Ekim 10, 2019

Zeynep Merdan / Aşk’ı Seyretmek: Kaybolup Giden Bir Kadın


Geçmiş yüzyılların keşfine yeni yeni varılmış yazarlarına rast gelmek çok defa kaybolmuş bir antikayı bulma sevincine benzer. Okur elindeki şeyin kıymetli olduğundan emin, metin her haliyle vaatkâr ve davetkârdır. Göz kamaştırıcı tasvirleri, ince tespitleri ve bir dönemi yansıtan klasik kurgusuyla 20. yüzyıl Amerikan Edebiyatın önde gelen kadın yazarlarından Willa Cather’in Helikopter Yayınlarından Faruk Ersöz çevirisiyle gün yüzüne çıkmış “Kaybolup Giden Bir Kadın”ı da böylesi antika bir biblonun zarafetini taşıyor.

Edebiyatta kadının uyanışı diğer alanlara nazaran daha erken baş göstermiş diyebiliriz. Özellikle Jane Austen, Charlotte Bronte, Virginia Woolf gibi güçlü kalemlerin başlattığı İngiliz Edebiyatındaki kadın yükselişine Cather de Amerika’da yeni bir soluk kazandırmış ve romanlarında kendi olmak cesareti göstermiş güçlü kadın tipolojilerine fazlaca yer vermiş. Yazar, yalnızca karakterleri, tasvirleriyle değil kurguda da başarı yakalamış olacak ki; I. Dünya Savaşı'nı konu alan One of Ours eseriyle 1923 yılında Kurgu dalında Pulitzer Ödülü'ne layık görülmüş.

Kaybolup Giden Kadın; Mrs. Forrester ve genç adam Neil arasındaki ilişki okura Balzac’ın Vadideki Zambak’ını anımsatıyor çok defa. Neil’in tıpkı Felix gibi toy bir gençten yetişkin bir erkeğe evrilmesi, yaşlı, hasta bir soylu ve genç, güzel kadının evliliği teması, yatılı misafirlikler gibi denklikler yazarın büyük romancının tesirinde kalıp kalmadığını düşündürtüyor okura. Benzerliklerin en zarifi; Felix’in adeta serenat olan kırlardan toplanmış çiçekleri gibi Neil’in benzer bir refleksle çiçekler toplaması belki de. Balzac’ın “beyaz zambak” güzellemesiyle eş değer bir övgü şöyle geçiyor kitapta ayrıca: “Onunla karşılaştırılınca diğer kadınlar incelikten yoksun ve sıkıcı kalıyorlardı. Ve başka hiçbir yerde onun davet edici, müzikal kahkahasına benzer, açılıp kapanan kapılar arasından uzaktan kulağa çarpan bir dans müziğinin ezgilerini andıran bir kahkaha işitmemişti.”

Hevesin Davetsiz Misafirliği
Geçmişte istediğimiz, çok istediğimiz şeyler, biz onlardan ümidi kesecek kadar unuttuğumuzda -yahut avutmayı öğrendiğimizde başka heveslerle gönlümüzü- bir gün ansızın karşımıza çıkarlar. Hevesin davetsiz misafirliğidir bu. Ya zaman ya biz ya heveslerimiz yahut hepsi öylesine dönüşmüştür ki, yıllar sonra görülen eski bir dost gibi, hem çok yakın hem çok uzak göz kırpar bize eski hevesimiz. "Geldim işte" der. Gelmiştir. Fakat biz artık orada değilizdir. Aşkın zaman karşısındaki onulmaz mağlubiyetine yazar, kahramanları vesilesiyle güçlü katkılar bırakıyor. Cather, Neil’in genç bir erkekten yetişkin bir erkeğe evrilene değin büyük bir merakla seyrettiği bir kadına zaman içinde bakışının nasıl değiştiğini gösteriyor. Gösteriyor ve hevesin en başından en sonuna kadar devam eden bu yolculuğuna, aşkın yıldızlar gibi kayboluşuna nihayetinde bir aşk seyrine eşlik ettiriyor okurunu.

Aşkın Seyri & Seyrin Aşkı

Metin Erksan’ın unutulmaz filmi Sevmek Zamanı’nda aşk ve seyir arasındaki ilişkiye dair bağıntı çerçevelenmiş bir fotoğrafla verilir. Halil karakterinin aşk ideali o fotoğraf ve Meral mukayesesi iledir. Aşk'ın resmi böyle değil midir sahiden de? Maşukunu seyreden bir adam, resminin seyredilmesini seyreden bir kadın. Willa Cather’in en ünlü yapıtı olan romanı Kaybolup Giden Bir Kadın, bir fotoğraftan bir filmin son sahnesine geçiş yapar gibi tıpkı böyle sürüklüyor okurunu.

Aşk, düşümüzdeki 'o fotoğrafı' sevmektir. Maşuk, en ihtişamlı imgesiyle o fotoğraftakidir. Aşkın bitişi, kaybolup gidişi ise ağır çekimde, kapanış sahnesindeki bir film sonu gibidir. Fon kararır. İsimler, her şey belirsizleşir. Bir ölüm anı gibi, kalbimizin mezar taşında:
"The End"

Bu yazı Hece Dergisinin 274. sayısında yayımlanmıştır.

Aynur Benli hanımefendinin okuması için.

Ekim 07, 2019

Barışmak Bizi Bahşedişimizdir Birbirimize






Bağış, yüce gönüllülerin bahşişi değildir.

Bağışlamalıyız çünkü ancak bağışlayarak bağışlanmaya layık olabiliriz.
Bağışlamak; bağışlanmanın bahşedilişidir ruhumuza.
Barışmak; bizi bahşedişimizdir birbirimize.

Ekim 02, 2019

Bir İntikam Şövalyesi: Quentin Tarantino*

“İntikam mı yoksa gerçek mi?” Bu soruya muhatap kılar seyircisini meşhur intikam filmi Old Boy. Bir hakikat arayışçısı için yenilmek ve hatta ölmek pahasına “gerçek”tir cevap. Gerçek, intikamdan teskin edicidir çünkü. Quentin Tarantino, bu soruyu gerçeği reddetmek ve geçmişi yeniden yazmak pahasına ‘sonuna kadar intikam’la cevaplıyor gibi. Peki, geçmişten intikam alınabilir mi? Tarantino sinemasında bunun mümkünlüğüne de cevap var. Gerçeğini reddettiği olaylara müstehak bir kader biçip tarihi yeniden yazması, onun sinemasının imzası haline gelen karakteristiği.

İntikam Felsefesi & Şiddetin Şehveti
Tarantino Sineması, kurgularının ve dialoglarının alt metinlerindeki intikam felsefesi, fazlasıyla kanlı olan kamerasıyla sert, acımasız ve şiddetli bulunuyor sıklıkla. Eleştirilerin yerli&yersizliği bir tarafa gerçeklere getirdiği alternatif sonlar, şiddettin şehvetini yaparcasına kurduğu intikam fantezileri, ustaca kurgulanmış olaylar, özgün bir teknik ve güçlü oyuncu ekibiyle izlemeye, tartışmaya ve sorgulamaya değer nitelikte.

“Kader, intikam gibi zorlu ve çirkin bir şeyden yanaysa eğer, yalnızca Tanrı’nın varlığının değil, onun arzusunu yerine getiriyor oluşunuzun da bir kanıtıdır” The Bride, Kill Bill
Kill Bill’in açılış sahnesinde Bill’in ayakları altında can çekişen Bride’a söyledikleri, Tarantino sinemasındaki intikam felsefesinin varlığına örnek teşkil ediyor: “Beni sadist mi buluyorsun? Şu anda bile yaptıklarımın sadistçe olmadığını anlayacak kadar kendinde olduğuna inanmak isterim. Bu benim en mazoşist hâlim” Tarantino, ‘İnsan kendine ceza keserek başkasından intikâm alabilir mi? İnsan başkasına ceza keserek kendinden intikâm alabilir mi?’ sorularını soruyor ve kendince bir sadizm & mazoşizm tanımı getiriyor sanki: sadizm; başkasına ceza keserek kendinden intikâm almak, mazoşizm; kendine ceza keserek başkasından intikâm almak.

İntikam Sineması
Tarantino’nun Toshiya Fujita’nın 1973 yapımı Lady Snowblood filminden tam 30 yıl sonra çektiği, Sinemasının belki de en iyi filmi olan Kill Bill bu filmin bir coverıydı belki de. Film hem öykünün kurgusallığı hem de bazı sahne telmihleriyle Kill Bill’de fazlasıyla yâd ediliyor. Tarantino, Kill Bill'de Bride üzerinden tanrısal bir cezalandırmayı gösteriyor. Ceza tıpkı kutsal kitaplardaki gibi haddi aşan ve kötüye kullanılan uzva veriliyor. Şiddet, karmik ve alegorik mesajlarla dolu hikâyeyi kamufle etse de cezalar ve mesajları gayet sarih: Aç gözlü olanın gözü oyuluyor, bağlantılarını sinsice kullananın kolu kesiliyor. Kimseye eğilmeyen dik bir baş gövdesinden ayrılıyor ve kalpten vuran kalbinden vuruluyor. Silahlar, karakterlere has bir şekilde seçiliyor. Kılıcı kullanmak gerçek bir asalet, ehliyet ve azim gerektiriyor. Bu yüzden kılıç, yalnızca gerçek savaşçılara layık görülüyor. Gerçek savaş, tüm sekanslarda nefes mesafesinde ve göz gözeyken veriliyor.

Tarantino’nun İntikam Sinemasına diğer filmlerinden bolca örnekler vermek mümkün; Inglourious Basterds filminde Adolf Hitler ve beraberindeki Nazileri bir sinema salonunda kurşuna dizmesi, Django Unchained filminde ise ırkçıları, bir kölenin kurşunlarıyla öldürmesi buna bazı örnekler. Filmlerinin çoğunda üç ya da daha fazla karakter aynı anda birbirlerine silah doğrultması, ayak sahneleri, mucidi olmasa da onunla bilinen “trunk shot”(bagaj çekimi) sahneleri sinemasının obsesif karakteristiğini yansıtıyor.

Yeniden Yazılan Tarih: Once Upon a Time in Hollywood
Hollywood'un Charles Manson'dan intikamı, Sharon Tate’e yakılmış bir ağıt, Tarantino'nun en romantik filmi, Tarantino’nun en taraflı, en kötü filmi gibi birbirinden bambaşka yorumlar yapılan son filmi Once Upon A Time In Hollywood; 9 Ağustos 1969’ta Cielo Drive’daki Hollywood’un dehşet verici cinayetlerinden biri olan ve karnındaki bebeğiyle vahşice katledilen Sharon Tate cinayetinden tam 50 sene sonra gösterime girdi.

Tarantino, Sharon Tate Cinayetini başından sonuna kadar yaptığı ters köşelerle post-modern bir bakışla kurguluyor ve gerçekleşmiş bir cinayete alternatif bir son yazıyor kendi kalemiyle. Roman Polanski’nin yan komşuları olarak kurguladığı hikâyesindeki iki kurmaca karakterle(Rick Dalton ve Cliff Booth) açılan ve devam eden film, izleyicinin hedefini şaşırtarak filmin aslında Sharon Tate’nin alternatif yazgısı olduğunu uzun bir süre unutturuyor. Ve sahnelere fırlattığı yapboz parçalarını filmin en sonunda zarif bir hınçla bir çırpıda tamamlıyor.

Cinayetleri “I’m the Devil and i’m here to do the devil’s bussiness”le planlayan sapkın bir tarikat lideri olan Charles Manson ve 60’ların hippilerini açıkça hedef alan ve onlara karşı bir intikam tasarlayan Tarantino, gerçek hippilerde Manson’un hippilerinin hiçbir alakası olmadığı yönünde eleştiriler alsa da ve “kapitalist, burjuvazi yanlısı, sınıf ayrımı savunucusu” “fazlaca yanlı” bulunsa da dönemin olaylarına kendi yorumunu getiriyor.

Bruce Lee’yi bile sette alt edebilecek kadar güçlü, cinayeti engelleyen adeta filmin kahramanı olan Cliff Booth(Brad Pitt) karakterinin filmde dublör oluşu yönetmenin yaptığı ters köşelerden.“İyi adamlar tarafından öldürülen kötü adama dönüşmekle' eleştirilen Western Film Yıldızı Rick Dalton’un(Leonardo DiCaprio)  hikâyenin sonunda filmlerinde kullandığı lav silahıyla “kötü adamları öldüren iyi kahramana”dönüşmesi de bu örneklerden biri. En muzip olanı ise Rick'in gerilediğini düşünen kariyerinin motivasyonunu küçük kızın gelip kulağına söylediği "gördüğüm en iyi oyunculuktu" sözüyle bulması herhalde.

Trajik bir olayın mağdurlarını hep zihnimizdeki güzel bir fotoğrafıyla hatırlamak isteriz. Film, o güzel fotoğrafın filmi bence. Tarantino  da “Sharon’ı o felaket olayla değil, gündelik hayatına devam eden, o dünyanın parçası bir insan olarak ele almak istedim” diye güzelliyor filminin kurgusunu. Tıpkı Tate’in eşine armağan etmek üzere Thomas Hardy’nin Tess of the d’Urbervilles romanını almaya gittiği gün, bir sinema salonuna gidip hem filmini hem seyircilerin tepkilerini izleyişi gibi günlük yaşamıyla. Film, Tarantino’nun güçlü kadın karakterlerinden çok başka olan, tüm masumiyetiyle filmin ve kendisinin kalbinde duran Sharon’un hayalindeki sonuyla ve Tarantino imzasıyla böyle noktalıyor.