Mart 29, 2019

Bağışlamak Bağışlanmanın Bahşedilişidir Ruhumuza

Jeanie Tomanet / Awkward Silence

























'Güzel hatırlayışın şifâsı' diye bir şey var. Bakışın kısıldığı, kalbin arka yollarına zehirin hücum ettiği anlarda var gücü ile taarruza geçiyor. Art niyete teessüf, kalbe teneffüs ediyor.

Acımanın değil, merhametin değil, yalnızca şefkatin bahşedebildiği bazı güzellikler var. Şefkat, her şeye yakıştığı gibi akla da çok yakışıyor. Aklına yavaş yavaş şefkat vurmaya başlayanları gördüğümde her şeye rağmen bağışlıyorum.

Fakat 'bağışlamanın kibri'nden münezzeh bir hâl bu. Bağış, yüce gönüllülerin bahşişi değildir. Bağışlamalıyız çünkü ancak bağışlayarak bağışlanmaya layık olabiliriz. Bağışlamak; bağışlanmanın bahşedilişidir ruhumuza.

Aşk Dağı

Sahne: Hanging Rock’ta Piknik



"Ne yapayım kardeşçiğim? Aşk bana gelmiyordu. Ben de Muhammed'in dağa gitmesi gibi aşk'a gittim."

Balzac / İki Gelinin Hatıraları

Mart 18, 2019

Zeynep Merdan / Kendilik Cesareti

Hatırla kendini. Hatırla, kimdi kendin? Hayır, “kimsin?” sorusuna benzemiyor. İç sesi muhatap kılan bir soru bu. Cevabı aynada, kimliğinde ya da kimsede olmayan bir soru. Bu soruya düşmek zaman alıyor, evet. “Kendinde değil” denilen bir hastanın haline benziyor bu soruya düşenin hali. Kendinde olmadığının bilgisi dahi kendinde olmayan kimsenin haline.

Kendisi Olamayan İnsan
“Kendisi Olmayan İnsan” demişti, kendinin ve kendiliğinin devrimcisi olan bir yazar. Dört zindanı işaret etmişti. Bir diğeri “ihtiyaçlar hiyerarşisi” kurup, zirvesi için kendini gerçekleştirmeyi seçmişti. Ali Şeriati, kendi olamayışı zindanlarla; Maslow, ihtiyaçlarla izah etmişti. Bu iki izah insanın kendisine varışını muhtaç, mecbur ve mahkûm oluşla engelleyen her şeyden kurtulmakla mümkün kılıyordu. Kendiliğe varmak için bu üç engeli aşmak yeterli miydi peki?

İhtiyaç hali tatmin edilinceye kadar süreğendir. Kendisi olamayan insanda bu hal bitimsizdir. İhtiyacı doğuran şey olan iştah, ıslah edilmediğinde en büyük kendilik engeline dönüşür. Bugün dünyanın en büyük sorunu reel politika eksikliği, küresel & bölgesel çatışmalar, kiralık ordular, gelir dağılımı eşitsizliği, enflasyon, kıtlık, küresel ısınma gibi şeyler değil iştah sorunu olabilir mi? Çatışmaların nedenine inildiğinde bir şekliyle iştah görülür. Hırs(başarı iştahı) ihtiras(güç iştahı) kibir(eşsizlik iştahı) şehvet(elde etme iştahı) şöhret(ün iştahı) intikam(had bildirme iştahı) Başka şekillerde tezahür ediyor yalnızca. İştah, hep aynı iştah.

Woody Allen’ın bir sendroma adını veren filmi Zelig, sevilme ve onaylanma ihtiyacı yüzünden dâhil olduğu her ortamda diğerlerine benzeme kaygısı güden bir karakterin hikâyesini anlatır. Bugün uyumlu diye olumlu bir karakter özelliği olarak kullandığımız sıfat, ileri düzeyde kendi olamayışın tetikleyicisi olabiliyor. Zelig üzerine başka bir çarpıcı bakışta da narsistlerin ortak bir paydaya sahip olmadıkları kişilerle iletişim kuramadığı ve bu yüzden de başkalarının kişiliklerini parçaladığını ileri sürerek Zelig’lerin çift taraflı bir narsist yıkım olduğundan söz ediyor.

Kendilik Feragati
Bazen ben parçalanır. Öteki olmaktan ölesiye korkan ben,  kendiliğin yalnızlık bedelini göze alamayan ben, kalabalık başkalıklara karışan ben, kendini ve kendiliğini kaybeden ben, bir başkası olan ben(“je est un autre”) Ben bazen bir başka benliğin gölgesinde asimile olur. Bazen de dilediği ihtişamlı sıfatlarla kuşansın kalabalık başkalıkların arasında yalnızlığı seçmeye güç yetiremez. Jaspers, ne güzel vurguluyor; "Ya kendim olmayı kazanmak için tekrar tekrar yalnızlığı istemeye cesaret ederim ya da bir başkasının varlığında eririm."Benlikler temas eder, tesir doğurur. Ama tesirin ifratı taklit bir süre sonra irrite etmeye başlıyor. Varoluş biçimi, söyleyişi, kelime seçişi, poz verişi bile başkası olacak kadar kendiliğinden feragat edenden geriye kendi kalır mı? Dışlanma korkusu, bir gruba dahil olma hevesi kendiliğimizi yok ediyor. Hiç kimse olmamak için herkesleşiyoruz. Ben, birine; biri, başkasına; başkası, yabancıya dönüşüyor. Kimse kendine benzemiyor.

Kendi Olamamak Hıncı: Var mısın ki yok edesin?
Bir başkasının varlığını, kendiliğini usanmaz bir hınçla yok etmeye çalışmak, insanın kendine ve kendiliğine yaptığı en büyük kötülük değil midir? Yok etmeye çalıştıkça kendi olamayacak. Kendini; kendinin, muhatabının ve önemsediği insanlar nazarında biricik olmaya ikna edemeyişinin hıncıyla tüm bir zihinsel sermayesini başkalarının tezlerine antitez geliştirmekle israf etmek, ne çaresiz bir var olma şeklidir. Yok edecek kendini, olurken diğerleri.

Kendiliğin dingin kışkırtıcılığı karşısında hınç tüm çalımıyla beyhude ve kanatsız çırpınır sadece. Çırpacağına kanatlarını. Dinmesini öğrenince kışkırtmanın inceliklerini de öğreniyor insan. Ayaklarını yere vura vura çırpınan bir çocuk kadar toy ve gülünç görünüyor hınç; sessizliğin dingin kışkırtıcılığını dahi büyütürken ruhtaki anne bilge.

Birinin kendiliğini ve kendiliğinden çalmak en kötü hırsızlıktır. "Yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir." Hırsızlığın neden tek günah olduğu; "çünkü her şey iştaha yüzünden"le doğrulanıyor. Hırsızlığın en soysuz hali: birinin varlığını çalmak, varlığından çalmaktır. Haysiyetini, güzelliklerini, iyiliklerini, gücünü, sevgisini, dostlarını, itibarını ona bahşedilenleri eksiltmeye çalışmaktır.

Bertrand Russell “sevgi bilgelik, nefret aptallıktır" derken romantik bakmıyor. Sevginin bilgelik olduğu bilgisinden mahrum olsak da nefretin aptallaştırıcı etkisini göz ardı edebilir miyiz? Akıl, en değerli hazinesini(zamanı) asla israf etmezken; nefret en aptal ziyan edicidir. Nefret, onunla beslenenlerin zamanlarını çalarak kendi besinini temin eder. "Zamanıma yazık"tan makul tenezzül etmeyiş var mı? İnsanın meşgul olduğu şey kadar aklını ele veren bir şey yoktur belki de. Üstelik ne yüce gönüllülük ne iyilikten bu tenezzül etmeyiş. Yaşam nefret için fazla kısa değil mi?

Birbirinden nefret edenler tıpkı âşıklar gibi aynı frekanstadırlar. Nefret, sahibine öyle keskin göz verir ki, birini en iyi düşmanı görür. Ne maşuğu, ne dostu. Biri kör, biri şaşı bakar. İnsanı en iyi düşmanı tanır. Sadece onu ölümüne haksız bulur. Nefretin karanlığında kaybolunca, insan yüzünü hatırlamak için aynaya bakar. Karanlığın aksine kendi aksini itham eder ayna. Yüzün kendileştiği ana tekabül eder bu bakış. O vakit en büyük ve gerçek düşmanıyla karşı karşıya gelir: Kendisi.

Kendileriyle Savaşanlar
Kendilik üzerine mücadele verenlerin ya da en büyük düşmanı olarak kendini keşfedenlerin mücadelesi muhteşem olabilir. En güzel örneği Stefan Zweig’in Kendileriyle Savaşanlar’da zikrettikleridir. Kendileriyle Savaşanlar’da Hölderlin, Kleist ve Nietzsche’nin yaşamları boyunca bitmek bilmeyen içsel mücadelelerinden bahsedilir. Bu üç ihtiraslı, bozguncu ruhun var oluşlarını kendilerini yok edişleriyle kurmaları Goethe’yle mukayese edilir ve ortaya yıkarak ya da inşa ederek kendini gerçekleştiren dört başka kendilik çıkar.

Mücadele etme direnci göstermenin mücadelenin kendisinden güç oluşu, o direncin de "kim için mücadele ediyorum?" sorusuyla baş etmesinin hepsinden güç oluşu kendilik mücadelesini bitimsiz bir mücadeleye dönüştürse de savaşını başkalarıyla değil de kendileriyle yapanlar daha yürekli ve sanatkâr değil midir her zaman?

Kendini Özleyen İnsan
İnsan kendini özleyebilir mi? İnsanın kendini özleyebilmesi için o kendiliğe bir vakitler olsun varmış olması gerekir. "Peki ya kendi olamamış bir insan? O insan neyi özler? Hasreti hep başkaya, başkalarına olan kendini özleyebilir mi peki?

İnsan Neden Kendisi Olamaz?
İstenildiği halde kendi olmaya güç yetiremeyiş mümkün olabilir mi? Nezaket mesafesi aşılsa, dürüstlük ve kendilik cesareti gösterilse ve yakın bir muhataplığın sınanmışlık itimadı kurulsa dahi insan öz dili Ruhça'sıyla konuşamıyor. Bazen de kendi deviniminin hızıyla zaman dahi baş edemiyor. Zamandan daha çok değiştiriyor varlığını kendi devinimi. Zamanın devinimine karşı kendi kalabilmek de öz bir direnç gerektiriyor. Ardından ego; kazanmak hazzıyla işgale uğruyor ve varlık tohumu kendilik filizini doğuramıyor.

Ali Şeriati “Konfor ruhun bataklığıdır.” derken maddi konforun ötesinde geleneğin, kültürün, sosyalitenin konforundan da bahsediyor. Uyumun konforuna sığınmak bizi birçok sorundan alıkoyar belki ama karşılığında kendiliğimizden vermek pahasına. Uyumun konforundaki çoğunluğun kendi olma cesareti gösterenlere uyguladıkları dışlama; sosyal bir konfor karşılığında kendiliğini bastıranlara ve sayısız gerçekleştirilmemiş kendiliğe mal oluyor.

Konforun en fenası zihniyetteki değil midir? En güzel yola çıkış kitaplarından birinin yazarı olan Ian Dallas, Gariplerin Kitabı’nda şöyle diyor; "Eğer hakikati arıyorsanız, hayatınız asla eskisi gibi olmayacaktır.” Taşrasını, toprağını seven göç etmesin. Yükü ağır olan sefere kalkışmasın. Zihnindeki taşradan göç etmeye niyetlenen her türlü ıstırabı göze alsın. Huzur müptelalığı, dinginlik arayışı, ahlak bekçiliği, güzel memleketimçilik hiçbiri zihniyetteki göçü başlatmıyor. Tekâmül istiyorsak göçü de, seferi de, ıstırabı da göze almak zorundayız. Huzurlu bir tekâmül yok.

İnsan Nasıl Kendi Olur? 

Başkalarıyla ya da kendiyle savaşmayı bıraktığında kendi olmaya yaklaşıyor insan. En çok da özünü özleyerek ve özünün üzerindeki kabuktan sıyrılmaya başlamakla yaklaşıyor. Kabuk etkisinin Gösteri Toplumuna etkisi yadsınamaz. Görüntü Gösteri Toplumlarında her şeydir çünkü. Sanki onları var eden şey görünümleriymiş gibi tahkir de taltif de göz üzerinden yapılır. Birini ancak var olduğu şeyle yok edebilirsiniz. Başarıyla, itibarla, güçle, güzellikle var olanları neyle var olduysa, oradan. Varoluş topyekûn iyilik, iffet, dürüstlük, haysiyet gibi güzel özelliklerle de var edilmemeli. Kusursuz, hatasız, noksansız bir varlık tasavvuru en zayıf var olma şeklidir. Bir hataya, bir düşüncesizliğe, bir zayıf ana bakar yok oluşu.

Ulus Baker “dostum başka bir kendimdir ve onun erdemini gözlemlerken kendiminkini görür ve tanırım" diyerek kendiliği dostça çoğaltıyor. İnsan kendisi olmaya ve kendini bulmaya, ona kendini hatırlatanlarla da erişebilir fakat kendisi olmayı başarmış herkesin başaramayacağı da bariz değil midir? Herkesin kendiliği başka başkadır çünkü. Bu bahiste Geylani'ye ve İbn-Arabi'ye isnat edilen(harika bir karışıklık) bir söz vardır: "Her kuş kendi cinsiyle uçar" Başkalığı husumete dönüştürmemek için harika bir işaret. Belki kimimizin kimimizi fena, tekinsiz, itimatsız buluşu ya da yakın bulamayışı "Ahlat-ı Erbaa" denilen o dört unsurun başka başka dağılışı yüzündendir. Sesimizin, kanımızın, tavrımızın ötekine benzemeyişi yüzündendir."İbn-i Sina bu dört hılt’ın (sarı safra, kan, sevda, balgam) her insanda özel ve benzersiz bir şekilde karıştığını, kişiye özel bir denge oluşturduğunu söyler. “Belki sesin diyafram, geniz ya da gırtlaktan çıkması yüzündendir birinin konuşmasını itici, güvensiz bulmanız. Belki kanının hızlı akışı yüzündendir birini tekinsiz, kibirli ya da fevri buluşunuz. Belki hesapçı, uyanık gördüğünüz kanı serin akandır yalnızca. İnsan bu yüzden benzerinin yanında güven bulur. Onu en iyi benzeri anlar. İnsanın "eş"ini de dostunu da kendi cinsine göre seçmesi en güzelidir bu yüzden.

Kendilik Sevinci

Hep birinci çıkılan mukayeselerin, en iyisine sahip olma zannının getirdiği özbeğeniciliğin, rekabet anksiyetesi ve başkalarını alt etmekle beslenen hınç hazzının ve daha bir sürü şeyin kokusunu bile duyamayacağı bir şey var: Kendilik Sevinci. Varlığına, payına ve yazgısına tüm bahşedilenlere razı olan. Kusurlarla, eksiklerle, hatalarla dahi tamamlanan. Ne özsevicilik ne "amor fati" klişesi. İnsanın kendine, payına ve yazgısına razı oluşu. "Olma Borcu"nu ödeyen bir varoluş teşekkürü.

Kendisi Olan İnsan
Varoluş, sahip olunanlara dayandırılırsa bunların kaybedilişi ile her şeyini kaybetmiş olur insan. Bir gün her şey yok olabilir. Bizi hep var kılacak ve asla yok edemeyecek bir var var bir de, hakiki varlığımız: Ruhumuz. Ruhuyla var olan biri hiçbir şekilde yok edilemez. Kendimizi sahip olduğumuz hiçbir sıfatla var etmediğimiz gün gerçekten güçlü; sahip olduklarımızla var etmediğimiz gün en güzel şeye sahip olacağız: Kendimize.

Bazen kendimiz sandığımızı kaybetmeden gelemeyiz kendimize. Kaybettikçe sahip oluruz kendiliğimize. Oluruz kendimizi. Olmayandan, olamayandan, olmayacak olandan bahsetmek; oldum demek için değil, olanın ahkâmını kesmek için değil, olması gerekene hükmetmek için değil. Olmak çabası sadece. Olamamak hıncıyla her şeyi olan hiç kimse olmaktansa; her şeyini kendi olmaya sarf edenlerden olmak, hınçsız ve kimsesiz: Olmanın Kendi Hâli. Olacak olan olurdu. Olmayacak olanı terk ederdik yalnızca. Olmayana varılmaz, kendiliğe gidilmez, kendilikten vazgeçilmezdi. Ancak varılırdı ona. Varılandı. Varlığı yok sayılamaz olan.

Dücane Cündioğlu’nun "Yaşamda en değerli şey kendiliktir. Kendiliğinden mahrum olanların en büyük sorunu; değerli değil önemli olanın peşinden koşmalarıdır" sözü faydalı, önemli ve değerli ayrımına götürür insanı. "Faydalı, Önemli ve Değerli" olan arasındaki ayrım yaşamdaki en büyük seçimdir. Meslek, muhit, insanlar, her şeyi bu yönelim belirler. Bunlardan biri karakteristik kazanmaya görsün, tüm bir yazgı ona göre şekillenir.

Değerliyi seçmenin bedeli vardır. Önemli faydalar, faydalı önemler kaybettirir. Oysa önemliyi seçen önemsenir ve faydalanır. Önemsenmeyen ya da faydasız görülen değerlerin değerini ise yalnızca o değerlere sahipler değerlendirebilir. O değere varanlara eşsiz bir kudret bahşedilir:
Kendilik Cesareti.

İnsan bazen kendisi olmayı unutur. Korkunca. Kaybolunca. Kaybedince. Kendilik cesaretini de kaybederse bir daha asla kendisi olamadan bir yabancı gibi özler kendini. Kalabalık başkalıklar arasında.

Hatırla kendini.
Kendini sakın unutma.


Bu yazı İtibar dergisinin 90. sayısında yayımlanmıştır. 

Mart 05, 2019

Zeynep Merdan / Bumerang

Tam 11 yıl önceden.
2008, Mart 4'ten.
17 yaşımdan.

Düşünmekle başlar her şey. Yoktuk ve var olduk. Şimdi o kadar çok varız ki. Ne mi var? Her biri başka bir vücutta hayat bulan düşünceler… Zamanla geliştik, çeşitlendik ve de ayrıldık çünkü artık bir yere sığmıyorduk. Önceleri bir ya da iki çeşittik, her şeyi adlandırmaya yetiyordu bu şeyler. İyiydik ya da kötüydük. Böylece dünyadaki ilk düşüncenin aslı arayan seçenekleri olmuştuk.

Ve iyi düşünmeye başladık, zamanla iyilerimiz değişti. İyi gitmiş iyiler gelmişti. Sonra gördüğümüz, aklettiğimiz ya da hissettiğimiz şeylerde oldu iyilerimiz. Görmekteyse güzel-çirkin, akletmeyse güçlü-güçsüz… olduk bulunduk. Seçenekler çoğalıyordu ve zorlaşıyordu cevabı bulmak. Ve düşünce; o kadar sonsuzdu ki onu bir yerlere sıkıştıramıyorduk.

Aklımızla düşünerek bulacaktık iyiyi. Ve iyiyi kuracaktık dünyamızın üzerine. Ama iyimiz kurallı olmalıydı, herkes de uymalıydı ve sadece ‘benim kanunum’ doğru olmalıydı.  Düşündük ve düşündüklerimizin esiri oldu çoğumuz. Sonra da düşündüklerimize esirler yaptık. Artık düşündüklerimiz yıkmak içindi, çünkü düşünmek farklı bir şeyler aramaktı. Ve düşündüklerimizi görmek istedik, bazen bir düzendi yapmak yahut ta değiştirmek istediğimiz. Değiştiriyorduk ama sağlamlaştıramıyorduk. Binalardaydı düşündüklerimiz, bu yüzden onların ayakta kalabilmesiyle mümkündü, sarsılmaz düşüncelerimiz. Bazen aniden gelen depremler, bazen de yeni bir düşünce-bina yeniliyordu bizi. Yineliyordu bizi.

Görerek ulaşacaktık iyiye. Bu yüzden güzeli aramakla başlamalıydık. Görmek istiyorduk, kamaştırmak istiyorduk ortalığı. Işıltılar, parıltılar doğmalıydı gözlerimize. Güzeller iyiydi fakat çirkinler köyüydü. Ve kötülük çirkinlikle anılmaya başlamıştı. Sefalet, cehalet çirkindi böyle olanlar, hatta doğanlarda. Ve çirkinler güzelleşemezdi, aynalarda görülemezdi. 
               
Hissedecektik iyi olmayı, olmasa da öyle düşünmeyi. Haksızlıklar, güçsüzlükler, çirkinlikler bunlara yer vermeyecektik düşündüklerimizde. İyi olacaktık ama kötülüklere hep uzak kalacaktık. Hayaller kuracaktık, gerçekle ilgisi olmayan hayaller. Düşlerdeki Ülkemizde sadece istediklerimizin yapıldığı ‘kraliçe’ olacaktık.  Pembe bulutlu, acıların ve gerçeklerin bulunmadığı bu yerde yenilecek ve kötüleri seyredecektik…

Ve düşünerek…İyimiz burada mıydı? Onu hiç göremedik ve sanırım göremeyeceğiz de. Çünkü o, sadece gözlerle, sadece hislerle ve sadece akılla algılanamaz. Aslında çok kapsamlı her üçünü de içine alabilir çünkü o aslında her şey. Burada ne güçsüz var ne çirkin ne de bir başkası. Dünya üzerindeki tüm ayrımları başlatan ve bir gün belki de sona erdirecek olandır,

Peki, nasıl mı düşünmeliyiz? Aklımızın başlattığı, gördüklerimizin şekillendirdiği ve hislerimizin nihayete erdirdiği bir düşünce. Yani hepimizi içine alan bir düşünce. Bazen düşünceler sadece yıkmak içindir, bazen de birleştirmek.

Düş-ünmekle başlar her şey. Yoktuk ve var olduk. Şimdi o kadar çok varız ki. Ne mi var? Her biri başka bir vücutta hayat bulan düş-ünceler… Zamanla geliştik, çeşitlendik ve de ayrıldık çünkü artık bir yere sığmıyorduk. Önceleri bir ya da iki çeşittik, her şeyi adlandırmaya yetiyordu bu şeyler. İyiydik ya da kötüydük. Böylece dünyadaki ilk düşüncenin aslı arayan seçenekleri olmuştuk.
                                                                                                                   

Dönemeç*

2019 baharı. Baharın ve rüzgarın on bir yıl öncesine savurmasını istiyorum beni. Bir dönemeç anına.

*

2008 baharıydı. Sonuncu sınıfta bir Anadolu Lisesi öğrencisiydim. Arkadaşlarımın -rakiplerimin- hırsla test çözdüğü benimse bir yıl öncesinde bir kırılma noktasıyla ders çalışmayı, ödev yapmayı ve çalışkan olmayı protesto eder gibi reddettiğim zamanlar. Oysa birkaç yıl öncesine kadar biricik amacı iyi bir fakülte kazanmak olan, kurallara uyan bir öğrenciydim.

Liseye başladığımdan beri yazı verdiğim birkaç yıldır çıkan bir okul dergisi vardı. Derginin bu yıl da çıkması gerekiyordu ve bu iş benden başka kimsenin olamazdı. Hayır, bu işi en iyi yapan olduğumdan değil, sınava 3-4 ay kala varlığının tüm sermayesini bu işe sarf etme cesareti gösterecek tek kişi olduğum için.

Bir şeye aşıktım ve bu aşk bana vazzın en güzel hazzını bahşetmiş gibiydi. Bir kaybedişe bile isteye seyirci kalan, acısından haz alan;

"o bunları anlatırken ben yanında yürür,
yol boyunca çiçekler toplardım..
onları özene bezene bir buket haline getirdikten sonra akıp giden ırmağa atar,
suyun üzerinde hafifçe kayarak gidişini arkadan seyrederdim."

Genç bir Werther'dim belki de.

*

Okulumuzun karşısında ağaçlar vardı, o ağaçların burnuma getirdiği bahar vardı. Sürekli dalıp gittiğim dersler vardı. Zihnimi vermekten haz aldığım kitaplar ve bu iş vardı. Bir çentik olacaktı bu dergi. Dört yıl boyunca ruhumu sızdırdığım duvarların, sıraların, pencerelerin kuytusuna bir çentik kalacaktı. İz kalacaktı.

Kapağı Salvador Dali'den seçmiştim. Zihnimdeki çentik için daha iyi bir resim olamazdı.


Sonrası, içindekiler ve editör yazısı kısmıydı ki, 17 yaş benliğini fazlasıyla ele veriyordu. Müstehzi, kibirli ve kendiyle dalga geçecek kadar cesurdu. Amatördü, fazlasıyla amatör. Üç temalı bir tasnifi vardı: Beyin, kalp, göz. İçerikleri 'geldikleri' yeri göre tasnifleyen bir kurgu.



Ali Şeriati'nin Kendini Devrimci Yetiştirmek'te "adolescence" kavramıyla izah ettiği ve on sene sonra seçeceği türü belirlemiş gibi yazdığım bir deneme vardı: Bumerang.

"Biz yarı aydınlık aşamasına erişmiş durumdayız. Bu tıpkı, insan yaşamında ortaya çıkan "Adolescence" dedikleri aşama gibidir. Bu devre, insanın, ergenlik çağının eşiğinde olduğu bir devredir; buhran, heyecan, kendi içindeki bütün gizli güçlere baş kaldırma ve şahsiyetini yeni oluşturma dönemidir. Bu dönemde henüz hiçbir şey gerçekleşmemiş ve tamamlanmamıştır. Ama her şey yeni başlamıştır. Bu durumda insan en kötü dönemini geçirir; bazen kendisini intihara ve cinnete sürükleyen düşünsel ve ruhsal buhranlarla baş başa kalır. Fakat aynı zamanda bütün bunlar -bu hastalıklar bile- onun ergenliğinin bir işaretidir. Onun, bedensel ve ruhsal ergenliğinin eşiğine varmakta olduğunun işaretidir."

*

Dışarıda ders yaptığımız ve konu seçiminin bize bırakıldığı bir Edebiyat dersinde yazdığım bu kısacık şey vardı bir de. Derginin en sonuna atılan isimsiz çentik. Kendini yakan alev.