SabitFikir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SabitFikir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ekim 16, 2022

Kendi Peşine Düşen Aşık: Kierkegaard

-Radiohead’tan Creep eşlik edebilir bu yazıya-

"Nereden bildin benim ben olduğumu?" diye sormuştu Oruç Aruoba karşısındaki “sen”e. “Ben” dediğimizin ben olduğundan dahi emin olamıyorken, sen dediğimizden nasıl emin olacağız? “Sen” diye güzelleyip seçtiklerimizden peki? Birini bize en çok tesir eden yer ve zamanda değil de bambaşka koşullarda tanısaydık yine de onu seçer miydik? Bu soruda o kişinin, “gerçek sen”imiz olup olmadığının cevabı gizli.  Mutlak sen, pusulanın kuzeyi gösteren o ibresi gibi her koşulda hep aynı kişiyi işaret eder. Zamansız bir lamekânda birbirine ait iki ruh gibi... Bu kadim sorunun peşine düşen en bilindik örneklerinden biri de Kierkegaard değil miydi? Kierkegaard meşhur kitabı Baştan Çıkarıcının Günlüğü’nde aşkın peşine düşüyor, sonrasında aşkın yolundan sapıp kendi peşine düşüyordu.

Kendi Peşine Düşmek

Çocukluğunu sert bir Hristiyanlık eğitimi ile geçiren Kierkegaard’ın babasıyla olan çatışması ve yaşamındaki trajik tezatların onun düşüncesinde ve yaşam deneyiminde ciddi tesirler bıraktığını söylemek yanlış olmaz. Ateşli bir muhayyileye, rasyonel muhakeme becerisi de eklenince tanrı, aşk, iman ve yaşam arasında tutkulu bir bağ kurması kaçınılmaz olur. Filozoflar, Yaşamları ve Eserleri kitabında, 1813’te Danimarka’da dünyaya gelen Kierkegaard’ın doğum öyküsü hayli enteresandır. Kierkegaard’ın babası, ilk eşinin ölümünün ardından okuma yazma bilmeyen oda hizmetkarı Ana Sorensdatter Lund’dan çocuk sahibi olup daha sonra onunla evlenir. Kierkegaard da bu evliliğin sonuncu çocuğu olur. Zina yüzünden kök salan suçluluk duygusu ve Tanrı tarafından cezalandırılma korkusunun olduğu bir ev ikliminde, kendiyle şiddetli bir ilişki kurar Kierkegaard.  

Kamuran Gödelek’e göre babasının ölümünden kısa bir zaman önce babasıyla barışması, Kierkegaard’ın ahlaksal dönüşümünün zirve noktasıdır. Kierkegaard babasının sırrını asla onunla paylaşamayacağı ve bu durumun kendindeki infialinin Regina’ya zarar vereceğini düşündüğü için âşık olduğu halde Regina’dan ayrılır. Aşkın başka bir yorumda ise Hamza Celalettin şöyle ifade eder: “Kierkegaard'ın nişanlısı Regine'yi terk edişi, İbrahimî bir kurban girişimi ve yüceleşme talebiydi. İbrahim için feda edilemez olan oğlu, Kierkegaard içinse feda edilemez olan Regine'ydi. Kierkegaard da etik olanı (evliliği) askıya almış ve bütün varlığını Yüce'sine sunmuştu”

Aşk Korkusu

Bir şeyi çok fazla istemek, çok fazla sevmek o şeyi kaybetmenin en kısa yolu. Sevgi ve istek şiddetlendikçe "kaybetme korkusu" galip gelir. Çok sevilen, çok istenen şeyler ürkek bir serçeye benzer. Ve korkunun üşüştüğü yerde çok istenen her şey kuş olup uçuverir. Tıpkı bu şekilde Kierkegaard’ın Regine Olsen’le kurduğu ilişki ve bozduğu nişan farklı bir gözle okunduğunda onun tanrı, yaşam ve aşkla kurduğu ilişkiyi ifşa eder niteliktedir.

Yaşam öyküsünden oluşan ve aşkının anatomisi gibi yorumlanacak kitabı Baştan Çıkarıcının Günlüğü’nde Kierkegaard kendi aşk felsefesi ve deneyiminden ipuçları sunar. Kitapta bu sapmalı ve dalgalanmalı ilişkiyi çok net görür okur. Sitemkâr aşık, zalim filozof, tutkulu dindar ve alaycı bir çapkın bambaşka kılıklara girer Kierkegaard. “Keşke görseydi beni, keşke ruhumun içine bakabilseydi. Keşke!” dediği yerde sitemkâr bir aşığa bürünür. “Mücadele yoksa aşk sona ermiş demektir.” aşkı kaybetmek korkusunu açık eder. Aşkı kaybetmek korkusu; yeni bir yolu ilham etmiş gibidir: "Ona tensel anlamda sahip olmak beni hiç ilgilendirmiyor, ben onun hazzına sanatsal bir biçimde varmanın peşindeyim." İlham veren bir haz nesnesidir Regine. Eş yerine ilham perisi yapılan aşkın bir imge… Nitekim Regine başkasıyla evlendikten sonra da eserlerinde ilham motifi olarak yer almaya devam eder. “O halde neyim ben? Beden, kütle, toprak, toz ve kül. Sense Cordelia’cığım, ruh ve tinsin.” Aşkın aşkınlaştığı o noktada ise şöyle dile gelir Kierkegaard: “Hiçbir şeye sahip değilim; çünkü yalnız sana aitim, ben, ben değilim, ben, ben olmaya son verdim, senin olmak için.”

Seçme Kudreti

Kierkegaard felsefesinde “seçim anı” özel bir yer tutar. Seçim konusunun hafife alınmaması gerektiğini çünkü en küçük kararın bile insanın hayatında en temel meselelere yansıyacağını düşünen Kierkegaard’a göre bireyler kendilerini seçimleriyle ifşa ederler. Çünkü Kierkegaard’a göre seçim yapamayan kişi aynı zamanda birey olamayan kişidir. Seçimin kişilikle ilgisi olduğunu düşünen Kierkegaard; kişinin bir seçimi ertelese bile bilinçdışıyla bir seçim yapacağını yahut içindeki karanlık yanın ona bir seçim yaptıracağını ileri sürer. Kierkegaard seçimlerin ve seçmenin tüm gerginliğinde umutsuzluğu bir seçim alternatifi olarak bireye sunar.

"Seçici olmayan bir sevgi, nesnesine haksızlık ederek değerinin bir kısmını yitirir. Dahası, her insan sevgiye layık değildir.” der Freud. Freud gibi hiyerarşik bir yapı kuran Kierkegaard; etik ve estetik seçim olarak iki seçimden bahseder. Estetik seçimin gündelik ve geçici; etik seçimin ise mutlak seçim olduğunu düşünür. Kierkegaard, seçim anında bir nüansa dikkat çekerek “Eğer bir genç kız, kalbinin seçimini izlerse, bu seçim, ne kadar güzel olursa olsun dar anlamda seçim değildir. Eğer kişi mutlak olarak seçmiyorsa, yalnızca o an için seçiyor demektir ve bu nedenle bir sonraki anda başka bir şeyi seçebilir.” der. Kierkegaard’a göre böylesi seçimler tutkuya karşılık ruhta yalnızca bir ritim olacak spiritus lenis (cılız arzu)'tir.

Ayartılma Korkusu

Her çağın kendine özgü bir ahlaksızlığı olduğunu düşünen Kierkegaard, günahın sürekliliğinin de yeni bir günah olduğunu ekler. Çünkü ona göre Her günahtan sonra pişmanlığın olmayışı yeni bir günahtır, hatta bu günahın pişmanlıktan yoksun kaldığı anların her biri yeni bir günahtır.”

Kierkegaard, “umumiyet itibarıyla insanlardaki sevgi mefhumu onun üstünlük ve mükemmellik arayışı içindeki beğeninin uyanık gözü olduğu şeklindedir” diyerek insanların çoğunda olan özne değil sıfat sevgisine dikkat çeker. Kierkegaard, salt beşerî sevginin, sevgilinin mükemmellikleri peşinden ve onlarla yok olup gittiğinden bahis açarak; tüm beşerî sevgilerde bir tür hırsızlık olduğunu ve sevenin, sevilenin mükemmelliklerini çaldığı anlamına geldiğini ileri sürer.

Benim Senim Sensin

Kendine ait olanı bilişin o sessiz ilmi… Dilsiz bir sezgi, kör bir bakış ve topal bir ayakla bile nasıl da bulur insan onu. Kendine ait olan şeyi kaybedemez ki insan. Ait olan, kaybedilemez. Zamansız bir lamekânda bizimdi. Bizimdir. Ve yalnız bize aittir ancak. Zarif ürperti, korkak heyecan, şaşkın telaş, muhteşem kifayetsizlik, tokat gibi bir sersemlik... Ruh, yücelikle karşılaştığı o an nasıl da sezer. Tanrısal olanın ışıltısıdır bu. Ondan bir zerre olsun taşıyan dilsiz sezgiyle tanır onu.


“Kendinin sahibi olmayan bir adamın bir şeylere sahip olması çelişkilidir.”
der Kierkegaard. Kendinin sahibi olmayı ister. Kendini ayrıca bir özgürlük tutkunu olarak tanımlar ve “bana özgürce gelmeyen bir şeyle uğraşmam bile” der. Kendinin sahibi olma bilinci ve özgürlük tutkusuna bir de âşık olmak eklenince aşkın, gerçeğin ve nihayetinde kendinin peşine düşmüş; “aşkı” ve “sen”i ararken, “aşkınlığı” ve “ben”ini bulmuştu.

 

Kaynaklar

Emrah Bozkurt, (2017, Kasım-Aralık). Estetik Felsefesi ve Søren Kierkegaard. Havâss Dergisi, Sayı 3, s. 26-32.

Harold John Blackham, (2012). Altı Varoluşçu Düşünür. Soren Kierkegaard. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.

Filozoflar - Yaşamları ve Eserleri, (2021) İstanbul: Alfa Yayınları.

Kamuran Gödelek, (2008). Kierkegaard'ın İnsan Görüşü. Uluslararası Sosyal Arastırmalar Dergisi.

Kierkegaard, (2013). Baştan Çıkarıcının Günlüğü. İstanbul: Ayrıntı Yayınevi.

Kierkegaard, (2014). Ölümcül Hastalık Umutsuzluk. Ankara: Doğu Batı Yayınları.

Kierkegaard, (2020). Kırdaki Zambak ve Gökteki Kuş. İstanbul: Pinhan Yayıncılık.

Temmuz 22, 2022

Kısa Ömürlü Kraliçeler

-Khaled Mouzanar / Mreyte Ya Mreyte eşlik edebilir bu yazıya-

“Güç kazanabilmek için güzelliğin hâkimiyetinden başka bir şey tanımayan kadınlaşan aklın zenginleştireceği doğuştan haklarından feragat eder ve eşitlikten kaynaklanan saygın hazlara ulaşmak için emek sarf etmek yerine, kısa ömürlü kraliçeler olarak yaşamayı seçerler.” Feminist teorinin ilk kaynak kitaplarından olan Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi (1792) kitabında konfor için kendiliklerinden vazgeçen kadınlardan böyle bahsediyor Mary Wollstonecraft. Bugün bu tespit güncel görünümleriyle her çağın "prenses kadını"nın tanımı olarak hala yürürlükte gibi.

Kısa ömürlü kraliçeler olmak uğruna en tabi haklarından vazgeçen kadınların, kafeslere kapatıldığı halde tüylerini kabartan ve gülünç bir saygınlıkla duran kuşlara benzetir Wollstonecraft. Kadınların kendi varlıklarıyla nadiren baş başa kaldıklarını söyleyen Wollstonecraft; kadınların bu yüzden hislerinin esiri olduklarını, tefekkür yalnızlığından uzak kaldıkları için de düşünce boyutuna bir türlü geçemediklerinden bahseder. Tıpkı doğadaki kendini koruma yasasında olduğu gibi kurnazlığın zayıf zihinlerin bir tür kendini koruma yolu olduğunu vurgular. Çünkü zihin, düşünmekten haz alacak kadar gelişemediğinde tüm özverisini bedenine ve güzelleştirilmesine ayırır. Wollstonecraft ayrıca kadınların güzellik kaygılarının onları birbirine rakip kılacak bir etki yarattığının da altını çizer. Erdemli kadınların bile başka insanların yanındayken cinsiyetlerini unutmadıklarını çünkü her an diğer insanların hoşuna gitme kaygısı güttüklerini söyler. 

Wollstonecraft, bu görüşleriyle kadını yermek kastı taşımaz bilakis kadınların böyle eğitildikleri için böyle davrandıklarının altını çizer. Çünkü Wollstonecraft kitabını en çok da Rousseau’nun aydınlanma dönemi ilkelerini halka öğretmek amacıyla kaleme aldığı cinsiyetçi Emile’i kitabını eleştirmek için yazar. Kitapta Rousseau’nun ideal kadın öğrencisi olarak tanımladığı Sophie sanat, şiir, müzik, ev işleri gibi alanlarla kendini yetiştiriyorken; ideal erkek öğrencisi olan Emile beşerî, doğa ve sosyal bilimlerine dayalı bir eğitim almaktadır. Wollstonecraft tam da bu ayrım yüzünden eğitim eşitliğinin üzerinde durur ama kadınları da entelektüel ilgisizlikleri nedeniyle objektif bir şekilde eleştirmekten geri kalmaz. Günümüzde etkisi iyice kaybolmakla beraber kadınların erkeklere nazaran entelektüel & ilmî faaliyetlerde daha az bulunmasının bir nedeni de bu tip saçma ve hayalî kadınsal rekabetlerle zihinlerini daha fazla meşgul etmeleri. Üstelik dişil rekabetin yeni çehreleri var artık; kadın rekabeti günümüzde zihinsel, entelektüel ve ruhsal boyutta da çeşitleniyor artık.

Kendimizin Annesi

Wollstonecraft’tan bugüne kadınların zihinsel ve ruhsal olgunlaşmaları noktasında büyük merhaleler alındı. İlk dönem feminist hak taleplerinin bugün hemen hepsi elde edilmiş durumda. Fakat aşırı telafilerin zararları engellenemeyebiliyor. Örneğin Türkiye'de Y ve Z kuşağı genç kız ve genç kadınlar "annelerinin antitezi"ne dönüşüyor. Baskılanmış, engellenmiş, dışlanmış annelerine yaşatılmayan hayatı yaşamak istiyorlar. Çünkü bu ülkede birçok kadın seçemediği hayatları yaşadı. Okutulmadan ergen yaşlarda evlendirilip ergen yaşlarda anne oldu. Bu mahrumiyet kuşağının çocukları olan genç kadınlar, seçtikleri hayatı özgürce yaşamayı o yüzden bu kadar çok istiyor. Hemen her genç kızın belleğinde ya da çevresinde bu hüzünlü kuşağın taze trajedileri var. Sınırsız özgürlük isteği, taşkın öfke ya da radikal feminizmle ifadesini buluyor. Çünkü çoğu şey kolektif bilinçaltındaki bu açık yaralar yüzünden.

Fakat kadınlar zayıf ve savunmasız değil artık. Kadını zavallı, kurban, çaresiz göstermek isteyen her tür algının önüne geçilmeli. Kolektif bilinçaltına olumsuz etki ediyor böyle şeyler. Mücadele eden, güçlü bir varlık imgesi olmalı artık. Bu yüzden kadınlar en önce kendisinin annesi olmalı. Tıpkı bir bebek gibi görüp öz benliğini, koşulsuzca sevmeli varlığını. Yeni doğmuş bir bebek gibi korumalı her tehlikeden mevcudiyetini ve bir anne şefkatiyle, bilgelikle büyütmeli kendini.  Çünkü kadınlar olarak en çok kendimizin annesi olamıyoruz. Hemen herkese verdiğimiz şefkati, yaptığımız anneliği kendimizden esirgiyoruz. Ve kendimizi doğuramadan, büyütemeden ölüyoruz. Aynı hassasiyet ve adil bakışla, erkekler de en önce kendisinin babası olmalı. Kol kanat gerdikleri gibi bebeklerine; kollarını açmalı, kollar açmalılar kendilerine. Ve uçmayı öğrettikleri gibi öğrenmeliler uçmayı. 

Kara Venüs

Kadınların yeterince kanatlanamayışının önünde başka engeller de var. Chul Han’ın "Neoliberal performans öznesi kendinin girişimcisi olarak kendini gönüllü ve tutkulu bir şekilde sömürür." teşhisi kadının ontolojik statüsünü teşhir nesnesine ve kâr marjı yüksek ürüne indirgeyen ve nihayetinde insan bedeninin metalaştırılması üzerine mühim bir noktayı işaret ediyor.  Özellikle kadın bedeninin bir haz nesnesi olarak kullanılması gönüllü bir ifşa halinde kadınlar tarafından da destekleniyor. Üstelik bu gönüllü ifşa çok defa kadınlara özgür bir varoluş yolu olarak sunuluyor. Kendini gerçekleştirmenin sayısız entelektüel, bilimsel, sanatsal imkânı varken; özellikle kadınların varoluş biçimleri neden yalnızca giyinme, çıplak olma, cinsel özgürlüğüne indirgeniyor? En çok bu soru üzerine yoğunlaşmak gerekiyor. Başka yolu yokmuş gibi teşhir özgürlüğüne indirgenen kadın varoluşu, kadınlığı sömürüyor. Kadınlar çok daha nitelikli şekillerde var olabilirler. Kanatlandırma iddiası taşıyan çoğu şey kadınları kötücül sistemlerin hazzına hizmet ettiriyor sadece. Herhangi bir şekliyle "hazzın köle"si olan ya da edilen kadınlar geçerken var olabilir mi? Yolu bir şekliyle sömürüden geçen hangi varoluş gerçek bir varoluştur ki? Kadın bedeninin iradi ya da gayri iradi sömürülmesi kadına yine zarar veriyor çünkü. 

Tam bu noktada kadın bedeninin sömürülmesi üzerine Sarah Baartman'ın gerçek hikayesinden uyarlanan Vénus Noire (Kara Venüs) filmi en çarpıcı örneklerinden biri olarak karşımızda duruyor. Hotanto Venüsü olarak bilinen Sarah Baartman’ın yaşamı, yüzyıllardır değişen güzellik algısına rağmen kadın bedeninin sömürü nesnesi olmaktan kurtulamayışının en trajik örneklerinden biri olacaktı. 1789’da Güney Afrika’da doğan Baartman, yalnızca mensup olduğu Hatonta Kabilesi kadınlarına has bir şekil farklılığıyla büyük göğüs ve kalçalara sahip olduğu için yaşamını korkunç bir istismar olarak geçirir. Bir çiftlikte hizmetçi olan ve sonraları bakıcılık da yaptırılan Baartman’ın fiziksel farklılığı dikkat çekerek en sonunda bir teşhir ve sömürü nesnesi olarak İngiltere’ye gönderilecek ve zorla dans ettirilen haz nesnesine dönüştürülecekti.  Hendrick Caesar tarafından Fransa’da teşhir edilmek üzere satılan ve “beyaz erkeğin” fantezileri kışkırtması için gösteri yapmaya zorlanan Baartman, en sonunda Paris’teki (Museum d’Histoire Naturelle)’da (Doğal Tarih Müzesi) dönemin sanatçılarının, bilim adamlarının merakı için sergilenecek ve her türlü istismar, sömürü ve ırkçılığa maruz bırakılacaktı. Sadece yirmi beş yıl süren yaşamının sonunda bile cesedi yine rahat bırakılmayacak, sıradan bir kadavra uygulaması bile yapılmadan bilim ziyaretleri için teşhir edilen açık bir gömüt olarak sunulacaktı. 

Kadınların “kısa ömürlü kraliçeler” yahut kendi ülkesinin en kıymetli mücevheri mi olacağı bilinmez ama Sarah Baartman’ın hikayesinde yeterince kanlı elmas var. 

1 Film & 1 Kitap

Abdellatif Kechiche / Vénus Noire (2010)     

Mary Wollstonecraft / Kadın Haklarını Gerekçelendirilmesi

Mayıs 25, 2022

Çevrimiçi Zamanlar & Sanal Mezarlık


(Mono / Are You There? eşlik edebilir bu yazıya)

Sana, yıllar önce yazılmış ama verilmemiş bir mektubun ruhuyla başka bir mektup yazıyorum. Muhatabı sen misin? Yıllar önce ‘sen’ dediğim, şu anki sana ne kadar benzeyebilirse o kadar sen. Belki insanın içinde tek bir sen vardır da aslında, sen olan o senler zamanla başka yüzler giyindiklerinden onları başka kişiler sanarız ve sayarız. Sen kimdir, sen kimsin bilmiyorum. Ama Sen hep Sen'sin.

Gelecek zamanlardaki “Sen”e bir hitaptır ve bir zaman sosyal medyaya bıraktığımız her şey için de geçerli olacaktır belki de bu. Ben, o, biz, siz, onlar... Hepsi ne çok değişiyor zamanla. Adları, yüzleri, varlıkları, yoklukları. Oysa Maşuk hep Sen. Hitap edilen hep Sen. Sen bambaşka hâlde, yüzde ve kılıkta. Tıpkı böyle… Çok defa bir mektuba başlar da devamını getiremeyiz. Bazen adres yoktur, bazen hitaba düşecek bir isim. Ama hep bir mektup vardır içimizde. Göndermesek de. Yazmasak da.  Bazen de içimize atarız o mektubu. Öyle değil midir?  Asla okuyamayacak birine yazılan mektuplar, mektupların en güzelidir. O mektuplara "rast makamı"yla ulaşan muhatabı, okurların en güzelidir.

Kişisel Müzeler & Tutkunun Şiddeti

Kahramanı Kemal’in hikayesini anlattığı ve bir müzesi de olan kitabı Masumiyet Müzesi’nde Orhan Pamuk, bir tutkunun günden güne nasıl nesneleştiğini gösterir. Kitaptan ya da bir kitabın müze oluş fikrinden ve gerçek olan kahramanlarından bahsetmek yerine bir hissi nesneleştirip muhteşem bir somutluğa dönüştürebilen o tutkudan bahsetmeli. İstanbul Çukurcuma’daki müze, konuklarını her birinin altına tarih ve not düşülmüş ruj izli sigaralarla karşılar. Girişteki onlarca sigara ilk bakışta ürkütür çünkü Kemal'in tutkusunun muhteşemlikten korku verici bir saplantıya dönüşmeye başladığı o eşiktedir sigaralar. Tutkunun nesneleştiği o en yüksek nokta; tutkunun şiddeti böyledir. Tıpkı tutkuların hatırası gibi "Hatıraların Masumiyeti" ve hatıraların müzesi var. Ve hatıraların mezarı da var. “İnsan vedalarda da en sevdiğini sona saklar.”der Orhan pamuk.  Belki son notlarda da böyledir. 

Zaman aidiyeti mühim şey... İnsanların yaşadıkları zamana ait hissetmeyişi çağın melankolisinin nedeni. Özlediğimiz zamana aitiz, o zamanlarda hiç yaşamamış bile olsak. Zaman, bu kadar hatıranın yükünü nasıl kaldırabiliyor peki? O özlemin yükünü kaldıramayanlar bu yüzden müzelere sığınıyordur belki: Ruh Müzelerine. Saklanmazsa, yazılmazsa, kaydedilmezse kaybolacak muhteşemlerin yitip gitmesine dayanamayan, incelikleri ve güzellikleri gerçekten görebilen gözlere göstermek, anlatmak, keşfettirmek isteyen ve bununla hazların en büyüğünü duyan ruhlar bu yüzden müzelere tutulurlar. Ama bu teşhir, gösterme arzusu ya da egoist bir biriciklik hırsından değildir. Bu yalnızca güzelliği bir hazine gibi saklama isteğidir. Belki bir ruhdaşı tarafından keşfedilir de seyredilir diye. 

İnternetin muhteşem nadirlikteki güzelliklerinden biri sanal miras bırakmak... Tıpkı böyle sosyal medya hesapları ve ruhumuza tesir eden şeyleri paylaştığımız her platform, sanal müzelere, kişisel müzelere dönüşecek zamanla. Bizden sonra gelenler müze gezer gibi gezinecekler postlarımız arasında. 

Ölmek Hırsı

Peyami Safa, Bir Tereddüdün Romanı (1933) kitabında "İnsanda yaşamak hırsıyla beraber her an ölmek hırsı da var." der. Benzer bir rast makamıyla Albert Camus da Tersi ve Yüzü (1937) kitabında “Benim ölüm korkum, yaşama hırsımdan geliyor.” der. Ölmek bazen hırs mıdır? Ölüm, en büyük sorunun cevabının sırrını saklar bazen içinde. Ölüm bir cevaba dönüşür bazen de. Tutkuyla beklenen bir cevaba. İntihar bile o sorunun cevabına gitmektir bazen. Beşir Fuat en dramatik örneği değil midir bunun? Olmamayı, hiç olmamış olmayı istemek ölmeyi istemek değil. Ama... Olmanın yükünden ancak ölüm kurtarıyor insanı. İntihar, çok nadir şekilde de intihar ölüm tarihini seçmektir bazen. Bergman’ın The Seventh Seal (Yedinci Mühür) 1957 filmindeki ölümle satranç oynama sekansı muhteşemdir. Ölüm tutkulu bir cevap arayışıdır. Karakterlerin aralarında şöyle konuşur: -Tanrı’nın elini uzatıp kendini göstermesini, benimle konuşmasını istiyorum. -Ama o suskun. -Karanlıkta ona sesleniyorum ama sanki hiç kimse yok. -Belki de kimse yoktur. -O halde yaşam korkunç bir şey. İnanç, var saymak / yok saymak arasındaki o incecik çizgidedir bazen. Var sanan, yok sayanı; yok sanan da var sayanı asla anlamıyor. İsteyen var saysın isteyen yok. Ölüm, her şeyi ifşa edecek nasılsa. 

Mutlu, rengarenk bir yaz günü, soğuk bir esintiden sonbaharın gelişini hissedip hüzünlenmek gibi ölümü hatırlamak. Bazen de çok mutlu anlardan hemen sonra kalbe düşen kaybetme korkusu gibi... Sevginin taşkınlaştığı o noktada, sevileni kaybetme korkusu çıkagelir ve ölüm tüm kasvetiyle hatırlatır kendini. Taze bir ölüm haberinin, dünyanın beyhudeliğini insanın yüzüne tokat gibi vurduğu bir şuur hâli var. Bazı şeyler de o kısacık şuur anının birkaç dakika sürmüş hâli. Bu şuur bir ömür kadar sürseydi peki? İnsan, yaşamazdı. Ölüm ve yaşlanmaya dair çoğu şey olumsuz çağrışımları saklıyor içinde. "Saç ağarması" tabiri içinde yaşlılık ve ölüm korkusunu saklıyor. Oysa “saçların aklanması” büyülü bir şey. Dünya'nın kirinin üzerini örten kar gibi tıpkı. Ölüm gibi, ölümler de güzeldir bazen. İyi insanlar ölümüyle bambaşka iyilikler doğurur. Alimin ölümü sayısız ders bırakır ardında. Güzel insanlar ölümü bile güzelleştirir. Bazen de güzele en çok yakışan olur ölüm. Faruk Nafiz Çamlıbel’in Ölümü Hatırlatan Kadın ve Yahya Kemal’in Rindlerin Ölümü şiiri gibi. 

Sonsuza Dek Çevrimdışı

Ölmüş insanların sosyal medyasına bakmak... Kendimi sıkça bunu yaparken yakalıyorum. Bir yaşamın kısıtlı da olsa seyrine bakarken. Bir çerçevenin içine görünmek istedikleri hallerini sunmuş, artık ölmüş insanlara bakıyorum. Bilhassa gözlerine. Sonra düşlerine, heveslerine, umutlarına, acılarına, hırslarına, aşklarına. Dinledikleri müziklere, giyindikleri şeylere, sarıldıkları dostlara, her şeylerine. Fotoğraf albümlerinden daha canlı üstelik. Videoları, sesleri, cümleleri var. Kendi yaşamlarının filmlerini çekmişler sanki. Selfieleriyle başroldeler. En hüzünlü kısmı tıpkı bir cümlenin noktasına denk düşen son postları... Filmin "the end" kısmı son postlarına denk düşüyor sanki. Sonra upuzun bir "çevrimdışı" Yeni bir ölüm tasviri: Sonsuza dek çevrimdışı... Artık ONLINE değil. Sonsuza kadar OFFLINE.

“Hayat, zaman kavramı olduğu için doğmakla başlıyor; ölümle sona eriyor. Zamanın olmadığı her yer ve her şey sonsuzlukla tanışacak.” Böyle demişti Bülent Parlak twitter hesabında, ölümünden yalnızca birkaç gün önce. Bazı soruların cevabı "o an"da değildir. Bazı soruların cevabı geçmiştedir, gelecektedir. Bazı soruların cevabı ise zamansızlıkta.

İsmimizin bir zaman, bir yerde, bir mezar taşında yazacağı fikri öyle tuhaf ki. Belki bu yüzden yazıyoruz biraz da. Mezar taşından daha güzel yerlerde yaşasın diye... Varlığımız. Yazıma başlarken yaptığım gibi tıpkı, bu satırların okuyacağı bir zamana saklıyorum bu fikrimi. Bir zaman sonra ölmüş olacak birinin bir paylaşımına dönüşeceğimi bilerek. Başka bir çevrimiçi zamanda bu satırları okuyacak o kimselere saklıyorum. Hüzünle ve keşifle.

2020’lerin baharında, bir gece vakti yazıyorum bunları. Bir zaman sonra ölmüş olacak, şimdide çevrimiçi olduğum herkese. Belki de artık şimdiki zamana bir alternatif olarak "çevrimiçi zaman"ı sunmalıyız.

Çevrimiçi dostlarım;

Yüzyıllar önce çekilmiş, sepya fonlu fotoğraflara nostaljik bir merakla baktığımız gibi tıpkı bakılacak bizlere de. Bu çevrimiçi beraberlikte, bir zaman, sanal bir mezarlığa dönüşeceğiz hepimiz. Kalan her şeyimizle hatıralara ve mezarlıklara dönüşeceğiz.

Mart 14, 2022

Kitabını Arayan İnsan


Kitabın hazzı… Vardır. O hazza bir kez varan unutamaz hiç. Tolstoy’un “İnsan Ne ile Yaşar?” öyküsüydü. Bir öğleden sonra, derste okumuştu öğretmenimiz. Hristiyan lirizmi, Tolstoy ahlakçılığı, ışıltılı melek tasvirleri... 12 yaşında bir çocuk muhayyilesinin ilk kez tattığı o tinsel haz… Sırf bu kitap yüzünden yıllarca “en sevdiğin yazar kim?” sorusuna Tolstoy'u söylemiştim.

Kitaplar Seçer Okurunu

Kitaplar da insanlar gibi. Vaktinde çıkıyorlar karşımıza. Ya da yıllarca baş ucumuzda, bilincimizin hazır olacağı zamana değin saklarlar kendini. Doğru zamanda karşımıza çıkan doğru insanlar gibi. Tıpkı onlar gibi vakti var bazı kitapları okumanın. İnsan kitabını bulur, kitap insanını bulur. Kelime, kavram, idrak kapasitemize göre yazar ve kitap seçeriz sadece. Yani aslında kitap, okurunu seçer. Bazen sadece vakti vardır, vesilesi vardır. “O kitap”la rastlaşmalar ne kadar güzelse kitap öneri listeleri o kadar eksik kalıyor bu yüzden.

Kitabın neliği geçen yüzyıllarca yeni değerler kazandı. Matbaanın icadına kadar kitaplara sahip olmak bilgiye sahip olmakla eşdeğerdi. Artık bilgiye, kitaba erişim o kadar kolay ki kitap istifçiliğinin koleksiyonerlikten farkı kalmadı. Az ve iyi kitabı çok iyi okuyan en iyisini yapıyor artık. Kitap konusunda telaşlı da tamahkar da olmamalı bu yüzden. Çünkü kitap insanı, insan kitabını arıyor zaten ve zihin hazır olduğunda çarpışıyorlar birbirine.

Kitap Sosyolojisi

Albert Camus'nün “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız; o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın” sözünden cüretle, bir ülkenin zihniyetini anlamak için insanların hangi kitapları baş tacı ettiğine ve kitaba nasıl muamele ettiğine bakmalı. Bilgelik nişanı, moda aksesuarı gibi taşınıyor ellerde artık kitaplar. Neyse ki kitaplar kendini aksesuara indirgeyenlerden esirgiyor bilgeliğini. Kitaplarla sahici bir ilişki kuranlarla kuramayanlar arasındaki fark öylesine belirgin ki pozculuktan öteye gidemiyor böyle hareketler.

Okurluğun sosyolojik ve ideolojik boyutu da var. Örneğin Türkiye’de muhafazakâr entelektüellerin daha çeşitli kitaplar okuduğu rahatlıkla ileri sürülebilir. Muhafazakârların sol tandanslı birçok yayınevinden çıkan hatırı sayılır kitabı varken sol görüşlü entelektüellerde karşı cenahın kitaplarına bu alakanın onda biri yok. Bu sonucu çarçabuk “iyi kitapları onlar basıyorlar da ondan"a vardırmak mümkün ama vurgu burada değil. Muhafazakârlar, değerlerini muhafaza etmek adına mukayese yaparak çatışırken sekülerler elitist seçkinciliğini daha rafine hale getirmekle meşgul.

Okurluğun bir de gurmeliği var. Şehirleri kitapçılarıyla hatırlamak iyi fikirdir hep. Muhtelif zamanlarda gidişlerimin bir nişanesi olarak kitaplar alır, o kitapların o vakte rast gelişine sevinçler yüklerim hep. Kitap sevgisinin hikmet sevgisine terfi ettiği yerdir Sahaflar. Nitekim “Sahafların Şeyhi” Muzaffer Ozak “Sahaflık, ölenlerin kitaplarını alıp, ölecek olanlara satma sanatıdır” der. Kitapları satın aldığımızı zannederiz. Oysa yalnızca zilyetlik hakkı elde ederiz. Kitaplar mülk edinilemez. Yalnızca el değiştirir. Gerçekten değerli olan her şey gibi. Kitaplarla mülkiyet değil, aidiyet bağı kurulabilir bu yüzden.

Bir Tutku Olarak Kitap

Nezaketen selam verilir, nezaketen sohbet edilir, nezaketen ziyaret yapılır. Ama nezaketen kitap alınmaz, verilmez. Zihni heyecanlandırmayan, merak ettirmeyen, tahrik edemeyen kitap kendini okutmaz, kitaplıkta yer işgal eder öylece. "Ünlü ve aktüel olmak da istemiyorum. Ama gene küçük bir kitap yazarsam; okuyana bir şey versin, içini dalgalandırsın, onu huzursuz etsin istiyorum." Tezer Özlü’nün bu sözü iyi kitabın niteliklerini ifşa ediyor. İyi bir eski bir kitap, vasat olan yenisini fikriyle, üslûbuyla yıkıp geçiyor. Gerçekten iyi bir metin tahrik etmeli zihni, tesir etmeli ruha. Yapamıyorsa neden yazılsın ki? İyi kitaplar okumak, yazmak hevesini kırıyor bu yüzden.

Bazı kitaplar tutku nöbeti geçirtir, onlarla sağlıklı ilişki kurulamaz hiç. İnsan ruhuna mektup gibi gelmiş kitaplara kitap muamelesi yapabilir mi hiç? Kalbin üzerinde saklanır, öpülür o kitaplar. Çünkü öyledir. Bir kitap ruhunuzu öperse onu iki kolunuzun arasında alır kalbinizin üzerine getirip kalbinizle mühürlersiniz. Üzerine el yazısı düşülemeyen, dokunulamayan, sarılamayan e-kitaplar yeterince sevilemeyecekler bu yüzden.

Okuyuşun Saadeti

Bakış, okuyuşa benziyor bazen. Bir yüzü her şeyiyle seyretmek; o yüzün ruhuna dair bilinmeyenleri bakışın ritmiyle hece hece keşfetmek bir kitabı okumaya benziyor. Evet, anlamlı yüzleri seyretmek de okumaya dahil. Okuduğu kitaplar sirayet ediyor insana. Yalnız zihnine, ruhuna, kalbine değil. Yüzüne, mimiklerine, hâl diline. Yaşadıklarının yüzdeki gizli işaretleri gibi... Okuduğu kitaplar haline, yaşamına ve hatta saadetine yansıyor insanın.

Okuyuşun bu keşif bakışına başka bir katkıyı da Roy Boyne yapıyor. Boyne; Foucault ve Derrida'nın metinlerindeki derin sezdirimler için metnin dedektif gibi okunmasını söylüyor. Hayatın en iyi kitap olduğunu bilerek dedektif gibi okumalıyız onu da. Asla yüzeyde ve görünen anlamlarıyla yetinmeyerek. Cemil Meriç'in "Kitap zekâyı kibarlaştırır" sözünden ilhamla insan nitelikli okumalarla kazanılan zihinsel görgünün varlığını keşfediyor. Zekâ zarifleştikçe zihin derinliğe, incelik bilgisine, idrak gücüne ve sentez kabiliyetine sahip oluyor.

Okuyuşun zaman ve mekân etkisi de var. Mesela denize karşı kitap okumak, dalgaların ritmiyle... Virginia Woolf, bilinç akışı tekniğiyle yazdığı Dalgalar kitabını dalgaların ritmiyle düzenlemişti. Ve okuyuşların belki de en güzeli; geceleyin okumak. Gecenin saadeti başka nedir ki? Yarınsız, telaşsız, alarmsız... Mum, kandil ya da ateşin ritmiyle gece, sarı ışıkta, yatakta kitap okumak... Gözler öteki âleme kapanana değin.

O Kitap

Descartes, Hakikatin Araştırılması & Dünya ya da Işık Üzerine Denemesi’nde bir sırrı fısıldıyor, hangi kitabı seçeceği bilgisini bilen, “Kendi Kitabını Arayan İnsan”a: "Arzu edilebilir bütün bilim kitaplarda olsa bile, onların ihtiva ettiği iyi yanlar o kadar çok lüzumsuz şeyle harmanlanmış ve yığınla koca cilde serpiştirilmiştir ki okumak için insan ömrünün imkan verdiğinden daha fazla zaman ve onlarda faydalı olan yanları teşhis etmek için ise bizzat bulabilmemiz için gerekenden daha fazla deha lazım."

İnsan neden okur bir kitabı? Yüksek bir retorik için? Bilgi çağının bilgili bireyi ya da ortamların aranan malumatfuruşu olmak için? Dizi izler gibi tek solukta okuduğu romanlar hazzı için? "Hakikat kuşunu avlamak" için? İçindeki keşif hazzını tatmin edebilmek için? Yoksa, sadece sevdiği için mi okur bir kitabı? Bilinmez… Sınırlı bir ömre tüm bir insanlık külliyatını sığdırmak imkansızsa; insan hakikati ya da kendi hakikatini, kendine lazım olan kitabı ya da ilmi nasıl seçecek peki? Bu sorunun peşine düşen ve tasnif yapan kaç kişi vardır bilinmez ama bahse en güzel katkılardan birini Calvino, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu romanında yapıyor;

1.         "Okumana gerek olmayan kitaplar,

2.         Okunmaktan başka amaçlar için yazılmış olan kitaplar,

3.         Daha yazılmadan önce okunmuş kitaplar sınıfına dahil olduğu için kapağını açmaya gerek olmadan okumuş olduğun kitaplar,

4.         Yaşayacak başka hayatların olsaydı kesinlikle bunları da okurdun ama ne yazık ki ömrünün geri kalan günleri sayılı olduğu için okuyamayacağın kitaplar,

5.         Okumaya niyet ettiğin ama önce okuman gereken başka kitaplar olmasaydı okumak isteyeceğin kitaplar,

6.         Şu anda çok pahalı olduğu için yarı fiyatına düşmesini bekleyeceğin kitaplar,

7.         Cep baskılarının çıkmasını bekleyeceğin kitaplar,

8.         Birisinden ödünç almayı deneyeceğin kitaplar,

9.         Herkesin okumuş olduğu ve bu nedenle senin de okumuş sayılabileceğin kitaplar,

10.       Uzun zamandan beri okumayı düşündüğüm kitaplar,

11.       Uzun yıllardan beri arayıp bulamadığın kitaplar,

12.       Şu anda üzerinde çalıştığın konuyla ilgili kitaplar,

13.       Her olasılığa karşı elinin altında bulunmasını arzuladığın kitaplar,

14.       Belki bu yaz okumak için bir kenara kaldırabileceğin kitaplar,

15.       Kitaplığında öteki kitaplara eşlik etmesi için gerek duyduğun kitaplar,

16.       Sende beklenmedik ve çılgınca bir ilgi uyandıran, üstelik buna bir gerekçe bulamadığın kitaplar,

17.       Çok uzun zaman önce okunmuş olsa da şimdi yeniden okunabilecek kitaplar,

18.       Hep okumuş numarası yaptığın ama artık gerçekten oturup okumanın zamanı gelmiş olan kitaplar."[1]

Sözü Geçen Çalışmalar

Calvino, I. (2017). Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları


[1][1] (Calvino, 2017, s. 21-22)

Aralık 08, 2021

Röportaj: "İçsel Bir Cesarete Sahip Olduğumu Düşünüyorum En Çok"

Yayınlanan ilk yazım O'nun üzerineydi. Yıllar geçti... Sonra o yazının da olduğu kitabım çıktı Kasım ayında. Ve aynı Kasım'da Sezai Karakoç vefat etti. Bu kasımı asla unutmayacağım.

Miguel de Unamuno "Rastlantı! Rastlantı dünyanın gizli ritmidir, rastlantı şiirin ruhudur" demişti. Rastlantılar, ilahi bir şiir olsa gerek. İlk röportajım böyle bir kapağa denk geldi. Ben daha ne isterim. 
*

Sorular: Tuba Kaplan

1.Kendilik Cesareti, Muhit Kitap’tan çıktı. “Kendiliğinden, kendilikleriyle değil, reaktif bir tavırla yola çıkanlar en çok üslûp ve özgünlük konusunda sıkıntı yaşıyorlar” diyorsun buradan başlayarak özgün bir buluşla mı karşımızda olduğunu iddia ediyorsun?

Evet. Çünkü bunu kem küm ederek ya da sahte bir tevazuuyla cevaplamak kendimle ve kendi tezimle çelişmiş olduğum anlamına gelir. Fakat özgünlükten daha çok özgünlük endişesine sahip olduğumu düşünüyorum. Çünkü özgünlüğün imkanını verecek olan bu; özgünlük endişesine sahip olmak. Fakat bu herkesten farklı olduğumuz anlamına gelmiyor asla. Çünkü bu zamanda en çok farklı olmak hevesiyle sıradanlaşıyoruz. Ben farklılık hevesiyle başlamayan bir kendilik inşasında olması gereken bir özgünlük endişesinden bahsediyorum. Kendine benzemeyen başkası oluyor çünkü. 


2.“En iyi saklama yöntemi ayan etmekse; en iyi susmak biçimi yazmak olabilir mi?” bu sorunu sevdim ben, kitap çıkararak susuyor muyuz aslında?

Evet ve hayır. Nasıl sustuğumuza bağlı çünkü. Ben iç sesimle yazıyorum. Reel yaşam bize kendi sesimizle; iç sesimizle konuşma imkanını o kadar az sunuyor ki ben de yazarak iç sesimi dışarı çıkarıyorum aslında. Bu durumda dış sesim susmuş oluyor ve iç sesim yazıyla dışarıya çıkma imkanı buluyor. 


3.“İnsan cesareti taklit etmeye cesaret bulamıyor. Kendi olma cesareti gösterenler bu yüzden çok az. Kendilik cesareti korkutur çünkü.” diyorsun. Sen korkmuyor musun yani?

Çok ve hiç… Korkuyla tutkulu bir ilişkim var. Hayatımda ünsiyet kurduğum hisler olumsuz hisler oldu genelde; yeis, kaygı, korku, intikam… Bu durum bana büyük avantajlar verdi ama olumsuz her duygunun en uç noktasına ulaşarak haddini aşan şey zıttına döner durumunu yaşadım sanırım. Öyle çok korktum ki; cesarete yaklaştım. Ama burada korkunun neliğine de dikkat çekmeli. İçsel bir cesarete sahip olduğumu düşünüyorum en çok, silahlarla aram iyi ama küçük bir böcekten yahut yanlış anlaşılmaktan ciddi ciddi korkabilirim mesela. 


4.Zihnini meşgul eden iç içe girmiş birçok meseleyi, ancak senin çözebileceğin bir düğümle bağlıyorsun, şiddet, sevgi, nefret, kadın, kötülük birçok mevzuda nasıl bu kadar uzun düşünebildin?

Güzel bir tespit. Kendi çözeceğim bir düğüm. Çünkü o düğümü atan da çözen de insanın kendisi. Ve kördüğümleri bile. Ama bu “tüm soruların cevabı bende, soru da benim cevap da”ya dönüşen bir tanrıcılık oynamaya benzeyebilir bir noktada. 


5.“Ben muhteşem bir kelime. Yalnızca ‘ben’i kullanarak herkesi yazabilirsiniz” diyorsun ne demek şimdi bu?

Çünkü milyonlarca ağızdan çıkan bir kelime Ben. Hepimiz Ben diyoruz artık. Bambaşka benliklerle ama aynı bencillikle Ben diyoruz. Herkes ”Ben” diye başladığı cümlesinde kendi beni hariç herkesi itham ediyor. İtham eden “Ben" değişiyor ama mücadele hiç bitmiyor. 

İnsan ve resmi nasıl farklıysa ben ve Ben de farklı. Mutlak Özne olan Ben ve ben farklı.  Hiçbir ben, mutlak özne değildir. Kendi benini Mutlak Ben olarak konumlayanlar ve kendini başka benlerin gözünden "sen" ve "o" olarak göremiyorlar. Sen ve Ben… Bu iki kelime Dünya üzerindeki milyarlarca insanı kastedebiliyor. Her ben, muhatabını Sen kılıp Ben olmak istiyor. Oysa Ben’i yalnızca özne değil; nesne olarak da düşünce ve sanata dahil edebilmek yüksek bir aklın tezahürü. Kastım buydu.


6.“Kadın meselesi radikal feministlerce yıkıcı ve ‘eril bir dille’ çözülmek isteniyor.” diyorsun. Günümüze gelene kadar çeşitlendi, itirazlar edildi, istenilen yerde miyiz emin değilim. Mevcut kadın algısına itirazın var, karşıtlık demeyelim ama halihazırdaki tutum ve tavırların yanında değilsin. Kadınların sosyal ve tarihi haklılığına kendiliğinden bir parantez açıyorsun. Sen de taktir edersin ki kolayca politize olan konular bunlar, ne demek istiyorsun, senden de korkacaklar mı?

Hakim herhangi bir düşünceye itirazla başlamak cesaret istiyor bugün. Çünkü yeni bir şey söylemek linç edilme, dışlanma, itibarsızlaştırılma riskini de göze almayı gerektiriyor. Evet, popülist ve radikal feminizme bir itirazım var. Çünkü ikisinin de faydasından çok zararı olduğunu düşünüyorum kadına ve kadınlığa. Kadının tarihsel konumu radikal feministlerce rövanşist ele alınıyor ve mesele ontolojik bir değerdeyken cinsiyet kavgasına indirgeniyor. Erkeklerle, erkle yahut herhangi bir türden muktedirle olan savaşa indirgenen intikamcı bir feminist yorumuna itirazım var. 

Varlık, insan, kadın sıralamasıyla temellenen bir feminizmin kadının varlığına hak ettiği itibarı getirecek en saygın yöntem olarak görüyorum. Kendiliğinden filizlenen, güçlü bir kendilik feminizmi belki de. Bugün hepsinden önce aklı selim bir feminizme ihtiyaç var Julia Kristeva’nın feminist kurama yaptığı katkıları bu noktada çok değerli buluyorum. 

7.“Estetize edilmiş kötü, kötülük, estetize edilmiş yanlış üzerine düşünürken Kur’an’da benzeri birçok surede geçen “Şeytan onlara yaptıklarını süslü gösterdi.” Bu tespitinde bahsettiğin ayeti hatırlaman beni çok etkiledi ne dersin bu konuda?

Çok şey… Ama bunu benden daha güzel söyleyen birinin sesiyle söylemek istiyorum: Simone Weil’in “Gündelik hayatımız içinde yaşanan şeylerin bize sunduğu sembolik anlatıyı bir mektubu okur gibi okumalıyız.” sözüyle. İsimlerin ve hatta harflerin bile öylesine verilmiş olmadığına inanan biri olarak adımdaki “zeyn”in peşine düştüğüm bir dönem rastlaşmıştık bu ayetle. Semavi dinlerde “süslü gösterme”ye şeytani bir özellik atfedilir. Estetize ederek kendini “süslü gösteren” her fenâyı tanımak için kendi bakışına da bakabileceği daha derin bir bakış geliştirmeli insan. 

Kötülüğün romantize edilmesi, estetize edilmesi, iyilik kılıflarının, makul gerekçelerin içine gizlenmesi kötülüğün kendisinden daha tehlikeli. Kötülük çoğu kez Sanat'ın güzelinin, Din'in iyisinin, Bilim'in doğrusunun, Felsefe'nin gerçeğinin ardına saklıyor kendini. Güzelin güzellikleri kadar kötülükleri beni çok düşündürüyor bu yüzden. Çünkü şuursuz bir kötülüğü en güzel örtülerle gizleyip kendi hakikatine varışını olanaksızlaştıran insanın kendine yaptığı kötülük; kötülüğün kendisinden daha kötü.


8.“Gerçekten iyi bir metin tahrik etmeli zihni, afallatmalı başı, ayartmalı ruhu, titretmeli kalbi” diyorsun. Burada kadın olman kaleminin önüne kıvrak şekilde geçiyor. Seni en sarsan, zihnini titreten metinler neler?

Helene Cixous’nun dişil yazı kavramını fazlasıyla ilham verici bulsam da benim varmak istediğim yazı başka bir yerde. Ben ona Ruhça diyorum, yazının tıpkı ruh gibi cinsiyeti olmamalı, cinsiyetler üstü hatta insanüstü bir yerde durmalı. Bu yüzden yazımın kadın yazısına indirgenmesini ya da öyle algılanmasını istemezdim.

Tetikleyici metinleri severim. Tetikleyici insanlara hayran hatta âşık olduğum gibi. Çünkü insan kendisine ait olanı bu şekilde ayır eder; tetiklenmiş olarak. Âşık olunca girdiğimiz hallere benziyor aslında. Heyecan, kalp çarpıntısı ve günlerce zihinde yaşayan yüksek bir alaka… Birkaç isim ve metin sayabilsem de bu soruya tek isimle cevaplamak istiyorum: Ali Şeriati. 4-5’li yaşlarda evimizin kitaplığında bulup arkasını karaladığım kitap (İnsanın Dört Zindanı) ilk gençliğimin rotasını da çizecekmiş meğer. Bu hissi ilk Ali Şeriati’nin metinlerinde yaşadım. Herkesin uyuduğu sarı ışıklı gecelerin birinde Yalnızlık Sözleri’nden aldığım hazzı hiç unutmadım mesela. Bunun dışında kendine ait bir düşünce, üslup ve dünya kurabilen yazarları hazla okuyorum; Simone Weil, Oruç Aruoba, Cioran, Julia Kristeva, Ayn Rand, Chul Han.

Eylül 04, 2021

Yaşamın Düellosu Puşkin’in Tetiği


Sting / Shape of My Heart eşlik edebilir bu yazıya.

Yaşamın kendisi kocaman bir soru; ölüm cevabın kendisi bazen. Bazen de ölümün kendisi soruya dönüşüyor. Cevabı, yaşamın kendisi olan. Ölümle nefes nefese yaşamış bir yazarı okumak ölümün sırrının peşinde koşmaya benziyor bu yüzden.  Puşkin o yazarların içinde cevaba en çok koşandır belki de. Sting’in söylediği gibi şimdi: “He deals the cards to find the answer” 

Tetikleyici İnsan: Puşkin

Tetikleyici insan… İnsana ilham veren, ruhu ateşleyen, rüzgâr gibi harekete geçiren... Ruhsal, zihinsel, kalbî çekicilik de var; şahsiyeti, benliği çekici olanlar... Bazı yazarlara duyduğumuz o özel dikkat; bu soyut çekiciliğin varlığının en büyük işareti. Modern Rus Edebiyatının kurucusu ve Rusçanın en büyük şairi kabul edilen Puşkin’in Rus Edebiyatının en büyük tetikleyicisi olduğunu ileri sürmek mübalağa olmaz herhalde. Her büyük ruh gibi, Puşkin de sayısız büyük ruha ilham verir: Turgenyev, Lermontov, Gogol, Tolstoy, Çehov ve Dostoyevski… Kuvvetli bir dostluk bağıyla bağlı olduğu Gogol’un büyük romanı Ölü Canlar’ın konusunun Puşkin tarafından verildiği söylenir. Nitekim Gogol, ciddi mevzuları ele almasında ve eserlerinin konu seçiminde Puşkin’in etkisi olduğunu yüreklilikle kabul eder. 

Dünyanın en iyi romanları arasında gösterilen Savaş ve Barış’ının yazarı Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı yazarken Yüzbaşının Kızı’ndan esinlenişi ve Puşkin’in kızı Maria Hartung’un Anna Karenina’nın ilham perisi olması bu etkinin bilinen diğer örneklerinden. Puşkin’in enteresan tetiklemelerinden biri de Dostoyevski’yedir herhalde. Suç ve Ceza’nın meşhur baltasının esin kaynağının Yüzbaşının Kızı’nda karakterlerden birinin rüyasındaki sekanstan çıktığı söylenir. Nitekim iltifat konusunda pek de cömert olmayan Dostoyevski, Puşkin üzerine yazdığı ünlü konuşmasını şu sözlerle bitirmişti: “Puşkin en olgun, en güçlü çağında öldü. Öldü, mezarına bir sır götürdü. Şimdi biz, onsuz onun kutsal sırrını çözmeye çalışıyoruz.” 

Puşkin’in şairliği yaşamına da siner. 1829'da, subay olduğu Rus ordusu ile birlikte Erzurum’a giden Puşkin, yolculuğunu Erzurum Yolculuğu isimli kitabında yayınlar. Rusya dışında gördüğü tek ülke olan Osmanlı İmparatorluğunda Puşkin çarpıcı bir görüntü resmeder belleklerimize: “Yolda uzanmış, 18 yaşlarında, sarığı tozlar içinde kalmış, tıraşlı ensesinde kurşun yarası olan bir Türk” askerden bahseder Puşkin: “Bir kızınkini andıran solgun yüzü henüz tazeliğini yitirmemişti” Bir “düşman subayı”ndan çok bir şairin tasviridir bu.

Kalbimin Şekli: Maça Kızı

Sting’in “That's not the shape, the shape of my heart” diye söylediği yerde, tutkulu ruhların kalbini ters dönmüş kara bir kalbe; Maça kızı sembolüne benzetiyorum. Evet, “Maça kızı gizemli bir felaket habercisidir.” Puşkin’in Yüzbaşının Kızı romanında geçen bu cümle öyküsünün metaforunu da işaret ediyor. Puşkin’in 1833 yılında kaleme aldığı Maça Kızı öyküsü birçok yönüyle enteresandır. Ataol Behramoğlu, Rus Edebiyatında Puşkin Gerçekçiliği olarak kitaplaşan doktora tezinde Maça Kızı öyküsünde hedefin Petersburg Sosyetesi olduğunu ileri sürer. Bu yönüyle Maça Kızını, 1800’lü yıllarda henüz dillendirilmemiş kapitalist sisteme karşı sert bir eleştiri olarak okumak da mümkün. “Bu adamın vicdanında en az üç cinayet yatıyor.”  diyerek ruhunu ele verdiği karakteri Hermann üzerinden nefis bir çözümleme yapar Puşkin. Maça Kızı’nda yaşamının biricik tutkusuna dönüşen bir sırrın peşinde aklını kaybeden kahramanı Hermann’ın serüvenini anlatır. Kahramanın yaşlı asilzade kadından almak istediği kumar sırrı enteresandır. Sır, en yeni ve gerçek tutkusuna dönüşmüştür artık. Hermann sırdan başka para, aşk, güç tüm ihtiraslarını kaybetmiştir sanki. 

Maça Kızı, Dostoyevski üzerinde bambaşka bir etki yapar. Nitekim Dostoyevski, öykünün kahramanı Hermann’ı “muazzam bir kişilik, onda bir Napolyon profili ve bir iblis ruhu var” diyerek eserlerinin ilhamını da itiraf etmiş olacaktı. “Dostoyevski'nin bu değerlendirmesinden yola çıkarak, Hermann'ı, Raskolnikov'un hazırlayıcısı, bir ön örneği olarak da görebiliriz.”  Mektuplarında kumar için önemli olanın para kazanmak tutkusu değil oyunun kendisi olarak bahseder Dostoyevski. Sigmund Freud, Sanat ve Sanatçılar Üzerine kitabında Dostoyevski’nin kumar bağımlılığının “patolojik bir tutku nöbeti” olduğundan bahseder. Kumarın kendini cezalandırmasını sağlayan bir araca dönüştüğünü söyleyen Freud, Dostoyevski’nin bütün parasını bitirene kadar masadan kalkmayışını da içindeki suçluluk duygusunun doyuma kavuşturulması olarak izah ediyor.  

O Sadık Tutku

Ah o tutku… Tutku, sırdır. Tutku, sadıktır. İnsan en çok tutkusuna sadıktır hatta. İlgi ise maymun iştahlıdır. Tutku öylesine nüfuz eder ki ruha, insan tutku duyduğu o şeye karşı yüksek bir sadakat gösterir. Zorunlu olmayan sadakat hem de. Sınırsızdır tutkunun yolu, Tanrı’ya kadar uzanır. Dostoyevski'nin "Tanrı'ya giden yolun başlangıcında tutku vardır" sözü yolun sonunda da Şeytan’ın beklediğini işaret etmez mi? Tanrı'ya da Şeytan'a da giden yol, tutku kavşağında kesişir. Tutku Kavşağı bütün büyük sanatçıların yolunun kesiştiği o kör noktadadır. Dünya üzerinde büyük ruhlardan biri yoktur ki yolu tutkunun kavşağına sapmamış olsun.

Çukura saplanan ayağın yerinde sayması gibi... Dikkatin bir şeyde saplantı şiddetinde kalması; düşüncenin de yerinde saymasına sebep oluyor. Tutku ve saplantı arasındaki fark da burada başlıyor. Tutkunun dalgaları vardır, saplantının aşağı çeken bataklığı. Tutkunun derinliğini vardır; saplantının dibi. Tutku, denizdir... Saplantı, çukur. Tutkunun denizinde insan, "hiç doyamayacağı sandığı şey"in tutkunu hep. Doyumsuzluktan beslenir tutkular çünkü. Doydukça, en güçlü tutkular bile ölür bu yüzden. Ölmeyen tutkuları yüzünden ölen Puşkin’in de üç büyük tutkusu vardır işte: Kadın, Kumar ve Düello. 

Yaşamın Düellosu

“Ruhumu kağıda dökmekten kendimi alıkoyamam; bu onulmaz bir yazar hastalığıdır. Bu hastalık genellikle öldürücüdür. Çağdaşlarım bu gerçek açıklamayı keşfederlerse ruhumun bu itirafları yüzünden beni bir kez daha öldüreceklerdir.”  Puşkin'in ölümünden yüz yıl sonra yayınlamasını istediği söylenen tartışmalı kitabı Gizli Günce’de geçen bu satırlar, onun tutkulu ruhunu duyuruyor bize.

Kumar ve düello… Nasıl da benzerler birbirine. Kazanmak ve kaybetmek, yaşamak ve ölmek… Puşkin’in meydan okumayı seven ruhu ürpertinin hazzına meftundu işte. Ürpertinin bu hazzı uçurumlarda raks etmeye benzer tıpkı. "Uçurumları sevenin kanatları olmalı" diyerek Nietzsche, uçurumlardaki dans etmenin ölçüsünü koyuyor bu bahse. Puşkin ve kumarbaz tayfası kanatsızlığın bedelini ödemişlerdi. Sayısız düello, tutkulu aşklar, kumar borcu ve henüz 38’inde bir düelloda son bulan bir yaşam.

Sevgi, yazgıdaşlığı da getirir beraberinde. Ruh, sevdiklerinin hâliyle hallenmekle kalmaz, sevdiklerinin yazgısından da alır payını. Güzel bahtı gibi bedbahtlığını da. Yazgıdaşlığın bu bedelinin en trajik örneğidir Lermontov. “Zamanımızın Kahramanı”nın yazarı, Puşkin’in yazgısından payını alır. Aynı akıbete uğrayarak düelloda son bulur yaşamı. Yaşamın değeri tutkulu ruhlar için bu kadardır işte. Ne de olsa “Oyun bitince, şah da piyon da aynı kutuya konur.” -Puşkin

Sözü Geçen Çalışmalar

Behramoğlu, A. (2013). Rus Edebiyatında Puşkin Gerçekçiliği. İstanbul: Tekin Yayınevi.

Dostoyevski. (1987). Puşkin Üzerine Konuşma. İstanbul: BFS Yayınları.

Puşkin, A. (2000). Gizli Günce. İstanbul: Çiviyazıları Yayınevi.

Puşkin, A. (2016). Maça Kızı. İstanbul: Yordam Edebiyat.


Bu yazı Sabitfikir Dergisinin 127. sayısında yayımlanmıştır.

Haziran 21, 2021

Meryem’in Seslenişi: Luce Irigaray


“Kadın filozof olur mu?” Bu klişe soru yüzyıllardır süre gelen kadın ve felsefe ilişkisinin olmazsa olmazlarından. Bu sorunun hala tartışılabilir oluşu, tıpkı tarih gibi felsefe tarihinin de baskın eril dille kaleme alınışıyla izah ediliyor. Bu durum literatüre bile girememiş birçok kadın filozofun varlığına gölge düşürüyor. O gölgelerin ardında Platon’un Şölen diyaloğunda geçen ve Sokrates’in hocası olduğu söylenen Mantinealı Diotima; varlığı kayda düşen ilk kadın filozoflarından biridir mesela. Bir diğeri ise kadın imgesinin cadı imgesiyle bir görüldüğü zamanda Orta Çağ’ın karanlığında beliren "Kadın filozof olmaz" klişesini yıkan filozoflardan biri olan Christine de Pizan’dır. 1363'te Venedik'te doğan Pizan, Orta Çağ’daki kadın düşmanlığı ile mücadele etmiş ve kısa ömrüne 41 adet eser sığdırmış üretken bir yazar olup en ünlü eseri Kadınlar Şehri’dir. Örnekler sayısız defa çoğaltılabilse de vurguyu doğru yere yapmak daha mühim: “Kadın filozof” vurgusuna dahi gerek var mıdır ki? 


Filozofların Kızı: Feminizm & Irigaray

Kadın filozof tartışmalarının ortasında feminist külliyata yaptığı katkılarla bilinen Linda Singer, feministlerin filozoflarla baba-kız ilişkisi kurduğunu ifade eder. Zeynep Direk, Başkalık Deneyimi kitabında bahsettiği bu ilişkiyi şöyle naklediyor: “Singer’a göre ilk feminist felsefeciler için bu tür okumalar akademik dünyada iyi bir var olma stratejisi idi. Feminist kızların, filozof babalarının mirasını taşıyan erkeklerin hakim olduğu akademide kabul görmesini kolaylaştırıyordu.” [1] Çünkü Platon ve Mill gibi filozofların eserlerinde geçen kadın söylemlerini arayan bu okumalar “filozof baba”lara hizmet ediyordu yine. Direk, eserlerinde “karanlık bir sürgün edilme” öyküsünü aynı motiflerde yinelediğini söylediğini Irigaray’ı ise ikinci feminist yorumsal pratiğe örnek olarak verir.

Radikal feminizmin en önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilen Luce Irigaray’ın entelektüel ve akademik yolculuğu sapmalar yaşasa da kendi istikametini bulur. Irigaray, eskiden sıkı bir takipçisi olduğu Lacan’a bilhassa “Öteki Kadının Aynası” başlıklı doktora tezinden sonra[2] getirdiği eleştiriler sebebiyle Lacan Okulundan dışlanır. Freud ve Lacan’ın kuramlarındaki irdeleyerek eril dil ve dişil dilin ayırdını vurgulayan sesi ona daha müstakil bir varoluş kurma imkânı tanır. Cinsiyet kuramını Lacancı terminolojiyi kendince tamir ederek yorumlayan Irigaray, cinsiyetlerin biyoloji ile değil dille kurulduğunu iddia eder. Irigaray’a göre Batı Kültürü dişilliği cinsiyet ve anneliğe indirgeyen; dişiliği erkeklik üzerinden okuyan bir anlayışa sahiptir. “Erkekleşmiş kadın” ona göre asıl tehlikedir ve kadınların kendi dilleriyle beraber kendi dünyalarını kurmaları gereklidir.

Meryem’in Esrarı

Irigaray, Meryem’in Esrarı kitabında Hristiyanların ve Batı Kültürünün eril dilini sorguluyor ve Meryem’in sessizliğine bambaşka bir yorum getirme cesareti gösteriyor. Irigaray, Meryem’in Esrarı kitabında semavi dinlerin özellikle Hristiyanlığın masum motifi olan Meryem’i tüm hatlarıyla şerh ediyor. Bu şerh, Batı’nın kültürel dilindeki eril dili ifşa eder ve hatta nişan alır niteliktedir. Kutsal kitaplardaki Meryem imgesinin yorumunun da eril bakışla yapıldığına işaret eden Irıgaray, Meryem’e yeni, dişil ve başka bir yorum getirir. Bu yorum onun felsefesinin karakteristiğini de ortaya çıkarır.

Irigaray, kitabın girişinde Meryem’e dair bilinen şeylerin nadirliğinden ve bu nadirliğin aslında ne kadar dekor kalışından bahseder Hristiyanlıkta. Meryem’in dini törenlerde çok az yer tutmasından, İsa’nın aksine doğumunun, mucizevi gebeliğini ve göğe yükselişinin kutlanmayışına dikkat çeker. Oysa der Irıgaray: “Meryem; Hristiyanlığa giriş çağının simgesi. O olmadan Hristiyanlığın müjdesi de tek kelimeyle var olamazdı. O; Tanrı’nın bedende zuhur etmesinin sebebi, dünyanın affı gerçekleşebilsin diye kutsallık ile insanlık, Tanrı ile insanlar arasında ilk arabulucu, ilk vasıta” Irigaray, Meryem’i bambaşka bir gözle bakarak onun Tanrı ve insan arasında bir aracı olduğunu söyler. Meryem’in okunmasında ilahiyatçılar ve sanatçılar farkına dikkat çeken Irigaray; sanatçıların Meryem’i sanatın bütün imkânlarıyla estetize ettiklerini ve onu resim, şiir, müzik dönüştürdüklerini ve bunun bilinenin aksine Hristiyanlığın en doğru yayılma şeklinin sanat olduğunu söyler.

Ruh Zamanı

Tanrı olarak adlandırdığımız varlık nefesiyle yaratır der Irigaray ve ekler: “Şeytanilik nefes almıyor ya da nefes almayı bıraktı; Dünya’nın ve başkalarının nefesini çalıyor.”[3] İnsanın doğuştan kutsal olduğunu fakat bu nefessizlik yüzünden kutsallığını kaybettiğini söyler. Irigaray, “ruh zamanı” dediği bir zamandan bahis açar. Yaradılış, kıyamet, insanlığın bağışlanmasından sonra gelen ve nefsin/nefesin uyanışıyla tensel ve tinsel paylaşımı mümkün kılan zamandır bu. Irigaray Meryem’i gökyüzünden yeryüzüne indirir ve onu önce insan sonra kadın elbisesi giydirerek düşüncesinin nesnesi eder.

Batı Kültüründe konuşmanın eril karakteristik taşırken susmanın dişil karakter taşıdığına dikkat çeken Irıgaray; bu sessizliğin bir boyun eğme olarak görüldüğünü ileri sürer.  Meryem’e layık görülen bu sessizliğe bambaşka bir çağrışım getirir: “Bu sessizliğin nedeni kendi mahremiyetini ifşa etmemek, kendisine olan sevgisini korumak olabilir” der.[4] Irigaray’ın Meryem’in sessizliğini kendince dillendiriş çabası ve dudaklar üzerine getirdiği hermeneutik oldukça enteresandır. Irigaray, dudakların birbirine değmesiyle gelen sessizliğin dünya ve iç dünya arasına çekilmiş bir sınır olarak okumayı teklif eder ve bir örnekle izah eder: Yunan mitolojisindeki Kore Tanrıçasının Kötülükler Kralı Hades’in tecavüzüne uğradıktan sonra ağzının ve dudaklarının bir daha eskisi gibi olmadığını söyler. Dudakların birbirine sıkı sıkıya kapanışını nevroza bağlayan Freud ve bastırılmış bir arzuya bağlayan Bay K.’nın aksine bunun bir zorlanışa karşılık verilen bir itiraz, bir ret olarak yorumlar.

Bir Okuma Pratiği: “Akıntıya Karşı Okuma”

Tıpkı Irigaray gibi Fransız Feminizminin önemli isimlerinden olan Hélène Cixious’nun Medusa'nın Gülüşü isimli makalesinde dişil yazı (écriture féminine) dediği kavram Irigaray’ın işareti ettiği yöntemin adını koyar niteliktedir. Hélène Cixious; kadınların bedenlerinden şiddetle kovulduğu gibi yazıdan da kovulduğuna dikkat çekerek kadının kendisini yazması ve kendini metnin içine getirmesi gerektiğinin altını çizer.

Bu yazı ve okuma deneyimleriyle beraber 1980’lerde feminizmin yeni sorgulama imkânları kazanmasıyla birlikte yeni bir okuma pratiği de belirir. “Üçüncü feminist yorumsal strateji adını verebileceğimiz pratik hem psikanalizle hem de Derrida’nın, metinsel ve tarihsel bir anlam kapanmışlığını bir önvarsayım olarak kabul eden, özel bir çifte okuma pratiği olarak tanımlanabilecek yapısökümcü okumalarıyla akrabadır.” [5] Akıntıya karşı bu okuma pratiği ile metne yabancı ve dışlanmış sesler de dahil edilir.

Bugün hala kadın meselesine dair çoğu problem eril dille çözülmek isteniyor. "Eril tahakküm”e karşı eril dilin yöntemini kullanmak, kadın meselesini daha da karmaşık bir hale getiriyor. Dişillerin dillendirdiği yeni bir eril dil doğuyor böylelikle. Eril ve dişil, kadın ve erkek arasındaki mücadele cinsiyet kavgasına dönüşüyor ve felsefi bir mesele cinsiyet kavgasına indirgeniyor böylelikle. Valerie Solanas gibi aşırı radikal feministlerin şiddetli dili ve dişil dilin varlığına imkân tanımayan hakim edil söylemin ortasında Irigaray; söylemi ve eserleriyle yeni bir dilin ve okuma pratiğinin mümkünlüğünü gösteriyor. Ve tüm bu sorgulamalar etrafında bir okuma pratiği ve kendi dişil yöntemini teklif ediyor okuruna.

Sözü Geçen Çalışmalar

Dinçer, Yeşim. (2021, 05. 24.). 3 Mayıs 1930: Luce Irigaray – Sembolik Düzen, Cinsiyet farklılığı ve Feminizm. https://catlakzemin.com/: https://catlakzemin.com/3-mayis-1930-luce-irigaray-sembolik-duzen-cinsiyet-farkliligi-ve-feminizm/# adresinden alındı

Direk, Zeynep. (2021). Başkalık Deneyimi. Ankara: Fol Kitap.

Irigaray, Luce. (2011). Meryem'in Esrarı. İstanbul: Pinhan Yayıncılık.


[1] (Direk, 2021, s. 268)

[2] (Dinçer, 2021)

[3] (Irigaray, 2011, s. 11)

[4] (Irigaray, 2011, s. 26)

[5] (Direk, 2021, s. 274)


Bu yazı Sabitfikir Dergisinin 124. sayısında yayımlanmıştır.

Mayıs 06, 2021

Felsefenin Namlusu: Ayn Rand


Bir tez gerçekten güçlüyse, zihnimizi sürekli ve telaşla ona antitez üretirken yakalarız. "Kant'a rağmen ya da Kant’la" sözünün ve Kant'ın bu kadar büyük oluşunun nedeni budur belki. Bizim gibi düşünmeyenleri okumak, sentez kabiliyeti verir zihne. Kendi tezini kendi gibi düşünenlerle şiddetli hale getirmektense; ötekin antiteziyle dengeye getirme kabiliyeti… Bu bahse verilebilecek örneklerden biridir Ayn Rand. Rand’ın kışkırtıcı tezlerini okumak bu sentez becerisini sunar okuruna çünkü. 

Ayn Rand

Ayn Rand, sevilmeyen fakat tutkuyla eleştirilen bir filozof/yazar. Rand'ın felsefesinin akıl yerine duygularla eleştirilmesi bu önyargıları doğuruyor. Mozart'ın "Ben bayağı biriyim ama yazdıklarım öyle değildir." sözü gibi; sanatçı ve sanatı, yazar ve yazısı arasında paralel bir ilişki yoktur her zaman. Rand’ın felsefesini de bu objektif bakışla okumak gerekiyor. Rand’ın felsefesinin yapı taşı olan "Ben"i özne değil; nesne olarak fikir ve sanata dahil etmek yüksek bir düşüncenin ürünü çünkü. Rand’a kapitalizmin savunucusu gibi yakıştırmalar yapılsa da Rand, “asıl olarak kapitalizmin bir savunucusu değil ‘egoizmin bir savunucusu’ ve ‘esas olarak egoizmin değil fakat aklın bir savunucusu’  olduğu konusunda ısrar eder. Kapitalizme ilişkin görüşlerini ise For the New Intellectual adlı kitabında tartışarak, bu kitabı “tarihle ve filozofların kapitalizme ihanetlerinin psikolojik sebepleriyle ilgilenenler için yazdığını” belirtir.

Gerçek adı Alisa Zinovyevna Rozenbaum olan, 1905’te Sovyet Rusya’da başlayan ve Amerika’da sona eren Ayn Rand’ın enteresan yaşamı felsefesinin ipuçlarını da ifşa eder niteliktedir. Akılcılık, bireycilik, özgürlük, insan yaşamı ve kapitalizm gibi konularda fikirler ortaya koymuş olan Rand, Objektivizm felsefesinin kurucusu kabul edilir. Eserlerinde felsefi düşünümlerini de ortaya koyan Camus, Sartre, Simone de Beauvoir, Kafka, Dostoyevski gibi tezli roman yazarlarının yaptığı şekilde Rand da romanlarında kendi felsefi kavramlarını kullanır. Düşüncelerini romanlarında karakterleri aracılığıyla söyleyen Rand, romanlarını felsefesinin bir aracı olarak estetize eder.

Bencilliğin Erdeminin Peşinde

Bencilliği tüm olumsuz çağrışımına rağmen bir erdem olarak neden kullandığı sorusuna çarpıcı bir cevap verir Rand: ‘bunu bizzat ondan korkmanızı sağlayan nedenden dolayı yapıyorum.”  Rand, popüler kullanımda bencil kelimesine yüklenen anlamın yalnızca yanlış olmadığını aynı zamanda insanlığın ahlaki gelişiminin zincirlenmesinden daha fazla sorunlu olan kolektivizmi de temsil ettiğini savunur. Rand’a göre “Popüler kullanımıyla bencillik, kötülükle eş anlamlıdır; bu kelime insanın zihninde emeline ulaşmak için bir yığın cesedi çiğnemeye hazır olan, hiçbir canlı varlığa değer vermeyen, akılsız kaprislerin etkisiyle herhangi bir anın vereceği hazzın peşinde olan eli kanlı bir zalim imajı uyandırmaktadır.”  Tüm bu anlamlarına rağmen Rand, kendi felsefesindeki bencilliği “kişinin kendi çıkarlarıyla ilgilenmesi” olarak tarif eder.

Rand, Felsefe Tarihinde hiçbir filozofun insanın bir değerler sistemine niçin ihtiyaç duyduğu sorusuna akılcı, objektif, ispatlanabilir ve bilimsel bir cevap veremediğini ileri sürer. Tüm filozofların en büyüğü olarak konumladığı Aristo’nun bile etiğe tam bir bilim olarak bakmadığını ve kendi zamanının bilge insanlarının yapmayı tercih ettikleri şeyleri gözlemlemesi üzerine kendi etik sistemini inşa ettiğini söyler. Çünkü Rand’a göre “filozofların çoğu, etiğin varlığını mutlak, verili ve tarihsel bir gerçek olarak kabul etmiş ve onun metafizik sebebini keşfetmeyle veya objektif geçerliliğiyle ilgilenmemiştir.”  

Rand, Objektivist Etiğin üç temel değeri Akıl, Amaç, Özsaygı şekilde belirterek bu üç temel değere karşılık gelen üç erdemi ise şöyle sıralar: Akılcılık, Üretkenlik ve Gurur. Üretkenliğin akılcı bir insanın hayatının asıl amacı olduğunu söyleyen Rand, bunu insanın tüm değerler hiyerarşisini oluşturan ve belirleyen asıl değer olarak konumlar. Rand, aklın üretkenliğin ilk şartı olduğunu bunun nihayetinde elde edilen sonucun ise gurur olduğunu belirtir. Rand, Gurur Erdeminin en iyi “ahlaki hırslılık” terimi ile tanımlanabileceğini söyler. Çünkü Rand’a göre insanın en büyük ahlaki amacı kendisi için yaşamaktır.

Bir Düşman: Diğerkâmlık

Yaşayan tüm organizmaların amacının hayatı idame ettirmeye yönelik faaliyetler olduğunu söyleyen Rand’a göre akılcı bir varlığın hayatı için uygun olan şey “iyi”; uygun olmayan şey ise “kötü”dür. Bu yüzden akılcı bir varlık için hayatta kalmanın en makul yolu düşünmek ve üretken bir çalışma halidir. İnsanın doğasındaki bu yönelimi bencillikle açıklayan tavrı bir dürüstlük cesareti değil midir? Rand, Objektivist Etiğin “bir faaliyette bulunanın daima kendi faaliyetinden faydalanan olması ve insanın kendi akılcı öz çıkarı için hareket etmesi fikrini savunduğunu izah eder. Ve bu gerekçelerle Objektivist etiğin akılcı bir bencillik ahlakı olduğunu savunur. 

Rand; Altruizm (Diğerkamlık, Özgecilik) etiğinin insanın kendi çıkarlarıyla ilgilenmesi ve bu çıkarlar ne olursa olsun kötü olduğunu söylediğini belirtir. Altruizm, başkalarının çıkarına yönelik bir eylemin iyi; kişinin kendi çıkarına olan bir eyleminse kötü olduğunu ileri sürmektedir çünkü. Rand, Altruist doktrinlerin bir tür “ahlak yamyamlığı” olduğunu; bir kişinin mutluluğunun ancak bir başkasının zararıyla mümkün gördüğü fikrinden kaynaklandığını ileri sürer. Rand, bir insanın kendi çıkarlarıyla ilgilenmesinin kötü olduğu düşüncesinin insanın yaşama arzusunun da ve hatta yaşamın da kötü olduğu sonucuna varabileceğini ve hiçbir düşüncenin bu düşünceden daha kötü olamayacağını savunur. 

Ayn Rand Okumanın Faydaları

Rand bilincin katmanlı yapısının doruklarına varmak ve akılcılığın koridorlarında gezinmek için insanın bir tür keşfetme zorunluluğu taşıması gerektiğini söyler: “Neyin doğru neyin yanlış olduğunu nasıl söyleyeceğini, kendi yanlışlarını nasıl düzelteceğini insan kendisi keşfetmek zorundadır.” Mutluluğu “kişinin değerlerini elde etmesinden kaynaklı bir bilinç durumu” olarak tanımlayan Rand, medeni dünyanın çöküşünün nedenini insanın ahlaksızlığına bağlamaz. O, sorunun kaynağı olarak insanın ahlaksızlığını değil, halihazırdaki ahlak anlayışını gösterir. Tüm sorumluluğun ise Altruist filozoflara ait olduğunu söyler. Rand, insanların amaçlarını ortaya koyan ve yollarını belirleyen tek şeyin felsefe olduğunu söyleyerek insanları kurtaracak olan tek şeyin de felsefe olduğunu vurgular.

Rand’ın önce romanlarıyla kurduğu, ardından sistematize edip kuramsallaştırdığı Objektivizm evvela bir etik yorumu olarak okunabilir. Tarihsel ve politik birçok sorunun yanlış bir etik yorumu yüzünden kaynaklandığını düşünen Rand sadece teşhis yapmakla kalmaz sorunlu gördüğü her noktaya kendi çözümünü de sunar. Rand’ın Objektvist Etiğini yalnızca yıkıcı karakteriyle okumak bu yüzden hatalıdır. Onun Objektivist Etiği özellikle Altruist Etik geleneğine getirdiği antitezleriyle etiğin temel sorusu olan değerler kavramlarına başka bir açıdan bakar. Yüzyıllardır bir yergi olarak kullanılan bencillik kavramına “kişinin kendi çıkarıyla ilgilenmesi” yorumunu yapan Rand böylelikle yeni bir bencillik yorumu da sunmuş olur. Rand, tüm bu tezleriyle yıllardır eleştirilse de hala kışkırtıcı bir antitez olma özelliğini koruyor. Sırf bu özelliği ve olası yeni tezlerin imkânı için bile onu okumaya değmez mi?

Kaynakça

Long, R. T. (2005). Ayn Rand’ın Özgürlüğe Katkısı. Liberal Düşünce Dergisi’nin(37). http://www.liberal.org.tr/upresimler/makaleler/ayn-rand-ozgurluge-katkisi.pdf adresinden alındı

Rand, A. (2013). A. Rand içinde, Bencilliğin Erdemi. İstanbul: Plato Film Yayınları.