsun ne demek şimdi bu?

Çünkü milyonlarca ağızdan çıkan bir kelime Ben. Hepimiz Ben diyoruz artık. Bambaşka benliklerle ama aynı bencillikle Ben diyoruz. Herkes ”Ben” diye başladığı cümlesinde kendi beni hariç herkesi itham ediyor. İtham eden “Ben" değişiyor ama mücadele hiç bitmiyor. 

İnsan ve resmi nasıl farklıysa ben ve Ben de farklı. Mutlak Özne olan Ben ve ben farklı.  Hiçbir ben, mutlak özne değildir. Kendi benini Mutlak Ben olarak konumlayanlar ve kendini başka benlerin gözünden "sen" ve "o" olarak göremiyorlar. Sen ve Ben… Bu iki kelime Dünya üzerindeki milyarlarca insanı kastedebiliyor. Her ben, muhatabını Sen kılıp Ben olmak istiyor. Oysa Ben’i yalnızca özne değil; nesne olarak da düşünce ve sanata dahil edebilmek yüksek bir aklın tezahürü. Kastım buydu.


6.“Kadın meselesi radikal feministlerce yıkıcı ve ‘eril bir dille’ çözülmek isteniyor.” diyorsun. Günümüze gelene kadar çeşitlendi, itirazlar edildi, istenilen yerde miyiz emin değilim. Mevcut kadın algısına itirazın var, karşıtlık demeyelim ama halihazırdaki tutum ve tavırların yanında değilsin. Kadınların sosyal ve tarihi haklılığına kendiliğinden bir parantez açıyorsun. Sen de taktir edersin ki kolayca politize olan konular bunlar, ne demek istiyorsun, senden de korkacaklar mı?

Hakim herhangi bir düşünceye itirazla başlamak cesaret istiyor bugün. Çünkü yeni bir şey söylemek linç edilme, dışlanma, itibarsızlaştırılma riskini de göze almayı gerektiriyor. Evet, popülist ve radikal feminizme bir itirazım var. Çünkü ikisinin de faydasından çok zararı olduğunu düşünüyorum kadına ve kadınlığa. Kadının tarihsel konumu radikal feministlerce rövanşist ele alınıyor ve mesele ontolojik bir değerdeyken cinsiyet kavgasına indirgeniyor. Erkeklerle, erkle yahut herhangi bir türden muktedirle olan savaşa indirgenen intikamcı bir feminist yorumuna itirazım var. 

Varlık, insan, kadın sıralamasıyla temellenen bir feminizmin kadının varlığına hak ettiği itibarı getirecek en saygın yöntem olarak görüyorum. Kendiliğinden filizlenen, güçlü bir kendilik feminizmi belki de. Bugün hepsinden önce aklı selim bir feminizme ihtiyaç var Julia Kristeva’nın feminist kurama yaptığı katkıları bu noktada çok değerli buluyorum. 

7.“Estetize edilmiş kötü, kötülük, estetize edilmiş yanlış üzerine düşünürken Kur’an’da benzeri birçok surede geçen “Şeytan onlara yaptıklarını süslü gösterdi.” Bu tespitinde bahsettiğin ayeti hatırlaman beni çok etkiledi ne dersin bu konuda?

Çok şey… Ama bunu benden daha güzel söyleyen birinin sesiyle söylemek istiyorum: Simone Weil’in “Gündelik hayatımız içinde yaşanan şeylerin bize sunduğu sembolik anlatıyı bir mektubu okur gibi okumalıyız.” sözüyle. İsimlerin ve hatta harflerin bile öylesine verilmiş olmadığına inanan biri olarak adımdaki “zeyn”in peşine düştüğüm bir dönem rastlaşmıştık bu ayetle. Semavi dinlerde “süslü gösterme”ye şeytani bir özellik atfedilir. Estetize ederek kendini “süslü gösteren” her fenâyı tanımak için kendi bakışına da bakabileceği daha derin bir bakış geliştirmeli insan. 

Kötülüğün romantize edilmesi, estetize edilmesi, iyilik kılıflarının, makul gerekçelerin içine gizlenmesi kötülüğün kendisinden daha tehlikeli. Kötülük çoğu kez Sanat'ın güzelinin, Din'in iyisinin, Bilim'in doğrusunun, Felsefe'nin gerçeğinin ardına saklıyor kendini. Güzelin güzellikleri kadar kötülükleri beni çok düşündürüyor bu yüzden. Çünkü şuursuz bir kötülüğü en güzel örtülerle gizleyip kendi hakikatine varışını olanaksızlaştıran insanın kendine yaptığı kötülük; kötülüğün kendisinden daha kötü.


8.“Gerçekten iyi bir metin tahrik etmeli zihni, afallatmalı başı, ayartmalı ruhu, titretmeli kalbi” diyorsun. Burada kadın olman kaleminin önüne kıvrak şekilde geçiyor. Seni en sarsan, zihnini titreten metinler neler?

Helene Cixous’nun dişil yazı kavramını fazlasıyla ilham verici bulsam da benim varmak istediğim yazı başka bir yerde. Ben ona Ruhça diyorum, yazının tıpkı ruh gibi cinsiyeti olmamalı, cinsiyetler üstü hatta insanüstü bir yerde durmalı. Bu yüzden yazımın kadın yazısına indirgenmesini ya da öyle algılanmasını istemezdim.

Tetikleyici metinleri severim. Tetikleyici insanlara hayran hatta âşık olduğum gibi. Çünkü insan kendisine ait olanı bu şekilde ayır eder; tetiklenmiş olarak. Âşık olunca girdiğimiz hallere benziyor aslında. Heyecan, kalp çarpıntısı ve günlerce zihinde yaşayan yüksek bir alaka… Birkaç isim ve metin sayabilsem de bu soruya tek isimle cevaplamak istiyorum: Ali Şeriati. 4-5’li yaşlarda evimizin kitaplığında bulup arkasını karaladığım kitap (İnsanın Dört Zindanı) ilk gençliğimin rotasını da çizecekmiş meğer. Bu hissi ilk Ali Şeriati’nin metinlerinde yaşadım. Herkesin uyuduğu sarı ışıklı gecelerin birinde Yalnızlık Sözleri’nden aldığım hazzı hiç unutmadım mesela. Bunun dışında kendine ait bir düşünce, üslup ve dünya kurabilen yazarları hazla okuyorum; Simone Weil, Oruç Aruoba, Cioran, Julia Kristeva, Ayn Rand, Chul Han.

Kasım 11, 2021

İlk Kitabım: Kendilik Cesareti*


Bugün, 31 yaşında, ÖSS sıralarında uzaklara bakan ve yalnızca yazmak isteyen o 17 yaşındaki genç kızım. Olmak sevinci böyle bir şeymiş. İlk kitabım Kendilik Cesareti çıktı. Değerli İbrahim Tenekeci'ye, editörüm Selime Kahraman'a, Muhit Kitap ekibine ve ruhuma dokunan herkese çok teşekkür ederim.



Eylül 26, 2021

Güzelin Kötülükleri


Güzel görünen, güzel midir her zaman? Güzel, güzel görünen ya da güzel gösterilenden başkadır. Güzellenen her şey güzel midir? Güzelin güzellenmeye ihtiyacı var mıdır peki? Güzellemek, güzeli aşar bazen. Güzellenen, güzelden daha güzel görünür. Tam bu noktada üç tür güzel görünür: Güzel olan, Güzel görünen, Güzellenen güzel. Güzelin bu üç tezahürü güzelin ilmine götürür bizi. Güzelin ilmi ise hakiki güzelin peşine. Hakiki güzel; güzel görünen ve güzellenen güzelin ardına saklanır çoğu zaman. Belki de bu yüzden “güzelin örtüsü güzelden güzel olmamalı"*

Hatasını, acziyetini ve dahi kötülüğünü; sahip olduğu, kendinde olan her şeyi güzelleme vebası yaygınlaşıyor iyice. Güzellemek ve estetize etme kabiliyeti güzeli kamufle eder bazen. Çirkine güzel örtüler büründürür. Kötülüğü örten güzellikler, güzel midir sahiden? Sevgisizliği saklayan nezaket mesela? Nefreti gizleyen tahammül mesela? Kibri perdeleyen tevazu mesela? Güzellenen kötülük, çirkinden daha kötü değil midir? Güzelin taklidi, bu sahte güzellik plastik çiçekler gibi. Sahte güzelliği kokusuzluğu ve ruhsuzluğunu bastıramıyor.

Estetize Edilmiş Kötülük

Kavramların estetik katmanları vardır. Örneğin Thomas Aquinas tembelliğe estetik bir tarif yapmıştı: "akla ağırlık yapan bir durgunluk ve mahzunluk hali" Çoğu şey estetize edilebilir. Kötü bazen öyle bir güzelliğe bürünür ki; estetize edilmiş kötü, estetize edilmiş yanlış vs. Estetize edilmiş kötülük üzerine düşünürken Kur’an’da benzeri birçok surede geçen "Şeytan onlara yaptıklarını süslü gösterdi" (Nahl, 63) ayetini ve "fe zeyyene" ifadesini hatırladım. Semavi dinlerde “süslü gösterme”ye şeytani bir özellik atfedilir. Akıl, süslü görünenin ardını ve aslını gören gözdür bu yüzden.

Estetize ederek kendini “süslü gösteren” her fenâyı tanımak için; kendi bakışına da bakabileceği daha derin bir bakış geliştirmeli insan. Kötülüğün; felsefeyle, dinle, sanatla, bilimle temasının ölümcül sonuçları olabiliyor. Kötülüğün romantize edilmesi, estetize edilmesi, iyilik kılıflarının, makul gerekçelerin içine gizlenmesi kötülüğün kendisinden daha tehlikeli. Kötülük, aslıyla zuhur etmez çoğu zaman.  Sanat'ın güzelinin, Din'in iyisinin, Bilim'in doğrusunun, Felsefe'nin gerçeğinin ardına saklar kendini. Güzel, iyi, doğru, gerçek görünenin parçalanmadan görülmez aslı. Şuursuz bir kötücüllüğü en güzel örtülerle gizleyip kendi hakikatine varışını olanaksızlaştıran insanın kendine yaptığı kötülük; kötülüğün kendisinden daha kötü değil midir? "Kendini kötülükten münezzeh görmek" kötülüğün derin, estetik ve gizli halini çağırıyor. Hiçbir kötülüğü yakıştırmayarak kendine; en büyük kötülüğü ediyor insan kendine.

Kötünün Zarafeti

Güzel fikir… Birlikte düşünmek, başka bir zihne eşlik etmenin en güzel hâli. İki zihnin, aynı fikrin ritminde dalgalanması... Düşünmek, işteş hâlinde dans etmeye benziyor. Güzel fikir her zaman güzel ifade edilebiliyor mu peki? Güzel dahi kötü ve çirkin ifade ediliyor bazen. Kötünün güzelliği ve kötücüllüğün zarafeti ne tehlikeli şey. “Bir hakikati yok etmek istiyorsan; ona iyi saldırma, onu kötü savun” Ali Şeriati'nin bu sözü sinsi manipülasyonların formülünü ifşa ediyor. Kabul edilmesi zor bir şeyi savunmanın yolu o şeyin karşıtını uç, yoz ve şeytani bir forma sokmaktan geçiyor. Tıpkı şöyle: O şeyi öyle kötü sun ki insanlar aksinin iyi bir şey olduğunu zannetsin. Sözün gerçeği tahrif edebilecek bu yakıcı kudretinden başka sarhoş edici etkisi de vardır. "Söz, aklı sarhoş eden şarap gibidir. Bir kimse bu şarabı içmeye müptela olsa, asla bir daha onu terk edemez." Hücvirî'nin Keşfu'l Mahcûb'unda geçen bu bu söz, kendi sözünün sarhoşu olmuşları ne güzel izah ediyor.

Estetize edilmiş kötücüllüğün gerçek yüzü de gün yüzüne çıkıyor böylelikle. Öfkesini, nefretini cümleleştiren, azıcık estetize eden düşünce ürettiğini zannediyor. Eleştiri zannedilen çoğu şey de öfkeli cümlelerden ibaret. Öfke, nefret, hırçınlık bilenmiş bir dikkate benziyor. Dilde, hâlde, tavırda, yazıda; açık, örtük, metaforik ya da estetik fark etmiyor. Hırçınlık insanın bilendiği yeri ifşa ediyor anında. Olumsuzu, kötüyü eleştirmenin kötüyü göstermek ya da kötüyü estetize etmek dışında daha iyi yolları yok mu? Kötüyü eleştirmenin daha iyi, daha doğru, daha güzel, daha sağlıklı yolları yok mu? Çirkin bir ruha ilim, sanat bile yakışmıyor. Çirkin ruh, ilmi bile çirkinleştiriyor. İlmini, bilgisini despotça insanlara hükmetmek, manipüle etmek için kullanıyor. Sanatı da kibrini okşasın diye diğerlerini aşağılamak için kullanıyor.

Zorla Güzelleme

"Dahil olamadığı her şeyi kötülemek" diye bir kıskançlık eşiği var. Kendiliğinden güzel olan, karşıtının yerilmesine ihtiyaç duymaz. Kıskançlığın mahrum ediciliği yüzünden ne çok güzelliği ıskalıyor insan. Dahil olmadığı her şeyi kötülemek; sahip olduğu her şeyi zorla güzellemeyi de getiriyor beraberinde. Sahip olduğu her şeyi zorla güzelleme çabası aşırılaştığında; sahip olunan şey kötülük olsa dahi güzellenmeye başlıyor. Sahip olunan herhangi bir şeyi; karşıtına nispet ettirircesine zorla güzellemeye çalışmak; zorba bir güzellik doğuruyor. Güzellik onu zapt edene değil ona layık olana ait oysa.

Zorba güzelliklerin uzağında kendiliğinden güzel olanın, "müstakil varoluşun güzelliği" diye bir şey var. Kimseye yaslanmayan, kimselere gölge etmeyen ve kimsenin önünü kesmeden kendi başına varolmanın güzelliği... Bucaksız yerlerde bir başına filizlenen ağaçlar gibi. Çiçekleniş, varlığımızın nüvesinden kendimizi filizlendirmeye benziyor. Varlığı nefretten kurumuş insanlar; dikenli, kuru bir dala benziyor. Ne sulanıyorlar, ne budanıyorlar. Bir çalı kadar hırçın, biçâre ve hırpani budaklanıyorlar sadece. Hayatının hiçbir yerinde çiçeklenemeyen, filizlenemeyen, yeşeremeyenler etrafını da kurutuyor.

Güzel her şeye erişim hızı arttıkça o hızın bedeli olarak sonlanma hızı da artıyor sanki. Bu hızdan, ziyan olmaktan kurtarılan her güzellik; kendi güzelliğe ek olarak yeni bir güzelliği de doğuruyor. Güzeli, güzelleşmek çağırıyor. Güzeli isteyen, güzelce çağırmayı bilmeli. Çağırdığı ne varsa en önce ona benzemeli insan. İstediği şeye yakışmalı insan. İsteğine yakışır hale gelmek, ona ulaşmanın en iyi yolu.

Acıyan Güzellik

Güzel acı, güzel dert, güzel yara… Zorlukların estetize edilmesi kötülüğün estetize edilmesi kadar kötü değil her zaman. Güzel acılar, kötü acılardan neden daha çok acıtır o zaman? Acının güzellikle birleşmesi, en büyük acıyı verir kalbe. Her acı, şifa ümidini diri tutar içinde. Kötü acı iyileşebilir. Acıtan güzellik, ölmüş güzelliktir. Güzelin ziyan oluşu dahi kahrın güzelini verir çünkü. Bir güzelliğin yok oluşu mu yoksa bir çirkinliğin varoluşu mu ruha daha çok dokunur?" sorusuna Evelyn McHale derdim. Kahredici güzellik, femme fatale(öldürücü güzellik) ilhamı da bu histen filizlenmiştir belki.

Güzel öfke... Kızgınlık ve ateşi kalpten taze çıkmış bir hâl; kırgınlıksa o ateşin sönmüş, estetize olmuş hâli. Güzel öfke… Sel gibi taşmadığında ya da yakmadığında kendinden hariç her şeyi, ne güzelsin. Harekete geçiren, başlatan, ateşleyen güçsün sen. Haklılıkla özünü, akılla dozunu, zarafetle şeklini bul sadece.

Güzel hüzün… Aşkın, gücün, mutluluğun formülünü veren kocaman gülümsemeli aşk, güç, mutluluk üstatlarıyla dolu ortalık. Evrenin sırrını çözmüş gibi bir bilgelikle kısıtlı deneyimlerinden devşirdikleri taktikleri üstümüze saçıyorlar. Yaşamın sonuna kadar sürdürülebilir aşk, güç, mutluluk müjdeleyen sentetik bir cennet vaadi... Bunların bizi tatmin etmeye yeteceğini kim vaat etti ki? Anlamlı, estetik bir hüzün sentetik bir neşeyle değiştirilir mi?

Güzel mahcubiyet… Fotoğraflarda olduğundan hep daha az güzel çıkanları, fotoğraflarda olduğundan hep daha güzel çıkanlara kıyasla daha samimi bulmak diye bir şey var. Samimiyet poz vermeyi beceremiyor. Göründüğünden hep daha az iyi, hep daha az güzel, hep daha az olanların dünyasında, göründüğünden hep daha fazlası olanlara bahşedilen şey. İmgeyle ayartılamayan, yalnızca gerçeğe âşık olanların samimiyetle sıcak münasebetleri var.

Güzel hasret… Güzel eninde sonunda hüzün verir. Güzelin neşesi de yakınlığıyladır yalnızca. Güzel, sahip olunamazlığı kadar uzaktır. Güzel; uzaklığıyla, uzaklaştıkça üzendir. Güzel hep “uzak olan”dır bu yüzden.

Güzel Şüphe Acı Gerçek

Güzel şüphe... Kışkırtır. Akıl hep kışkırtanın peşinden gider. Küçük bir şüpheye kocaman hakikati yükler bazen insan. Altında parçalanan aklı olur. Acıtan bir gerçektense; güzel bir şüpheyi daha estetik bulur. Bir sevgidense bir şüpheyi büyütmeyi tercih eder. Kalbini mahvetmek pahasına. Şüphe, zalimdir. İnsansa kendine zulmetmeyi pek sever. Şüphe bazen de bir inanç değeri taşır. Apaçık ortada olan, delillendirilebilir bir Tanrı'ya ve dine mensup olmanın ne anlamı olurdu? İnancın tüm sırrı burada saklı sanki. Varlığı da yokluğu da kanıtlanabilir değil. Bu yüzden "inanmayı seçmek" estetik ve değerli bir şey. Tanrı'yı ve inancı delillendirme çabası "inanmayı seçme"nin estetik değerini tahrif ediyor. Akıl, inandırılamaz. Kalp, ikna edilemez. İnanç, öylesine kalbî bir şey ki inancı delillendirmek estetik olmuyor hiç. İnanmak gibi tıpkı; hayatta her tür sanma biçimi de mümkün. Kimi estetik bir aldanış içinde sürdürür yaşamını. Tek vuruşluk bir gerçeğe teslim olurken başkası.

Güzel yalan… Söz, büyünün ta kendisi. O büyüyle değil herkesi, kendini dahi kandırabilir insan. Söz, güzel görünen bir yalana saklanabilir. Bu yüzden gerçek bir sınanma anında seçtiği; en gerçek sözüdür insanın. Gerçeği örten, güzelleştiren en güzel örtüleri dahi alaşağı etmeli. Acı olsun, gerçek olsun. Güzellik, en çok gerçeğe yakışıyor. Bazen en küçük şeyden dahi korkan insan, gerçekten korkmuyor. Güzel Gerçek... Gerçeğin can yakan hali bile güzel. Aşktan dahi, daha çok.

 


*: Alperen Karapınar

Eylül 04, 2021

Yaşamın Düellosu Puşkin’in Tetiği


Sting / Shape of My Heart eşlik edebilir bu yazıya.

Yaşamın kendisi kocaman bir soru; ölüm cevabın kendisi bazen. Bazen de ölümün kendisi soruya dönüşüyor. Cevabı, yaşamın kendisi olan. Ölümle nefes nefese yaşamış bir yazarı okumak ölümün sırrının peşinde koşmaya benziyor bu yüzden.  Puşkin o yazarların içinde cevaba en çok koşandır belki de. Sting’in söylediği gibi şimdi: “He deals the cards to find the answer” 

Tetikleyici İnsan: Puşkin

Tetikleyici insan… İnsana ilham veren, ruhu ateşleyen, rüzgâr gibi harekete geçiren... Ruhsal, zihinsel, kalbî çekicilik de var; şahsiyeti, benliği çekici olanlar... Bazı yazarlara duyduğumuz o özel dikkat; bu soyut çekiciliğin varlığının en büyük işareti. Modern Rus Edebiyatının kurucusu ve Rusçanın en büyük şairi kabul edilen Puşkin’in Rus Edebiyatının en büyük tetikleyicisi olduğunu ileri sürmek mübalağa olmaz herhalde. Her büyük ruh gibi, Puşkin de sayısız büyük ruha ilham verir: Turgenyev, Lermontov, Gogol, Tolstoy, Çehov ve Dostoyevski… Kuvvetli bir dostluk bağıyla bağlı olduğu Gogol’un büyük romanı Ölü Canlar’ın konusunun Puşkin tarafından verildiği söylenir. Nitekim Gogol, ciddi mevzuları ele almasında ve eserlerinin konu seçiminde Puşkin’in etkisi olduğunu yüreklilikle kabul eder. 

Dünyanın en iyi romanları arasında gösterilen Savaş ve Barış’ının yazarı Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı yazarken Yüzbaşının Kızı’ndan esinlenişi ve Puşkin’in kızı Maria Hartung’un Anna Karenina’nın ilham perisi olması bu etkinin bilinen diğer örneklerinden. Puşkin’in enteresan tetiklemelerinden biri de Dostoyevski’yedir herhalde. Suç ve Ceza’nın meşhur baltasının esin kaynağının Yüzbaşının Kızı’nda karakterlerden birinin rüyasındaki sekanstan çıktığı söylenir. Nitekim iltifat konusunda pek de cömert olmayan Dostoyevski, Puşkin üzerine yazdığı ünlü konuşmasını şu sözlerle bitirmişti: “Puşkin en olgun, en güçlü çağında öldü. Öldü, mezarına bir sır götürdü. Şimdi biz, onsuz onun kutsal sırrını çözmeye çalışıyoruz.” 

Puşkin’in şairliği yaşamına da siner. 1829'da, subay olduğu Rus ordusu ile birlikte Erzurum’a giden Puşkin, yolculuğunu Erzurum Yolculuğu isimli kitabında yayınlar. Rusya dışında gördüğü tek ülke olan Osmanlı İmparatorluğunda Puşkin çarpıcı bir görüntü resmeder belleklerimize: “Yolda uzanmış, 18 yaşlarında, sarığı tozlar içinde kalmış, tıraşlı ensesinde kurşun yarası olan bir Türk” askerden bahseder Puşkin: “Bir kızınkini andıran solgun yüzü henüz tazeliğini yitirmemişti” Bir “düşman subayı”ndan çok bir şairin tasviridir bu.

Kalbimin Şekli: Maça Kızı

Sting’in “That's not the shape, the shape of my heart” diye söylediği yerde, tutkulu ruhların kalbini ters dönmüş kara bir kalbe; Maça kızı sembolüne benzetiyorum. Evet, “Maça kızı gizemli bir felaket habercisidir.” Puşkin’in Yüzbaşının Kızı romanında geçen bu cümle öyküsünün metaforunu da işaret ediyor. Puşkin’in 1833 yılında kaleme aldığı Maça Kızı öyküsü birçok yönüyle enteresandır. Ataol Behramoğlu, Rus Edebiyatında Puşkin Gerçekçiliği olarak kitaplaşan doktora tezinde Maça Kızı öyküsünde hedefin Petersburg Sosyetesi olduğunu ileri sürer. Bu yönüyle Maça Kızını, 1800’lü yıllarda henüz dillendirilmemiş kapitalist sisteme karşı sert bir eleştiri olarak okumak da mümkün. “Bu adamın vicdanında en az üç cinayet yatıyor.”  diyerek ruhunu ele verdiği karakteri Hermann üzerinden nefis bir çözümleme yapar Puşkin. Maça Kızı’nda yaşamının biricik tutkusuna dönüşen bir sırrın peşinde aklını kaybeden kahramanı Hermann’ın serüvenini anlatır. Kahramanın yaşlı asilzade kadından almak istediği kumar sırrı enteresandır. Sır, en yeni ve gerçek tutkusuna dönüşmüştür artık. Hermann sırdan başka para, aşk, güç tüm ihtiraslarını kaybetmiştir sanki. 

Maça Kızı, Dostoyevski üzerinde bambaşka bir etki yapar. Nitekim Dostoyevski, öykünün kahramanı Hermann’ı “muazzam bir kişilik, onda bir Napolyon profili ve bir iblis ruhu var” diyerek eserlerinin ilhamını da itiraf etmiş olacaktı. “Dostoyevski'nin bu değerlendirmesinden yola çıkarak, Hermann'ı, Raskolnikov'un hazırlayıcısı, bir ön örneği olarak da görebiliriz.”  Mektuplarında kumar için önemli olanın para kazanmak tutkusu değil oyunun kendisi olarak bahseder Dostoyevski. Sigmund Freud, Sanat ve Sanatçılar Üzerine kitabında Dostoyevski’nin kumar bağımlılığının “patolojik bir tutku nöbeti” olduğundan bahseder. Kumarın kendini cezalandırmasını sağlayan bir araca dönüştüğünü söyleyen Freud, Dostoyevski’nin bütün parasını bitirene kadar masadan kalkmayışını da içindeki suçluluk duygusunun doyuma kavuşturulması olarak izah ediyor.  

O Sadık Tutku

Ah o tutku… Tutku, sırdır. Tutku, sadıktır. İnsan en çok tutkusuna sadıktır hatta. İlgi ise maymun iştahlıdır. Tutku öylesine nüfuz eder ki ruha, insan tutku duyduğu o şeye karşı yüksek bir sadakat gösterir. Zorunlu olmayan sadakat hem de. Sınırsızdır tutkunun yolu, Tanrı’ya kadar uzanır. Dostoyevski'nin "Tanrı'ya giden yolun başlangıcında tutku vardır" sözü yolun sonunda da Şeytan’ın beklediğini işaret etmez mi? Tanrı'ya da Şeytan'a da giden yol, tutku kavşağında kesişir. Tutku Kavşağı bütün büyük sanatçıların yolunun kesiştiği o kör noktadadır. Dünya üzerinde büyük ruhlardan biri yoktur ki yolu tutkunun kavşağına sapmamış olsun.

Çukura saplanan ayağın yerinde sayması gibi... Dikkatin bir şeyde saplantı şiddetinde kalması; düşüncenin de yerinde saymasına sebep oluyor. Tutku ve saplantı arasındaki fark da burada başlıyor. Tutkunun dalgaları vardır, saplantının aşağı çeken bataklığı. Tutkunun derinliğini vardır; saplantının dibi. Tutku, denizdir... Saplantı, çukur. Tutkunun denizinde insan, "hiç doyamayacağı sandığı şey"in tutkunu hep. Doyumsuzluktan beslenir tutkular çünkü. Doydukça, en güçlü tutkular bile ölür bu yüzden. Ölmeyen tutkuları yüzünden ölen Puşkin’in de üç büyük tutkusu vardır işte: Kadın, Kumar ve Düello. 

Yaşamın Düellosu

“Ruhumu kağıda dökmekten kendimi alıkoyamam; bu onulmaz bir yazar hastalığıdır. Bu hastalık genellikle öldürücüdür. Çağdaşlarım bu gerçek açıklamayı keşfederlerse ruhumun bu itirafları yüzünden beni bir kez daha öldüreceklerdir.”  Puşkin'in ölümünden yüz yıl sonra yayınlamasını istediği söylenen tartışmalı kitabı Gizli Günce’de geçen bu satırlar, onun tutkulu ruhunu duyuruyor bize.

Kumar ve düello… Nasıl da benzerler birbirine. Kazanmak ve kaybetmek, yaşamak ve ölmek… Puşkin’in meydan okumayı seven ruhu ürpertinin hazzına meftundu işte. Ürpertinin bu hazzı uçurumlarda raks etmeye benzer tıpkı. "Uçurumları sevenin kanatları olmalı" diyerek Nietzsche, uçurumlardaki dans etmenin ölçüsünü koyuyor bu bahse. Puşkin ve kumarbaz tayfası kanatsızlığın bedelini ödemişlerdi. Sayısız düello, tutkulu aşklar, kumar borcu ve henüz 38’inde bir düelloda son bulan bir yaşam.

Sevgi, yazgıdaşlığı da getirir beraberinde. Ruh, sevdiklerinin hâliyle hallenmekle kalmaz, sevdiklerinin yazgısından da alır payını. Güzel bahtı gibi bedbahtlığını da. Yazgıdaşlığın bu bedelinin en trajik örneğidir Lermontov. “Zamanımızın Kahramanı”nın yazarı, Puşkin’in yazgısından payını alır. Aynı akıbete uğrayarak düelloda son bulur yaşamı. Yaşamın değeri tutkulu ruhlar için bu kadardır işte. Ne de olsa “Oyun bitince, şah da piyon da aynı kutuya konur.” -Puşkin

Sözü Geçen Çalışmalar

Behramoğlu, A. (2013). Rus Edebiyatında Puşkin Gerçekçiliği. İstanbul: Tekin Yayınevi.

Dostoyevski. (1987). Puşkin Üzerine Konuşma. İstanbul: BFS Yayınları.

Puşkin, A. (2000). Gizli Günce. İstanbul: Çiviyazıları Yayınevi.

Puşkin, A. (2016). Maça Kızı. İstanbul: Yordam Edebiyat.


Bu yazı Sabitfikir Dergisinin 127. sayısında yayımlanmıştır.

Haziran 21, 2021

Meryem’in Seslenişi: Luce Irigaray


“Kadın filozof olur mu?” Bu klişe soru yüzyıllardır süre gelen kadın ve felsefe ilişkisinin olmazsa olmazlarından. Bu sorunun hala tartışılabilir oluşu, tıpkı tarih gibi felsefe tarihinin de baskın eril dille kaleme alınışıyla izah ediliyor. Bu durum literatüre bile girememiş birçok kadın filozofun varlığına gölge düşürüyor. O gölgelerin ardında Platon’un Şölen diyaloğunda geçen ve Sokrates’in hocası olduğu söylenen Mantinealı Diotima; varlığı kayda düşen ilk kadın filozoflarından biridir mesela. Bir diğeri ise kadın imgesinin cadı imgesiyle bir görüldüğü zamanda Orta Çağ’ın karanlığında beliren "Kadın filozof olmaz" klişesini yıkan filozoflardan biri olan Christine de Pizan’dır. 1363'te Venedik'te doğan Pizan, Orta Çağ’daki kadın düşmanlığı ile mücadele etmiş ve kısa ömrüne 41 adet eser sığdırmış üretken bir yazar olup en ünlü eseri Kadınlar Şehri’dir. Örnekler sayısız defa çoğaltılabilse de vurguyu doğru yere yapmak daha mühim: “Kadın filozof” vurgusuna dahi gerek var mıdır ki? 


Filozofların Kızı: Feminizm & Irigaray

Kadın filozof tartışmalarının ortasında feminist külliyata yaptığı katkılarla bilinen Linda Singer, feministlerin filozoflarla baba-kız ilişkisi kurduğunu ifade eder. Zeynep Direk, Başkalık Deneyimi kitabında bahsettiği bu ilişkiyi şöyle naklediyor: “Singer’a göre ilk feminist felsefeciler için bu tür okumalar akademik dünyada iyi bir var olma stratejisi idi. Feminist kızların, filozof babalarının mirasını taşıyan erkeklerin hakim olduğu akademide kabul görmesini kolaylaştırıyordu.” [1] Çünkü Platon ve Mill gibi filozofların eserlerinde geçen kadın söylemlerini arayan bu okumalar “filozof baba”lara hizmet ediyordu yine. Direk, eserlerinde “karanlık bir sürgün edilme” öyküsünü aynı motiflerde yinelediğini söylediğini Irigaray’ı ise ikinci feminist yorumsal pratiğe örnek olarak verir.

Radikal feminizmin en önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilen Luce Irigaray’ın entelektüel ve akademik yolculuğu sapmalar yaşasa da kendi istikametini bulur. Irigaray, eskiden sıkı bir takipçisi olduğu Lacan’a bilhassa “Öteki Kadının Aynası” başlıklı doktora tezinden sonra[2] getirdiği eleştiriler sebebiyle Lacan Okulundan dışlanır. Freud ve Lacan’ın kuramlarındaki irdeleyerek eril dil ve dişil dilin ayırdını vurgulayan sesi ona daha müstakil bir varoluş kurma imkânı tanır. Cinsiyet kuramını Lacancı terminolojiyi kendince tamir ederek yorumlayan Irigaray, cinsiyetlerin biyoloji ile değil dille kurulduğunu iddia eder. Irigaray’a göre Batı Kültürü dişilliği cinsiyet ve anneliğe indirgeyen; dişiliği erkeklik üzerinden okuyan bir anlayışa sahiptir. “Erkekleşmiş kadın” ona göre asıl tehlikedir ve kadınların kendi dilleriyle beraber kendi dünyalarını kurmaları gereklidir.

Meryem’in Esrarı

Irigaray, Meryem’in Esrarı kitabında Hristiyanların ve Batı Kültürünün eril dilini sorguluyor ve Meryem’in sessizliğine bambaşka bir yorum getirme cesareti gösteriyor. Irigaray, Meryem’in Esrarı kitabında semavi dinlerin özellikle Hristiyanlığın masum motifi olan Meryem’i tüm hatlarıyla şerh ediyor. Bu şerh, Batı’nın kültürel dilindeki eril dili ifşa eder ve hatta nişan alır niteliktedir. Kutsal kitaplardaki Meryem imgesinin yorumunun da eril bakışla yapıldığına işaret eden Irıgaray, Meryem’e yeni, dişil ve başka bir yorum getirir. Bu yorum onun felsefesinin karakteristiğini de ortaya çıkarır.

Irigaray, kitabın girişinde Meryem’e dair bilinen şeylerin nadirliğinden ve bu nadirliğin aslında ne kadar dekor kalışından bahseder Hristiyanlıkta. Meryem’in dini törenlerde çok az yer tutmasından, İsa’nın aksine doğumunun, mucizevi gebeliğini ve göğe yükselişinin kutlanmayışına dikkat çeker. Oysa der Irıgaray: “Meryem; Hristiyanlığa giriş çağının simgesi. O olmadan Hristiyanlığın müjdesi de tek kelimeyle var olamazdı. O; Tanrı’nın bedende zuhur etmesinin sebebi, dünyanın affı gerçekleşebilsin diye kutsallık ile insanlık, Tanrı ile insanlar arasında ilk arabulucu, ilk vasıta” Irigaray, Meryem’i bambaşka bir gözle bakarak onun Tanrı ve insan arasında bir aracı olduğunu söyler. Meryem’in okunmasında ilahiyatçılar ve sanatçılar farkına dikkat çeken Irigaray; sanatçıların Meryem’i sanatın bütün imkânlarıyla estetize ettiklerini ve onu resim, şiir, müzik dönüştürdüklerini ve bunun bilinenin aksine Hristiyanlığın en doğru yayılma şeklinin sanat olduğunu söyler.

Ruh Zamanı

Tanrı olarak adlandırdığımız varlık nefesiyle yaratır der Irigaray ve ekler: “Şeytanilik nefes almıyor ya da nefes almayı bıraktı; Dünya’nın ve başkalarının nefesini çalıyor.”[3] İnsanın doğuştan kutsal olduğunu fakat bu nefessizlik yüzünden kutsallığını kaybettiğini söyler. Irigaray, “ruh zamanı” dediği bir zamandan bahis açar. Yaradılış, kıyamet, insanlığın bağışlanmasından sonra gelen ve nefsin/nefesin uyanışıyla tensel ve tinsel paylaşımı mümkün kılan zamandır bu. Irigaray Meryem’i gökyüzünden yeryüzüne indirir ve onu önce insan sonra kadın elbisesi giydirerek düşüncesinin nesnesi eder.

Batı Kültüründe konuşmanın eril karakteristik taşırken susmanın dişil karakter taşıdığına dikkat çeken Irıgaray; bu sessizliğin bir boyun eğme olarak görüldüğünü ileri sürer.  Meryem’e layık görülen bu sessizliğe bambaşka bir çağrışım getirir: “Bu sessizliğin nedeni kendi mahremiyetini ifşa etmemek, kendisine olan sevgisini korumak olabilir” der.[4] Irigaray’ın Meryem’in sessizliğini kendince dillendiriş çabası ve dudaklar üzerine getirdiği hermeneutik oldukça enteresandır. Irigaray, dudakların birbirine değmesiyle gelen sessizliğin dünya ve iç dünya arasına çekilmiş bir sınır olarak okumayı teklif eder ve bir örnekle izah eder: Yunan mitolojisindeki Kore Tanrıçasının Kötülükler Kralı Hades’in tecavüzüne uğradıktan sonra ağzının ve dudaklarının bir daha eskisi gibi olmadığını söyler. Dudakların birbirine sıkı sıkıya kapanışını nevroza bağlayan Freud ve bastırılmış bir arzuya bağlayan Bay K.’nın aksine bunun bir zorlanışa karşılık verilen bir itiraz, bir ret olarak yorumlar.

Bir Okuma Pratiği: “Akıntıya Karşı Okuma”

Tıpkı Irigaray gibi Fransız Feminizminin önemli isimlerinden olan Hélène Cixious’nun Medusa'nın Gülüşü isimli makalesinde dişil yazı (écriture féminine) dediği kavram Irigaray’ın işareti ettiği yöntemin adını koyar niteliktedir. Hélène Cixious; kadınların bedenlerinden şiddetle kovulduğu gibi yazıdan da kovulduğuna dikkat çekerek kadının kendisini yazması ve kendini metnin içine getirmesi gerektiğinin altını çizer.

Bu yazı ve okuma deneyimleriyle beraber 1980’lerde feminizmin yeni sorgulama imkânları kazanmasıyla birlikte yeni bir okuma pratiği de belirir. “Üçüncü feminist yorumsal strateji adını verebileceğimiz pratik hem psikanalizle hem de Derrida’nın, metinsel ve tarihsel bir anlam kapanmışlığını bir önvarsayım olarak kabul eden, özel bir çifte okuma pratiği olarak tanımlanabilecek yapısökümcü okumalarıyla akrabadır.” [5] Akıntıya karşı bu okuma pratiği ile metne yabancı ve dışlanmış sesler de dahil edilir.

Bugün hala kadın meselesine dair çoğu problem eril dille çözülmek isteniyor. "Eril tahakküm”e karşı eril dilin yöntemini kullanmak, kadın meselesini daha da karmaşık bir hale getiriyor. Dişillerin dillendirdiği yeni bir eril dil doğuyor böylelikle. Eril ve dişil, kadın ve erkek arasındaki mücadele cinsiyet kavgasına dönüşüyor ve felsefi bir mesele cinsiyet kavgasına indirgeniyor böylelikle. Valerie Solanas gibi aşırı radikal feministlerin şiddetli dili ve dişil dilin varlığına imkân tanımayan hakim edil söylemin ortasında Irigaray; söylemi ve eserleriyle yeni bir dilin ve okuma pratiğinin mümkünlüğünü gösteriyor. Ve tüm bu sorgulamalar etrafında bir okuma pratiği ve kendi dişil yöntemini teklif ediyor okuruna.

Sözü Geçen Çalışmalar

Dinçer, Yeşim. (2021, 05. 24.). 3 Mayıs 1930: Luce Irigaray – Sembolik Düzen, Cinsiyet farklılığı ve Feminizm. https://catlakzemin.com/: https://catlakzemin.com/3-mayis-1930-luce-irigaray-sembolik-duzen-cinsiyet-farkliligi-ve-feminizm/# adresinden alındı

Direk, Zeynep. (2021). Başkalık Deneyimi. Ankara: Fol Kitap.

Irigaray, Luce. (2011). Meryem'in Esrarı. İstanbul: Pinhan Yayıncılık.


[1] (Direk, 2021, s. 268)

[2] (Dinçer, 2021)

[3] (Irigaray, 2011, s. 11)

[4] (Irigaray, 2011, s. 26)

[5] (Direk, 2021, s. 274)


Bu yazı Sabitfikir Dergisinin 124. sayısında yayımlanmıştır.

Haziran 20, 2021

Gök Şarkısı*


Damien Jurado / Cloudy Shoes ☁️

Gökyüzüne çağıran bir şarkı...

Daha güzel bir isim olamazdı. Zil sesim.

Haziran 13, 2021

Kendini Çalışmak


“Ben kendimle kendim arasındaki bu aralığım”

Pessoa 

Kimdir ben? Ben, Ben’e ne kadar benzer? “Nereden bildin benim ben olduğumu?" diye sormuştu Oruç Aruoba. Peki, nereden bileceğim benim “ben” olduğumu? Ben dediğimizin, gerçek benimiz olduğu bilgisini nasıl bileceğiz? Roger Reneaux, Jaspers’den ilhamla "Ben, olmayı seçtiğim şeyimdir." der mesela. Benler adedince ben tanımı vardır çünkü. O benlerden biri olan ben de şöyle derdim: Ben, Benim. Ben olan ve başkası olamayanım. Oysa ben’in her dönüşümü kadar devinimi olacak bu tanımın da.

Kimsin Ben?

Ben; özne felsefesinin nesnesi, psikolojinin id-ego-süper ego diye parçalanan biricik konusu, edebiyatta çoğu yüklemin faili, sosyolojide ise toplumdaki benlerden yalnızca biri... Benin başka disiplinlerdeki bu bin bir görünümü yüzünden çoğumuz ben diye bambaşka şeylerden bahsederiz. Ben diye en çok da özelliklerimizden bahsederiz. Oysa ben; isim değildir. Yaş, ırk, cinsiyet bilgisi değildir. Karakter özellikleri, din, siyasi görüş, fiziksel görünüş bilgisi değildir. Bunların hepsi benden bir parçadır ama ben değildir. Ben’e en başka yorumu getirerek “Ben bir başkasıdır” (je est un autre) diyen Rimbaud’a tezat olacak şekilde ötekiyi, benden başkası olarak tarif eder Levinas. Ve Öteki’nin de kendine has özellikler taşıyan, kendine ait duygu ve düşünceleri olan bir varlık olduğunu ancak bunların hiçbiri Öteki’yi tanımlamak için yeterli olmadığını belirtir.  

Benlerin bu karmaşasında William James de meselenin iki kişiyle dahi karmaşık olduğunu gösteren çarpıcı bir örnek sunar: "Bir odada iki kişinin bir araya geldiğini düşünün. Ama aslında altı kişi vardır: Kendimi gördüğüm halim ile Ben, Onun beni gördüğü hali ile Ben, Benim onu gördüğüm hali ile O, Onun kendisini gördüğü hali ile O, Gerçekte olan Ben, Gerçekte olan O.” Benler arasındaki çoğu mücadele, tarafların birbirini: "Kendimi gördüğüm halim ile Ben, "Benim onu gördüğüm hali ile O" görüşü yüzünden kaynaklanır. Böylelikle "gerçekte olan ben"lerin kimler olduğu gerçeğine, tarafların diğer gözleri açılana dek kör kalınır.

Ben Bilgisi

“Ben İsmet Özel, şair, kırk yaşında.

Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar

Ben yaşarken koptu tufan

Ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kâinat”

İsmet Özel’in “Ben” diye başladığı bu mısralar, ben bilgisinin apaçık kendini gösterdiği yerdir. Şairin kendiliğine vardığı bu nokta aynı zaman varoluşunun da ışıldadığı yerdir. Fakat bu ben ve var olma bilgisi sıklıkla başka şeylerle karıştırılır. Özel olma arzumuz, otantiklik kaygımız biriciklik hırsıyla kibir güzellemelerine dönüşüyor çoğu zaman. Var olma sürecimiz; bir bebeğin doğuşu, bir çiçeğin açışı, bir kuşun uçuşu gibi kendiliğinden olmalı. Kendilik bir idealdir. Her ideal gibi varılmaz ancak yaklaşılabilir ona. Kendilik, bireysellik ve kimlik doğuştan verili olan özelliklerimiz değildir onlara ancak seçimlerimizle varırız. Varlığın bilgisi, başlangıç noktasıdır. Var olmayı bilmeyenin var ettiği ne olur ki? Birçok iyi düşünür ve sanatçı bu yüzden ontolojiyle başlar işe.

Simone Weil'in "Şeylerin karşısında bulunmak zihni özgürleştirir; insanların karşısında olmak ise zihni küçültür" derken; kendini kendisinin nesnesi edebilenlerle ve kendinden başka herkesi nesne edenlerin farkını da ayrımlamış olur. Kendi dâhil her şeyi yazısına ve yapıtına nesne edebilmekle; varlığını ve yapıtını başkalarına karşı var etme kaygısı gütmek bambaşka şeyler çünkü. Kendi oluşuyla meşgul olmayı öğrenemeyenler, bireyselliğini inşa etmiş ve kendi varlığı kendine yeten insanlara katlanamazlar bu yüzden. Ben'in bilgisine yaklaşanlardan uzaklaşır; varlıklarına tehdit olarak görürler. Çünkü kendilerinde olmayanı hatırlatırlar. Oysa "ben"i bilen varlık, var olmayı da bilir, var etmeyi de. Var olmak kastıyla yok etmek, en kötü varoluş biçimi. Var mıyız ki yok edelim?

Tasarlanmış Benlik

Olmamışlık, insanın varmak istediği kendiliğe yakışamayışı... İstediği oluşun, varlığında nasıl duracağını kestiremeyişi. Her oluş, kendini ziyan etme riski taşır bu yüzden. Levinas, başka bir olamayış ziyanı olarak Ben’in Başka’yla olan münasebetini irdeler. Levinas'in etik öznesi Ben'in, Başkası'yla sonsuz sorumluluğa dayanan ilişkisinin hasarlarından bahsedilebilir. Bu yerine geçme haliniyle zamanla “Başka’nın kölesi” durumuna düşer. Ve etik özne, kendisini Başkası’nın yerine koyarak “başkasının rehini”[1] konumuna gelir.

Benlik bir marka gibi tasarlanabilir mi? Yalnızca imajlar değil benlikler, kimlikler de marka gibi tasarlanıyor artık. Sanal dünyada olduğu kişiden çok uzakta ideal benliğini yansıtan çok kişi var. Sanal dünya; olunan değil olmak istenilen kişinin, ve bir konsept gibi tasarlanan kişiliklerin imkanını veriyor kullanıcısına çünkü. Bu imkan, hepimizi bekleyen bir yanılsamanın da tehlikesini barındırıyor. Olmadığı bir kişi gibi görünmeyi seçmek, insanın kendine yapabileceği en büyük kötülük değil midir?

Birbirinin kopyası yüzler gibi iç sesler de birbirine benziyor artık. Yazdıklarımız da ifşa ediyor ki çoğumuz kendi sesimizi; iç sesimizi kaybettik. İç sesler birbirine karıştı ve "kolektif bir özne" elde ettik: Ben Dili. Başka isimler, başka kimliklerle, başka yüzlerle; aynı şeyi, aynı iç sesle, aynı üslûpla yazıyoruz. İnsan kaybettiği sesini hatırlamalı. Eski fotoğraflarına bakar gibi, eski yazılarından, günlüklerinden bulmalı kendini. Yüzü gibi... İç sesini kaybettikçe kendinden uzağa düşüyor insan. Kaybetmemek için kendimizi; kendimize dair her şeyi hatırlamalıyız. Eskiden, eski benden yardım alarak. Eskiye bakmak, yeniyi idrak etmenin bir biçimi sanki. Eski fotoğraflara da yeni benin farkını görmek için bakmaz mıyız zaten?

Özne’nin Diktatörlüğü

Bir benin, başka bir ben hakkında söylediklerini; o ben de aynı kelimelerle başkasına diyorsa; itham eden “Ben" değişiyor ama mücadele hiç bitmiyor ve tüm bir insanlık aynı savaşı veriyorsa? Sen ve Ben… Bu iki kelime Dünya üzerindeki milyarlarca insanı kastedebiliyor. Sen ve Ben arasındaki mücadelenin milyarca tarafı var bu yüzden. Her ben, muhatabını Sen kılıp Ben olmak istiyor çünkü. Oysa herkes Ben’i sahiplene dursun Ben hep tek, Ben hep haklı. Sen ve o ise hep itham edilen... Dilediği yüzleri, sesleri giyinecek kadar kudretli Ben. Ben hep haklı, hep en iyi, hep en yüce. Ah bu Ben. Ah zavallı bu Ben.

İnsan ve resmi nasıl farklıysa ben ve Ben de farklıdır. Mutlak Özne olan Ben ve ben farklıdır.  Hiçbir ben, mutlak özne değildir. Kendi benini Mutlak Ben olarak konumlayanlar ve kendini başka benlerin gözünden "sen" ve "o" olarak göremezler. Bu yüzden de kendini nesne edebilme yetisine sahip olamazlar. Oysa Ben’i yalnızca özne değil; nesne olarak da düşünce ve sanata dahil edebilmek yüksek bir aklın tezahürü. Ben, muhteşem bir kelime. Yalnızca "ben"i kullanarak herkesi yazabilirsiniz.

Kendini mutlak özne, kalan her şeyi kendinin nesnesi olarak görmek; Öznenin Diktatörlüğünde yalnız kendi hükümleriyle hüküm sürmeye benzer. Şüphe, Öznenin Diktatörlüğünü yerle bir eden ordusuyla çıkagelir. Şüphe, özneyi nesneye çevirir birden. Hükmünü kaybeder özne. Özne sonsuz kişiliklere bölünür. Hükümsüzdür artık tüm hükümleri. Peyami Safa "zekânın en sivri noktası şüphe ve tereddüttür" derken haklı. Şüphe; şüphe(yi) edenden, şüphenin kendisinden dahi şüphe etmektir. Öznesini, nesne edebilip her şeyine şüpheyle bakanda eminlik kalır mı?

Egoizmi Islah Etmek

Görece bir güç elde ettiklerinde insanların ilkel benliklerinden çıkan sesi duymak, sahici yüzlerini görmek zor değil. Böylelerini hınçla yermek, yersiz. Birazcık güç ve ün, hepimizi zorbalara dönüştürmeye yetebiliyor çünkü. Güç tutkusu, kaçınılmaz bir varış noktası olarak egoizme götürür insanı. Egoizm, her tür yükselişin en kestirme yoludur çünkü. Oysa egoizmin yolundan kifayetsiz muhteris öyküleri çıkıyor çoğu zaman.

Çağın gerçek vebası egoizm değil midir? Dünya; hedonist, egoist insanı ıslah etmek adına küresel felaketlerle intikamını alıyor sanki. Felaketler, hangi isimle gelirse gelsin üstesinden gelmek için hep aynı şey gerekiyor: Egoizmi ıslah etmek. Egoizmin ıslahı için benliği kurutmak, bireyselliği budamak gerekmiyor. Bireysellik ve egoizm bambaşka şeyler çünkü. Bireyselliğin varoluş imkanları, Ayn Rand’ın hep yerilen bencilliğinin dahi erdemleri varken egoizmin yalnızca hasarı vardır. Egoist, mülkiyet kurmak ister, bireysel insan kendini gerçekleştirmek. Bu ayrıma varamayanlar kibir, narsisizm, egoizm zanneder onu. Egoizm asimile eder, egoizmin olduğu yerde de göç kaçınılmaz olur.

Sağlıklı bir benlik inşa etmenin yolu çok defa savaşçı bir benlikten geçiyor. Fakat bu savaşın öznesi de nesnesi de insanın yalnızca kendisi olmak kaydıyla.  Başkasını değil, kendini yıkmalı bir ben. Ancak kendini yıkabilirse kendini inşa edebilir bir ben. Kendinin mimarı olamayan hiçbir şey inşa edemez. Ne başkalarını yıkmalı ne de başkalarının bizi yıkmasına müsaade etmeli. Bauman'ın "kimliklerimizin tıpkı sanat yapıtları gibi yaratılmaları gerekiyor." sözünü Foucault’un "Kendilik bir sanat eseridir. İnsan kendisine ancak yaşamının sonunda, öldüğü an ulaşacaktır."[2] sözü tamamlıyor. İnsanın ilk eseri kendisi değil midir? Kendini bir esere dönüştürmek, oluşların en güzelidir bu yüzden. İnsan, ömrünün sonunda vereceği bir sınav gibi çalışmalı kendini. Kendini çalışmak ne güzel şey.


Sözü Geçen Çalışmalar

Foucault, M. (2020). Eleştiri Nedir? Kendilik Kültürü. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Güneş, C. D. (2019). Emmanuel Levinas. Çağdaş Fransız Felsefesi (s. 173). içinde Ankara: Phoenix Yayınevi.

Reneaux, R. (1994). Karl Jaspers'in Felsefesi. Egzistansiyalizm Üzerine Dersler (M. Korlaelçi, Çev., s. 53). içinde Kayseri: Erciyes Üniversitesi Basımevi.


[1] (Güneş, 2019, s. 173)

[2] (Foucault, 2020, s. 140)

Mayıs 30, 2021

Kendilik Cesareti: Gülgün Türkoğlu Pagy

Hoş geldiniz. Bu, bir röportajdan çok bir tür “Kendilik Mülakatı” olacak. Var olma biçiminiz ve varlığınıza dair bu 40 soru; kendinize, kendiliğinize, kendi dilinizce cevaplar isteyecek sizden. Soruların bir kısmını var olma cesareti göstermiş kişilerin sözleriyle dolaylıca; bir kısmını kendimce, doğrudan sordum. Soruları dilediğiniz gibi, “kendiniz gibi” cevaplayabilirsiniz.

Kendinin Sınırında
1.Her tanım tanımlayıcısını da tanıtır mı? Kendinizi nasıl tanımlar ve tanıtırsınız? Ben kendimi ismimle, sıfatlarımla, özelliklerimle vs. seçemediğim bir şeyle değil “philo-sophia”dan aldığım ilhamla, özgür irade ve şahsi gayretimle severek seçtiklerimle tanımlıyorum. Kendime, kendi koyduğum ad ile. Ben, Keşfsever. Siz kimsiniz? 

"Her belirleme bir sınırlamadır" denilir. İçine doğduğum kimliğe (kadın, müslüman Türk, vd.) tutunarak kişiliğimi (meslek, fikri tutum, vb.) oluşturma çabasıyla geçti yaşamım. Kendilik tanımımı, "henüz ne olmadığım" üzerinden yapabiliyorum şimdilik. Bir şeye "şudur" denildiğinde zorunlu olarak "bu değildir" denilmiş olur. Bu Spinoza'da ifade bulup, Hegel'de çözüme ulaşan bir sorunsaldır. Din de bunu anlatır. Ben dini de felsefeyi de kenara ittirip "acaba?" ile ilerledim ve bu tanımsızlığın dışına asla çıkamadığımı deneyimledim. "Kendilik" varıldığında tamamlanacak bir bilgidir. Yaşam, ölümle tamamlanır. "Ne olmadığı" bilmek gerek sezgisel gerekse aklî olarak deneyimlenmelidir. Yaşam; bu eksikliğin sezgisel bilgisinin, ussallığa taşınmasının deneyimidir kanaatimce.


2. Oscar Wilde "tanımlamak, sınırlandırmaktır" diyor. Tanımlamak, indirgemek midir? Bu tespite dahi tanımlayarak ulaşıyorken ve bu cümle dahi bir tanımken anlama erişmenin başka bir yolu var mıdır sizce? Kendimizi tanımlamanın imkânları kelimelerle mi sınırlıdır ya da? 

Bu, Spinoza'nın irdelediği bir konudur. Bir şeye "a" diyorsak, aynı zamanda "b" değil demiş oluyoruz. Bu tanımların anlamlı bir bütünlükte kavranılabilmesi için çatı kavramın ne olduğu önemlidir. "İnsan"ı felsefi olarak ele alıyorsak, "kendi"nin, "kendi olmayan" olmaksızın var olamadığına gelir mesele. Bu "kendi olmayan" felsefede "kendi başkası" olarak tanımlanır. Yok eğer "öteki" dersek ideolojik alana girmeye başlarız. Bu "kendi başkası" dinin anlattığıdır aynı zamanda. İşte bu felsefi ve dînî tanımların zorunlu köküne işaret eder; öyle bir ortak kök ki bir film, bir müzik parçası milyarlarca gönlü bir ediverir. Eş deyişle çatı kavram sanatla duyu algılarımıza sunulmuştur. Tanım, dondurur. Ne olmadığı bilmekse, potansiyeli kavramış olmaktır. İnsana hürmet etmenin özü budur. Yoksa her ayrı olay için ayrı bir tepki planlar dururuz.

 

3. Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler’de “kimliğim beni başka hiç kimseye benzemez yapan şeydir” derken onun eşsizliğinden bahseder. Seçilmişliğinden. Ve hissedilen tüm aidiyetleri “kişiliğin yapı taşlarıdır, doğuştan gelmediğini vurgulamak koşuluyla neredeyse ruhun genleri denebilir onlara”yla özetlerken; kimlik denilen şeyin aslında kişinin kendi ruhunu tanımlama biçimi olarak mı kast ediyordu sizce? 

Burada kavramsal bir karışıklık var sanırım. Kimlik değil kendiliktir kişiyi biricik yapan. Kimliğin biricikliğini sağlamaya çalışmak ontolojik olarak olanaksızdır; kimlik tikel belirlenimdir ve zorunlu olarak geçicidir. Geçici olan, biricik olamaz. Biricikliğin idraki ise, sıradanlığın kabulünü gerektirir.

 

4. "Kimlik bize keşfedilmesi gereken bir şey olarak değil de tamamıyla icat edilmesi gereken, bir çabanın hedefi, bir amaç, kişinin en başından inşa etmesi gereken veya alternatif teklifler arasından seçip sonra uğrunda mücadele edip ardından ancak daha da fazla çaba ile koruyacağı bir şey olarak yansıtılıyor.” Bauman’ın bu icat edilen, keşfedilen kimlik ayrımı ve “ithal kimlikler” mukayesesinde siz kimliğinizi nerede konumluyorsunuz?

Ben kendiliğimi fiilimde ispatlanmış olandan ibaret görüyorum. Fiilin yani edimin bir süreci vardır; fiilim bir faaliyetimin ürünüdür. Düşünme, sorgulama faaliyetim eğer bir süreçse beni dönüştürmüş demektir. Bu dönüşme sonucunda bulunan Kavram'dır, Tanrı'dır; O'nun işleridir. İyi, Güzel ve Doğru elele görünüşe çıkmıştır. Orada tikel ben taşıyıcı bir kaptır ancak; kibir o nedenle zorunlu bir "uğrak" olarak terk edilendir, tabii eğer "yolculuk" söz konusuysa. Felsefe "Varlık İyi'dir" der; din "Tanrı İyi'dir" der. Bu kişinin edimi olarak kavranılmazsa, dışsal kalır. Dışsal kalan her iddia öfkeye neden olur. Ülkemizde din ve felsefe ile uğraşanların temel sorunu budur bence. Akıl, erdemi ancak fiilinde görürse kavrar. Bu şu demek: İhlâs. Anadolu bilgeleri o nedenle "Âinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz" der.


Fıtri Işık

5. Descartes, Hakikatin Fıtrî / Tabii Işıkla Araştırılması olarak kitaplaşan metninde, fıtri ışığın, din ya da felsefenin yardımına başvurmadan, sıradan bir insanın aklını kurcalayabilecek her şey üzerine edinmesi gereken kanaatleri tayin edebildiğinden bahis açar. “Fıtrî ışık” nedir sizce? Bir tür sanatçı nüvesi mi?

Her insan bir sanatçı doğasıyla doğar. Yaşam, yukarıda değindiğim git-gel arasında kendini bir sanat eseri olarak inşa etme çabasıdır. Bu sanat, kendini bir bütünün ayrılmaz bir parçası olarak tanımlayabilme yeteneğidir. Bu, iflâh olmaz ama iflâh eden bir cedeldir. Descartes felsefi "kıpı" olarak düalite aşamasıdır. Ölmeden önce kuşkuculuğu yendiği söylenilir. Diğer bir deyişle fıtrî ışığın onu aydınlattığı. Ne mutlu ona!


Ruhça

6. Bilge Karasu “Kestirip atmak güç ya, kimi yazarın dilinde söyleyişin en incesini sözcüklerin birer ok gibi art arda fırlatılmasını sağlar; kimininkinde ise bir karasu gibi akış. Benim dilim, çiçek dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin yumuşaklığına, dalgalanışına ulaşmalı.” diyor yazısını tarif için. Ben de “Ruhça” dediğim yazımın, bir katana kesiği kadar derin ve bir rüzgâr gibi serin olmasını isterdim sanırım. Siz yazınızı neye benzetirdiniz?

Yazılarımın etkisini hiç düşünmeden yazmaya başladım. Yazarlık benim yaşamıma, başka bir şey yapamamak, eğer yazmazsam, yaşama devam etmenin olanaksız olduğu bir kurtuluş yöntemi olarak girdi. Düşüncelerimi, kemâle ulaştırmanın bir çeşidi... Daha sonra okurlarımdan gelen tepkilerden, yazılarımın onlarda, dönüştürücü bir enerjiyi tetiklediğini öğrendim. Sonradan anladım ki bu benim yazarken en istediğim şeydi; durduramadığım akışın satırlardan geçebilmesi, dönüştürücü enerjinin paylaşılması.


7. Saf bir fikre erişme çabası, bir heykeli sabırla yontmaya benziyor. En önce akla üşüşen tüm düşünceleri madırgayla fazlalıklarından kurtarmak; keski ve yontma tarağı ile üslûp kazandırmak ve en son elmas kalem ile ruhun imzasını atmak... Siz düşünmenizi ve düşüncenizi neye benzetirdiniz peki?

"Düşünmek" nihâyet kapımı çaldığında, kendimi yontacağım mermer kayayı dinamitleyerek yerinden söktüm. Kamyon tutup getirdim. Çok gürültülü bir süreçti evime taşınması. Bol bol rahatsızlık verdim. Komşularımı kınadım aynı şeyi yapmadıkları için. "Heykelime bak!" diyenlerin kusurlarını aradım, buldum ve ifade ettim. Allah şahidimdir; buldozerle girdim ruhuma ve tüm ruhlara. Merhametli Yaradan ruhların değil, tek bir Ruh'un olduğunu öğretti bana. İncittiğimle incinme sanatında beni usta kıldı. Düşünce işçiliği; gürültü patırtının koptuğu, herkesin kaçtığı bir atölyenin artık nefis bir müziğin sızdığı, sanatçının minik, zarif, aletlerle ayrıntı üzerinde nâzik vuruşlarla, dokunuşlarla ilerlediği bir atölye hâline geldiği büyülü bir evrim. Orası artık, bir kadeh şarap, bir bardak çay içmek için uğradığımız; sergilenenin değil, sükûnetin bizi davet ettiği bir ibâdethânedir.


Yazma Hırsı

8. Var olma tutkusu, yok etme hırsından kurtarıyor insanı. Kendi var oluşuyla meşgul olanlar, başkalarının bahçesini tahrip etmekle uğraşmıyor. Kendi varlığını çiçeklendirmenin hevesine düşüyor. Var olma tutkusu ve yok etme hırsını nasıl değerlendirirsiniz?

İkisini birbirinden keskin sınırlarla ayıramam. "var olma tutkusu" bir iddiadır ve her iddia bir bedel ödetir. Var olmaya tutkun olmak için "Yokluk" bilinci gerekir. Bu belki de gelinecek en üst düzey bilgidir. Felsefi olarak Hegel'de ilk kez Varlık-Yokluk dikotomisi "Oluş"la aşılmıştır; felsefesi oradan başlar. Anadolulu büyük bilge İsmail Emre, "Allah için 'yok' diyemeyiz ama 'yokluk'tur diyebiliriz,"der. Tikel "ben"in yerini Evrensel olana bırakışı bir yok oluştur: Var olunduğu kabulünün, yanılsamasının giderilmesi. "Başkası"nın sayesinde ben kendimi tanımlayabilirim; dolayısı ile, başkasının varlığı ve benim onun yapıp-etmeleriyle ilgilenmem bir lütûftur. Eğer "başka", "öteki"leştirilirse, "kendi"lik potansiyelinden uzaklaşılmış demektir. Başkası ile temas, kendim ile temastır; onun eksik yanları, bende "geride bıraktığım" aşama olarak merhametle karşılık bulmuyorsa onu ötekileştirdim anlamına gelir. İnsan, çevresinde olup bitenleri yargılamakla değil, çevresinde olup bitenlerin, kendinde yarattığı duygu durumlarını gözlemlemekle yükümlü bir varlıktır.


9. "Yazma hırsı" özgünlüğü tahrip ediyor bazen. Edebî türlerle ilgilenen insanların ilk büyük sorunu özgünlük bu yüzden. Özgün olmayışın farkına dahi varılamayışı belki bundan daha da büyük bir sorun. Yazma hırsıyla dolaşımdaki popüler kelimeleri, kavramları, kitapları evirip çevirip çıktı vermek yazmak sayılır mı sizce? Bu konu etrafında neler söylersiniz?

Yine, İsmail Emre'den bir cümleyle yanıtlayayım. Der ki: "Mevlâna, aşka düştüğü için coştu, vecde geldi Sema döndü; şimdikiler döne döne aşka düşmeye çalışıyorlar." "Boş Ben"in narsisistik salvolarını, arsız çığlıklarını dinleme çağındayız. Sanırım buna katkısı olmayan yoktur. Bir yazma telâşı... Aforizmacılık... Oysa, bir bilgeyi kısa ve öz konuşturan "Yokluk" bilincidir. Bizdeyse, bir bilgelik özentisi var. Bu kötü bir şey değil hatta hayranlık olsun, ne güzel! Lâkin, hakiki hayranlık, yakıtını varlığa değil yokluğa olan hayretinde bulur: susana, imtina edene, kenara çekiliverene...


10. Cimriliğin bambaşka tezahürleri var: Kincilik, biriciklik hırsı, takdir & iltifat edememek, bir mutluluğa ortak olamamak, bağışlayamamak, yüreklendirememek, kibirli seçicilik, kusurculuk, küçümsemek. Cimrilik, çoğaltamamaktır. İyiyi, güzeli, doğruyu doğuramamak. Bir tür ruhsal kısırlık. Cimri sakındıkça azaltır kendini. Sakladıkça çürütür kendini cimri. Takdir & cimrilik üzerine siz nasıl bir bağlantı kurarsınız?

Cimrilik, denge noktası cömertlik olan bir ölçeğin, aşırı iki ucundan biridir. Diğer uçsa savurganlıktır. Cimriliğin varabileceği boyutları ve altında saklanabileceği giysileri, sorunuzda açıklamışsınız. O hâlde cimrilik savurganlığın da dengeye kavuştuğu bir durumdur diyerek tanımları sonlandırabiliriz. Yersiz iyilik, niyetini gizleyen cümleler, yoğun kaygı ve benzeri gibi yaşam enerjisinin yersiz kullanıldığı durumlar dahi savurganlıktır. Ez cümle: İtidal bütünseldir; ara basamaklar geride kalanı eleştirmek için değil minnet duymak için kullanılırsa yaşamı cömertçe kucaklamış olabiliriz.

 

Yazmak Cüreti

11. Bir aktör Kral'ı oynayabilir. Her şeyiyle O'na benzeyebilir. Ve dahi "onun gibi" var olabilir. Ama O değildir ve olamaz asla. Tıpkı bunun gibi... Bir şeyi idrak edebilme, onu yazabilme kudreti "O" olabilme imkânını veremiyor insana. Yazmak, tanrısal bir cüret veriyor insana. O gücü taşıyamayanlar, yazabildiklerini oldurabilecekleri yanılgısına düşüyor. Yazı, yazar ve var olmak arasında nasıl bir bağlantı var sizce?

Yukarıda açıkladığım gibi, yazmak bende acziyet duygusunu artırdı. Cüret etmek, risk almakla ilgilidir. Ben almak zorunda kalacağım risk olmaması için yazıyorum. Bunlar "varoluş" alanıyla, fenomenal olanla ilgilidir. Muhayyilenin iş başında olduğu yazma faaliyetinde; demem o ki özgün ve özgür bir yazım fiili gerçekleştiğinde; yazan el, muhayyile ile kalem arasında kalemi tutan bir alettir yalnızca.

 

Tanrının Kalemini Çalmak

12. Tanrısal olanla ayartılır insan hep. Tanrının sıfatları birinde / bir şeyde tezahür etmeye görsün, başı döner insanın. Son söz, son hüküm, hikâyenin sonu tanrısal bir haz verir bu yüzden hep. Tanrısal hazzın zerresini tadan; akıbeti yazmaya kalkışır son gülen olacağını sanan o şen kibirle. Oysa ister komedi, ister dram olsun Tanrı'nın kalemini çalanların akıbeti hep trajedidir. Tanrının kalemini çaldığınızı düşündünüz mü hiç?

Bir önceki soruda yanıtladım sanırım. Tanrı'yı işlerinden, sıfatlarından bilebiliriz. Demek ki, hep kenara çekilen, başarıyı paylaşan, yokluğuyla ödüllendiren bir Tanrı var. Bu yanıyla da düşünmeli. Tanrısal olanda muktedirlik, çokça yoklukla ilgili.


Yara Yazı     

13. İbn Arabî, kelimenin Arapça "yara izi" olduğunu nakleder. Yazının bir kılıç gibi kullanımı “yara yazı” kavramını ilham ediyor. Bir yarayı en iyi tarif edenler, yaralananların kendisi çoğu zaman. Yara teşhisleri yapanlar da kendi yaralarını düşünceye dönüştürebilenler. Kendi yaralarından "bazı yaralar" diye bahsetmenin yeni yollarını keşfetmiş olanlar belki de. Dillendiremediği acılarını, gösteremediği yaralarını "bazı yaralar", "başkalarının yaralarının öyküsü" diye yazıyor bazen insan. Ama açık yara gibi tıpkı, saklanmıyor "yara yazı" da. Kanıyor ama kandıramıyor yazı. Yara Yazı var mıdır? Ya da yazınızda fark ettiniz yaralar?

Uzayın olumsuzlanması demek olan "nokta"nın ortaya çıkışı; birleşen noktalardan oluşan çizgilerle mevcûdata, ilkin harf sonra kelime olarak katılışıdır yara. Bir daha dönülemeyecek olan özdeşlik alanına atılan ilk yarıktır, yara. Yarılmış benliğimden başka bir şey yazmadım, yazamadım. Özdeş alandan çıkış, kendi başkana geçiş ve sonra bir özbilinç varlığı olarak başlangıç noktasına geçiş, yâni yaşam, bir yaranın iyileştirilme çabası değil midir?


Görünmek Biçimleri

14. Chul Han'ın Psikopolitika'sında geçen "neoliberal performans öznesi kendinin girişimcisi olarak kendini gönüllü ve tutkulu bir şekilde sömürür." ifadesi ürünü bizzat kendisi olan, kendini kendi isteğiyle sömüren milyonlarca insanın hâlinin trajedisini ifşa ediyor. Hiç sömürüldüğünüz hissine kapıldınız mı? Ya da kendinizi sömürdüğünüzü fark ettiniz mi hiç?

Cömertlik bahsinde sözünü ettiğim buydu tam olarak. Kendimi sömürmenin önüne geçebilmek... Eş deyişle; hakta durabilmek.


15. Gizlenmek, ters bir teşhir sadece. Göstermek, neyi olursa olsun bir imajı ve reklamı getiriyor beraberinde. Gizlenmeyi değil, görünmemeyi değil, göstermemeyi seçmek. En sağlıklı görüntü vermek bu ayrımda saklı. Katılır mısınız? Kendinizi gösterme şeklinizi yahut görünme biçiminizi nasıl değerlendirirsiniz?

Deneyimlenmeyen her şey zamanı gelince hakkını talep eder. Gizlenmemek taraftarıyım. "Göstermemeyi seçmek" ise bir plandır. 1985 yılında Feynman'a Nobel getiren KED çalışması ve "Allah her an bir şen'dedir" âyeti gereği bu tür şeyleri planlamam. Yaşamın cömertçe akışına ket vurmak istemem. Eğer "göstermemeyi seçersem" aklını benimkinden ileriye taşıyabilenlerin, beni uyarmalarını dilerim; çok sarsıcı olsa da ilk etapta içim burkulsa da... Bazen gizlenmek bazen göstermek gerekir; bu bir dengedir ve sükûneti sağlayacak olan yalnızca niyetimizdir.


16. Flörtöz zihinler herhangi bir alanda derinleşemiyor. Zihin, bir alanla mutlak aşk mertebesine eriştiğinde mutlak patlamayı yaşıyor. Şaheserler de o aşk halinde ortaya çıkıyor zaten. Alâkalar da aşk gibi sadakat istiyor. İstikrarsız bir hırs, rekabet içgüdüsü, seçici olmayan flörtöz meraklarla içselleştirilemeyen her alanla alâka kuranlar; hiçbirinde derinleşemediklerinden gerçek bir şaheser ortaya koyamıyorlar. Her şey olmak isteyen insan, hiçbir şeyin kemâli olamıyor sanki. Katılır mısınız? Aşk şiddetinde bir alakanız var mı?

Evet var: Yokluk.


17. "Biz" adına yaptığımız genellemelerde birçok "ben"e kıyıyoruz bazen. Julia Kristeva, biz kelimesinin gittikçe bir sorunsala dönüştüğü bu zamanda “biz” yerine “benler”den bahsetmemiz gerektiğinin altını çiziyor. Ben ve biz münasebetini siz nasıl kurarsınız?

Evrenselin kavranılması, tikel ben'in, bağımsız olarak var olmadığının bilincine varmasıyla gerçekleşebiliyor. Günümüzde sorun olan yasasızlık ve özellikle ülkemizi pençesinde kıvrandıran bu vahşi hâl ile her bireyin hesaplaşması gerekir. "Boş ben" insanlık tarihinin, düşünce tarihinin ve teknolojinin verdiği tüm imkanlarla kendini kusursuz saklayabiliyor. Bu seviyede saklanan bir olgu ile hesaplaşabilmek için onun kendini açık ettiği tek alanda uyanık durmaktan başka çaremiz yok. Bu aynı zamanda, tikel benin evrensel benlik seviyesine çıkış anahtarıdır. Ancak o ben, Biz belirleniminde kendini saklayarak kaldırandır zira daha üstün bir "ifade" yolu bulmuştur.

 

Biriciklik Hırsı

18.   Özel olma arzumuz, otantiklik kaygımız "biriciklik hırsı"yla "kibir güzellemesi"ne dönüşüyor çoğu zaman. Var olma sürecimiz; bir bebeğin doğuşu, bir çiçeğin açışı, bir kuşun uçuşu gibi kendiliğinden olamıyor her zaman. Kendiliğinden olanı ne tahrip eder sizce?

Acı çekmekten, acziyete düşmekten, umutsuzluğa kapılmaktan, sevilmemekten, onaylanmamaktan korkmak, kısaca: İnsan olma sorumluluğunu üstlenmeyi reddetmek.


19. "Biriciklik hırsı" sonsuzun idrakini engelliyor. En olan'a sahip olmak hırsı, sonsuzu sınırlı bir şeye indirgiyor. Sonsuz olan Güzel'i sahiplenmek, kendinden menkul sanmak, birilerine yakıştıramamak, güzelin sonsuzluğu idrak edemeyenlerin işi. Sonsuz, tek değildir. En değildir. Sahibi yoktur. Sonsuz, sonsuzcadır. Sonsuz olan iyiye, güzele, doğruya, yüceye eşlik etmek; onu cömertçe paylaşmak bir tür görgü. Güzele eşlik edip, güzellikle çoğaltmalı. Güzel, sonsuz çünkü. Güzelin sonsuzluğuna inananlardan mısınız? Yoksa bir hududu var mıdır güzelin?

Sonsuz, sonlu olmadan var olamayandır. Sonlu, yâni sınırlanmış olan, sınırında sonsuz olanı da belirlemesi sayesinde sonsuzluğa katılandır. Güzel; sonsuzun, sonluda seyridir; hem seyreden hem de seyredilendir.


Tesir Kudreti

20. Karl Jaspers ne güzel vurguluyor; "Ya kendim olmayı kazanmak için tekrar tekrar yalnızlığı istemeye cesaret ederim ya da bir başkasının varlığında eririm." Benlikler temas eder, tesir doğurur. Ama tesirin ifratı taklit, başka bir varlıkta erimeye benzetilebilir mi sizce de?

Burası en az iki katmanlı. Şöyle ki: Yalnız olamadığı için, başkalarıyla olmak ilk katman. Milyarlar böyle yaşadığına göre, ilerlemesi tehlikeli bir durum var. İlerleyenleri bekleyen tehlike, olguyu kendi idrakleri seviyesinde sabitlemeye çalışmaktır. Yalnızlığı sevmesini önemseyen kişilerde hep bir böbürlenme sezinlerim. Oysa, evimizin kapısından içeri girince, ayakkabılarımızdan önce yüzümüzdeki maskeleri çıkarırız. Sonra, yani yalnızlık başladığında ya radyoyu açarız ya televizyonu ya telefon ederiz ya bilgisayarın başına geçeriz ya da kitap okuruz. Böbürlenmek, bu seviyeleri yarıştırmak demek. İlerlemek isteyenin dikkat etmesi gereken şey; maskeli olduğu ve maskeyi çıkardığında da kendini meşgûl etmek zorunda olduğudur. Kendiyle baş başa kalabilmek en zoru, çünkü arsız zihnimiz devreye girer. Asıl yalnızlık zihnin artık haddini bildiği durumda gerçekleşir. Yoksa dehşet bir kalabalık! Zihin artık bize saçma sapan olayları getiremez, yüzlerce kişiyi odamıza boşaltamaz hâle gelir. İşte bu yalnızlığı başarabilenler kalabalıklardan etkilenmez hâle gelir. Onlara olaylar da pek etki etmez. Öfkelenmezler örneğin; hakarete uğrarlar ama onlar sanki yalnızmışçasına tepkisiz kalırlar. Yukarıdaki "Biz"e kenara çekilebilen "Ben"le katılabilenlerdir. O nedenle o duruş her dem tanrısaldır.


21. Birbirinin kopyası yüzler gibi, "iç ses"ler de birbirine benziyor artık. Yazılarımız da ifşa ediyor ki çoğumuz kendi sesimizi; iç sesimizi kaybettik. İç sesler birbirine karıştı ve "kolektif bir özne" elde ettik: Ben Dili. Başka isimler, başka kimliklerle, başka yüzlerle; aynı şeyi, aynı iç sesle, aynı üslûpla yazıyoruz. Güçlü ruhlar, çekici benlikler, şuursuz taklitler, güçlü tesirler kendimizden uzağa düşürüyor bizi. Buna katılır mısınız? Sizin iç sesiniz, yazı sesi sesiniz nereden geliyor?

Bilginin kolaylıkla ulaşılabilir olmasından dolayı, bilgiyi edinip "satan" kişiler çok. Eğitim arttı, herkes bir şeyler aktarabilecek, sunum yapabilecek seviyeye ulaştı. Yirminci yüzyılın başında bilinçaltı ve onun işleri ortaya saçılmaya başladı. Psikoloji gelişti ve sanatta buna paralel akımlar çıktı. Şeytan, neyi saklaması gerektiğini artık çok iyi biliyor. Bu o kadar önemli ki! İnsan, bilindiği kadar var olabiliyor, gelişiyor. Bu ontolojik "baskı" demem o ki zorunluluk, bizi bilmemekten korkar hâle getirdi. Bir yandan da artık kolektif bilincin etkileri yoğunlaştı. Pandemi döneminde ortak rüyalar gördüğümüz, ortak kaygılar güttüğümüz ortaya çıktı. Arketipal "baraj bentleri"nin açıldığına dair yayınlar yapıldı. İçine düştüğümüz çelişkiye bakar mısınız! Aynı evde yaşayan ama sürekli rol yapan, kostümlerle dolaşan bir topluluk gibiyiz. Bizi bu çukurdan samimiyet kurtarır. Bilmek değil de yapabilmek... Her düşünce, RNA olarak kodlanıyor; her düşünce fiziksel bir oluş demek. Bilim sürekli uyarıyor bizi ama anlamıyoruz. Bumerang misâli, ağzımızdan çıkan her sözcük, "var oluş" alanına çıkarılmış olmanın sorumluluğunu üstlenmeye zorluyor bizi.  


22. Gerçek bir sanat eseri onu asla yapamayacaklarda hayranlık uyandırır, yapabilecekleri ise kıskandırır. Picasso'ya atfedilen "iyi sanatçılar kopyalar büyük sanatçılar çalar" sözü doğru mudur? Doğruysa başka bir ruhun tesirindeki iyi sanat kıskandırabilir mi sahiden?

Çok değil, daha üç yüz yıl önce ressamların resimlerine imza atmaları söz konusu bile değildi. Sanatçı, Tanrısal olana aracılık eden bir araç olarak görülürdü. Öznel özgünlük, eş deyişle ferdî hikmet dönemine girişle birlikte "Özne" ön plana çıktı. Zorunlu olan bu çıkışta öznenin, kendini "boş ben" olarak mı yoksa "evrensel birey" olarak mı temellendireceği sorunsalının sanattaki yansımasıdır bu "kıskançlık" sorunu. Bu düşünceyi, kavrama taşıma çabasında uğradığımız bir durak. Amma velâkin sanatçıya kapris pek yaraşır!

 

“Etkilenme Endişesi”

23.  Hayvanların bölge belirleme durumuna "territorial pissings" deniyor. En arkaik güdülerden biri olan aynı sahiplenme güdüsü insanda da var: İyi bir şeyi en önce gören, bilen, fark eden olma atikliği ile zimmetine geçirip kendine mal etme hâli. Fikirde, aksiyonda, sanatta "pişti olma korkusu" da aynı sahiplenme dürtüsünden ileri geliyor. Keşfi zimmetine geçiren, kendisinin sanıyor. Ait olduğu şeylere sahip olmaya ihtiyaç duymuyor oysa insan. Sanat ve düşünceye dair olan şeyler sahiplenebilir mi sizce?

Sanat, özgün olduğu sürece sanattır. Tinsellikten kaynaklanmayan şeye sanat denilemez. Bu, günümüzde sanat olup olmadığı sorusuyla baş başa bırakır bizi. Sanat, toplumu derinden etkileyerek, dönüştürebilecek kudrettedir çünkü sanatın kaynağı imgelem yetimizdir. İmgelem yetisi, aklın nüfuz edemediği biricik alandır. Otoriteryen rejimler sanattan bu nedenle korkarlar. Bu bölge, bilimde paradigma değiştiren buluşların da beslendiği bölgedir. Buraya kadar kullandığım "sanat" ve "bilim" sözcüklerinin önüne "gerçek" yazmak istedim zira değindiğiniz sorun hakiki olmayanın, taklit olanın ortaya konulması aşamasında ortaya çıkıyor. Sevgili dostum Metin Bobaroğlu hem olağanüstü bir düşünür ve aydındır. Onun bir sözü kulağıma hep küpedir: "Koca Marks'ın "Artı değer" koca Hegel'in "Aufhebung" ile katkıda bulunabildiği literatüre yeni bir tanım ekleme çabasındansa, özümseyerek öğrenip (edim) kendimize mâl edelim." Yeni bir şey söylediğini zanneden kişi biraz saftır. Bireysel olarak "söylem"den ziyade "eylem" döneminde olduğumuzu düşünüyorum. Kaprisli, kibirli "ben" bu devrin kanseri. Uyanık durmak gerek.


24. Jung'un "kolektif bilinçaltı" keşfinin en görünür pratiği güncel edebiyatta olduğunu söyleyebilir miyiz? Kendi yörüngemizde olsak dahi zihin, his, gündem akışımızı yazdıklarımıza yansıtarak kolektif bir bilinçaltı yaratıyoruz hepimiz. Tesir kudretimiz, etkileşim gücümüze göre kolektifin titreşimini belirliyoruz. Kolektif titreşimin, popülerin gürültüsü, hakim jargonların ve bilindik var olma biçimleri arasında; bu kolektif gürültünün uzağında insanın kendi sesini bulması ne kadar mümkün sizce?

Sonucu belirleyecek olan niyettir. Bir deney gibi düşünelim: Deneyin, yöntemini belirleyen şey, sonuçtur. İhlâs sahibi herkes kendi sesiyle konuşur. Bunu başarabilmek için, kendi sesiyle konuşmamaktan muzdarip olmak da şarttır. Öyle değil mi! Yoksa, neyi olumsuzlayacağız? Buna dinde "Lâ" felsefede "düşüncenin olumsuzlanması" deniliyor. "Boş ben" ise kendini olumlama peşindedir. Günümüzde ilişkiler, ağır bir "onaylanma" yükü altında eziliyor. Alınganlık arttı; hatta yeni nesil için, snowflake tanımı kullanılıyor. Bir kar tanesi denli dayanıksızız. Ruhsal durumumuz içler acısı; zayıf psişelerle dolanıyoruz. Kolektif alan, kusar bizi bir yerde.


25.  Her benin kendi ekseni, kendilik yörüngesi var. Öz, kendi âlemimizin ana noktası. Taklitle yörüngeyi kaybeder; tesirle eksenden uzaklaşırız. İnsanın özüne varması, kendiliğini elde etmesi için eksenini ve yörüngesini çok iyi tayin etmesi gerekiyor. Kendinizin ekseni nereye düşüyor?

Eksen söz konusu olduğunda, bir nicelik devreye girer. Soyut anlamda da iki bölge belirlenimi içerir. O nedenle, tesir eksenden uzaklaştırmaz diye düşünüyorum. Yörünge, bir "ana merkez"e işarettir; eğer eksenin ayırdığı "kendi başkam" ise, her tesir beni bana yaklaştıracaktır, yeter ki duygusal alanımda yaptığı değişiklikleri samimi bir kalple takip edeyim. Eğer "ana merkez" yalıtılmış kendilikte bulunuyorsa, bu, kişinin henüz bir sistemin içinde yaşamını sürdürdüğünün bilincinde olmadığı anlamına gelir. Güneşin keşfi gerekir, Dünya'nın sistemdeki yerini anlamak için.


Kendinin Kaşifi

26.  Kierkegaard, “yola çıkmak kendi benliğinin farkına varmaktır” diyordu, siz ne zaman yola çıktınız?

Önceleri, "kendimden bıktığımda" diyordum. Daha sonra, "kendim" olarak tanımladığım şeyin sadece kimlik ve kişilik olduğunu idrak ettim. Bu bağlamda; her gün aynı kaygı, mutluluk arayışı, dünyasal dertler ya da sevinçlerle uyanmaktan bıktığımda diye revize ettim.


27.  Ayn Rand, her tür keşif yanılgısı için keşif zorunluğunu işaret ediyor: "Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu nasıl söyleyeceğini, kendi yanlışlarını nasıl düzelteceğini insan kendisi keşfetmek zorundadır. Kavramlarının, hükümlerinin, bilgisinin geçerliliğini kendisi keşfetmek zorundadır." Keşfetmek zorunda olduğunuz o şey neydi?

Yanıldığımız, yanlış bildiğimiz. Ezberlerimizin ve temelsiz bir kendilik fikrimizin olduğu.


28.  Herman Hesse “Bir insandan nefret ederseniz, onda olan ve sizin de bir parçanız olan bir şeyden nefret edersiniz. Kendimizde olmayan şeyler bizi rahatsız etmez.” diyerek kendimizde kör olduğumuz yerleri işaret ediyor. Kendi karanlığımız ötekinin yüzünde görünür bazen. Başkalarında katlanılmaz görülen o şeyler; insanın kendinde keşfedemediği karanlığın öteki yüzüdür aslında. Karanlıklarınız hakkında ne söylersiniz?

Karanlık yanımın yaşamımda çeşitli biçimlerde ortaya çıktığını gördüm. En kuvvetli çıkış biçimi öfke idi. Son derece kontrolcü bir insandım. Kontrolcü yanımın korkaklıktan kaynaklandığını anladım. Aceleci yanım korktuğu için böyleydi; sürece katlanamıyordu çünkü. Süreç dışarıdan belirlenmeye açık olmaktır. Sürece yayılamaya izin vermeyince, süreç gelip bana yayıldı; korku, kalıcı kaygıya; kızgınlık, öfkeye dönüştü.


29.  En çok taklit edilen şeylerden biri arzu, arzunun ta kendisi. Şuursuzca tesirinde kaldığı insanların gizil arzularını arzulamak, onlara has, ait ve özgü olan şeylerin tesirinde kalıp taklit fikirler geliştirmek kendinin kâşifi olamayanların belirgin bir özelliği. Arzular, keşif ve kendiniz üzerine ne söylersiniz?

Tahkik hâsıl oluncaya kadar taklit fenâ bir şey değildir. Önemli olan taklit etmek değil, taklitte kalmaktır. Yaşam; süreçtir, devinir. Taklit etmeyi istemek, hayret edebilme yetisinin olduğunu gösterir. Hayret edebilen hayranlık da duyandır. Bilme süreci ve hatta düşünme böyle başlar derler. Benim yaşamım aşkla doludur. "Kime âşık olmadın?" daha kestirme sorudur. Aristoteles'e, Muhammed peyambere, Hegel'e, Atatürk'e, Hypatia'ya aşığım ben; onları taklit ederek dönüşmeyi seviyorum.


30.  İnsan kendini özleyebilir mi? İnsanın kendini özleyebilmesi için o kendiliğe bir vakitler olsun varmış olması gerekir. Peki ya kendi olamamış bir insan? O insan neyi özler? Hasreti hep başkaya, başkalarına olan kendini özleyebilir mi peki?

Buraya dek sıkça tekrarladım: Derdi kendiyle olanın başkasıyla ilgili sorunu, sorusu kalmaz. Hakiki içe dönüş dışarıdakini kapsayarak olanaklıdır. Dışarıya bakıp kendimizi değerlendirdiğimiz ara durum olacaktır elbette; ama bu durumun kalıcılığı kibir getirir.


Var olma Biçimleri

31.  Bir Vazgeçiş Sanatı: Bartleby Sendromu

Bir sanatçıyı sanatını yaparken seyretmek, sanatın kendisinden daha sanat bazen. Bir sanatçıyı, sanatçı yapan sanattan vazgeçmesi de sanat olabilir mi peki? “Bartleby Sendromu” deniyor: Sanatçı ruhu, yeteneği, yaratma kudreti olduğu halde çeşitli nedenlerden, nedensizlikten, nedenin ne olduğunun dahi bilinmediği durumlardan dolayı sanatçının yaratmaktan vazgeçmesi hali. Sanatın intiharı budur belki, yaratmaktan vazgeçmek. Yoklukta bir varoluş; vazgeçişin sanatı. İnsan bir şeyi yapabilecek kudreti, istidadı, potansiyeli olduğu halde yaratmaktan neden vazgeçer sizce?

Yaratmaktan vazgeçmek, "karar almak" anlamına gelir. Bir sanatçı eğer karar vererek yaratım alanından çıkabiliyorsa, "yaratım alanına hiç girmiş midir?" sorusu geliyor aklıma. Yaratmaya belki de başka alanlarda devam ediyordur. Yaratamamaksa ayrı bir sorun olmalı.


32.  Varlıklar adedince var olma biçimleri yok mudur? Var olma biçimleri varlığımızı da ifşa eder mi? Her varlığın var oluşu kendine göre midir? Varlık ve var olma biçimleri arasında kendi varlığınızdan hareketle siz bir bağlam kurarsınız?

"Varlık ve varoluş" görüşünü benimsiyorum. Fenomenler sınırsızdır. Varolan, varlıktan nasibince varoluş alanına çıkar.


33.  Ulus Baker “dostum başka bir kendimdir ve onun erdemini gözlemlerken kendiminkini görür ve tanırım" diyerek kendiliği dostça çoğaltıyor. İnsan kendisi olmaya ve kendini bulmaya, ona kendini hatırlatan dostlarıyla da erişebilir mi? "Her kuş kendi cinsiyle uçar" mı? Dostluk ve kuşların uçuşu üzerine neler söylersiniz?

Baker'in tanımı İyi, Güzel ve Doğru'nun hakkının teslim edildiği bir aşamaya işaret ediyor. Huzurlu bir tanım. Arkadaşlarımın, ben dönüştükçe değiştiğine tanık oldum. Birlikte dönüştüklerim, benim için çok kıymetli. Bazıları, alacağınız dersle yaşamınızdan çıkıp gidiyor. Baker'in tanımı doruksa yolu yürürken işimize yarayacak karşıtını da söyleyelim o zaman: "Dedikodusunu yaptığın, yaralarını deştiğin arkadaşının kanayan yarası sende bir çizik olarak bile yok mu?" İsmail Emre, bu sözüyle "sende izdüşümü olmasaydı, tanıyamazdın" demeye getiriyor.


34.  Konforun en fenası zihniyetteki değil midir? En güzel yola çıkış kitaplarından birinin yazarı olan Ian Dallas, Gariplerin Kitabı’nda şöyle diyor; "Eğer hakikati arıyorsanız, hayatınız asla eskisi gibi olmayacaktır.” Huzur müptelalığı, dinginlik özlemi, ahlak bekçiliği, zihnimizdeki taşra… Hiçbiri zihniyetteki göçü başlatmıyor. Tekâmül istiyorsak göçü de, seferi de, ıstırabı da göze almak zorundayız. Siz ne zaman göç ettiniz?

Hatırlamıyorum.


35.  Dişil yazı, Feminist düşüncede bir var olma biçimi olarak varlığını koruyor. “Eril Tahakküm”, Eril Şiddet’e karşı neler söylersiniz? Eril tahakküme karşı eril şiddetin yöntemini kullanmak bir çözüm müdür? Yoksa eril tahakküme karşı yeni bir dişil yöntem mi bulunmalı? Eril Tahakküm ve Hélène Cixous’nun Dişil Yazısı bağlamında bu konuya ilişkin neler söylersiniz?

Kadın ve erkek imgesinde yansıtılan dişil ve eril simgeler; Tinsellikte ayrılmaz bir bütünün parçalarıdır. Karşıtmışçasına görünümleri aşılması gereken diyalektik sancının bir ifadesidir. Diyalektik bir gerilim temelinde yaratılmış, oluşmuş bu dünyada en hızlı ders beden dikotomisine rağmen ruhta tecelli eden karşıt yanın varlığı olsa gerek. Bu bağlamda feministler eğer "dişil yazı"dan söz ediyor ise bu bir oksimorondur çünkü yazmak eril bir faaliyettir. Kadın da erkek de yazarken bir harekete angaje olunmuştur. Eril ve dişil olgusunu; bir merkez ve bu merkezden kendine dönmek için başlayan harekete "eril" diyerek yapılandırıyorum. Mitler ve dinler simgesel anlatımlardır. Simge çözmeye koyulmak, kendi kitabımızı okumaya başlamak demektir. Tanrılar yalnızca erkekleri, Tanrıçalar yalnızca kadınları simgelemez. Hades’in, zorbalıkla yer altına kaçırdığı Persephone hepimizde içkin dişil yanımız değil midir?  Simgeselliği çözerek, dişil yanımızla teması nasıl sağlayabiliriz? Bedende üreme potansiyelini deneyimlediğimiz kadın-erkek dikotomisi, ruhumuzda bizi bekleyen dişil yanımıza doğru bizi yönlendiren, ruhsal döllenmeyi olanaklı kılan bir araç olabilir mi? Yer altının karanlığına dalacak gözüpek bir kahramana ihtiyaç var. Epiphanius’ta geçer:“İsa, Mecdelli Meryem’i bir dağa götürür. Burada İsa’nın bedeninin bir yarısı kadın hâline gelir, onunla sevişir.” Kanımca, Feminizm tartışmalarının beden anlatımları üzerinden yapılması artık geride bırakılmalıdır. Dişil yanımız, geçici olmayan değerlerimizi temsil eder: Alıcı, anlayışlı, merhametli, fedakar, sezgisel olanı. Erkek öznenin, içindeki dişil yanla buluşması özgüven ve özgürlük anlamına da gelecektir. Kadın özneyse, halihazırda kendinde olanın örtüsünü kaldırmakla sorumludur. Böylece kadın, modern toplumda, hem katılımcı hem de yön verici özgün ve özgür birey olarak bulunuşunu taçlandırır. Akıl ve gönlün birbirini tekzip etmeden biraradalığı pek de kolay başarılacak bir hedef gibi durmuyor.


Kendilik Cesareti

36. Jean Jack Rouesseau’nun Juvenal’dan alıp, yazgısına belki de mahlas seçtiği o tanım: Vitam Vero Impendenti. Sözlükler bizi kandırmıyorsa “hakikat uğruna yaşamını riske atan kişi” anlamında. Bedelini ödediğiniz bir gerçeğe eriştiğinizi düşündünüz mü hiç?

Vardığım her durakta, değil bedel ödediğimi düşünmek ne kadar bedelsiz yaşadığımı idrak ettim. Hiçbir karşılık beklenilmeden bana bahşedilen bu yaşamı onurlu bir ölümle sonlandırmak; vefat ederek, "dönüş için ahitleştiğim" vefa borcumu ödemek anlamına gelecek diye düşünüyorum. O ara duraklarda bedel ödemişlik duygusundan daha çok, zihnim tarafından oluşturulan gereksiz yüklerin atıldığı duygusunu yaşadım.


37.  Kendini hatırlamak… Kendinize, kendiliğinize dair hatırladığınız ilk şey neydi?

Var sandığım kendimin, yalnızca bir zan olduğu idrak etmek beni sarsmıştı. İşte o anda "kendiliğim" bana yokluğuyla göz kırpmıştı; dişil yanım.


38. Dücane Cündioğlu’nun "Yaşamda en değerli şey kendiliktir. Kendiliğinden mahrum olanların en büyük sorunu; değerli değil önemli olanın peşinden koşmalarıdır" sözü faydalı, önemli ve değerli ayrımına götürüyor insanı. "Faydalı, Önemli ve Değerli" olan mukayesesini siz nasıl bir hiyerarşide konumluyorsunuz?

Etimolojik olarak bu sözcüklerin ayrımını, onlara yüklenen bu anlamlarda bulamıyoruz. Her yazarın kendi anlayışınca şekillenen, deneyimine göre biçimlenen öznel anlamlar olacaktır kuşkusuz. "Kendiliğinden mahrum olmak" kendiliğime ulaştığımda çözüme ulaşacak bir sorunsal; o hâlde yol ve yoldaki durakların bize sunduğu ayrımlar var. Yoldaki, yolun sonuyla ilgili olarak diğer yolculara yalnızca deneyimlerinden söz ettiği sürece makbûldür. Evde yalnızken, hakiki anlamda yalnız kalmamak için bulduğumuz uğraşları hiyerarşik olarak sıralamak ve birini ötekine üstün kabul etmekten söz etmiştim yukarıda. Bu da onun gibi. Saltık'ta olumsuz yoktur. İşte bu da niyetimiz ölçüsünde değerlendirme yapabilmek demektir. Yolun ara uğraklarını yüceltmek riskli. Yöntemi belirleyen, sonuç olmalı, eş deyişle yokluğu ile şimdide var olan gelecek.


39.  İnsan bazen kendisi olmayı unutur. Korkunca. Kaybolunca. Kaybedince. Kendilik cesaretini de kaybederse bir daha asla kendisi olamadan bir yabancı gibi özler kendini. Kalabalık başkalıklar arasında. Bazen kendimiz sandığımızı kaybetmeden gelemeyiz kendimize. Kaybettikçe sahip oluruz kendiliğimize. Olmayandan, olamayandan, olmayacak olandan bahsetmek; oldum demek için değil, olanın ahkâmını kesmek için değil, olması gerekenin hükmünü vermek için değil. Olmak çabası sadece.  Olamamak hıncıyla her şeyi olan hiç kimse olmaktansa; her şeyini kendi olmaya sarf edenlerden olmak; hınçsız ve kimsesiz: Olmanın Kendi Hâli.

Önemsenmeyen ya da faydasız görülen değerlerin değerini yalnızca o değerlere sahipler değerlendirebilir. O değere varanlara da eşsiz bir kudret bahşedilir: Kendilik Cesareti. Yaratma Cesareti (Rollo May), Olmak Cesareti (Paul Tillich / Kemal Sayar), Hakikat Cesareti (Michel Foucault), Yazma Cesareti (Nihan Kaya) ve Kendilik Cesareti. “Kendilik Cesareti” ifadesi bana ait olsa da benzer çok fazla kullanım var. Siz Kendilik Cesaretini nasıl tanımlardınız? 

Aynı şeyi dile getireceğim: Kendim zannettiğimin bir zihin oyunu olduğunu anladığımda varlığım ihtilâca uğradı. Cesur insan samimi olur; benim hayal kırıklıklarım var hakkında konuşabileceğim. "Eskiden" böbürlenen Gülgün var bana kahkaha attıran. Sorunuzdaki her hâl bir hedeftir. "Yol, muhataralıdır" İsmail Emre'nin söylediği gibi. Önce eyleminde, sonra düşüncesinde huzura kavuşmuş kişilerin söylemleri iddiasız oluyor. Benim hedefim, kendim olmayı sıradanlıkta bulmak. Sıradan olduğunu anlamak, gark olunan bu acziyet şifa veriyor. Düşüncelerimle baş başa kaldığımda, çekiştirdiğim, sinir olduğum, kusurunu aradığım kişiler varsa ben kendilikten nasıl söz edebilirim! Düşüncemde herkesi baş köşeye oturtup konuk edebiliyorsam söyleyecek iki çift lâfım olabilir. "Kendi" tanımı "kendi başkası" tanımı olmadan eksiktir. Hegel, özgürlüğü "artık kendi başkasının olmaması" olarak tanımlar. Özgür insan mutlaka özgündür çünkü sıradanlığını kabul etmiştir.


40.  Clarissa P. Estes, Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında “Kendin olmak zor, yıpratıcı, tehlikeli ve riskli. Ama sana dayatılanları yaşamaktansa o riske girmelisin. Unutma: hem kalıp hem gidemezsin.” diyor. Napolyon ise “taklit edilemez tek şey” diyor cesaret için. Şuursuzca tesirinde kaldığı herkesi, her şeyi taklit edebilen insan cesareti taklit etmeye cesaret bulamıyor. Kendi olma cesareti gösterenler bu yüzden çok az. Siz, kendilik cesaretine sahip olduğunuzu düşünüyor musunuz?

Başka bir şey yapamamak cesaret ise, evet! Ben başka bir şey yapamadım. Olmayan kendimi aramaktan vaz geçmeyi çok istedim; çektiğim acıların dinmesini, zanlarımla yaşadığım bölgeye geri dönmeyi yakararak diledim. Olmadı. Ben başka bir şey yapamadım. Cesur olup olmadığımı düşünmedim.