Şubat 08, 2022

Röportaj: "Zihni Tahrik Eden, Ruha Tesir Eden Bir Yazının Peşindeyim"


Muhit Dergisi, 2022 Şubat, 26. Sayı

Soran: Nahide Nagihan Akyol

Cevaplayan: Zeynep Merdan

*

1-) Merhaba, öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Geçtiğimiz günlerde Muhit Kitap’tan yayımlanan kitabınız Kendilik Cesareti öncelikle hayırlı olsun. Düşünce ve yazıyla olan irtibatınızın bir kitap olarak somutlaşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu süreçten biraz bahseder misiniz?

Çok teşekkür ederim. Kitaplar da insanlar gibi, vaktinde çıkıyorlar karşımıza. Ya da yıllarca baş ucumuzda, bilincimizin hazır olacağı zamana değin saklıyorlar kendini. Çünkü tıpkı onlar gibi vakti var bazı kitapları okumanın ve yazmanın. Vaktin gelişiyle açıklıyorum çoğu şeyi. Lise yıllarımdan beri yazıyorum, defterler, okul dergileri, bloğum Ruh Müzem ve en son Edebiyat dergileri… Kitaba giden yolları sırasıyla yürümüşüm sanırım. Fakat kitap çıkarmak eski yüzyıllardaki değerini taşımıyor artık. Çünkü yayımcılığın imkanları gün geçtikçe artsa da kalıcılık aynı şiddette azalıyor. Buna rağmen kitap çıkarma süreci tutkuyla devam ediyor çünkü tutkular da nesneleşmek istiyor. Osmanlıdan beri devam eden bir edebiyat dergiciliği var Türk Edebiyatında. Kitaba giden o süreçte dergilerin, edebiyat mahfillerinin büyük etkisi oluyor. Evet, müstakil bir varoluşun güzelliği var ama dallanıp budaklanmak için de kendini ait hissedeceği bir muhite ihtiyaç duyuyor insan. Bu noktada yazılarımın kâşifi İbrahim Tenekeci’yi ve yayımlandığı ilk mecra olan İtibar dergisini anmadan geçemem.

Artık İşaretler Zamanındayız

2-) Kitabınızın satır aralarında okuma ve yazmaya dair ipuçları, okuma ve yazma sürecine dair tespitler, kitaplardan ve filmlerden alıntılar görüyoruz. Sizce bu, örtük bir nasihatname mi yoksa zımni bir yazma atölyesi mi?

Kendilik Cesareti, temelinde bir varoluş huzursuzluğu taşıyor. O olmak huzursuzluğu çok defa kendine kızmak şeklinde yansıyor. Oysa kendine kızmak, kendine nasihat etmektir aslında. Başkalarına dayatılan nasihatler ters etki yapıyor çünkü didaktik olanın etkisini kaybettiği bir zamanda yaşıyoruz. Kulaktan, kalpten hatta zihinden çok göze hitap eden bir zamandayız. Nasihatler, ikazlar devri eski önemini kaybetti. Artık işaretler zamanındayız. İşaret ediş en çok zihne düşen bir dikkatle kendini gösteriyor. Bu sebeple zihni tahrik eden, ruha tesir bir yazının peşindeyim ben.

“Zımni bir yazma atölyesi”nden ziyade yazmak ve okumak üzerine bir düşünme daha doğru olur sanıyorum. Çünkü esasında yaptığım şeyler üzerine düşünme. Yazma gayem, fikri estetize etmek. Bu yüzden felsefeyi amaç ve yöntem, edebiyatı ise araç olarak kullanıyorum. Kendilik Cesareti için tezli bir kitap denemesi diyebilirim hatta. Kitabın sonunda tezimin bir pratiği de olsun diye 40 soruluk bir mülakat var mesela.

3-) Deneme yazarlığınız, yazılarınızı erken yaşta blog sitenizde yayınlayarak başlamış. Kitapta gerekçenizi "bedeli yaşamak israfı olan, pahalı bir ihtiras yahut düşlerin yazgıdan, olanın olmayandan intikamı" diyerek belirtiyorsunuz. O hâlde türler sizin için biçimden öte ne gibi anlamlar taşıyor?

Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk'ta Montaigne ve deneme üzerine ilginç tespitlerde bulunuyor: “Yazdıklarına son derece alçakgönüllü bir ad buldu: Deneme. Ama bu tevazunun ardında, aslında pek de sınır tanımayan bir iddia, bir kibir yatıyordu” Türler arasında denemenin daha özerk ve şahsi bir yerde durduğu söyleyebiliriz. İnsanlar etkilemek istediklerinde şiirselliği, inandırmak istediklerinde hikâyelendirmeyi, ikna etmek istediklerinde düşünceyi kullanıyorlar. Şiir okumayı müzik dinlemeye, öykü okumayı gezintiye çıkmaya, roman okumayı yolculuk etmeye, deneme okumayı ise sohbet etmeye benzetiyorum. Çünkü içler arası, iç sesler arası bir konuşmaya benziyor deneme.

Yazmak İçin Teşvike İhtiyaç Duymadım Hiç

4-) Erken yaşta başlayan yazma serüveninizde o gün ve hâlâ sizi yazmaya teşvik eden, umutlandıran, öfkelendiren şey nedir?

Taşrada, kitaplığı olan bir evde doğan bir çocuk olarak kitaplarla kaçınılmaz bir bağ kurdum. Taşra hem mahrum eder hem müstakil bir varoluşun imkânı verir. Müstakil varoluşun güzelliği vardır. Kimseye yaslanmayan, kimselere gölge etmeyen ve kimsenin önünü kesmeden kendi başına varolmanın güzelliği... Kimsesiz yerlerde bir başına çiçeklenen ağaçlar gibi.

İlk yazım 14 yaşında dostluk üzerine öyküleştirilmiş biçimde yazılmış kısa bir denemeydi. Sonra o cümleler mısralaştı ve en son denemede karar kıldı. Yazmak benim için en önce ontolojik bir ihtiyaç, varoluşsal bir yatkınlık. Hayatımın en zor dönemlerinde bile yazmak için teşvike ihtiyaç duymadım hiç. Çünkü kötücül hisler, acı deneyimler, yenilgiler bile keşfine varıldıktan sonra cümleye dönüşüyor kendiliğinden.

5-) Kitabınızda ötekiyle barış içinde olmanın ön şartının kendiyle barışık kalmak olduğunu zikrediyorsunuz. Sizce kendini öteki karşıtlığı üzerinden tanımlayan her özne sorunlu mudur?

Evet. Çünkü insanın kendini tanımlama çabası kendiliğinden olduğunda güzelleşiyor. Yok ederek var olmak, varoluşların en kötüsü. Başkaları ya da karşıtlık üzerinden kendini tanımlayan özne yıkıcı bir varoluş ortaya koyuyor. Başkalarıyla savaşan özne, kimse kalmayınca kendiyle savaşmaya başlıyor. Bu yıkıcı gücü kendine yönlendirerek dönüştürenler de var: Stefan Zweig, Kendileriyle Savaşanlar kitabında Hölderlin, Kleist ve Nietzsche’nin bitimsiz içsel mücadelelerinden bahsediyor mesela.

6-) Üstteki soru ile irtibatlı olarak merak ettiğim diğer nokta şu: İnsan kendindeki sınır çizgisini nereye çekmelidir?

Oscar Wilde "tanımlamak, sınırlandırmaktır" diyor. Tanımlamak, indirgemektir evet. Bu tespite dahi tanımlayarak yani sınırlayarak ulaşıyoruz, kendimizin sınırı da bu şekilde. Kendimizde derinleştikçe kendi sınırlarımızı keşfediyoruz. Kimsenin sınırını ihlal etmeyecek ve kendi sınırını ihlal ettirmeyecek kadar çekmeli.  Bu raddeye kadar dilediğince gezinebilir başkanın ülkesinde.

7-) Kendilik Cesareti'nde yazılarınızı ve üslubunuzu besleyen seslerden sık sık bahsediyorsunuz. "Bazı metinlerdeyse ses yok, koku var sanki." Sizin metinlerinizin kokusu nedir?

Ruhen, zihnen ve kalben ünsiyet kurduğumuz kişiler öylesine değil esasında. Her seçişle kendimizde bir parçayı ifşa ediyoruz aslında. Sevdiğim her yazar, kitap ve üsluplarda kendimden bir parça var.  Oruç Aruoba’nın özgünlüğünü, Cioran’ın zarif karamsarlığını, Simone Weil’ın ruhsal aşkınlığını, Ali Şeriati’nin tetikleyiciliğini çok seviyorum mesela.

Bilge Karasu “Benim dilim, çiçek dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin yumuşaklığına, dalgalanışına ulaşmalı.” diyor. Kokusunu bilemiyorum çünkü insan kendi kokusunu duyamaz, bunu okura sormak daha anlamlı olacak gibi. Ama adına Ruhça dediğim yazımın bir kılıç kesiği kadar derin ve bir rüzgâr gibi serin olmasını isterdim sanırım.

8-) İnsanın iç sesini muhatap kılarak kendince cevaplayacağı sorular yöneltiyor Kendilik Cesareti. Aynı zamanda sakınılması gerektiğine dair ima ya da temkinli davranmaya bir çağrı var. Ne dersiniz?

İç sesle yazılan bir kitaptan başkası beklenmezdi herhalde.  Ama içsel, kalbi hararetler çok defa taşkınlıkların ve ölçüsüzlüklerin nedeni oluyor. “Akl-ı selim” güzel bir ölçü bu noktada.  

İnsan Her An Kendini İfşa Ediyor

9-) Kitabın genelinde kendilik sürecinin cesaret mefhumuyla bağlantısı tartışılıyor. Size göre sanal dünyada gerçekleşen kendilikte cesaretten söz edebilir miyiz? Sanal dünyada tasarlanan kişiliklerin kendilikleri olduğunu düşünüyor musunuz? Kıymetli cevaplarınız için teşekkür ederim.

Herkesin hemfikir olduğu bir çıkarımla; sosyal medyada olduğumuz kişiden çok olmak istediğimiz kişiyi yansıtıyor daha çok. İdeal benlik algımızı yansıtmak için kullanışlı bir yer sosyal medya. Problem olan oradaki ideal ben ile gerçekte olduğumuz ben arasındaki mesafe. Photoshoplu fotoğraflar gibi gerçeğimize benzemiyoruz çoğu zaman. Ki yalnız sosyal medyamızla değil her seçişle kendimizden bir parçayı ifşa ediyoruz. Bir yaşam, bir insan tercihi… His, fikir, duyuş, tavır biçimi. Düşünme, konuşma, yazma stili…  İnsan her an kendini ifşa ediyor. Seçemedikleri, seçmek zorunda kaldıklarıyla bile.

Kendi adıma tarifini yapmaya çalıştığım şeye bütünüyle sahip olduğumu düşünmüyorum.  Kendilik bir ideal, varılamayacak ancak yaklaşılabilecek bir ideal. Bu yüzden bir hedef olarak önümüzde durmalı. Kendiliğe varmak, en güzel istikamet çünkü.

Derinlikli sorularınız için teşekkür ediyorum ben de.