Ekim 28, 2012

Dünyanın En Meşhur Aşk Romanının Sonu & Tolstoy'un Dinler İzahı

 
Leo Tolstoy
Tolstoy'u zaten severdim. Daha çok seviyorum artık.
16 yaşımda okuduğum bu güzide romanın, romanın sonuna yaraşır bu son kısmını özellikle alıntıladım:
  
 
***
 
 ...levine bir taraftan bahçedeki sakız ağaçlarından düşen damlaların çıkardığı monoton sesleri dinliyor, diğer taraftan da yıldızları ve samanyolunu seyrediyordu. şimşek çaktıkça büyük yıldızlar görünmez oluyor ama şimşeğin parıltısı kayboldukça tekrar eski yerlerinde görünüyorlardı. levine, bir süreden beri zihnini yoran sorunların çözüm yollarını bildiğini sanıyor ama bundan iyice emin olamıyordu.
 
kendisine "beni şaşırtan nedir?" diye sordu.
 
"tanrısallığın en sağlam kanıtı iyilik ve kötülüğün ne olduğunu insanlara bildirmiş olmasıdır. ben ve hristiyan kilisesi bunu kabul ediyoruz. peki ama müslümanlar, yahudiler ve budistler ne olacak? bütün bu insanlar hayatın en büyük gerçeği ve mutluluğu olan bu bilgiden yoksun mudurlar?" diye düşündü.
 
biraz daha düşündükten sonra hemen hatasını buldu. kendi kendisine "ben ne yapıyorum diye sordu?" "çeşitli dinler ile tanrısallık arasındaki ilişkileri inceliyorum. oysa bana bireysel olarak bilgi sunuldu. ben şimdi kalkmış bu bilgiyi akıl yoluyla açıklamaya çalışıyorum!"
 
"gökyüzünde görünen parlak yıldızlara bakarak "yıldızların hareket etmediğini bilmiyor muyum? ama yıldızların hareket ettiğini kabul etmezsem, yeryüzünün hareketini nasıl düşünüp açıklayabilirim?" dedi.
 
"gök bilginleri yeryüzünün karmaşık hareketlerinin hepsini birden göz önünde bulundurabilselerdi herhangi bir şeyi anlayıp hesaplayabilirler miydi? gök bilginlerinin gezegenler hakkında verdikleri bütün bilgiler ve yaptıkları hesaplamalar, gezegenlerin hareket ettiklerinin kabul edilmesine dayanmaktadır. görünüşteki bu hareketi ben de görüyorum. nitekim aynı hareketi binlerce yıldan beri milyonlarca insan gördü ve böyle giderse görmeye devam edecek. gök bilginleri bütün insanlar için geçerli olan bu bilgiye inanmamış olsalardı tüm hesapları yanlış çıkacaktı. aynı şekilde ben de bütün insanlara verilmiş olan ve bana da hristiyanlık vasıtasıyla sunulan iyilik düşüncesine sahip olmasaydım benim elde ettiğim sonuçlar da yanlış olacaktı. benim inandığım hristiyanlığın dışındaki dinlerin tanrısallıkla nasıl bir ilişkileri olduğunu söylemeye hakkım yoktur."
 
...
 
"bu yeni duygu beni değiştirmedi. düşündüğüm gibi birden bire aydınlatmadı. dolayısıyla bunun şaşılacak bir tarafı yoktu. bu duygu çektiğim acılarla gönlüme işledi. ben farkına varmadan adeta kalbime yerleştirildi."
 
...niçin dua ettiğimi hala mantıklı bir şekilde açıklayamıyorum. ama dua etmeye devam edeceğim. bundan sonra başıma ne gelirse gelsin artık hayatımın her dakikası anlamlı bir şekilde geçecek. eskiden anlamsız olan hayatım, ona verebildiğim iyilik düşüncesiyle anlam ve değer kazanacak..."
 
SON
 
Lev Nikolayeviç Tolstoy / Anna Karenina, II. Cilt, XIX Bölüm, (syf: 542)

MVO / "Araf"



hem iyi hem kötü olanlar mı?
iyiyi bildiği halde, karaya girip çıkanlar mı?
bir türlü seçim yapamayanlar mı?

yoksa rahmeti daha büyük diye,
eşit de olsa kara ve beyazları iyi'lerden sayılanlar mı?

*

yerimi bilmem, bilmem ne taraftayım..

Ekim 23, 2012

ZM / Benim İsmail'im


İsmail'in kurban edilmesi, temsili
Yarın Arefe günü. Öbür gün kurbanlar kesilecek. Haberlerde koca koca hayvanların sokaklarda koştuğu aptal videolar gösterilecek. Bir yığın üçkağıtçı şeker-çikolata reklamları ekranları süsleyecek. Yaşlı dedeler ve ninelerin hüzünlü bakışlarının ve beklentilerinin bize ‘şeker’ gelmesi umuduyla. Bir iki buldum ben beşeri, bir dünyanın aptalı, bir bedenin kokoşu tüm bu olanları ilkel ve canice bulacak. Hayvanca diye. Ama içimizde katl ve şiddet güdüsü var ya, kurban da bu yüzden var ya, onlara bu güdüyle bakacağım ben de. İçimdeki katl arzusuyla!

Kurbanın benim için extra bir ayrıcalığı var. Kurban bayramında doğdum çünkü. 1990’nın kurban bayramında. Anneciğim çekine çekine doğuracağı geldiğini belli etmiş. Bazı örflerine “kurban olduğum” –möhü- yöremin sakinlerinden olan bir akrabam deyivermiş hatta “adıyla doğdu, kurban koyun” diye. –ah Allah’ım, ne güzel bir ironidir, ne inceden bir alaydır bu bana- Neyse ki kız doğmuşum ve şimdiki güzel ismim bana bahşedilmiş.

Hepsine rağmen kurban bayramında doğmak güzel. Seviyorum, tutkunum işaretlere ya tutup benim gibi birinin doğumunu hayvanların kesildiği, kanın bol olduğu, bin bir türlü açıklanamaz inceliklerle donatılmış bir güne denk getiriyor. Fedakarlığın resmi olan bir olaya. Belki de benden bir fedakarlık istiyor.

Çoğu insan tiksinerek, “ayy!” diyerek bakıyor –bakamıyor- ama tüm şiddetine, çirkinliğine rağmen hayvanların kesilmesine, kimilerine göre “hunharca katledilmesine” bakıyorum ben. -gerçi artık özel yerlerde yapılıyor kesimler- Özellikle ölüm an'larına. Tasavvufi bir yorumdur, kurban içimizdeki şiddet ve katl duygusunu sükun içindir diye. Otopsi videolarına dahi baktığımı varsayarsak bu bana hiç de tiksindirici gelmiyor. Sadece kendimi ceset gibi hissediyorum. Duyguları ve hisleri olmayan bir doku torbası gibi. Tabi rahatlıkla değil, içim gidiyor izlerken. -aslında çok tuhaf, bir tarafta da aslında kurbanlardan farkı olmayan porno dünyası var-

Kurban’ın bir anlamı daha var. En önemli anlamı. Fedakârlığın daniskası olması yüzünden de bir anlamı var;

*

Kurban'ın hikmeti konusundaki yazıların ikincisi, İranlı entelektüel Dr. Ali Şeriati'nin "Hac" isimli kitabında yer alan "Baba Oğul Arasında Konuşma" başlıklı bölümden alınma birkaç paragraf olacak:

"Bu İbrahim’in dinidir; kana susamış tanrıların, mazoşistlerin ve işkencecilerin değil. İnsanın mükemmelliğe ulaşmasının, bencillikten ve hayvani arzularından kurtulmasının hikayesidir yaşanan. İnsanın daha ulvi bir makama ve aşka ve bilinçli bir insan olarak sorumluluklarını yerine getirmesine engel olacak her şeyden azade olduğu bir iradeye yükselişidir...

Hikaye, bir koçun kurban edilişiyle sona eriyor. Bu, Yüce Allah'ın tarihin en büyük insan trajedisinin sonuna ilişkin dileğidir - birkaç aç insanı doyurmak için bir koç kurban etmek.

Sen de İbrahim gibi kendi İsmail’ini getirmelisin Mina'ya. Senin İsmail’in kim? Ancak sen bilebilirsin, başkası değil. Belki eşin, işin, yeteneğin, gücün, cinsiyetin, statün vs. Ne olduğunu bilmiyorum, ama İbrahim’in İsmail’i sevdiği kadar sevdiğin bir şey olmalı. Senin özgürlüğünden çalan, görevlerini yerine getirmeni engelleyen, seni eğlendiren, hakikati duymaktan ve bilmekten alıkoyan, sorumluluk kabul etmektense meşrulaştırıcı sebepler ürettiren ve seni sadece gelecekte senden gelecek yardım için destekleyen ne varsa; işte bunlar onun işaretlerindendir. Onu arayıp bulmalısın. Eğer Allah'a yaklaşmak istiyorsan, İsmail’i Mina'da kurban etmen gerek.

İsmail’in yerine geçecek koçu (fidye) sen tespit etme, bırak Allah sana yardım etsin ve bir hediye olarak göndersin. O, koçu ancak bu şekilde kurban olarak kabul eder. Koç ancak İsmail’in bedeli olduğunda kurbandır; yalnızca kurban olsun diye koç boğazlamak ise kasaplıktır.
italic'li alıntı;

Mar Adentro'dan



Roza'nın radyoda çaldığı şarkı; Kara Gölge.

*

Genç bir yaşta gerçekleştirdiği talihsiz bir atlayıştan dolayı, yıllarca felç halinde yatağa bağımlı bir hayat süren Ramon’un, bu şekilde yaşamayı onursuzca bulup ötanazi istemesi üzerine kurulu gerçek bir hikayeden uyarlama bir film Mar Adentro (İçimdeki Deniz)

Aşağıdaki dialoglar, Roza’nın Ramon’u bu dileğinden vazgeçirmeye geldiği ilk ziyaretinden. Filmin ortalarına doğru Ramon’a aşık da olan Rosa sonunda Ramon’u anlayacak ve ona kanunların vermediği özgürlüğü kendi elleriyle verecektir.
*
Rosa: geçenlerde seni televizyonda gördüm.

Ramon: hımm. gördün mü. yaklaşıyoruz.

Rosa: neye?
Ramon: burda olma nedenine.
Rosa: söylediklerini duydum ve gözlerine baktım. gözlerin çok güzel. ve düşündüm nasıl da hayat dolular. öyle gözleri olan biri neden ölmek ister ki. bazen hepimizin sorunları oluyor. onlardan kaçamazsın biliyorsun değil mi.
Ramon: ben sorunlarımdan kaçmıyorum. tam tersine..
Rosa: evet kaçıyorsun. buraya o yüzden geldim.
Ramon: neden?
Rosa: şey. yaşamak istemeni sağlamaya. ve sana hayatın..
Ramon: ve hayatın ne?
Rosa: yaşamaya değmez mi?
Ramon: baksana, beni görmeye mi geldin yoksa ikna etmeye mi?
Rosa: hiçbiri. ben sadece dostun olmak istiyorum.
Ramon: eğer öyleyse roza, dileğime saygı göstermekle başla.
Rosa: ama bu dar görüşlülük.
Ramon: beni yargılama. beni yargılama roza. kendi evimde değil. ya ben seni yargılasam? istediğin bu mu? burda oluşunun gerçek nedeninden söz edelim. belli ki boşuna didinen bir kadın olmandan dolayı bu sabah hayatına bi anlam katmayı umarak uyanmışsın.
Rosa: (yerinden kalkıp, çıkar)
Ramon: evet kaç. yapabiliyorsan kaç.

Ekim 18, 2012

Osho / Utangaçlık

utangaçlık her zaman sinsi bir egonun yan ürünüdür. ego, alışıldık oranda ne yapması gerektiğini ve gücü nasıl elde tutacağını bilir, dolayısıyla başarılısınızdır. alışık olmadıklarında ve bilinmeyende ego ne yapacağını bilmez çünkü bilinmeyeni anlama becerisi yoktur. bu yüzden küçülür, geri çekilir ve bu küçülme hissine utangaçlık denir.

egoistliğiniz ne kadar fazlaysa, o oranda utangaçsınızdır çünkü kendinizi yeni durumlara açamazsınız. yeni durumlar sizin bir ahmak olduğunuzu kanıtlayabilir, yeni durumlar bastığınız yeri ayağınızın altından çekip alabilir.

utangaç insanların saldırganlığı fark edilmez. utangaç insanlar soğuktur, mesafelerini her zaman korurlar. bu mesafe bir stratejidir: işlerle başa çıkamadıklarında kaçabilirler.

*

Osho / Aydınlanmanın ABC'si

Ekim 15, 2012

ZM / Kar Altında Hüzün Denemesi

Cemal Bey'in Köşkü / 2011, ocak
Ketumi: demin gözüme bir Develioğlu sözlüğü ilişti. açıp bakıverdim hemen o naif kelamlara yine; Ruhnevaz ve Ruhefza.. Cemal bey, köşkü, yağan kar, hal-i dilimiz. ne hoş, ne latif bir gün idi. zaman geçtikçe üstünden daha güzel oluyor o günümüz.

Z: o vakit ne iyi olmuş ki, fotoğraflarla o an’ları saklamışız. sanırım biraz özlem oldu. bende de oldu.

K: evet efendim özlem, içim hep özlem dolu. Şiirleri, beyitleri, dağları, eski günleri. hepsi, hepsi çok uzaklarda kaldı sanki.

Z: ama özlemek de güzel değil mi?

K: öyle.

Z: kahırlanmak bile güzel’ken. kıskanmak hep güzel’ken.
2012, ekim

*

Şüphe yok ki ketumi, bu ıssız vadi’ye de olsa, yazılmaktan hoşlanmazdı. Yüzünün, hislerinin belli edilmesinden hoşlanmazdı. Azmi’ye benzemezdi. Antika’cıydı. O’nun yeri sandık içiydi. Azmi’nin müzeciliği o’na göre değildi.

İçine şiirleri, resimleri, parfümleri, her türden geçmişi doldurduğu perişan, eski bir kutsundan başka neyi vardı ki. Birkaç parça elbisesi, yaşlılıktan ağarmış bir lacivert mont, bir üniversite hayatına tanıklık etmiş adidas ayakkabılarından başka. Başka ne’yi vardı ki üzerinde. Görünüşüne dahi önem vermeyen biri, görünmeye önem verir miydi hiç.

Bu yazı için –hoş her zaman şikayetçi oldu bundan- hiçbirine kulak asmayacağım ketumi. Seni cümlelerle dahi olsa ayan edeceğim. Saklanamazsın artık. Herkes bilecek seni.
Ne yaşından, ne isminden, ne o profilden belki de güzel’liğin aynen senin de dediğin gibi hüzün hali olabilecek yüzünden çok bahsetmeyeceğim ama. Cinsiyetini dahi söylemeyeceğim. Ama ruhunu ele vereceğim burada. Buna bir şey diyemezsin. Her şey kurallara uygun.

Seni ilk gördüğüm zaman bundan nerdeyse altı yıl önceydi. En arka sırada oturmuş kağıda çizikler atıyordun. Sonra en arka sırada yanına düştüm. En arka sıranın arkadaşı olduk. Şımarıklığın, ukalalığın sınırlarını zorladık. Birlikte kahkahalar attık. İçime sızdın, ruhuma sızdın. Sonra da geldin benim dostum oldun.

Unutmamın neredeyse imkansız olduğu –hayır o sabaha karşı’yı hiçbir zaman unutmayacağım, kulakların iyi duysun bunu- 21 ocak 2009 oldu sonra. Seni tamamen kaybettiğime emin oldum. Aslında ölmemişsin ki, yine beraber olduk.
Her şeyi zamana göre kodlayan bir kafadan nasıl bir yazı çıkabilir ki. Aynen yukarıdaki gibi, olaylar silsilesi. Oysa ben seni şiir gibi yazmak isterdim. Ya da dosto’nun karakterleri gibi. Elimden gelse o sevdiğin divanların beyitlerine saklayacağım seni. Ama olmuyor ki, içime öfke doluyor. İçimdekileri keskin, incecik ve ölümcül güzel yapamıyorum diye kaba dilime, yeteneksizliğime kızıyorum. Yoksa senin içimi titreştirmen de bir eksiklik yok.

Sevdiğin şarkıları seviyorum –hepsini dinlemediğim için kızsan da bana- özellikle içinde kendini bulduklarını istemesem de seviyorum. Elimde olmadan meyl ediyorum onlara. Shape of my heart, lonely day, isimlerini yazmaya üşendiğim klasik müzikleri.
Bunu sana söylemedim ama eski montunu bile seviyorum. Soğuktan ölecek olsam dahi giymeyecek olduğum o yaşlılıktan ağarmış lacivert montunu. Yolda yürürken bana attırdığın kahkahaları. Ahmet Hamdi Tanpınar tarzı, yerelliklerle, inceliklerle –şu an bile sırf “bilkut abla” hatırına bir kahkaha daha atıverdim- dolu, hicivlerini, esprilerini.

*
Kısa da olsa yazarken bu şeyciği, yağmurdan, ani hava açmalarına kadar her hale soktunuz beni. Ama en çok kar’ı seviyorsunuz biliyorum. Hem neşe hem de hüzün veren kar’ı seviyorsunuz biliyorum. Akşamları beyazlatırken ortalığı, cama yapışıp seyredilen kar’ı seviyorsunuz biliyorum.

Kar’ı seviyorum ketumi.

Ekim 12, 2012

Ketumi & Z

Ketumi: bugün bulutlar ne kadar pejmürde.
Azmi: bulutlara zahit kılıklı mı diyorsunuz?
k: hayır efendim. hali değil, dili pejmürde.
a: bulutları mı dinliyorsunuz?
k: :) -sapsarı bir smiley-
a: galiba şimdi de güneş açtı.

*

k: attım siyah pantoluma bir ütü izi. geldim ihtiyarlarla kalamış'ı söyledim. burada kendime ahbab bile edinmeye başladım.

*

k: ismail abiii
a: mejnun?
k: hop! nerelerdesin?
a: kendimdeyim. şiir yazıyordum. -y.d.i-
k: tam mevsimi.
a: dilimden dökülüverdi: geliniz "dağlara vuralım" ketuımi.
k: ne güzel olur efendim, sonbahar dağları.
a: kalamış dedeleri nasıllar?
k: iyidir. yaşlılık halindeler.
a: biz de bir nomero yok. her zaman ki avareliğimiz. siz de?
k: hala yerleşemedim evime.
a: biz kirlendik bile efendim. nevresimler kokmaya başladı.

*

a: rüyamda sizi gördüm. tam karşımda. spiker masaları gibi bir masanın üzerindesiniz. mütemadiyen konuşuyordunuz. her zaman ki hızlı, arasına girilmesi mümkün olmayan şekliyle. bendeniz de dinliyordum sizi. yüzünüze bakıyordum.

2012, ekim

Ekim 08, 2012

Keşfsever'in Lotus'la Konuşması V

Fazla kalmadı, biraz daha bu konuşmaları eklemeye devam edeceğim. Sonu bir zaman bir yolda rastlamış, sohbet etmiş ve her ikisi de yine kendi yoluna, kendi yolundan gitmiş tasavvuf kitaplarındaki iki farklı insanın, varlığın ve dünyanın durumuna benzeyecek.
Elbette burada bahsi geçen varlıklar onlardan biri olamaz, olmadı. Yolcu dahi sayılmazlardı belki de. Yine de bazı kazançlar elde ettiler. Farklı yollar hakkında fikir edindiler, yaratıcının ruhlarına serpiştirdiği farklı renkleri gördüler, belki de keşf ettiler birbirlerinde.
 
Belki tasavvuf kitaplarının, menkıbelerin hakikatten parça ama farklı renklerini yansıttıkları sohbetlerden, belki feylesofların “zavallı bir gevezelik”lerinden birisini ettiler.
 
*
Hızır’la Musa kısa bir yolculuk etti. Musa Hızır’a erken kızıp, geç anladı. Rind’le Zahid tartıştılar, sohbet ettiler. Rumi’yle Güneş’in durumu farklı oldu. Aşk oldu. Şeytan’la dahi Yaratıcı muhatap oldu, katından kovdu.
 
Hiçbir konuşma, rastlaşma, yolculuk tesadüf değildir. Boş yere değildir. Zavallı bir gevezelik olsa dahi.
*
 
Lotus’la Keşfsever’in konuşmaları bundan yaklaşık üç ay önce başladı, yakınlarda da bitti. Belki de Keşfsever’in Lotus’a Bab’ı Aziz filmini –zorla, neyse ki sevdi hatta güzellikler çıkardı- izlettirdiği gün bitmişti.
 
Bu konuşmaların başında da hep o film’in, hep o cümle’si var.
*Allah’a ulaşmak için yaratılmışlar adedince yollar vardır*
Bab-ı Aziz
 
K;
(…)
duvar demiştiniz değil mi? duvarın "savunma" amaçlı olduğunu herhalde anlamışsınızdır. içimde asla düşmeyecek bir kalem var; kendi benliğim. buna toz kondurmamak için bütün bu duvarlar.

işte benim siyah-beyaz fondaki şimdilik yaşam fotoğrafım. Ne güzel değil mi?

*

bana 2 çözüm yolu göstermişsiniz, samimiyetle söylüyorum, beşeri dünya yitiği olsam da, -büyük konuşmaktan korkuyorum, evet- evlenmek beni hiç çekmiyor. -elbette insanım ve benim de güdülerim var- erkekler ve dünyaları da böyle. çevrem, toplum falan da bunu değiştiremiyor. evlenmek istemiyorum ve bu çözüm olamaz sıkıntılarıma.

diğer yolunuz, istesem de istemesem de gideceğim tek yol. buradan bakıldığında hayatım tam bir bilinmezlik ve endişelerle dolu. okuldan sonra ne iş yapacağımı bile bilmiyorum. öyle vasat, öyle hırssızım çünkü.

kısacası hayatım tam bir bilinmezlik. eskiden angst'ıma sebepler dediğim bu bilinmezlikler şimdi bir umursamazlığa dönüştü.

hallerimde kendi gençliğinizi gördüğünüzü söylemişsiniz, bu bana tecrübelerde bulunacağınız bir öğütler silsilesine dönüşse de, sizin dualarımın ufak da olsa yansıması old. inanmıyorum. çünkü artık çok nadir dua ediyorum.

uzunca bir yazı oldu, bana önerilecek bir kitap, bir isim ya da bir yöntem varsa, kendimi bir şekilde anlatmam gerekirdi.
tüm bunları amaçla yazdım.

L:
öncelikle artık çok nadir dua ettiğinizi söylemişsiniz.
ama bu yanlış. siz gerçekte her an duadasınız. dua etmek için ellerinizi kaldırmanıza gerek yok. yaratan sadece gerçek bir duaya karşılık verir, ki o da çoğunlukla kişinin farkında olmadan içinden sessizce mırıldanır gibi yaptığı duadır. ama hatta kendi bile farkında değildir. gerçek şu ki biz hep dua ederiz. siz uzun zamandır hep duadasınız. dua demek gerçekte arzu demektir. siz bu halinizin düze çıkması için yıllardır bir arzu içindesiniz. ve bu arzu bizim en dibe vurduğumuz zamanlarda fark etsek de etmesek de artık bir dua halini alır. dua kalbin sesidir. yaratan sadece buna cevap verir.

benim hayatımda 2-3 kırılma noktası oldu.

ben 12 yaşımda namaz kılmaya başlayınca babam çok sevindi. annem dindar değildir. abim de değil. ama kendisi dindar bir ailedendi. ve bu duruma şaşırsa da hemen kabullendi ve hatta sahiplendi. sonunda işte gerçek has oğlu -biz iki erkek kardeşiz. bir abim var- ortaya çıkmıştı. yani ben. ancak bu bir gerçek, benim buna başlamama en küçük bir baskısı olmadı. asla başla demedi. doğrusu her şeyi ben kendim düşündüm. elbette şüphesiz ben babamdan etkilenmişimdir. yani önümde namaz kılan biri var. bir örnek var. öte yandan belki biz hristiyan olsaydık belki bu seferde haç önünde dua edecektim. bu da ayrı bir konu. fakat buna karşın 12 yaşımda beni yataktan kaldıran duygunun bir utanma hali olduğunu iyi biliyorum. yataktan şöyle kalktım resmen, bir yaratıcı var ve ben onu anmalıyım! babam aklıma bile gelmedi. ama elbette dolaylı etkisi olmuştur.

şuraya geleceğim. dolayısıyla yıllarca ben babamın oğlu oldum. has oğlu. akıl kutusu. hatasız kusursuz adam. taktir ve teşekkürlerin adamı. (…) din benim için iyi bir sığınak olmuştu. böylece başarılı da olabildim. fakat sonunda bu oyun bir yerde patladı. kendi kabuğumu kırmak zorundaydım. yaptığım hataları telafi etmek işleri yoluna koymak. kendi devrimime doğru yol alıyordum.

(…)
 
her insan benzer hikayelere sahiptir. ama önemli olan bu kırılma anlarında nasıl davrandığımız, neleri göze alabildiğimizdir. hayat böyle anlarda adeta sizin savaşçılığınızı sınar. savaşırız veya savaşmayız.

siz yapı olarak kendi içinde yaşamayı seven insanlardansınız. ama bu bazen bir yanılsamadır. gerçeği örten bir perde. o dünyanın içinde yaşamak bize neden mutluluk veriyor? gerçekte amacımız nedir ? neyi amaçlıyoruz? buraya nasıl geldik? bu sorulara verdiğimiz dürüst cevaplar nispetinde gereğini yapmak zorundayız. aksi taktirde bir gün yok oluruz.

size namazı bırakın başınızı açın öyle yapın böyle yapın gibi şeyler söylemeyeceğim. benim derdim bunlar değil. ben iyi bir insana yardım etmek derdindeyim. ve bu nasıl olacaksa öyle olmalı. gerçek şu ki bütün cevaplar sizde.

sizin yazılarınızı okuduğumda yoğun bir karanlık görüyorum ve bu beni ürkütüyor. korkutuyor. hepsinden önemlisi buna gönlüm razı değil.

size daha önce söylediğim bir şey vardı. yaratan insana iki büyük hediye vermiştir. bunlar akıl ve vicdandır. bunları takip edin. onların ne söylediğine ciddiyetle kulak verin. onlar çoğunlukla konuşmaz sadece fısıldar. size doğru yolu gösterecekler. ama özgür bir irade ve düşünce ile.

bazen kendimizi içine ittiğimiz çukur o kadar derin ve karanlıktır ki kesinlikle bunun içinde öleceğimizi düşünürüz. depresyondayızdır ruhumuz ve hatta bedenimiz bizi terk etmiş gibidir. hiç bir dua işe yaramaz hiç bir çaba sonuç vermez görünür. bu an dibe vurduğunuz andır ve ancak doğru bir arzuyla bunun içinden çıkabiliriz. doğru yöndeki bir arzuyla. bu yüzden geçmiş ezberlerimizi gözden geçirmemiz şarttır.

size şu anda tavsiye edebileceğim tek kitap size daha önce söylediğim kabala kitabıdır. ama siz buna hazır değilsiniz. önce kendinizi dinlemeniz lazım.

bir şey daha var. kendinizi hazır hissettiğinizde duvarı yıkın!
bloğunuzu kapatın. onun içinden çıkın.

K;
içimde -bazıları birbiriyle taban tabana zıt- 3-4 farklı görüş var. ve bunların etkisindeyim. sürekli biri ağır basıyor diğerine. şu an hepsini yatıştırdığım bir savunmam var. kısacası, müslümanım. ve şu an için, namazı bırakmak olsun, başımı açmak olsun vs. bir düşüncem yok. ama içimi teskin etmem lazım. hala teskin olmadı.

yanlış anlamayın ama sizi kurtarıcı gibi görmüyorum. bir fikre kapılıp giden, ani fikir değiştiren insanlardan değilim. yerleşmesi lazım. yerleştirdiği takdirde, değişim yapmaktan da korkmuyorum ama yeter ki yer etsin.

yine de sizin yolunuza da bakarım o beriki 3-4 yolla. yardım almayı dahi gurur yaptığım dönemleri geride bıraktım. yardım edebilecekseniz, niye kulaklarımı tıkayayım. ama kör olmayın siz de. ve bir hataya daha düşmeyin. 

buldum diyorsunuz ki bunu demeyin. kalaba’ya çok güveniyorsunuz. demiştim, kabalayla ilgili bir kitap okumuştum, ilginç yaklaşımları var denemeye değer. ama yine de buldum demeyin.

gelin şöyle yapalım, her akl-ı selim insanın yapacağı gibi. ben de size, o beriki yolları açayım. siz de onları ölçün, biçin, yeniden düşünmeye değer bulun. hem sürekli almaktan nefret eden birine de iyilik etmiş olursunuz böylelikle.

*

yol dediklerimin ilki, islam ve şeriatla beslenen kısmı. yani kur’an, hadislerle beslenen kısım.
ikincisi, şeraitten ayrılmayan, şeriatle de çakışmayan tasavvuf yolu. (bu ilkine nazaran daha kıymetli gözümde)
üçüncüsü, şeraitin avam için gerekli olduğunu düşünen, daha ağır bir tasavvuf yorumu. (ki zorlasak kabala da buraya girer)
ve dördüncüsü, ruhumun kara, dip kısmını ele geçiren varoluşçu yaklaşım. Ümitsizliğim, ve benmerkezciliğim sebebi. (egzistansiyalizm)

*
 
şimdi bu dört yolumla ilgili, hakikaten bilgi sahibiyseniz ve bunları çoktan elediyseniz, -elbette buna ikna olmam lazım-
size yardım etme ihtiyacı bile hissetmeden, kabalayla devam ederiz.

soruyorum şimdi, yukarıdaki yolların hepsini elediniz mi?


L;

bu haliniz gayet normal.
size şunu söyledim: zamana ihtiyacınız var. her ne için karar verecekseniz.

ben kurtarıcı değilim. ama tesadüflere inanmam.

kabala'yı savunmuyorum. size bunu da söyledim. siz bunun için de hazır değilsiniz.
değer verdiğim insanlar hariç ben sadece yaratanı önemserim.

verdiğim hiç bir karardan pişman değilim. ve cehennemin dibine de girecek olsam, bana yukarıdan bunun için bir yazı da gelse yolumdan dönmem.
ben kurmalı bir bebek değilim. ben insanım. ve yaratan bile kabul edecekse beni böyle kabul etsin.

dediğim gibi kabala savunucusu değilim.
ama tek bir örnek vereceğim.
bu bir kabala kitabından ve yorum da yapmayacağım.

- malkut u kalan dokuz sefirot ile birleştirmek amacıyla özel bir partzuf yaratılır. partzufketer den yesod a kadar olan dokuz tane sefirottan ve malkut tan meydana gelir. bu partzufun adı adamdır yani adem.

başlangıçta dokuz sefirot ve onuncu sefirot, birbirlerine hiçbir şekilde bağlı değildir. işte bundan dolayı başlangıçta iyilik ve kötülük bilgisi ağacının meyvesini yemenin adem'e yasaklandığı söylenmiştir. -

K;
alıntıdaki kavramların hiçbirini bilmiyorum, algılayamadım. hem bu bir yorum. 
çok yorum var, havva'dan önce yaratılan lilith olsun, vs vs.
bunlar tevrat, zebur kaynaklı yorumlar. (yanlışsam düzeltin)
kabala'yı araştıracağım bir daha. ama az önce sorduğum 4 yolu cevaplamadınız hala. 
beni bu farklı renklere daldıran tek şey, nefsimin rahatsızlıkları, içimin teskin olmayışı ve özgürlüğümün, irademin kısıtlanması. 
size islam ı az bulduran şeyi soruyorum, nedir o?



L;

alıntıda bizim kutsal kitaplarda bildiğimiz bazı ifadelerin gerçek manevi anlamlarından bahsediyor.
neyse şimdi konu bu değil.

islamı az bulduran temel şey içinde bulunduğum sürece bir birey olamayacağımı düşünmemdir.
gerçek konu içinde kaldığınız sürece sizin asla siz olamayacak olmanızdır.
dinlerin temel özelliklerinden biri birey kavramını yok etmesidir.
sorun şu ki ben ben olamaz isem asla gerçeği bulamam. sadece bana gerçek olduğunu söyleneni yaşarım. ki böyle de olmaktadır. bu insanlar asla bir çemberin dışına çıkamaz. ben özgürüm diyen bile yaptığı yorumlarda, düşüncesinde aslında hep o çemberin içindedir. sadece kendini kandırmaktadır.

sizi bu renklere daldıran şey zavallı bedeniniz ve ruhunuzdur. zavallı diyorum çünkü onu yoksun bırakmanız ona acı çektirmektedir.
farklı renklere dalıyorsunuz. çünkü bundan doğal bir şey yok. merak ediyorsunuz. bilmek tanımak istiyorsunuz. biz insanız.

insanın ihtiyacı kadar olan hazzı alması haktır. haz insan içindir. yaratan yarattıklarına hiç bir biçimde, bakın altını yeniden çiziyorum ama hiç bir biçimde ıstırap vermek niyetinde değildir. o sadece mutluluk vermek ister. arzuyu akılsız ve vicdansızca davranıp ihtiyacın ötesinde karşılama, bunun peşinde koşma hali yanlıştır. gerçekte nefs budur.

içiniz elbette teskin olmaz. olmayacaktır da. çünkü şu anda hilkate muhalefet/yaratılışa muhalefet ediyorsunuz. hem bedeniniz ve hem ruhunuzla. siz bunu size yukarıdan sınanmak maksadıyla gönderilmiş bir şey gibi düşünebilirsiniz belki. ama bu öyle bir şey değil. bedeniniz ve ruhunuz elinde çanı ile sizin karanlık mahzenlerinizde gezinmekte ve onu durmaksızın çalmakta. yankısı tüm koridorları kaplıyor. size sesleniyor. uyarıyor. ben iyi değilim diyor.

size allah'tan yüzünüzü çevirin demiyorum. sadece kendinize gereken kıymeti verin diyorum.
hem şeriat üstünde olayım. onu kurallarını yerine getireyim. ve hem kendimi bütün meyllerden ayrı tutayım, hiçbir şeye arzum olmasın diye bir dünya yok. taktire şayan ama bunu başaramazsınız. sadece akıl hastanesine düşersiniz. ben geçmişte böyle insanlar gördüm. başaramayanlar.
ve üstelik doğru bir yol da değil.

tasavvuf üstünde bile olacaksanız. bedeninizi ruhunuzu dinlemek zorundasınız.
hatta evlenmek zorundasınız. çünkü bunu yapmazsanız kendinizde asla bir bütünlük, tatmin hissi bulamazsınız.

tüm allah/tanrı/yaratan adamlarının evli olması boşuna değil.

siz bir duvar içinde yaşıyorsunuz. bu duvar sizin için mükemmelliğin bir sembolü. bu sebeple duvara yönelik her türlü hareket size yapılmış sayılır. orası sizin sırça köşkünüz, her gün aynaya bakıyorsunuz. kibrin ve yalnızlığın kalesi.
kendinizi dış etkilerden koruma içgüdünüz zamanla içinde kibrin de yer aldığı böyle bir kaleye dönüşmüş. bir dünya.

duvarın içine kimse giremez. ve siz de çıkamazsınız. çünkü duvarlar çok yüksek ve kalın.
neden böyle? sizi bu yalnızlığa zorlayan şey nedir? soru bu.
bu sorunun cevabını verdiğiniz ve gereğini yapma ihtiyacı duyduğunuzda yani o duvarı yıkarken yeni bir insana dönüşeceksiniz.
benim kanaatim bu insan eskisinden daha iyi olacak.

K;
bunu belki de söyledim ama önemli; nefse zulmetmemek. bence anahtar burası. sizin hikayeniz de buradan başladı bana göre. benimkisi de buradan yol buldu.

kimi azdırarak, kimi bastırarak nefse zulmeder. diyorum anahtarı bu. dinler ve belli kaideler, nefsi zorluyor. sonsuz özgürlüğü kısıtlayan, iradeyi ehilleştiren bir baskı var dinlerde. ya da terbiye etme durumu.

nefisin, ıslah kökünden gelmesi ne tuhaf değil mi?

hem Rab de terbiye eden demek değil mi?

*

bakın önemli nokta burası, benim sıkıntım burada. sizinki de, aslında dünya üzerindeki insanların birçoğunun ki de. kur'an da çok geçiyor, "onlar nefislerine zulmediyorlardı"

içimde sonsuz bir özgürlük hırsı var, belki de firavun misali güçlü bir benlik arzusu. tek olma arzusu. 
benim zulüm kaynaklarım bunlar. bunlar yüzünden perişan düşüyorum. 

bakın, araştırın, eminim sizin de, o namazlı zamanlarınız da içinizi ukdelere düşüren bir zulmünüz çıkacak. 

*

tüm sıkıntılar buradan baş gösteriyor. o taklidi iman sahibi denilen, avam denilen, sorgulamadan araştırmadan örtünen, kapanan insanlara gelince, onlar sadece farkındalığı, özgürlüğü ve benlik hisleri gelişmemiş, geliştirme ihtiyacı hissetmeyen insanlar. siz bunu bir şekilde fark etmişsiniz, adına birey olma arzusu demişsiniz, bende de benzer bir durum var. 

dediğim gibi, bu bir nefs sorunu. ya tasavvufun, şeriatın gösterdiği gibi, ehilleştirip, belki de bastırıp yola devam edeceğiz. ya da bir kırılma noktası yaşayıp, sonuna kadar, özgürlük ve irade diyeceğiz.

asıl nokta burası. 
ben sadece emin değilim. nefsimin bu isteklerinin özgürlüğe gidiş yolunun anahtarı mı, yoksa sadece şeytanın ve nefsimizin küçücük bir oyunu mu old. emin değilim.

sanırım, bu sefer anlatabildim.

soruya cevap vermeyi unuttum, yalnızlığımın sebebi nakıs ve gururlu -kibir bile değil- olmam.

L;

Lotus'
  
http://zekizabeth.deviantart.com/#/d4crbse
bu dindar haliniz size bir ayrıcalık farklılık veriyor olmasın. belki sevdiğiniz şey budur.

daha önce dediğim gibi aylardır seks bile yapmıyorum. son kadeh martini mi de sanıyorum 2 veya 3 hafta önce içtim. dolayısıyla galiba yeterince azgın biri değilim. hatta onu bırakın bugün şu halimle bunları yapmadan da yaşarım. ve hiç bir şekilde rahatsızlık duymam. bunların hepsi hikaye. doğru ifade bu.

ben size ne dedim?
arzu + haz haktır ama gerektiği kadarı. bunun fazlası zarardır ki gerçekte bu fazla kısma nefs denir dedim dimi?
nefs kavramı bilerek abartılmış bir öcüye dönüştürülmüş böylelikle insanların kendi kendiyle savaşır hale gelmesi sağlanmıştır. bunu yapanlar dünyanın en büyük zalimleridir. size yapılan şey, açık söyleyeyim düpedüz zulümdür. şu anda yaşadığınız şey budur. bu kavram kasıtlı olarak bu noktaya kadar ilerletilmiştir.

size söylediğim diğer şey neydi?
akıl ve vicdan.

yukarıda birinci paragrafta söylediğim şeyde akıl ve vicdanınıza uymayan şey nedir?
ama altını çizerek söylüyorum akıl ve vicdan.
okuduğunuz kitapların din öğretilerinin size söylediği şeyden bahsetmiyorum.
sadece aklınıza ve vicdanınıza ters gelen şeyi soruyorum.

ben söyleyeyim, gerçekte ters bir şey yok.
yaptığım şey gayet adil.

işte diyorum ki yaratanın derdi -ama böyle bir kapsam içinde- insana sıkıntı vermek değildir.

sizde inatla diyorsunuz ki hayır efendim biz kendimizi -adeta- sıkıntıya sevk etmek zorundayız çünkü allah böyle istiyor. çünkü bunun adı nefs falan falan... bunun adı nefs değil. yukarıda söylediklerimi yeniden gözden geçirin.

..

peki, şimdi soru sırası bende.
bunu yapmayacaktım ama mecbur kalıyorum. kendinizi savunma durumunda kalmanızı istemiyordum.

soru şu:
neden islam?
neden budizm değil?
neden hristiyanlık değil?
neden cemaat? neden nakşi değil?

neden sunni neden hanefi? neden hanbeli değil?
neden şii değil? neden vahhabi değil?
neden zerdüşt değil?

ben de dahil olmak üzere bu sorulara -akla mantığa vicdana- yeterince yatkın ve adil cevap verebilecek bir durumda mıyız?

bunlara cevap vermeyin. bunu istemiyorum.

siz şu anda ben veya bir başkası ne derse desin bunu tam olarak kabul edemezsiniz. çünkü buna hazır değilsiniz. belki bir gün olacaksınız veya olamayacaksınız.

Keşfsever'
http://zekizabeth.deviantart.com/favourites/?offset=96#/d2yw1jx

Ekim 05, 2012

Bu Şarkı Bir İnsana Yazılmış Olamaz I


Osho / Bireysellik

http://zekizabeth.deviantart.com/favourites/#/d35go7h

"kişilik" kelimesinin Yunanlılardan geldiğinin farkında olmayabilirsiniz. bu kelime "maske" anlamına gelir. persona maske anlamına geliyordu ve "persona"dan "kişilik" kelimesi türetildi.

kişiliğinizden vazgeçmediğiniz sürece kendi bireyselliğinizi bulamayacaksınız.

*

Osho / Aydınlanmanın ABC'si

Ayşe Abla(?) Bana Şiir Yazmış

geçenlerde bir dergi aldım, arasından bu şiir çıktı. tebessüm etmedim, sırıttım, o kadar naif değilim. varsın "lirik" olsun, azıcık pembe auralı olsun, "aa sanki bana yazılmış" dediğim bir şey bulmanın mutluluğu oldu. 

*

sizi seviyorum bayan Z
denizdeki cesetle, yüzen adam aynı kıyıya çıkıyor bakın
ne zaman namaz kılsak sizinle
hiç girmediğimiz sokaklarda dolaşmıyor muyuz zaten

müslüman güzelmiş, siz acayip güzelsiniz bayan Z
yabancı memlekette anadilini duymaya benziyor gözleriniz
sanırım şehirdeki son ağaç da sizsiniz
ekmek kırıntıları büyüyor dallarınızda
pencerenizin kenarına eski günler konup duruyor

kapımın önündeki piyano seslerini süpürüyorum
çay içmeye gelirsiniz diye evimdeki dağları, ormanları siliyorum
balkonda biraz da kitap okuruz hem
ne güzel manzaramız var
yeryüzünde kurulan ilkş ehre bakıyor balkonumuz

Ayşe Sevim / Şehirdeki Son Ağaç
Karabatak, Eylül-Ekim 2012

Ekim 03, 2012