Ağustos 27, 2019

Ruh Müzem Sakinleri*

Henüz hiçbir yerini çok sevemediğim bu dünyada sanırım en çok burayı seviyorum. Ruh Müzem'i. Ancak keşf'i çok sevenlerin yürümeye sabır göstereceği tekinsiz bir patikası, belirsiz bir rotası var. Burası nihayetinde bir müze ama Ruh Müzem'in patikasına ancak rast makamı ile varılabiliyor. İsimlerin, cinsiyetlerin, şehirlerin, mesleklerin, zamanın hiçbir önemi yok. Ruhça konuşabilmek kafi.

Tam da bu yüzden yolu rast makamı ile buraya düşenlerin yeri Ruh Müzem'in en güzel köşesi;

"Merhaba,

Ben M.T. Tıp fakültesinde öğrenciyim, aynı zamanda sosyoloji okuyorum. Aklımın ilk erdiği zamanlardan beri insana, onun davranışlarına, fizyolojisine ve psikolojisine karşı derin bir ilgim var. Birkaç gün önce İdefix'ten Psikanaliz Yazıları dergisinin birkaç sayısını sipariş etmiştim. Elime nihayet bugün ulaştı. İdefix'in âdeti olduğu üzere yanında hediye olarak bir dergi göndermişler "Sabit Fikir". Haftalık ve aylık olarak yayınlanan birçok mecmuayı okumuş ve hiçbirinin içeriğini doyurucu bulmamıştım bugüne kadar. Bununla da yetinmeyip bu yayınlara karşı savaş açtım desem yeridir. Sabit Fikir Dergisi'ni de bu önyargı ile açtım, birkaç sayfa çevirdim ve bir yazıyla karşılaştım "Aşırılıklar Çağı'nda aşkın bir ruh: Simone Weil". Yazının giriş cümlesi "J.J. Rousseau'nun..." diye  başlıyordu. Şu sıralar Rousseau'nun Émile kitabını okumaktayım, bu nedenle sanırım istemsizce okumaya başladım yazıyı. Henüz kargo paketini yeni açmıştım, ayaküstü okuyuvermişim yazıyı. Yazarını hemen bulmalıydım, yazının başına döndüm ve sizin isminizle karşılaştım. Derhal sizin hakkınızda bilgi edinmeliydim. Bir blog sahibi olduğunuzu farkettim, kapısı zaten aralıktı, ben de içeri usulca sokuluverdim. Nerede ne var diye kurcalarken "Johann Pachelbel" yazdığını gördüm. Sanki birisi size ulaşmam için küçük ekmek kırıntıları serpiştirmişti her yere. Neden mi böyle düşünüyorum? Klasik müziğe büyük merakım vardır, listelerim neredeyse tamamen Chopin, Handel ve Yiruma'dan oluşuyor. Fakat klasik müzik türü içinde bir parça var ki onun yeri çok ayrı "Canon in D". Ardından ilk defa karınca görmüş bir çocuğun heyecanına benzer bir heyecanla daha fazla yazıya ulaşmalıyım dedim. "Ruhça" isimli bir yazınızı okudum ve bugünlük bu kadar kâfi dedim kendi kendime, doymuştum, yavaş yavaş tüketmeliydim. Ardından yaşamınıza ve eğitiminize dair bir şeyler bulma umuduyla birtakım aramalar yapsam da nafile. Sonra dedim kendi kendime bir ehemmiyet teşkil etmiyor zaten, varsay ki sayfaları oraya buraya savrulmuş sahipsiz bir günlükten notlar okuyorsun. Diyeceğim o ki, dergilere dair önyargım halâ yerli yerinde durmakta. Fakat düzenli olarak yazıyor iseniz yazılarınızı okumak için Sabit Fikir Dergisi'ni düzenli olarak edinmeye çalışacağım.

Saygılarımla."

Ağustos 15, 2019

Kendilik Cesareti*

Sanatçıların ya da sanat eseri yaratma hevesi güden insanların başına gelebilecek en talihsiz şey; tesirinde, çekiminde, cezbesinde kaldığı güçlü bir ruhu şuursuz taklit etmek. Taklit ne kadar şuursuz, ego ne kadar yaralıysa vaziyetleri o kadar trajik oluyor.

Tezle değil antitezle başlayan, bir akıma karşı doğan fikir akımları gibi yazmak reaktif tavırla yapılıyor bazen. Reaktif bir tavırla yazanların rekabet hırsından beslendiğini görürsünüz. Yaratma edimi kendiliğinden değil "o yazıyorsa/o yapıyorsa ben de yazarım/yaparım" diyedir.

Kendiliğinden, kendilikleriyle değil, reaktif bir tavırla yola çıkanlar en çok üslûp ve özgünlük konusunda sıkıntı yaşıyorlar. Kendilerine ait bir odaları, kavramları, sözcükleri yoktur çünkü. Deneme, şiir, inceleme, eleştiri, roman denemedikleri bir tür kalmamıştır.

Tam da bu yüzden özgünlük yetenekten daha mühim. Yetenek, zekâ, birikim hepsi büyük avantajlar ama yeteneği, zekayı, birikimi özgünlükle birleştiremeyenler benzersiz bir eser ortaya koyamıyor.

“Aşırılıklar Çağı”nda Aşkın Bir Ruh: Simone Weil

Sabit Fikir dergisinde Keşfsever köşesiyle keşiflerimi arz edeceğim bundan böyle. İlk selâm Simone Weil hanımefendi ile.
James Last’ın ölümsüz bestesi Einsamer Hirte/The Lonely Shepherd’in (Yalnız Çoban) Zamfir yorumu eşlik edebilir bu yazıya.
Yıllar evvel, kendi küçük yörüngesinde dönen küçük bir benken keşfedilmeyi bekleyen incelikleri tanımlama hevesiyle yola çıkmış; kâşifi olduğumu sandığım şeylerin başka dillerde karşılığı olduğunu öğrenmiş, üzülmüştüm. Ardından böylesi bir keşfin imkânsızlığını keşfetmiş,  nihayetinde elimde kalan tek şeyin keşfi sevmek olduğuyla yüzleşmiş ve bari bu halin bir adı olsun, mahlasım olsun diye Keşfsever demiştim kendime. Sevmek anlamına gelen “phileo” ve bilgelik anlamına gelen “sophia” kelimelerinin kucaklaşıp içinde sevgi geçen tek öğreti olan Felsefeyi adlandırması güzel bir rast olmuştu. Hemen her şeyin sahipliklerle adlandığı bir zamanda tanımlanışın sevilen şeyle yapılışının güzelliğindeydi bu rast. Peki ya başka rastlar?
Öncelik ve sonralıkla farkına vardığımız zaman algısı bizimle aynı şimdiyi paylaşmayan herkesi bizden ayırıp başka zamanların içine saklıyordu. Aramızda yıllar, yüzyıllar var diye uzak sandığımız, başkalarına satır bize ise iç ses olarak gelen cümlelerin sahipleri vardı bir de. Onlar uzakta değildi. Hepsi bir keşf mesafesinde hem kendilerini hem bizi zamansız, mekânsız ve sonsuz kılacak bakışlarımızı bekliyorlardı. O bakışların biriyle Simone Weil’le Haşmet Babaoğlu’nun “İki Simone” isimli yazısıyla rastlaştık. Yalnızca bize ait olan şeyleri tanıyan ve anında “ta kendisi” dedirtecek ve İsmet Özel’in “bize ait olan ne kadar uzakta?” sorusuna cevap olacak bir rastlaşmayla. Pekâlâ platonik bir rastlaşma olabilirdi bu çünkü Simone Weil’in ölüm tarihi doğum tarihime 47 yıl uzaktan bakıyordu. Neyse ki Weil’in bu sözü rastımızı platonik olmaktan çıkaran ‘bulunmuş bir mektup’ yapmıştı: “Bizler emeğimizde ve gündelik hayatımız içinde yaşanan şeylerin bize sunduğu sembolik anlatıyı bir mektubu okur gibi okumalıyız. Bu semboller keyfi şekilde karşımıza çıkmaz, onlar şeylerin doğasına çok evvelden ve Tanrı tarafından yazılmışlardır.”

Yazıldığı Gibi Yaşanmış bir Yazgı
Bu süreçte Weil üzerine çeviriler yapıldıkça yapıldı, Yerçekimi ve İnayet, Kişi ve Kutsal, Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler olmak üzere birçok kitabı Türkçe Yayınları, Weil üzerine Türkçe ilk biyografik eser olan Palle Yourgrau’nun okura ulaştı. Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler’den sonra Ketebe Simone Weil kitabını Ümid Gurbanov’un çevirisi ile yayımladı. Yazar, Weil’in yediriyor ki kitap bir biyografi kitabi olmaktan çıkıp iyi bir Simone Weil felsefesini ve felsefesinin analizini Simone’un kişisel tarihine öyle güzel yorumuna evriliyor. 

Weil’in de çok beslendiği dönem olan Antik Yunan’da hakikati söylemenin risk taşıdığı durumlarda hakikati söyleme cesareti gösterene “parrhesiastes” denirdi, Weil tam olarak böyleydi. Jean Jack Rousseau’nun Yalnız Gezerin Düşleri’nde bir rahibin defterinden aldığı "Vitam Vero Impendenti"  ifadesi en çok onun yazgısına yakışıyordu. Çünkü anlamı “hakikat uğruna yaşamını riske atan kişi” demekti. İlginç bir şekilde Albert Camus, Nobel Ödülünü almaya gitmeden hemen önce bir azizi ziyaret eder gibi tıpkı Simone’nin Paris’teki eski apartman dairesine gitmişti. Belki de bu yüzden bir filozof mu, bir aktivist mi, bir yazar mı, bir mistik mi bunların hepsi onun gerçekten olduğu şeyi tanımlama noktasında eksik kalıyor. Ben onu bütün dünyevi sıfatlardan azat edip, varlığını çağdaşlarından bir çırpıda ayırt eden ruhuyla ele alacağım ve Palle Yourgrau’nun kitabından seçtiğim bölümlerle onu daha yakından keşfetmek isteyenlere bir özet sunmuş olacağım.
Başka Bir Dünyanın Seyircisi
Onu anlatmaya 'başka bir dünyanın seyircisi' olmaktan ileri gelen sakarlığıyla başlamalı belki de. Ruhsal konulardaki inceliğine tezat olacak şekilde, eşyayla ilişki kurma biçiminde tuhaf bir sakarlığı vardı. Oğuz Atay'ın “hayatın acemisi” yakıştırması onun eşyayla kurduğu ilişkiyi izahı etmede uygun düşecek sanırım. Felsefe öğretmenliği yaptığı dönemde ona rast gelenler hırkasını ters giydiğini fark etmeyecek kadar sakar; elleri, eski püskü kıyafetleri, çorapsız sandaletleriyle Orta Çağ keşişi gibi göründüğünü düşünüyor ve onun için “Kızıl Bakire” “La Simone” “Weil Ana” diyorlardı. Ders verme konusunda başarılıydı ama burada da farklı metotlarıyla diğer meslektaşlarından ayrılıyordu. Amacı öğrencilerinin beyinlerini doldurmak değil –derslerinde en çok kullandığı kitaplardan biri olan Platon’un Devlet’inde de bahsedildiği gibi- onların ruhlarını
dönüştürmekti. Çünkü Weil’e göre “ruh uyumaktadır.”

Düello: Dişil Zekâ versus Ruhsal Zekâ
Sis romanında “Erkeklerin her biri ayrı bir ruha sahip oldukları halde, kadınların hepsinde tek bir ruh, aynı ruh, kolektif bir ruh vardır” diyerek “kadınların hepsi bir ve aynı kadındır” diyen Miguel de Unamuno Weil’i keşfetse onu tanımlayacak kelime bulamazdı herhalde.  O, bir cümlede özetleyebileceği türden kadınlardan değildi. Değildi çünkü o varlığını cinsiyetiyle değil, bizatihi varlığıyla başlatmıştı. Yourgrau’nun güzel ifadesiyle kendi güzelliğini sırtında taşımayı istemediği bir haç olarak gören Weil, çağdaşı ve tanışığı Simone de Beauvior’ın tersine varlığını dişilliğinden tümüyle soyutlayarak var etme yolunu seçiyor; Beauvoir’ın burjuvalara karşı kullanmaktan asla çekinmediği ruju, makyajı ve süslü kıyafetleriyle kullandığı dişillik silahına ruhuyla karşılık veriyordu. Beauvoir’ın dişilliği yalnızca görünümünde değil, zekâsındaydı. Fakat eril tahakküme karşı verdiği mücadele Simone Weil’i etkileyemiyordu. Yourgrau bu durumu; “Weil gerçek bir köle olmayı amaç edinmişken Beauvoir’ın amacı kimsenin değil, kendisinin efendisi olmaktı” diyerek izah ediyor. Ve “Beauvoir feminizmin annesiyken Weil’in bu tanımlamayı reddettiğinden, bir gruba liderlik etmesi istendiğinde ‘ben feminist değilim’ diye tepki gösterdiğinden bahis açıyor kitabında.
Kendine Saldıran Savaşçı
Aktivistliği, sakarlığı düşünüldüğünde baltalanıyordu. İçindeki savaşçıyı her tür silahla teçhizatlandırmak istiyordu fakat silah kullanmayı bir türlü öğrenemeyişi içindeki savaşçının hevesini kırıyordu. Neyse ki cephe gerilerinde kendine bir yer bulabiliyordu. Tüm bu halleri Nietzsche’nin “savaşçı ruhlu biri barış zamanlarında kendisine saldırır” sözünü haklı çıkarıyordu. Nitekim savaşacak bir şey olmadığında savaşçı ruhlu Weil kendisi ile savaştı.
Şöyle yazmıştı Weil; "Keşke tehlikeli bir görevde hayatımı riske atabilsem. Ölümle göz göze gelebilsem, düzgün bir insan olma şansı edinirim.” “Ölüm insana verilen en değerli şeydir. Bu yüzden, onu kötü bir şekilde kullanmak en büyük küfürdür” Güzel ölmek, nihai noktaydı onun için. Ali Şeriati’nin meşhur sorusu “Senin İsmail’in kim?” muhatap kalsaydı Simone Weil pekâlâ bu soru ile yüzleşebilirdi. Bu yüzden de yaşamını, ona verilen canı tıpkı adaklık bir kurban gibi yaşamayı tercih etmişti. Ona atfedilen tuhaf tüm ithamlar, ona gerçek bir bakışla bakanlar için bağlayıcı olmadı. Bunda Yourgrau’nun da katkısı büyük. Nitekim Yourgrau’nun kitabıyla ilgili enteresan yorumlardan birini yapan French Studies Dergisi kitaptan şu şekilde bahsetti: “O genel olarak Weil'e atfedilen üç klişeyi: anoreksik, kendinden nefret eden bir Yahudi ve cinsel açıdan bastırılmış bir kadın imajını yıktı”

“Je Veux, Donc Je Suis” (Olacağım, O Halde Varım)
Eric Hobsbawm, 20. Yy için “The Age of Extremes” (Aşırılıklar Çağı) der. Umutsuzluğun, çürümenin, savaşın ve maddenin çağında Weil, ıssız bir yolda tek başına Godot’unu bekledi. Yaşadığı yüzyılda rağbet göremedi. Yaşadığı yüzyılda rağbet, onun rağbet göstermedikleriydi. Yourgrau kitabında onun felsefesini “je veux, donc je suis” (olacağım, o halde varım) olarak geçiren bir bahis açar. Bu, ısrarlı bir ümidi barındırır. Yourgrau, onun pusulasız bir istikamette hayatı boyunca geri dönüş yolunu aradığını söyler. Ardından mistik öyküsü Prologue’da olduğu gibi bir çatı katında hakikatleri bir bir gösterip ansızın ortadan kaybolan gizemli bir yabancıya rast gelmeyi ümit ettiğinden bahis açar. Yourgrau, kitabı bu yüzden olsa gerek şu cümleyle bitirir: “Daima dışarıda kaldı, hayatı boyunca davet edilmeyi bekledi, oradan davet asla gelmediyse bile, çağıran başka bir kapı olmadığı ne malum?”
Aziz Augustinus, “Tanrı bizlere bir şeyler vermek ister ama veremez çünkü ellerimiz doludur, onları koyacak yer yoktur der” Weil, Tanrı’ya yer açmak için yalnız ellerini değil, gençliğini, kadınlığını, zekâsını, kariyerini, elde edeceklerini, her şeyini feda etti. Geriye ise var olduğundan beri dönüşmek ve olmak istediği ruhu kaldı.






Ağustos 06, 2019

Zeynep Merdan / Kötülüğe Karşı Tezler

Meselesizlik, en büyük meseledir. Birbirimizi mesele edişimizi mesele etmek gereksiz bu yüzden. Meğer ki, mesele ettiğimiz şeyler; mesele ettiğimiz kişilerden muteber olsun.

I. Kinin Kiri 
Kir bazen yüzeydeki bir lekenin arkasına saklanır. Onu kendine paravan edinip kendini kamufle eder. En kötü kokan kirdir bu. Temizlenmeye direnç gösteren, çıkmamakta ısrarcı olan inatçı kir. Sürekli birilerine karalayanlar da böyledir. Birazcık eşeleyin sadece, lekelerin derinliklerinde gerçek kirle yüzleşirsiniz.

En ilkel arzumuz güç istencidir. Gücü tıpkı bir kaplanın ilkel şehvetiyle duyumsayanlar gücü delicesine isteyenlerdir. Kendini çarmıha germe kudreti bulamayan, kendini nesne etmeyi beceremeyen akıllar ancak başka benlikleri yok sayarak var olabilirler. Güçle erotik bir ilişki kuranların ilkesizliği, kendilerinden zayıf olanlara dayattıkları adalet ve kendilerinden güçlü olanlara gösterdikleri hoşgörüyle ifşa olur. Oysa aksi olması gerekmez miydi? 

II. Ufak Tefek Barbarlıklar
"Muhabbet"in sohbet ve sevgi gibi iki anlamı olması manidar. Sesini, jestlerini, mimiklerini, sohbetini sevdiği insanı seviyor insan. Sevmediğine ise önce yüzünü, sonra sırtını, en son da kalbini çeviriyor. Birbirini sevmeyen insanlar bu yüzden birbirlerinin konuşmalarına katlanamazlar. Nefret hâlinde ise muhakeme tarzı, ses tonu, mimikler, vurgular, en çok da benliğin duyulduğu yer olan retorik kısmı katlanılmaz hale gelir. Bu yüzden mi muhabbet beslenmeyen insanların yüzüne değil arkasından konuşuluyor? 

Dedikoduyu vazgeçilmez bir sohbet malzemesi olarak görmek hiç bu kadar olağanlaşmamıştı. Ne sığ bir vaiz sesi ne ahlak bekçiliği ne her şeyi fazla ciddiye almak bu. Yaş, konum ne olursa olsun ruhtaki büyük bayağılık alameti bu: başkalarının aleyhindeki sansasyonlarını konuşmaktan hayvanî ve ilkel bir haz almak. Gıybetin temelinde "vurun kahpeye" hazzı vardır. Garrote, Giyotin, Recm gibi toplumsal kırbaçların soyut bir varyasyonu; cezalandırmanın sözle ve ilkel bir haz duyularak yapılması. Bedene değil, ruha ve benliğe uygulanan bir şiddet türü. Kişilerin itibarsızlaştırılmasından başka hedefi olamayan dedikoduyu birçok entelektüelin neden yapmadığı gayet sarih. Gıybet ve hazzı zihni olgusal düzleme çıkamayanların meşgalesi olabiliyor ancak.

III. Ben’in Zaferi
Ayn Rand'ın Objektivizm'ine haksızlık edildiğini düşünüyorum. "Ben"i özne değil; nesne olarak fikir ve sanata dahil etmek yüksek bir aklın tezahürü. "Ben" muhteşem bir kelime. Yalnızca "ben"i kullanarak herkesi yazabilirsiniz. Başkalarının biri hakkında söylediklerini, o biri de aynı kelimelerle başkasına diyorsa, itham edilen "ben" değişiyor fakat jargon hep aynı kalıyor ve artık itham tekerlemesine dönmüş bu tiyatroyu tüm toplum oynuyorsa?

Kendini başka benlerin gözünden "sen" ve "o" olarak göremeyenler kendini nesne edebilme yetisine sahip olamıyor. Çelimsiz benliklerinin tahtında onların, bunların, şunların nazarında ne konumda olduklarını dahi göremeden itham tekerlemelerini savuruyorlar. Herkes "ben"i sahiplenedursun Ben hep tek. "Ben" hep haklı. "Sen" ve "o" hep itham edilen. Ben'in kullandığı kelimeler dahi aynı. İstediği yüzleri, sesleri giyinecek kadar kudretli Ben. Ben hep haklı, hep en iyi, hep en yüce. Ah, Ben. Ah zavallı bu Ben.

Ben dili bahsine en güzel katkı olan Wittgenstein'in Dil Oyunları Kuramı her şeye uyarlanabilir. Herkes kendi dil oyununun grameri konusunda o kadar muhkem, başka dil oyunlarında o kadar cahilken; herkesin derdi kendi dil oyununu diller hiyerarşisinin tepesine koymak. Herkesin kendinden olmayan krallığa çöplük dediği Dünya çöplüğünde herkes kendi krallığından(çöplüğünden) olmayanları horoz, kendini ise Kral addetmekle meşgul.

IV. Uslanmaz Us
Uslanmanın etimolojisi seviyorum. Nasihatten de musibetten de 'us'lanmayana bazen sadece daha çok musibet gerekiyor. Israrla, fesatlıkla, ahmaklıkla aynı hatayı tekrar edeni sınıfta bırakıyor Hayat. Uslanmayan köteğini yiyor. Ta ki dersini alana dek. Usanmaz bir inatla aynı şeyi(hatayı) yapıp farklı sonuçlar beklemeyi ahmaklık diye tanımlayanlar uslanmayışın tarifini de yapmış oluyorlar. Aynı hatayı yapma ısrarı usandırmıyor mu bilinmez ama uslanmayışa tanık olmak dahi usandırıyor. Utandırıyor. Kendi usuyla meşgul olan ne güzel uslanıyor oysa. Hayattan tokadını yemiş, yemiş ama utanmışlar, utanmış ama uslanmışlar gibi. Utanmayana da, usanmayana da, uslanmaya da susuyor us; utanır da usanır da belki uslanır diye.

Kötü deneyimler, varlığımızdaki eksikliklerin tekâmül vesileleridir. Bir harfi onlarca kez çizdiren öğretmen gibi davranıyor Hayat. Nasipsizlere aynı ödevi, ceza gibi düzelene kadar tekrar ettiriyor. Azmedenlere ise hakkını veriyor. Hayatın soruları en zor yerden gelmiyor; zorlandığımız yeri en zor sanıyoruz yalnızca. Kaygı, şefkat, hırs, kibir, itibar nerede zorlanıyorsak onu koyuyor sınav diye önümüze. Azmet, aş ve geç diyor bunları. Parmakların neyde ısrar ettiğine göre veriyor notunu Hayat. Ne parmaklarıyla birilerini ispiyonlayanları ne de hırsla parmak kaldıranları başarılı sayıyor. Parmaklarındaki kalem nasırlarından seçiyor gerçek talebesini.

V. Şefkatin Acıtan Bilgisi
Acı, dile ya da yazıya düşebilir mi? Acıyı şimdiki zamandayken kaleme getirmek ne kadar münasip? Acının 3 hâli var: Acının Kan Hâli, Acının Kor Hâli, Acının Yas Hâli. Henüz yaralanmışken, "acının kan hâli"nde yazılamaz. Yazmaya teşebbüs etmek dahi acıya saygısızlıktır. "Acının kor hâli" belki yazılabilir. İnleyişe benzer, kesik kesik, mecruh bir dil ile. Yazılmaya en müsait hâl; "acının yas hâli" sanırım.

Şefkat insana en çok kudretliyken yakışıyor. Fakat insanın şefkati hayatında gerçekten tatbik edişi tam düştükten sonraki zamana tekabül ediyor. Yaralı hâline. Yaralanmadan, yaralamamanın erdemini bilmiyor insan. Yaralandığı için yahut yaralanma korkusuyla yaralamamayı tercih etmekte sahici bir yaralamama erdeminden bahsedilebilir mi? Bilinmez. Cevabı, o sahiciliğin de sınanacağı; yaranın iyileştiği andan sonrasında bariz. İsmet Özel'in "tam düşecekken tutunduğum tuğlayı rab bellemeyeceğim" mısrası harika bir ikaz bu bahse. Canımız acıdıkça anlıyoruz en güzel. Canımız acımadansa çok güzel acıtıyoruz yalnızca. Yaralanma korkusundan yahut yara acısından olmayan, yaralanmanın erdemini bilen şefkât bu yüzden duyguların en yücesi. Şefkâtin bu bilgisine canı yanmadan varan var mıdır peki?

VI. Dayatılan Gerçeğin Dayanılmaz Şiddeti
Meraka bakıp geçer, gerçeğe ise maruz kalırız. Gerçeğe gerçekten temas etmeyi göze alamadığımızdan gerçeği gün yüzüne çıkaranları şiddetle itham ederiz sadece. Oysa gerçeğin kendisidir şiddetli olan. Kendi gerçekliğini dayatmak da şiddetlidir. Dayatılan gerçeğin dayanılmaz şiddeti. Gerçeğin şiddetine mi yoksa dayatılan gerçekliğin şiddetine mi maruz kaldığımızı nereden bileceğiz peki? Dirençle... Bize dayatılan gerçekliğe egomuzun tüm teçhizatıyla direnç gösteririz. Teslim olmamak adına sonuna kadar savaşırız. Sonra bir gün, savaş biter. Muzaffer ya da mağlup çıkmaksızın teslim olduğumuz o şey, gerçeğin kendisi midir gerçekten?

Hakikat sessizlikteydi. Dile düştü, adı Gerçek oldu. Sonra kulaktan kulak yayıldı, bölündü sayısız Gerçeklik'lere. Herkes duyduğu gerçekliği Hakikat sandı. Sonra biri dile düşen ilk ağza sorma cesareti gösterdi; Gerçek'e erişti. Hakikat'se tüm bu olanlara sessizce gülümsedi. 

VII. Bağışlamak, Bağışlanmanın Bahşedilişidir Ruhumuza
Güzel hatırlayışın şifâsı diye bir şey var. Bakışın kısıldığı, kalbin arka yollarına zehirin hücum ettiği anlarda var gücü ile taarruza geçiyor. Art niyete teessüf, kalbe teneffüs ediyor. Acımanın değil, merhametin değil, yalnızca şefkatin bahşedebildiği bazı güzellikler var. Şefkat, her şeye yakıştığı gibi akla da çok yakışıyor. Aklına yavaş yavaş şefkat vurmaya başlayanları 'bağışlamanın kibri'nden münezzeh bir şekilde, her şeye rağmen bağışlamalı. 

Bağış, yüce gönüllülerin bahşişi değildir. Bağışlamalıyız çünkü ancak bağışlayarak bağışlanmaya layık olabiliriz. Bağışlamak, bağışlanmanın bahşedilişidir ruhumuza.

Bu yazı İtibar dergisinin 95. sayısında yayımlanmıştır.