Keşfsever etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Keşfsever etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Nisan 14, 2018

Su Olan Ne'ye Susar?

Paul-Joseph Blanc / The birth of Venus
-“Ben onun kalbindeki tanrıyla baş edebilecek miyim?”
Balzac / Langeais Düşesi  (syf: 37)

-İçinde put büyütürsen tanrı sevgisi diye, melâmet bile tersine inkılâp eder, meşrep putun olur. Melâmet şerbetini çok göstermek tersine inkılâp eder. 

-Aklım tebessüm etti bu söze. Hiçbir şey isteyememenin en büyük istemek oluşu gibi. Bunu bizzat deneyimleyip idrak ettim.

-Büyük dediğin nedir? 

-Âlâ olan. Evlâ olan.

-Bir şey isteyecek durumda olup, isteyememek belki daha faziletlidir. 

-Haddini aşan her şey zıddına döner yasasınca. Öyle çok istemek ki hiçbir şey isteyememek. Vice versa.

-“Sen iste, ben vermeye hazırım, seve seve vereceğim” diyor işte. Tanrı buyruğu.

-Tanrının ne dediğini biliyorum.  

-Ne demiş oluyor tanrı yani?

-"Umma ki küsmeyesin" 
Mahmut Vehbi Hz. 
*
"Beklentiler daima mutsuzluk getirir." 
Osho 
*
"Arzu etmemeyi arzu ediyorum."
Abdulkâdir Geylânî
"Ben arzu etmemekten başka ne arzu ederim." Peyâmi Safâ
*
"Tanrım istiyorum -ki- hayır, hiçbir şey istemiyorum. Âmin." 
Friedrich Scleirmacher

İstemeyi isteyecek isteği olan kaldı mı? Bu hal işte. 

-İstediğin şey hayatın içinde akıp gider. Dışına çıkıp bağırırsan boşa bağırıp çağırırsın. Hayatın içinde kovaladığın şey, istediğin odur. Ve ancak öyle alırsın. 

-İstemiyorum. 
İstemeyi de istemiyorum. 
İstemeyi isteme istencini de istemiyorum. 
İstememeyi istiyorum. 
İstememeyi istemeyi istiyorum. 
İstememeyi isteme isteğini istiyorum. 
İstiyorum.
Gerçekten neyi istiyorum. Soru bu. Bu benim sorum, bu sorula hemhalim. Çözünce ferahlayacağım. 

-Neye ihtiyacın var? 

-İhtiyaç değil, orada acziyet olur. Aç olan doymak ister. Tok olan ne ister? 

- Ne’ye açsın?

-Aç değilim. Sorun tam da burada. Aç olsam, uzanır ve alırım. 

-Aç olduğunu bilmezsen hiçbiri uzanıp alamazsın. Hatta belki de bu konudaki kararlılığın açlıktan bile olabilir. 

-Ket vurmak olur o. Bastırmak. 

-Aç olanı süründürürler. Öyle her uzanana vermezler. İnsan aç da olur. Muhtaç da olur. Zelil de olur. 

-Elbette ama değilim. Olsam neden söylemeyeyim? Uzanır ve alırım. Utanmam, gurur yapmam.

-Güzel şey.

-Elin uzanma iradesi… İsteği… Arzusu…

-İşte o, harekettir, hayatı doğuran hareket. Hayatı devam ettiren. Hayatın içine çeken hareket. 

-Önümde bir sofra var ve yemiyorum. Her şey var o sofrada. Hayat sofrası. Senin canın ne çekiyor o sofradan? Sen gerçekten neyi istiyorsun?

-Ben o sofrada değilim. Benim susuzluğumun, açlığımın haddi hesabı yok. Sofraya oturamam. Bilmem sofra adabını. Ben tufeyliyim, çadırlar doldururum, basitim. Edebiyat yapmam, konuşmam, söylemem. Ama hayatımın içinde o teşneliğin her zerresi vardır. 

-Benim derdim edebiyat mı? Ben sözlerle idrak ediyorum, sen halle. Benim orağım harflerdense suç benim mi? Bana söz vermiş, sana hal. 

-Bedevi bile olsam, dağda, çölde, çayırda, ben de bu halin bedevisiyim. Kuralını bilemedim ama teşneliğimi bildim. 

-Hal vermediyse suç benim mi? 

-Vermiştir. Dil de vermiştir. Hal de vermiştir. Çöl de vermiştir. Sel de vermiştir. 

-Dil de. Dilimde. Su vermemiş. Ya da su vermiş de susuzluk vermemiş. 

-Senin susuzluğun susuz oluşunun içinde. 

-“Sızıyı gideren su, suyun sızladığını kimseler bilmez.” 
Belki de ben suyumdur. O yüzden susuzluğum yoktur. 

-Su olabilirsin. Ama sana teşne olanı bulacaksın.

-Su olana teşne olan yataktır. Bir nehrin yatağı.

-"Musa kavmi için su aramıştı, o zaman Biz ona: "Asanı taşa vur" demiştik de ondan on iki pınar fışkırmıştı, böylece herkes içeceği yeri bilmişti." (Bakara, 60)

-“Biz sana Kevser’i verdik” 
Su olan nasıl su içsin? (Kevser, 1)

-İşte sen de kendi teşneni bulacaksın. O içecek. Meşrebi olacaksın onun. 

-Yatağımı bulacağım, yatağında akacağım. Ya Sen?

-Ben suyu arayanım. Ben de aramakla dindiririm. 

-Göller, denizler, okyanuslar… Senin suyunu nereden bileceksin ki?

-Sen suyu ararken su da seni aramakta olacak. “herkes içeceği yeri bilmişti.” Tanrı buyruğudur bu. 

-Suyu bulmak daha kolay, yatağını bulmaktan. Yatağı güzel bulmazsan erozyon olur, toprağı da Âdem’i de israf edersin. 

-Suç bizim mi? 

-Su’ç. Suyun suçu. 
Suyum, susuz değilim, suç mu?

Nisan 05, 2018

VI - AZ

Roberto Ferri / Anima Mundi

-Bu resmin ana öğesi ne? Vurucu kısmını söyle bana. Kadının kanadı de, adamın koltuk altında giren mızrak de. Ne görüyorsun?

-Düşmek... Mızrak, kanat, meme ucu, ağaç kökleri değil. Uçmak için düşmek. 

-Bana somut bir şey söyle. Düşmek, uçmak değil.

-El. Kadının eli. Hem duruşunu konumluyor, hem adamın kalbine dokunuyor hem de kanatlarını işlevsiz kılıyor. 

-Bildin.

-O zaman bir soru da benden. Bana bu resmin öyküsünü anlat. 

-Kadının tanrısallaşmış olduğunu görüyor mazlum insanoğlu. Kadın öyledir. Sarar, sarmalar. Yükselir böylece. Yükselebildiği kadar.

-Her kadın değil.

-Kabı nisbetince. Çektiği acıdan güç alır. Onunla var olur kadın. İnsanoğulları. Bak, insankızı değil. O el de odur işte.

-Adam tamamen Adem. Bence kanatları sonradan çıktı. Bir oluş olarak. Başı yukarıda ve akış halinde. Yüzünde sessiz bir oluş var. İnsanlığından tanrı(lı)ğa uçacakmış gibi. 

-Dayandığı, denge kurduğu yer neresi? Elini koymasa delip geçip parçalayacak gibi.

-Elini koyduğu yer neresi? Adamın göğsü... Adamda mızrak var ama. Ava gelmiş gibi... 
Ama kadının kanatları var, avlayamadı.

Kasım 23, 2017

Keşfsever'in Ayelof'la 7 Durağı

3 sene evvel yazdığım öykünün rötuşlanmış hali.
http://zeynepmerdan.blogspot.com.tr/2014/12/kesfseverin-ayelofyla-7-durag.html

(Zeyl: Her durak, başındaki ses levhaları eşliğinde okunur.)





I- Zeyn

"Bittikten sonra isim konur şiirlere"
Yazdı. Bir temmuz yazı.  Keşfsever,  Yalnızgezerin Düşleri yürüyüşlerinden birine çıkmıştı. Gün parlak, güneş sarı ve orman kasvetli soğuk yeşilliğinden farklı olarak en berrak yeşilliğindeydi. Âşık olmak için harika bir güne benziyordu ama kırlarda etek uçuşturan türden koşmalar günüydü hakikatte. Kâinatı pastoral bir neşvede temaşa etme günü… Keşfsever’in içi nasıl da güneşti o gün. Ne bir şey arıyor, ne özlemini çekiyor en müphem şeylerin ne de bir geçmiş kasvetinin tesirindeydi. En yalın hallerinden birindeydi o gün ruhu.



II- Rast
(Beatles / Across The Universe)

Ve ses. Bir ses. Oscar Wilde'nin parlak betimleri şarkı olmuş da çalıyor sanki sesi. Ormanda bir çocuk beyaz bir köpekle raks ediyor. Keşfsever öylesine mest oldu ki, kıpırtısız seyr etti. Tanrım, nasıl bir güzellik bu. Gözleri kara, teni bembeyaz, dudakları gülfem, saçları kumral ve gerçekten Yusuf soyundan bir çocuktu bu.

Onu böylesine güzel yapan şey,  yüzünün Roma heykellerini anımsatan bir kusursuzluğunda değil büyülü bir masumiyetin çocuk çehresinde ifadesini bulmasıydı. Üstelik hakikatte güzel olan ruhuydu. Ruhunun en latif şarkısıyla raks ederken gülümsüyordu çocuk. Dönüyordu, gözleri kapalıydı ve dudaklarında o uğruna sonsuz sayıda güzellemeler dizilecek tebessümü taşıyordu. “Tanrım” dedi Keşfsever. “Tanrım, bu çocuk ne güzel. Onu tüm şerlerden koru.” Post modern bir tablo önü tahlil süresinden uzundu bu seyir ve de asla bir müze duvarında değil. Hakiki bir seyrdi ve tam anlamıyla Bedii eseriydi.

Yürüdü. Ve birden aklına düştü. “Bir çiçeğe sahip olmak isteyen onun güzelliğinin soluşunu seyretmek zorunda kalır.”*  Gözleri donuk, yüzü ifadesizdi şimdi.

III- Keşf
(Mozart / Lacrimosa)

İkindi olmuş, tefekküre dalmıştı ki, birden başını ormandan gelen sese döndürdü. Öğleyin gördüğü çocuktu bu ve bir kurt cesedine işkence ediyordu. Gözlerine inanamıyordu Keşfsever. Kurdu paramparça etmiş ve zavallı hayvanın zelil ve naçiz cesedini yüzünde öğlenki tebessümünün tam zıttı şeytani bir gururla ve tiksinmiş bir gülüşle seyr ediyordu. Katline ve zaferine karşı kimsesiz ormanda bile tekebbürdü.  Üstelik başkalarının gözlerine ihtiyaç duymayacak kadar büyüktü kibri.

Dayanamadı Keşfsever ve en softa sesiyle bu tezatlar mahşeri küçük yaratığa baktı. “Sen, dedi. Sen Yusuf falan değil Azazil neslisin. Güzelliğin adi bir kibr bahanesi sana. Ve zulm edenlerden olacaksın sonunda nefsine.” “Zavallı bir mahlûka bunları yapmaya utanmıyor musun?” dedi, hakir gören, yargılayıcı ve en öfke dolu sesiyle. Huzur ve Musa kıssasındaki Musa’nın peşin hükümlülüğündeydi. Çocuk, kayıtsız bir sırıtış ve gururla Keşfsever’in gözlerinin içine baktı. “İntikamımı aldım. Köpeğimi korkutmuştu, haddini bildirdim” dedi. Ve koştu ormanın derinliklerine. Akşamın karalığı yeni bastırıyordu. Şehrin aşağısına gitmişti. Yüzünde alacağı intikamların hazzı ve içinde durmak bilmeyen bir şevk vardı. Koştu ve ormanın artık kara ve korkunç olan şeytaniliğine karıştı.

Keşfsever diline, aziz bir vaiz sofuluğunu koyan Yaratıcı’sına şükretti. Nesl-i Azazil olmadığına şükr etti ama yüzünde beyaz sofu kibri belirdi. Yargılarken öyle tepedeydi ve öylesine küçük görmüştü ki Azazil’i, en seçkin şükür hazlarından biri sandı beyaz kibrini. Güçlüydü ve iyiliği kendi iradesiyle seçmişti çünkü. Öyle sanıyordu.

IV- Öz
(Adsız-Sessiz)

Sabah geldi. Ve sarıldı sabah’a Keşfsever. Büyük caminin kâinat lambalı ışıkları altında yan yana fotoğraf çekilen sevgililer gibi sarıldı. Ve üçüncü kez önce Yusuf’a sonra Azazil’e benzettiği çocuğu gördü. Öğleydi. Muzip bir gülüşle bu sefer; "Merhaba. Merhaba ben Ayelof" dedi.  Adının Ayelof olduğunu öğrendiği bu varlığa hiç de tepeden bakmadı Keşfsever bu defa.

Keşfsever’in yüzünde bir öğle güneşi parlatan bir soru sordu çocuk.“Yürüyelim mi" dedi. Yürüdüler. Ormana, beyaz zambaklara, kurdun -şimdi dondurulmuş bir makete benzeyen- cesedine, koparılmış çiçeklere benzeyen narin kelebek ölülerine,  çiçeklerin dallarındaki bakir ve dokunulmamış hallerine bakarak, gülüşerek ve sonsuz hazda muhabbetler ederek yürüdüler. Dağların tepelerine çıktılar. Kamp kurdular beraber. Üşüdüler. Önce başına, sonra göğsüne sardığı kırmızı şalını sardı Keşfsever Ayelof'un bebeksi başına.  Ayelof da tıpkı bir babaannenin olan kara çoraplar giydirdi Keşfsever’in ayaklarına.

Sonra elinden tuttu Keşfsever’in ve söyledi çocuksu bir inanç ve kararlılıkla: “Seni çok seviyorum. Hiç kaybetmek istemiyorum. Sonsuza kadar benimle kalacaksın.”

O an için dünyadaki en mutlu insanlardan biri oldu Keşfsever ama söylediklere inanmadı Ayelof'un. Asla yalan söylemeyen ama söyledikleri doğru olmayan farklı bir lisanın sahibiydi Ayelof. Yalan söylemiyordu ama bu dünyanın gerçekliğinde yaşamıyordu. Belki de çoktan azad olmuştu aklının iplerinden. Kara, zeki, ışıklı ve çocuk gözlerinin içine bakıp gülümsemekle yetindi sadece Keşfsever.

V - Haz
(Kadebostany / Walking With the Ghost)

Kâbustu bu. Gecenin en karanlık noktasında görülen bir kâbus. Gözleri kırmızı, sureti siyah bir siluet ona doğru yürüyordu.  Yaklaşınca siluetin çok çekici bir adama ait olduğunu fark etti. Gaddar bakışlı, küstah gülümsemeli tam bir cins-i ateşti bu. Umursamadı ama içini kırmızı bir haz merakı bastırdı. Acaba bu adamı öpmek nasıl olurdu diye düşündü.  Hazdan çok merak vardı. Ve bu merak keşf değildi. Düşüncesi bitmeden ışık hızıyla dudaklarına yapıştı siyah siluetli adam Keşfsever’in. Ve Keşfsever o zamana değin bembeyaz olan heykelini kırmızı, akışkan ve pür-i ateş halinde gördü. Kendini bırakıyordu ki birden aklına "elleri elma kokan ilk kadın"ın sözleri geldi. “Utanıyorum” diyebildi. Kâbus değildi. Ama kâbus olmalıydı bu. Baştan çıkarılmıştı. Ve bunun nedeninin o beyaz sofu kibri olduğunu bir an olsun bile düşünemedi. Geceyi sehere o gamlı eser bağladı. Ve ağladı. Pişman olması gerektiği halde pişman olamamasına.

Ağladı biraz. Tuva Semmingsen / Lascia ch'io pianga notalarınca.

VI - Az
(Yusuf’u Kaybettim  / Perfume Soundtrack, Laura's Murder)

Şehrin aşağısına inmemeliydi.  Ama inecekti. Azazil yanı tutmuş ve inmişti bir gece yarısı. Ve kurtların saldırısına uğrayıp ormanda bir kelebek ölüsü bırakmıştı geriye. Ama yüzündeki duru ifadeden bunun bir soysuz bir kurt savaşı değil, soylu ve amaçlı bir mücadele olduğunu anladı Keşfsever. Soylu bir ölümdü son savaşı. Kendi Azazil’iydi savaştığı ve diyet olarak da canını vermişti. Artık melekler kadar safiydi.

Ormanda bu sefer cansız ama yine de güzel, hala güzel o yüze bakarken işte tüm bu saklanmış an’ları anımsadı Keşfsever. Eğildi ve önce yanaklarından sonra alnından öptü Ayelof’un. “Sen öyle güzel bir çocuksun ki, tüm şerlerden korusun seni Yaratıcı.” Ve nedensiz sonunu hatırladı şimdi cansız olan bu sureti gördüğü ilk anda "ama"dan sonrasını getiremediği cümlenin.

“Ama bir tarladaki çiçeğe sadece bakmakla yetinirsen, o hep seninle olacaktır; çünkü çiçek akşamın ve günbatımının ve nemli toprağın ve ufuktaki bulutların parçasıdır. Orman bana bunu öğretti. Senin hiçbir zaman benim olamayacağını, o yüzden de seni hiç kaybetmeyeceğimi öğretti.“* Ve sıcacık damlalarla yıkadı masum suretin yüzünü. Alnından öptü ve gömdü, şimdi bir heykel mermerliğinde donuklaşmış dostunu.

Mezarının üzerine beyaz bir zambak soğanı ekti. Ve bakıp söyledi; "Belki meraklı ve keşf gözü açık çocuklar sularlar bunu da, mezarının üzerinde beyaz baloncuklar çıktığını görüp, senin cennete gittiğine inanırlar…"

VII - Vaz
(Zamfir / Einsamer Hirte)

Sonra bir güneş battı. Küçük prensin günbatımı seyr edişleri tadında bir ikindi seyrine tutuldu. "Üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü: "Rabb'im budur." dedi. Yıldız batınca da:" Ben batanları sevmem." dedi." (En'am 76)
Dudaklarında gülfem tebessümü ve gözlerinde ışk ışığı yine yollara düştü Keşfsever. Artık bir ruhlar mezarlığına dönüşmüş kalbine döndü.
Bir mezar taşının nasıl olur da bu kadar şiir oluşuna baktı.
Baktı ve yeni bir meçhule hicret etti.

*: Paulo Coelho.

Temmuz 19, 2017

Aşk Putu

Keşfsever'in Enki'yle Aşk Putu Üzerine Konuşması

*

Keşfsever: Anlatacağım şeyleri sadece anlattıklarım olarak görme.

Enki: Söylemene bile gerek yok…

-Ben hiç kimseye âşık olamıyorum. Etrafımda insanlar var. Paylaşım kurduklarım. Ve bu hal artık beni mahvediyor. Onları da. Çünkü kalbim hasta. Ya da yok.

-Duvar mı var ya da duruyor musun? Bunu söylemen gerekir... Çünkü olamıyorum diyorsun…

-Hep eksik kalıyor bir şey. Ve mahvediyorum karşımdaki insanları. Bunu nasıl aşabilirim ki?

-Zor bir soru bu… Bilmediğim bir kalp… Ama bildiğimi tahmin ettiğim bir ruh… Yani benzer gördüğüm… Aynılıkları olan…

-Bu…

"Şehrin en güzel kızları, bana görünmek için yollara çıkmayı adet haline getirmişlerdi. Fakat ben, kolumda gezdirdiğim şahinim kadar gururlu olduğum için onlara tepeden bakıyor, bu zavallıları görmemezlikten geliyordum. Atımı oynatarak geçiyordum yanlarından. Fakat kalbime acayip bir ateşin düştüğünü hissediyordum. Bu ateşin sebebini bilmediğim halde beni yakıp kül etmesi çok tuhaftı. Sonunda büyük bir hüzne kapılmaktan ve derin düşüncelere dalmaktan kendimi alamadım. Elime sazımı alıp hem söylüyor, hem ağlıyordum. Zamanla ağlayıp inlemeler alışkanlık haline gelmiş, benzim sararıp solmuş, dünya ile alakam kesilmişti. (...)

Sonunda, uzaktaki köylerden birinde oturan, kehanet ve ilmiyle meşhur bir adamı bulup getirdiler.
-Efendi! Oğlunuz seviyor. Aşk hastalığına yakalanmış, dedi.
-Muhterem efendi! Kimi seviyor?
-Hiç kimseyi... Aşkın en öldürücü olan şekli budur."

Filibeli Ahmed Efendi / Amak-ı Hayal
Leyla'lı Mecnun; (syf: 119-120)

-Sen kendini bir amaca kapadın… Olamıyorum şu anki durumun olabilir başta olmak istemiyorum vardı belki…

-Bu adam gibiyim:

Enrique Simonet / Otopsi, 1890
















-Bu nedir biliyorsun… Zamanla gelişen bir hissizlik. Başta var olmayan ama sonradan artık rutine dönüşen ve bir parçan haline gelen hissizlik… Sürekli hasta görmüş bir hemşire… Merhamet duygusunu yitirir…

-Sürekli âşık gören maşuk kayıtsızlığı? Ruh, zihin, kalp ve beden…  Bu dörtlünün dörtdörtlük uyumunu kimseyle yakalayamamak belki de.

-Hayır, sen o dörtlüye ya da onları oluşturduğun dönemdeki bir fikre takılı kaldın… Bunu anlıyorum da… Bende de başka şekilde oldu bu… Ve bu saplantı hali… Bilinçli olarak yaptığın bir şey değil… Ben de filmlerdeki gibi… İlk görüşte aşk inandım… Sonra oldu da… Sen de böylesin… Ve bunun tam zıttısın…

-5-6 muhatap oldu ama. Birinde olması lazımdı ama değil mi? Olmadım.

-İmkânsıza saplandın sen… Bu dünyadaki imkânsıza…

-İnandığım şeyi arıyorum. Bulacağım şeyi. Kendi kusursuz ve mutlak idealimi.

-Bu yok… Olmayan bir şey…

-Sıfatları en olan muhteşem biri değil ki aradığım. Ben için en olan. O yüzden farklısın ve şanslısın benden, inandığın şeye rastlamışsın.

-Başta en’di belki… Tasarımının içine hapsolmuş durumdasın ve bu görülüyor… Olamıyorum olarak söylüyorsun şimdi… Ama olmuyorsun, hep red durumu…

-Aşk putu… Ama deniyorum ki. Dörtdörtlük dörtlüme uygun olmadığı halde sevgiyle ve sabırla sürdürdüklerim oldu. Ama aşk olmuyor. İlişki bile olmuyor.

-Bir kişinin sahip olacağı bir şey değil… Belki yanlış örnek ama peygamber var… Ya da yanlış zamandasın…

-Dördüne de kısmen sahip biri çıktı karşıma. Onunla da benlik savaşı ve güm… Benlik savaşından aşk doğar zannettim, doğmadı. Tersine rezil bir hatıra olarak kaldı.

-Bana kalırsa şöyle yap… Aşk putunu değil de o dört putu kır… Çünkü onlar senin putun olmuş…

-Kimseyi gerçekten sevgilim olarak görmedim ki… Yanımda birileri oldu ama hakikatte sevgilimmişler gibi hissetmedim.

-İbrahim aramak yerine İbrahim olmak zorundasın…

-Güzel öneri ama İsmail’im işte.

-Onları yıkmadan âşık olamazsın… İmkânsız…

-İsmail’sem bana düşen İbrahim’e bulunmak.

-Hayır, değilsin… Bu noktada değilsin…

-Hayatımda tek kişiye bile gitmiş değilim. Kaldı ki flört başlatmak. Çünkü keşf edilmeyi bekledim aşk konusunda. Aramayı değil. Üzdüğüm insanlar da oldu. Kalbini kırıp attıklarım. Ve hüzünlüyüm artık. Geriye kalan sadece hüzün. 

-Kalp kırıklığı iyidir…

-Katlettiği maktullere bakan katil hüznü… Sanırım ben sadece İlham Hocaya âşık olmuşum. Ve aşk bir kez olan bir şey ise de; o zamandı.

-Bu da kendine nihai şeklini vermeden önce…

-Sana göre o dört putu kırsam ümit var. Ama istemiyorum da. Anlamını kaybetti çünkü. İçimde gelmiyor. Âşık olmak. Sevmek.

-Bunu sezebiliyorum... Sen istemiyorsun olamıyor değil... Ve bunu olamıyorum diye söylenerek bir anlamda kendini teselli ediyorsun…

-Elimden gelse gitmek istiyorum bu dünyadan. Belki de bir acı çektim. Çok acı. Ve acıdan sonra anlamı yok artık hiçbir şeyin.

-Hayır, olur mu öyle şey… Eyüp sabır ile gitti Mısır’a…

-Ben ümit istemiyorum ki. Terapi de istemiyorum. Gitmek istiyorum.

-Bunu gelecekteki sen de söyleyecek mi?

-İştahım yok. Hatta o dört dörtlük muhayyel çıksın karşıma. Ona bakayım ve gideyim. Seni istemiyorum diyeyim.

-Çıkmaz… Çünkü istemiyorsun…

-Ben istememeyi istemekten başka ne isterim?

-Bu şekilde değil ama… Yeni bir put yaparak hemen o anda… Onda olmayan bir özellik… Çünkü görürsen ve olmazsan… Sonrası boşluk ve anlamsızlık… Belki de bundan korkuyorsun… Anlamsız olan bir yerde kendi yarattığın anlamı bulup onun da bir anlamı olmadığını gördüğünde, kendi anlamsızlığının içinde boğulmaktan korkuyor bile olabilirsin…

-Olabilir. Hayal kırıklığı korkusu. Muhteşem güzellikteki bir hayalin kırıklığına uğramaktan korkmak… (Buna hale de bir kelime bulmalı. Hayal & Keşf Sözlüğü için.)

-Çok iyi oldu bu… Acaba var mı böyle bir anlama sahip kelime? Kelime oradan çıktı değil mi? Heyecandan… Bir anda…

-Beni negatif doğurur hep.

-Mutluluktan doğmuş bir şey var mı çocuktan başka?..

(...)

*

Yol bir yere varmıyordu. Teşhis teskin etmiyordu. Ama yollara eşsiz kelimeler düşüyor ve muhabbet sedası yankılanıyordu arkadan.

Mayıs 16, 2017

Keşfsever'in 1 Balçık Adamı Ruhunun Mezarlığına Gömüşü V

Resim: Jennifer B.Hudson  / Flora, Medic, Baptism
http://www.arsivfotoritim.com/yazi/jennifer-b-hudson-flora-medic-baptism/
Ezel zaman içinde,
Bezm-i Elest'te tanışmışlığın getirdiği o yadigâr tanıdıklık hissi...

“Onun adını biliyordum sanki. Gözlerindeki kıvılcım, rengi, kokusu, hareketleri, her şeyi bana tanıdık geliyordu. Sanki benim ruhum, önceki hayatımda, misaller âleminde onunla komşuydu; aynı asıldan, aynı maddeden yaratılmıştı. Bizim birleşmemiz gerekiyordu. Bu hayatımda da ona yakın olmalıydım. Ona dokunmayı asla istemiyordum. Bedenlerimizden çıkan, birbirine karışan görünmez ışınlar yeterliydi. İşte bu korkunç olay, daha ilk bakışta tanıdık gelmişti bana. Önceden birbirini gören, aralarında gizli bir bağ oluşan iki âşık bu duyguyu her zaman hissetmez mi? Şu aşağılık dünyada ya onun aşkını istiyordum ya da hiç kimsenin. Başka birinin beni etkilemesi mümkün müydü acaba?”

Sâdık Hidâyet / Büf-i Kûr

*
“Dölle ovalı yüreğimi akarsuyunnan”

Ruh. Göl. Koku. Misk. Işık. Işk. Su. Su. Kuddüs olan Su… Ruhunu getir bana. Kendimle yıkayayım seni. Kendimde. Kendimden. Ruhun vaftizi de bu mu?

-Seni yıkamak istiyorum.
-Sana dökülmek istiyorum.
-Seni sonsuz yapmak…
-Seni benim yapmak.
-Bana içini dök.
-Sana içimi dökeceğim. Bana gel. Nefesimin sıcak olduğu yere.
-Seni hissetmek için neden bedenine yaklaşayım ki?
-Nefesime gel.
-Ben nefisini istiyorum. Senlenmek istiyorum. Senin olmak değil.
-Gel, benlen işte. Benim ol.

*

Burası benim bahçem. Ruhumun bahçesi… Seni ruhumun bahçesine getirdim. Elbette dolaşabilirsin, sormana gerek yok. Gel benim eteklerime dokun. Beyaz eteklerime. Bak, işte ruhumun Henriette zambakları… Çok mu dokunmak istiyorsun onlara? Sıcak mı oldu? Ne kadar terlemişsin. Elbette sarılabilirsin ruhumun zambaklarına. Anlatsana bana. Göstersene ana özünü. Ne oldu? Neden susuyorsun ki? Neden hep susuyorsun? Neden bu kadar hareketliyken bedenin, dilin bu kadar sus?

Resim: Ben Hopper / Transfiguration
http://blog.therealbenhopper.com/2015/01/07/transfiguration-new-photo-project/

(...)
Tanrım ne oldu? Bedenimin üzerindeki bu su da neyin nesi? Hayır, bu su falan değil, irin... Bulanık bir irin. Tanrım neresi burası? Ne oldu? Ne oldu? Balçıktan bir erkek heykeline benzeyen bu çamur yığıntısı da ne üzerimdeki? Berbat, necis bir koku saçan, irin damlayan bir çamur yığıntısı…

Ruhsuz, isimsiz, sessiz bir çamur yığını… Tabi ya, elbette bu bir heykelin balçığı. İnsan olamaz. Bir erkek bedeninden daha çok bir ölüden bile daha toprak, kirli ve çaresiz bir balçık.

*
“Aşk bir tanım değil midir?
Kusturucu güzellikler ardından”

Av’a giderken avlanmaktı. Soysuzca yağmalanmak.
1 rüyaya dalmışken,
özünü keşf etmeye gelmişken,
en nihayetinde vaftiz etmeye gelmişken,
ruhunun ırzına geçilmişti Keşfsever’in.

Zihindeki aptal ve şaşkın tutukluktan kurtulunca deli bir koşmak arzusuna kapıldı.Rüyanın kâbusa evrildiği ana tekabül eden gölün tekrar çöle döndüğü bir zamanda ve bir sonsuz turuncu bir vahada rahmini ve midesini tutarak koşmaya başladı Keşfsever.

Nehirler kadar ağlayıp,
Helak olurcasına kusarak.

İdrak edilmiş bir acıdan sonrasının hararetli koşmak sesi. Bu.
https://www.youtube.com/watch?v=9Daz4LrUFjU

*
Resim: Christopher David White / Asphyxia
http://christopherdavidwhite.com/index.php/portfolio/sculpture/64-asphyxia

Beden, ruhun mezarıydı.
Ruhu olmayan canlı, can değil, balçıktı.
Aşksız sevişmek, düzüşmekti  soysuzca; pişmemiş, kirli bir çamurla.

*

Ruha Müntekim ismini sevdiren zatına and vermişti, içinin beyazını kirleteni, ruhunun ırzına geçeni kılıcından nasipsiz bırakmayacaktı. Ama ruhu olmayan bir balçıktan nasıl intikam alabilirdi ki?
Zaten ölü olanı, ölmüş olanı nasıl öldürecekti ki?

Sustu.
Harap olmuş midesini ruhunun bağrına bastı.
Rahminin üzerine Zain kılıcıyla siyah bir mezarlık dövmesi -sıyrığı- nakşetti ve yoluna devam etti Keşfsever.

Mart 21, 2017

Keşfsever'in Öz'le Rastlaşması IV

I. Zeyn

Çöl. Ay var ışıltılı. Rüzgar esiyor. Siyah elbisesinin yanları raks ediyor Keşfsever'in. Varlığı mutlak, tam ve tek. Bütünlük halinde.
Sonra bir ses. Bir ses ki...



Lévon Minassian / They Have Taken the One I Love (Duduk)

... tek başınalık varlık neşesinin yerine nakıs, yalnız ve mahzun durgun bir hal geliyor Keşfsever'in. Yalnız şimdi. Çöl Issızı.


II. Keşf

1 adam. Nerden çıktı bu şimdi? Çıplak hem bu adam! Uzanıyor ama. Ölmüş mü acaba? Kim ki bu?

Varıyor yanına.
Varıyor ama gitmek değil.
Varıyor ama meraktan değil.
Varıyor ama yalnızlıktan değil.
Varıyor ama aşk'tan değil.

Yaşıyor. Dudakları ve gözleri hareket diyor. Hararetlenmiş göğsü inip kalkıyor. İnliyor gibi. Saçları ne güzelmiş... Arslan'a benziyor. Yaralı bir arslan.
Bedeni diri, sağlammış adamın. O halde neden yaralı gibi ki?
"Kanı içine sızan bir yaralı gibi."

Eğiliyor Keşfsever'in yüzü yabancıya. Suretini tam görüyor ve,
elleri anne, hali şefkatten ibaret şimdi. Nasıl oldu anlamadı. Müntekim siyahı elbisesi dahi beyazlandı.
...

Şefkat. Rahmet. Kuddüs.
Çöl, göl oldu 1'den.
Su'yun kokusu olur mu? Evet, suyun kokusu var. Elleri anne, şefkat ve rahmet olduğundan, elleri su kokuyor şimdi.

Adam gözlerini açtı. Dudaklarında müphem bir tebessüm. Elleri raks ediyor Keşfsever'in. Adamın vücudunu geziniyor. Dokunmak ama arzu değil. Dokunuyor adamın çıplaklığına. Ten ve terine.

Kuddüs olan ruh, bedeni diri, bedeni arslan, ruhu yaralı bir adamın ruhunu öpüyor.
1 ruh, 1 bedeni elleriyle öpüyor. Ellerin öpüşü.
1 ruh, 1 ruhu öpüyor. Ruhefza gibi. Ruhnevaz gibi.

Göz gözeler.
Ruhların frekansı aynı hologramda şimdi.
Kainatta 2 ruh, 1 şimdi.
Kainatta o 1 ruh, 2 bedenden başka hiçkimse yok şimdi.

Öz, dile geldi:
-Sen şifa mısın?

Çöl. Ay var ışıltılı. Rüzgar esiyor hala. Beyaz elbiseninin altları raks ediyor Keşfsever'in. Varlığı mutlak, tam ve tek. Bütünlük halinde.

Konuşmadan, tebessüm ediyor sadece. Öz Adam'a.
1 rüyaya dalıyorlar.

*

Mart 17, 2017

Keşfsever'in Öz'le Konuşması III

Ford Madox Brown
The Finding of Don Juan by Haidee, 1869
“Hatırlarsınız, bir gün dergâhta aşktan söz ediyordunuz. Bir kuş gelip pencereden içeri süzüldü. Siz anlatımınızı sürdürdünüz. Kuş yanınıza sokuldu iyice ve gelip dizinize kondu. Siz bir şey olmamış gibi devam ediyordunuz, aşkın hallerini anlatmaya. Kuş, belki de bizden daha dikkatle dinliyordu sizi. Nihayet o İlahi sırdan söz ettiniz: ‘Beni isteyen Beni arar, Beni arayan Beni bulur, Beni bulan Beni sever, Beni seven Bana âşık olur, Bana âşık olana Ben de âşık olurum. Ben âşık olduğumu öldürürüm. Öldürdüğümün diyetini ödemek Bana düşer. Onun karşılığı da bizzat Benim.’

Kuş bunu duyunca dizinizden indi, tüm gücüyle gagasını yere vurdu ve ağzından kan boşandı, oracıkta can verdi.”

Muhyiddin İbn-i Arabi.

*

-Benim için tedirgin oluyormuş. Kendisine takılıp kalmamdan.

-Tavırların ya da ağdalı konuşmaktan. Sana üstten bakıyor.

-Bana üstten bakmıyor da, ben ıskartadayken başkalarını denemek istiyor olabilir. Belki alternatiflerden biri olarak tutmak istiyor beni. Ben böyleyken bir ilişki yaşayamazmış, evlenemezmiş.

-Fazla âşık göründün. 

-Öyleyim ama…

-Rakibin var mı?

-Hayır.

-Aşık olduğunu söyleme. Hissettir. Bakışlarınla. Tavır değişikliğine gideceksin. 

-Bir haftadır sallamıyorum. Kalbimde değil. Mantığıma taşıyacağım. Mantığımla yürüyeceğim.

-Uzun ve sabr dolu bir yol olacak bu. Gerçekten âşık mısın, bunu iyi anla. Sına kendini. İbrahim gibi sına.

-Ben onun putlarını kırıyorum. Hoyratça. Sinirlendiriyorum. Ağzına ağzına vuruyorum.

-Eğer gerçekten âşık çıkarsan o sınamak sonucunda, her şeyi göze al. Vakur şövalye ol.

-Bana aşk mesleğini mi öğretiyorsun?

-Ben aşk bilmem.

-Benim mesleğim aşk.

-Ben sana kadınlara tesir etme yöntemlerinden bahsediyorum. Vakur şövalye. Tavırların böyle olsun. Duygusal değil, tripli değil, ağlak hiç değil. 


*

İnsan âşık olduğunu nasıl anlar ?

-Kafam davul gibi.

-Anlatma. Ben keşf ederim zaten. Gerçekten âşık isen.

-Sen âşık olmayı öğren. Sonra keşf edersin.

-Aşk öğrenilmez.

-Tecrübe et.

-Buradan bile aşk bilmediğin belli. Tecrübe de edilmez, onun içine lap diye düşersin. Düştükten sonra da “buymuş” dersin. 

-Bunu mu kast ettim bunlar mugalatadır. Sen, ben, ikimiz aşka don biçiyoruz.

-Ben hiç âşık olmadım ama olamamaktan değil, idrak edip, sezdiğim her aşk, aşk değildi. Vehimdi. Bana kalırsa âşık değilsin. Ama aşk dediğin şeye dahi hürmetsizlik etmek istemediğim için iddiana saygı duyuyorum. Ve olmasını istiyorum. 

-Belki de değilim, olmak istiyorum. Ya da dogmatik bir uykudayım, uyanmak istiyorum.

-Sen mümkün olan en iyi seçeneğin sahibi olan özneyi seçtin. Mehlika’yı.

-Aşk yalanına bunları veriyorum ben, gerçeğini sen hesap et.

-Şu anki şartlarında en uygun seçenek Mehlika idi. 

-Neymiş şartlarım?

-Kalçası, güzelliği, mesai arkadaşın olması…

-Şart dediğin nedir ki?

-Bunların hepsi onu en iyi seçenek yaptı.

-Kalçası, güzelliği hepsi gidecek. Bunları bilmiyor muyum? Asaletini seviyorum ben.

-Asaleti ne? Beymen takımı şık bir şekilde taşıması? Zarif parfüm seçimi? Oturma biçimi? Zenginliği şık bir biçimde taşımaya asalet diyorlar. Asalet değil hiçbiri bunların. Asalet ruhtadır.

-Biliyoruz şekerim.

-O zaman neden kalçası dedin? Ben tesirini sordum. Islak betimler yaptın sen bana.

-Sana öyle demek geldi içimden.Yaparım…

*

-Hırkayı giydim yeniden. Giydirdiler. Ütüsüz. Beresiz. Yarı gönülsüz. Belki. Neyse hadi eyvallah.

-Allah sana Mehlika’yı nasip etsin.

-Beni Arastadan ırmaklara çark ettiren dargınlığın .mına koyayım…
 Hatta mermer sütunlu şehirlerden sahil çardaklarına giden otobüslerin de.
 Bunları da koy müzene. Yakışır…

-Orası Ruhumun Mezarlığı benim.  
 Sana bu kadar Muğni davranıp içinde yanardağ kaynatan Rab benim içime Teferrüd Makamında  kabzlar düşürüyor. 
 Düşürsün… 

-Beni kollayan uçurumdayım. Beynim bedava.

-Sen böyle güzel bir şey oldun. Yakıştı sana âşık olmak. Ben de haline bakar keşf ederim. 

-Aşk benim mesleğimdir diyorum. Ben adama âşık olmuş adamım.

-İncecik bir tebessüm.

-Ben adamın .mına koyarım.

-Sen hala âşık olmadın.

-Adam diyorum adam.

-Ama bunun farkında değilsin hala. Olma.

-Sen gözleri görüyor musun? Gözler?

-Ama yakışıyor sana âşık olmak zannı bile. 

-Ben benim olan her şeyi bana yakıştırırım.

-Ben hiçbir beşere âşık olmayacağım. 

-Beşer dediğin ne? Kalıp mı? Et? Süt? Kemik? Kalça?

-İnsan olmamış canlı. O’na en güzel ben âşık olacağım. En zarif. En keskin. En asil. Onlar ölümlü doku torbalarına aşk zannına düşecekler. Kalça güzellemeleri dizecekler peşpeşe.

-Şişman kadınlar insanı tanrıdan korur gibi geliyor bana. Memesini örtsen boynuna. Korumaz mı?

-Benim memem yok bilmiyorum.

-Var, daha süt vermiyor.

-Ben hamileyim. Kimse farkında değil. Ben kâinat doğuracağım. 

-Bir erkeği koruyabilir misin?

-Benim ruhum hamile. Sen git Mehlika’nı dölle.

-O altına âşık, altın benim rengime…

-O sultana âşık. Herhangi bir Sultan’a. Sultan olmayı başarabilirsen kendini sana hediye edecek.

-Herhangi olmayan bir Sultan’ı doğurunca anlayacak. Yavrusunu.
 O içerde büyüyor şimdi. Rahim duvarına tutundu.
 Kendini kollayan uçurumda düşerken.

-O Ömer’i sevmiyor. Senin adın bile yok. Toplumun sana verdi adı kullanıyorsun. Babanın verdiği adı. 

-Ben ona Ali olacağım…

-Süleyman ol sen. Daha bir adın bile yok âşık olduğunu zannediyorsun.

-Sen? Var mı adın? Zeyn mi diyeceksin? Kürek mi? Kılıç mı? Bijon anahtarı mı?

-Keşfsever. Ben adımı kendim koydum.

-Hem yazıp hem oynuyorsun. Oynatan üstada bak bakalım.

-Bana ad diye prototiplere koyan toplumun ırzına geçerim ben. Bana kimse ad veremez.

-Kurmuş hayal perdesi…

-Ben kimsenin fahişesi de olmam. 
 Ben tek başına 1 dervişim. 

-Hadi uyu işe gideceksin.

-Uyku bile gelmiyor bana artık. Yemek de istemiyorum uyku da.

-Aşık olmadığımı anladığımda sana koşacağım. Biliyorsun değil mi?

-Bana âşık olmana izin vermeyeceğim.

-Sana âşık olmayacağım ki.

-Mehlika’na varmandan en mutlu ben olacağım. Meczup gibi sevineceğim. 
 Keşke birine âşık olabilsem de bana varmasa. 
 Başkalarına âşık olsa da kahrımdan ölsem.

-Adam gibi dua et.

-Sana çok güzel bir çizik atacağım. Kılıcımla. Öldüğünde bile izi kalacak.

-Eğri kılıç kınında paslanmalıdır.

-Ve sana hiçbir zaman dişi ya da kadın olarak görünmeyeceğim. İstersen âlemdeki tüm kadınları dölle. 

-İsteseydim seni kadın yapardım. Hem ruhen hem bedenen. Uysal olup kılıcına bağ eğmek yeterdi.

-Peki… İstemediğin için beni kadın yapmadın. Peki. Öyle san.

-İstemediğim için değil. Uysal olamam. Baş yatıramam. Ben de böyleyim.

-Ben kılıcıma baş koyana âşık olmam.
 Ben izzetimin ırzına geçene âşık olurum. 
 Olduktan sonra da onu öldürür aşk olurum.
 Aşkın ta kendisi olurum.

-Seni döllemek istiyorum, cinsel manada değil ama. Şu ateşi bırakayım sana. Taşı biraz.

-Sen beni egosantrik ve histerik bir ahmak sandın. Bu meczupla mı uğraşacağım dedin. 

-Bana kendini anlatma.

-Sonra da gittin en münasip seçeneğe içindeki ateşi yönelttin. Aşk zannettin. Deli gibi âşık olmak istiyorsun çünkü.

-Sen de münasip seçenektin… Neden öyle diyorsun? :)

-Ben bir seçenek değildim. 
 Ben hiçbir zaman seçenek olmam. 
 Beni seçeneğe indirgeyenin ırzına geçerim ben. 
 Ben tek’im. 

-Aşk bahsinde umurumda değilsin. Olmadın da. Kadındın. Dürüsttüm sana. Hep de dürüst olacağım.

-Bana yalan söyleyemezsin zaten. Ben seni bildim çünkü.

-Tamam değilsin.

-Meliha’na âşık olmanı çok istiyorum. 
 Sen ona aşık olursun, o sana. 
 Ben de o aşktan ruhumdaki harfleri doğururum.

*

Dedi ve yoluna devam etti Keşfsever.

Mart 14, 2017

Keşfsever'in Öz'le Konuşması II

William Dyce / Francessa da Rimini, 1877
-Bir hesap peşinde değilim. Bir ilişki olup olmamasının peşinde değilim. Sadece yorgunum. Ruhum yorgun.

-Biliyorum.

-Dinlenmek istiyorum.

-Farkındayım.

-Bir kıza âşık oldum. Bütün yüklediğim anlamların dışında bir şey olduğunu fark ettim. Uzay gibi. Uzay… Ve sen şimdi böyle bir adamın kahrını çekeceksin. Sana yalan söyleyemem. Bunu bil ki. Bu dostluk samimi olsun.

-Ne zaman oldu?

-Bir ay kadar oluyordu.

-Sezmiştim.

-Sezgin yüksek. Zaten saklayacak da değildim.

-Neden yenildin?

-Yenilmedim ki… Yorgun çıktım sadece.

-Varlığını anlat kızın. Yankısını.

-Bir kız arkadaşım vardı eskiden.  İğrenmezdim hiçbir şeyinden. Öyle bana yakın geldi. Ağzı, yüzü, yanları, kadınlığı hatta. Şimdi düşünüyorum ne bulduğumu. İzah edemiyorum kendime.

-Nedeni sormuyorum, tesir soruyorum. Tesirini. Sıfatlarını değil.

-Sıfatları beni irdelemedi çok. Ben soyut yaşıyorum bilirsin. Kendi kendime yaşıyorum işte. Monoblok bir gövde halinde.

-Yansımayı soruyorum. Kızı değil. Nesneyi değil. Fotoğrafını atsana.

-Fotoğraflarını sildim. Hiçbir şeyi yok. Görmek istemiyorum.

-Yankısı?

-Baş ağrısı gibi bir şey. Kalp ağrısından öte.

-İsminde M var. Sezdim.

-Başka ne sezdin?

-Beyaz ten.

-Başka?

-Uzun gibi.

-Başka?

-Gözleri ürkek ve cesur. Ceylanınki gibi. Gözleri güzel.

-Başka?

-Sesi heyecanlı. Kaşları uzun ve kavisli.

-Başka?

-Sana karşı boş değil ama başka birileri de aklına. Güç seviyor.

-Fal mı bakıyorsun?

-Hayır. Sezdim.

-Kadınların hepsi güç sever.

-Hayır, hepsi değil.

-Bir erkek bir kadına meyl ettiği zaman, kadın onu çıta belirleyip daha iyisini arar hep. Daha iyisi, daha iyisi.

-Söylediklerim doğru muydu?

-Kısmen. Aklında başka birileri yok. Aranıyor. Kendine yürünülmesinden hoşlanıyor. Ve bununla övünüyor. Beni alelade zannetti. Ben ona hakikati tarif ettim. O ise “ben buğday istiyorum” dedi. Çoğu kadın gibi.

-Çünkü kendisine ziynet muamelesi yapıldı. O da güzel bir ziynet olarak kendini armağan edip sunacağı sultanını istiyor. Sen sadece güzel bir ziynete âşık oldun. Senin olsa mutlu olursun.

-Çok güzel değil. Beni cezbetti. Aynı vadinin insanıyım zannettim.

-İnsan aynı vadinin insanını nasıl tanır ki?

-Oysa ben vadinin bütün topraklarının nefes alışını bilirken, içinde gezinir, yapraklarına vururken o pencereden bakıyor sadece. Ve birilerini arayışı. Sığ geldi bana. Çünki ben ortak kabul edemem. Tanrılaşırım. Şirk koştu bana.

-Kendini Mehlika Sultan zannediyor. Belki de gerçekten öyledir. Allah ona sultan nasip etsin. Ki bir Sultan’la evlenecek.

-Ne sultan artık…

-Göz teması kurmak ne hissettiriyor? Yenilgi? Utanç?

-Gözleri bakmıyor. İçi bakmıyor. Siyasetle bakıyor. Beni zapt etmiş gibi bakışlar.

-Kendine bir sultan istiyor. Derviş istemiyor. Feylesof istemiyor. Kral istiyor.

-Ne bok istediğini bilmiyor.

-Gerçekten âşıksan ona bir kral olduğunu ama buna tamah etmediğini göster.

-Krallık dönemi geçti gitti. Bir şeymiş gibi davranacak zamanı geçirdik. Çok zengin de olamam. Ama olsam, para bana çok yakışır. Belki makam sahibi olmama ama olsam bana çok yakışır. Çünki dünyalık olduğunu bilirim.

-O zaman neden hakikat yerine buğdayı tercih eden bir kıza vuruldun? Demek ki bu elde değil. O zaman onu kötülemekten vazgeç.

-Ben ona kıyabilir miyim sanıyorsun?

-Demek o kadar âşıksın :) “Kıyamayacak” kadar. Aşkının peşinden git. Kaybetsen bile.

-Kaybettim. Ya da o kaybetti. Bilmiyorum kim kaybetti.

-Emin olma o kadar.

-Sen artık koca bir kadın olmuşsun…

-Ne şanslısın ki Allah kalbine hala bir insanın aşkını düşürüyor.

-Aşk benim mesleğimdir. “daha asili mi var” demişti biri.

-Var. Hakikat.

-Gönlüne kıvılcım düşmeden olmaz.

-Benim sinemden aşk yükü alındı. Ben âşık olmadan öleceğim. Biliyorum.

-Ben ise aşksız olunmazam…

-Aşkına duyduğum hürmet ve üzerinde hala başka bir kadının varlığının tesiri olduğu için seninle sadece dost olacağım. Kibrim başka bir varlığın tesirinde kalmış bir adama kadın görünmeye bile razı gelmez. Ki zaten göremezsin de aşkında hakikatli isen.

-Keşke süreçler böyle matematik işlese. O olsa bu olur. Bu olsa şu olur. Ama sonuç yağma olmaktır. Başka bir şey değil.

-Bana aşkını anlat sadece. Ben senin varlık nesnende aşk üzerine olan sorularımı keşf ederim.

-Bırak. Oluruna bırak. Yönetme. Emme. Sömürme. Bırak gitsin.

-Bana âşık olma an’nını anlat. Ya da o cezbenin tesirine “evet aşkmış” dediğin o kabullenme anını.

-Kalçası bana kadınsı geldi. Onunla birleştiğimi hayal ettim. Beni tamamen aldığını. Kapsadığını. Liman gibi yanaştığımı. Dinlendiğimi.

-Yani kadınsı bir kalça başlattı aşkını? 

-O başlatmadı. Ben başlattım. Ben bitirdim.

-Bitirmedin. Yoruldun sadece. Arzun var çünkü hala.

-Arzum kadına var artık. Kadınlığa. Bu ihtimal beni diri tuttu bir süre. O da köhneyip geçti işte. Çünki boncuk dağıtıyordu. O adamlardan biri olmak istemedim. Hedefe kilitlendim. Aşağılık bir şekilde. Onlardan daha aşağılık ıslak şeyler düşündüm. Ateşli şeyler.

-Bu bir hayal kırıklığı. Mağlubiyet hissi. Kibrini kırmış. Ve aşk olmuş.

-Mağlubiyet değil. Aynı düzleme bile gelememe. Aşk benim ondan estetik devşirdiğim şeydir. Yoksa insan çoğalır bir şekilde. Düzüşür falan.

-Sana karşılık verseydi?

-Verseydi onunla çiftleşirdim. Sevişirdim. Genlerimi aktarırdım.

-Evlenmek?

-Belki o da olurdu.

-Mücadele et ve sakın yenilme.

-Bu iş benim içimdeki süreciyle başladı. Ve devşirmeye başladım. Dışarının anlamı kalmadı. Artık mücadele edecek bir şey yok.

-Değil zaten.

-Mücadele birini ayartmak için yapılır.

-Kaçıyorsun sen. Çünkü yenileceğini anladın Mehlika’ya. Kaybedeceğini bilsen de kaçma.

-Ne yaparsam yenilmiş olmam. Onu elde edip sonra tiksinmek. Bu mudur?

-O zaten kendini elde ettirmez sana. Sultan istiyor o. Ve bir Sultan’a varacak.

-Sultan’a kovalamak yaraşmaz. Gider bulur… İsterse. Ben oturup konuşmak. Dinlenmek istiyorum.

-O penceresinde… Gelip geçen âşıklarına bakıyor. Şevkle, neşveyle… Gözleri oynak. Sesi kuş gibi.

-Takılsın işte penceresinde…

-Sen sokağın ucunda duruyorsun. Yorgun. Sultan’san durma orada.

-O kendini gösterenleri görür. Ben vadiye teşneyim. Durmuyorum zaten.

-Kaçtın. Durmadın orada daha fazla yenilmiş görünmeye. Bindin yaralı siyah atına… Müphem bir sokağın olduğu yola saptın.

- Ben ne sultanlığın peşindeyim, ne sultanın peşinde olanın. Ben benim artık. Gerisi boşa çıktı. Yorgunluk var sadece. O da geçer.

-Ben o müphem sokağın olduğu yolum. Yaranı sarıp, keşf edip, seni yollayacağım.

-Sen de insanlardan bir insansın. Bana kadınlık yap. Yaramı sar istedim.

-Asla.

-Kibrine dokundu, benimkine nasıl dokunduysa.

-Sana âşık değilim ki kibrime dokunsun. Benim kibrime sadece âşık olduğum varlığın kılıcı değer.

-Yaralıyım ben.

-Biliyorum. İlk geldiğin andan itibaren. Başkasına âşık olana kadın olan fahişedir. Fahişelerden uzak dur.

-Bilmeyecekler.

-Kalbinde aşk varken sana kadın olan her dişi fahişedir.

-Zina yapacağım.

-Sultan olmadığını nişanı olur fahişelerle zina etmek.

-Sultanlığın aq!

-Bana o yüzden mi yazdın? Azıcık da olsa kadınlık görürüm umuduyla?

-O yüzden yazsam bunları söyler miydim?

-Sezerdim. Seninle bir kez daha konuşmak istiyordum. Yarım kalmıştı çünkü o konuşma. Bugün tamamlandığını hissediyorum.

-Ne düşünüyordun benle ilgili? Nasıl biriyim ben? Sez bakalım.

-İsraf olur kelimeler bundan sonra.

-Adam mıyım? İyi miyim? İnsan mıyım?

-Bu konuşma kemal oldu.

-Boktan bir adamsın diyorsun.

-Asla. Ben hissemi aldım.

-Kemal-i afiyetle her şey oldum bu dünya denen yerde. Kanı içine akan yaralı bir at. Ben de böyleyim işte. Halimce Bedrettin’em.  Demiş ya adam.

-Yoluma çıktığın için şükran.

-Sana şükran. Beni kendince keşf edip tükettiğin için.

-Aslına sadık ol ve fahişelerden uzak dur.

*

Dedi ve yoluna devam etti Keşfsever.


Aralık 13, 2016

Keşfsever'in Öz'le Konuşması I

Ary Scheffer
Francesca da Rimini and Paolo Malatesta appraised by Dante and Virgil




















-Musavvir...

-Evet, suret yapan.

-Sıretlere münasip suretler yapan.

-Onu güzellikle yapan. Estetikle yapan. Bedaatle yapan.

-Kendi gibi yapan.

-“Zatıma mir’at edindim zatını / Bile yazdım adın ile adımı.” Özetlemiş mi?

-Güzellemiş.

*

-Bizim Yunus?

-Yunus gibi gelsem kaç kişi kanar bana? Susuzluğunun farkında değil ki insanlar.

-Yunus’un işi kandırmak değil. 

-Nedir Yunus’un işi?

-Yalın olan hakikati söylemek. Süslemeden. Sade.

-Sen hakikatle kanmaz mısın? Suya kandığın gibi?

-Hakikat’e kanılmaz. Hakikat’e teslim olunur. Ama doğru, hakikat’le teskin olunur. Suya kanar gibi.

-Seni teskin ediyor mu Yunus? Enim ateşimi artırıyor. Terimi döküyor.

-“Kalpler yalnız o’nu anmakla itminan olur.” Diğer tüm malayaniler insanı daha da acıktırıyor. Haz hep “daha” diyor. Oysa itminan olunca insan daha fazlasını istemiyor. 

-Haz duyanın nazı geçer. Allah’a.

-Vaz duyanın? Vaz 1 makamdır. Naz gibi. 

-Nadanı terk etmemişsin yaranı arzularsın.

-İstememeyi istemek. Matmazel Noralia diyor ya… “ben istememeyi istemekten başka ne arzu ederim?” işte bu; Vaz Makamı.

-Güzel diyor. Gel gör ki hayat o değil.

-Değil. Bu yüzden Keşfsever’im ya. Her yere gidip, hiçbir yerin insanı olmamak.

-Yahudiler gibi…

*

-Ben kılıcım. Zain. Keskin, önce ve zarif. Zeyl: ince.

-Ve süslü. Zeyl’i boş ver ben seni anlıyorum.

-Süslü değil zeyn’li. 

-Sen seni okuyana konuşuyorsun. Gözü sana takılana.

-Ben ruhumla konuşuyorum. Ruhumu duyana.

-Çığlık mı atıyor ruhun?

-Hayır. Bazen çok dingin. Bazen hınçlı. Bazen mahzun. Bazen kibr dolu.

-Sen çıktığın yerde yalnız kalmışsın. İnemiyorsun da.

-Benim Rapunzel saçlarım da yok. Kuyuda değil, tepede hapsoldum. 

-Sen uçmayı hemen öğrenip uçmuşsun. Şimdi konamıyorsun.

-Beni sadece gök kurtarabilir. Ya da gökten gelen 1 kurban.

-Kendimi görüyorum sende. Zatımı görüyorum. Eksikliklerimi görüyorum. Acılarımı. Ağlayışlarımı. Utançlarımı. Sessizliğimi. Bazen gürleyişimi.

-Ben köşeli yıldızları sevmem.

-Batanları da sevmezsin sen. Bilirim.

-Evet, İbrahim gibi.

-Bana kendini anlatma. Ben seni bilirim.

-İbrahim’i severim. İçimizdeki putları deviren İbrahim’i. 

-İbrahim… Bir kere rüyamda görmüştüm. Güzel adamdı.

-Ben hiç güzel rüya görmem. Zaten İbrahim de bana görünmez.

-Sen İbrahim gibisin. Sana görünce ne olur.

-Ben İsmail’im. Kurban bayramında doğdum.

*

-Müntekim. 

-Bu esmaları başına sıçratma.

-Neden?

-Bu halinden eser kalmaz. Sen olmaktan çıkarsın. Ne keşfin kalır ne inceliğin ne zarafetin. İstemeyi istemek gibi bir derdin yoksa varsın olmasın bunlar. Bu da senin hayatındır. Sen zarifsin. Kanatların da zarif. Pıtı pıtı uçuyorsun. Uyu. Uyu da kanatlan bakalım.

-“Uçurumları sevenin kanatları olmalı.”

*

-Senin gözlerine daldım.

-Ben köşeli yıldızları ve tez kızaran gülleri sevmem.

-Biliyorum neyi sevip sevmediğini.

-Ben bilinmek istemiyorum. Keşf edilmek istiyorum.

-Neyin gizli ki keşf edeyim? Ben senin ruhun duyuyorum. Sen beni duyuyor musun? Duyabiliyor musun?

-Ben yankımda yaşıyorum. Yankımda kayboldum. Gürültü var. Kendimi duyamıyorum. Yankımı da.

-Ne diyorsun gürültü içinde?

-Ağlıyorum.

-Ne için?

-Kayboldum.

-Ah benim güzelim.

-Ben kimsenin değilim. Kendimin de değilim. 

-O sürgüleri indir. Savaşmıyoruz.

-“Gözlerim nemli değil, gözlerim namlu”

-Gözlerini gördüm. Bana kendini anlatma.

-Karadelik görünmez ki.

-Karadelik değil gözlerin.

-Karadelik.

-Gözlerin gök. Gözlerin kubbe.

-Gözlerim mezar.

-Gözlerini severim ben. Ama ben kızarmam. Ben senin tetikteki elini de severim.

-Ben tez kızaran gülleri ve kolay sevenleri hiç sevmem.

-Ben bir tek seni sevmem. Ben tetikteki elini senden dolayı sevmem. Gözünü, ağzını senden dolayı mı severim? Ben kızarmadan severim. Ben yekünü severim.

-Ben egoist ve kıskanç Yehova gibi severim. Ben her güzele gönül verenleri de sevmem. Sevgisini sınamamış olanları. 

-Köşeli yıldızları sen mi yarattın?

-Benim tanrım Rahman ve Rahim. Benim hiçbir köşem yok. Ben tek köşeli yıldızım. 

-Sen sevmemişsin. Seversin sen de.

-Ben hiç âşık olmadım. Ben bir kez öleceğim. Tek bir kere. 

Aralık 11, 2014

Keşfsever'in Ayelof'la 7 Durağı

Intro
"Bittikten sonra isim konur şiirlere"

Yazdı. Bir temmuz yazı. Keşfsever her zaman ki orman yürüyüşlerinden birine çıkmıştı. Gün parlak, güneş sarı ve orman kasvetli soğuk yeşilliğine nazaran en berrak yeşilliğindeydi. Âşık olmak için ne kadar güzel bir gün. Hayır, papatya toplamak için ve kırlarda etekleri uçuran türden koşmak için hakikatte. Beşeriyetin değil Kainatın güzelliğinde liriklenme günü.. Keşfsever’in içi nasıl da sarıydı o gün. Ne bir şey arıyor, ne özlemini çekiyor en müphem şeylerin ne de herhangi bir mazi gamının tesirindeydi. En berrak ve yalın hallerinden birindeydi o gün ruhu.
bu.

I
"Nothing's gonna change my Woorld, Nothing's gonna change my Woorld"
Beatles / Across The Universe
http://www.youtube.com/watch?v=PN9n1bAahg4
Ve ses. Bir ses. Oscar Wilde'nin parlak betimleri şarkı olmuş da çalıyor sanki sesi. Ormanda bir çocuk beyaz bir köpekle raks ediyor. Keşfsever öylesine mest oldu ki, kıpırtısız seyr etti. Tanrım, nasıl bir güzellik bu. Gözleri kara, teni bembeyaz, dudakları en masum pembe, saçları kumral ve gerçekten Yusuf soyundan bir çocuktu bu. Ama onu güzel yapan şey yüzünün roma heykelleri kusursuzluğunda değil bilakis kusurlu ama büyülü ve de çocuk masumluğunda olmasıydı. Üstelik hakikatte güzel olan ruhuydu. Ruhunun en latif bu sesiyle raks ederken gülümsüyordu çocuk. Dönüyordu, gözleri kapalıydı ve dudaklarında o uğruna soneler, beyitler ve de sonsuz sayıda güzellemeler dizilecek tebessümü taşıyordu. “Tanrım” dedi Keşfsever. “Tanrım, bu çocuk ne güzel. Onu tüm şerlerden koru.” Post modern bir tablo önü tahlil süresinden uzundu bu seyir ve de asla bir müze durağında değil. Hakiki bir seyrdi ve tam anlamıyla Bedii eseriydi.
Yürüdü. Ve birden aklına düştü.
“Bir çiçeğe sahip olmak isteyen onun güzelliğinin soluşunu seyretmek zorunda kalır.”*
Gözleri donuk, yüzü ifadesizdi şimdi.

II
Lacrimosa
Mozart / Lacrimosa
http://www.youtube.com/watch?v=k1-TrAvp_xs
İkindi olmuş, tefekküre dalmıştı ki, birden başını ormandan gelen sese döndürdü. Öğleyin gördüğü çocuktu bu ve bir kurt cesedine işkence ediyordu. Gözlerine inanamıyordu Keşfsever. Kurdu paramparça etmiş ve zavallı hayvanın zelil ve naçiz cesedini yüzünde öğlenki tebessümünün tam zıttı şeytani bir gururla ve tiksinmiş bir gülüşle seyr ediyordu. Katline ve zaferine karşı kimsesiz ormanda bile tekebbürdü. Kibre düşmek için başkalarının gözlerine ihtiyacı olmayacak kadar büyüktü kibri.
Dayanamadı Keşfsever ve en softa sesiyle bu tezatlar mahşeri küçük yaratığa baktı. “Sen, dedi. Sen Yusuf falan değil Azazil neslisin. Güzelliğin adi bir kibr bahanesi sana. Ve zulm edenlerden olacaksın sonunda nefsine.” “Bu mahlûka bunları yapmaya hicap etmiyor musun?” dedi, hakir, tepeden bakan, yargılayıcı ve en öfke dolu sesiyle. Katıydı. Huzur ve Musa kıssasındaki Musa’nın hızlılığı ve peşin hükümlülüğündeydi. Pis pis sırıttı çocuk ve zerre umursamadan gururla Keşfsever’in gözlerinin içine baktı.
“İntikamımı aldım. köpeğimi korkutmuştu, haddini bildirdim” dedi.
Ve koştu ormanın derinliklerine. Akşamın karalığı yeni bastırıyordu. Ve çocuk şehrin aşağısına gitmişti. Yüzünde alacağı intikamların hazzı ve içinde durmak bilmeyen bir şevk vardı. Koştu, koştu ve ormanın artık kara ve korkunç olan şeytaniliğine karıştı.
Keşfsever yazgısına sofuluğu koyan Yaratıcı’ya şükretti. Nesl-i Azazil olmadığına şükr etti ama yüzünde beyaz sofu kibri belirdi. Yargılarken öyle tepedeydi ki ve öylesine küçük görmüştü ki Azazil’i, en nadide şükür hazlarından biri sandı beyaz kibrini. Güçlüydü ve iyi’liği kendi iradesiyle seçmişti çünkü. Öyle sanıyordu. 
III
Walking With the Ghost
Kadebostany / Walking with the Ghost
http://www.youtube.com/watch?v=PQDK6x1i8jY

Kâbustu bu. Gecenin en kırmızı ve en siyah yerinde görülen bir kâbus. Gözleri kırmızı ve sureti siyah bir silüet ona doğru yürüyordu.  Yaklaşınca silüetin çok çekici bir adama ait olduğunu fark etti. Gaddar bakışlı, küstah gülümsemeli tam bir cins-i ateşti bu. Umursamadı ama içini kırmızı bir haz merakı bastırdı. Acaba bu adamı öpmek nasıl olurdu diye düşündü.  Haz’dan çok merak vardı. Ve bu merak keşf değildi. Düşüncesi bitmeden ışık hızıyla dudaklarına yapıştı siyah siluetli adam Keşfsever’in. Ve Keşfsever o zamana değin bembeyaz olan heykelini kırmızı, akışkan ve pür-i ateş halinde gördü. Kendini bırakıyordu ki birden aklına elleri elma kokan ilk kadın'ın sözleri geldi. “Utanıyorum” diyebildi. Kâbus değildi. Ama kâbus olmalıydı bu. Baştan çıkarılmıştı. Ve bunun nedeninin o beyaz sofu kibri olduğunu bir an olsun bile düşünemedi. Pişmanım, pişmanım ama keşf dedi. Keşf ettim dedi.
Geceyi sehere o gamlı eser bağladı. Ve ağladı. Pişman olması gerektiği halde pişman olamamasına. Ağladı biraz.
Bu eser notalarınca.
http://www.youtube.com/watch?v=aVlyzznCxkQ
Tuva Semmingsen / Lascia ch'io pianga







IV
Üç İntihar Çiçeği
Aradan bir susmak zamanı geçti. Ve yürüyüşlerin birinde bir mektup buldu Keşfsever, kağıtları sararmış ve zarfı pasaklı. İçini açtı ve belli ki bir öyküsü olan fakat diline hiç aşina gelmeyen mektuptaki şu sözlerin kalbini nasıl olur da bu kadar titreştirir olduğuna şaştı.
Göğsüne kekik sürerdi Nazlıcan. Bir narin kelebek ölüsü. Göğsümde bir sevda kelebeği. Vahşi bayırların maralı, mor dağların kaçağı. Nazlıcan boşluğu aramızda.
Zarfı kapadı ve özenle bulduğu yere kondurdu, zarfı bile perişan düşmüş o mektubu.
V
Adsız-Sessiz
Sabah geldi. Sabah geldi. Ve sarıldı sabah’a Keşfsever. Bir cami önüne rast gelmiş sarılmalardaki gibi sarıldı. Büyük caminin kainat lambalı ışıkları altında yanyana fotoğraf çekilen sevgililer gibi sarıldı.
Ve üçüncü Kez önce Yusuf’a sonra Azazil’e benzettiği çocuğu gördü. Öğleydi. Muzip, çocuksu bir gülüşle bu sefer; "Merhaba. Merhaba ben Ayelof" dedi. Sofuluğunu elinden alan kırmızı-siyah gecesinden sonra tekrar gözüne masum ve çocuk gelen ve adının Ayelof olduğunu öğrendiği bu varlığa hiç de tepeden bakmadı Keşfsever bu defa.
Keşfsever’in yüzünde bir öğle güneşi parlatan bir soru sordu çocuk.“Yürüyelim mi" dedi.
Yürüdüler. Ormana, etrafa, beyaz zambaklara, kurdun şimdi kötü bir hatıraya dönmüş cesedine, narin kelebek ölülerine, kuşların "uç" seslerine, çiçeklerin elvurulmamış ve toplanmamış hallerine beraber bakarak, konuşarak, gülüşerek ve sonsuz hazda muhabbetler ederek yürüdüler. Dağlara tepelere çıktılar. Kamp kurdular beraber. Üşüdüler. Önce başına, sonra göğsüne sardığı kırmızı şalını sardı Keşfsever Ayelof'un bebeksi başına, "üşüme" dedi. Ayelof da tıpkı bir babaannenin olan kara çoraplar giydirdi Keşfsever’in ayaklarına.
Sonra elinden tuttu Keşfsever’in ve söyledi çocuksu bir inanç ve kararlılıkla: “Seni çok seviyorum. Hiç kaybetmek istemiyorum. Sonsuza kadar benimle kalacaksın.”
O an için dünyadaki en mutlu insanlardan biri oldu Keşfsever ama söylediklere inanmadı Ayelof'un. Asla yalan söylemeyen ama söyledikleri doğru olmayan farklı bir lisanın sahibiydi Ayelof. Yalan söylemiyordu ama bu dünyanın gerçekliğinde yaşamıyordu. Belki de çoktan azad olmuştu aklının iplerinden. Kara, zeki, ışıklı ve çocuk gözlerinin için bakıp gülümsemekle yetindi sadece Keşfsever.
VI
Yusuf’u Kaybettim Kenan İlinde / Laura's Murder
http://www.youtube.com/watch?v=BTHK_5IiHeo
http://www.youtube.com/watch?v=FWrKck5asuA
Şehrin aşağısına inmemeliydi. İnmemeliydi. Ama inecekti. Azazil yanı tutmuş ve inmişti bir gece yarısı. Ve kurtların saldırısına uğrayıp ormanda naif bir kelebek ölüsü bırakmıştı geriye.. Ama yüzündeki duru ifadeden bunun bir soysuz bir kurt savaşı değil, soylu ve amaçlı bir ölüm olduğunu anladı Keşfsever. Soylu bir ölümdü bu son savaşı. Kendi Azazil’iydi savaştığı ve diyet olarak da canını vermişti. Artık melekler kadar safiydi.
Ormanda bu sefer cansız ama yine de güzel, hala güzel o yüze bakarken işte tüm bu saklanmış an’ları anımsadı Keşfsever. Eğildi ve önce yanaklarından sonra alnından öptü Alyefo’nun.
“Sen öyle güzel bir çocuksun ki, tüm şerlerden korusun seni Yaratıcı.” Ve nedensiz sorunun hatırladı şimdi cansız olan bu sureti gördüğü anda ama’dan sonrasını getiremediği cümlenin.
“Ama bir tarladaki çiçeğe sadece bakmakla yetinirsen, o hep seninle olacaktır; çünkü çiçek akşamın ve günbatımının ve nemli toprağın ve ufuktaki bulutların parçasıdır. Orman bana bunu öğretti. Senin hiçbir zaman benim olamayacağını, o yüzden de seni hiç kaybetmeyeceğimi öğretti.“* Ve sıcacık damlalarla yıkadı masum suretin yüzünü. Alnında öptü ve gömdü dostunu.
Ve mezarının üzerine beyaz bir zambak soğanı ekti. Ve beyaz zambaklara bakıp söyledi;
"Belki meraklı ve keşf gözü açık çocuklar sularlar bunu da, mezarının üzerinde beyaz baloncuklar çıktığını görüp, senin cennete gittiğine inanırlar…"
VII
Einsamer Hirte  
Zamfir / Einsamer Hirte
http://www.youtube.com/watch?v=0Wv3Ya9nskA


Sonra bir güneş battı. Küçük prensin günbatımı seyr edişleri tadında bir ikindi seyrine tutuldu.
"Üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü: "Rabb'im budur." dedi. Yıldız batınca da:" Ben batanları sevmem." dedi."**
(En'am 76)
Dudaklarında en masum pembe çocuk tebessümü ve gözlerinde ışk ışığı yine yollara düştü Keşfsever.
Ve ruhunun sesi olan o eser eşliğinfe mırıldandı kimsesiz;

"Ben hiçbir yerde durmamalıyım. Ben sürekli yürümeliyim."
Dostunun mezarına baktı ve yeni bir meçhule hicret etti.






https://www.youtube.com/watch?v=2sgPsNFqxC4

Zbigniew Preisner / Prayer


2014, Aralık.