Aralık 01, 2020

Kendinin Sınırında: Julia Kristeva


İnsanlık, insanlarca şekilleniyorsa; metin de metinlerce şekillenmez mi? 1960’larda Roland Barthes, Julia Kristeva gibi Post-Yapısalcılar tarafından ortaya konulan metinlerarasılık kavramı tam da bu soruya cevap veriyor. Kristeva’nın geliştirdiği bu kavram, her metnin başka metinlerden izler taşıdığını bu yüzden tam olarak özgün olamayacağını çünkü her metinde diğer metinlerin etkisi olduğunu söyler. Metne, insani bir muameledir bu. Okurlar adedince okuma çeşidi doğuran, tekil deneyimleri önceleyen bu kavramın mucitlerinden olan Kristeva insana dair ne söyler peki?

Julia Kristeva

Kendinden “Bulgar asıllı, Fransız uyruklu ve Amerika’yı benimsemiş bir Avrupa vatandaşı” olarak bahsediyor Kristeva. Alakaları da kimliği gibi birkaç katmandan oluşuyor. Roland Barthes’tan ders alan, Foucault ve Derrida gibi filozoflarla aynı dergilerde birleşen bu zihin; felsefe, psikoloji, edebiyat, eleştiri, feminizm gibi alanlarda da kalem oynatarak felsefesinin ve metninin katmanlarını gösteriyor okuruna.

Feminist olup olmadığını sorusunu hakikatin tekilde olduğunu düşünen Duns Scotus’un hakikat yorumundan yana tavır aldığını göstererek “Feminist, özcü ya da farklılıkçı değilim, Scotusçuyum” diye yanıtlıyor Kristeva. Kendisini Scotusçu olarak tanımlayışını, felsefesini ve en popüler kitaplarından olan Kadın Dehası üçlemesini tekil kadınların tekil deneyimlerine adayışını böyle izah ediyor. En popüler çalışmalarından olan “Kadınların Zamanı” makalesinde birinci ve ikinci dalga feministleri eleştiren Kristeva, farklılıkların her tekil deneyim için yeniden ele alınmasını ileri sürerek üçüncü dalga feminizmin oluşmasına da katkı sağlamış olur.

 “Biz değil Benler”

Julia Kristeva

Kristeva, Beauvoir’ın evrenselinin tekilde kendini gösterdiğini söyler. Kristeva, İkinci Cins kitabının geriliminin bireysellik ve kolektiftik arasında, kadının tekil beni ile tüm kadınların arasında geçtiğini söyler. "Biz" adına yaptığımız genellemelerde birçok "ben"e kıymıyor muyuz bazen? Julia Kristeva, biz kelimesinin gittikçe bir sorunsala dönüştüğü bu zamanda “biz” yerine “benler”den bahsetmeliyiz diyor. Biz yerine “benler” demeyi salıklayan bu bakış onun feminizm anlayışında da benzer bir tavrı işaret ediyor. 1996’da bir konuşmasında “Artık bütün kadınlar diye konuşmamızın imkânsız olduğu bir döneme girdik” diyor Kristeva. Kadın topluluklarının kitlesel değil, her biri özgün bireylerden oluşan bir topluluk olarak yorumlanası gerektiğinin altını çiziyor ki ona göre feminizmi tehdit eden en büyük tehlike sürü şeklinde bir feminizm yapma dürtüsüdür.

Kristeva, Kadın Dehası eserini dehalarıyla örnek teşkil eden, kendini nesneden özne / birey olma düzeyine çıkartan, kendini gerçekleştirmeleriyle 20. yüzyılda özgürlüklerini ortaya koyup özgürlükler için çağrıda bulunan üç kadına ithaf eder. Bu kadınlar siyasi felsefe alanında Hannah Arendt, psikanaliz alanında Melanie Klein ve edebiyat alanında Colette’dir. Kristeva’ya göre bu kadınların üçü de kendi özgürlükleri gerçekleştirmek için dünyadaki kadınlık algısının değişmesini beklemeden varoluşlarını ortaya koymuşlardır. Bu yüzden Kadın Dehasının varlığını tescil ettirircesine sorar: “Deha tam da bu durumun içinden geçip ötesine çıkan bir yarma harekâtı değil midir?” Kristeva, Kadın Dehası üçlemesinin sonuç kısmını Beauvoir’a adar. Beauvoir’a diğer bir göndermesi ise Samuraylar kitabıdır.


“Simone de Beauvoir Aramızda”

Kristeva, 20. Yüzyıl felsefesini üç evrede açıklar: Süfrajetler, Simone de Beauvoir ve 68 Mayısından sonra yeni özgürleşmeler ve yeni çıkmazlar. Kristeva’nın Beauvoir keşfi, 1958’de İkinci Cins kitabıyla tanışmasıyla başlıyor. Kristeva bu süreci, Dünya’nın Stalin Sonrası çözülme sürecinde olduğunu söyleyerek, özgürlüğün açıkça tartışıldığı o süreçte Beauvoir’da özgürlüğün vücut bulmasıyla izah ediyor.

Simone de Beauvoir, feminizmin başucu kaynaklarından İkinci Cins kitabında “özgür kadın henüz doğmakta” diyerek yeni kadının doğuşunu müjdeliyordu. Kristeva “Simone de Beauvoir Aramızda” kitabı ile Beauvoir’ın yeni kadının şerhini yapıyor adeta. Kristeva, Beauvoir’ın İkinci Cins kitabıyla başlayan bu süreci “antropolojik devrim”le izah ediyor. Çünkü bu kadınların sosyal, ekonomik, politik haklar elde etmesinin de ötesinde annelik seçimi, yeni var olma biçimleri gibi konularda aşkın bir yol devrimi ve deneyimidir.  

Beauvoir, İkinci Cins kitabının giriş bölümünde özgürlüğe yeni bir tanım kazandırır: “Mutluluğun modern anlamı özgürlüktür.” Beauvoir özgürlük üzerine güçlü bir felsefe inşa eder. Buradan hareketle onun felsefesinin bir özgürlük felsefesi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kristeva, Beauvoir’ın özgürlüğünün neliği üzerine güçlü sorular sorar: “Özgürlük başkaları üzerinde nüfuz gösterme hırsı mıdır? Yoksa insanın benliğinde filiz verdirdiği fallik iktidara duyduğu ölçüsüz bir aşk mıdır?” Kristeva‘ya göre onun aşkınlık olarak adlandırdığı ve yorulmaksızın kendi benliğini yonttuğu şey, kendi benliğini aşma yoluyla gerçekleşen bu özgürlük gücüdür.

Entelektüel Dürüstlük

Kritsteva, Beauvoir’ın Freud’dan ziyade kendisine entelektüel dost olarak Heidegger ve Kierkegaard’ı seçtiğini söyler, bu tercihini ise varoluş ve benlik kaygısı taşımasına bağlar. Varoluşçulardaki öz ve kendilik kaygısı onu bütünüyle kendi olma cesareti ve entelektüel dürüstlüğe iter. Kristeva’nın Beauvoir’ı tanımlama şekli enteresandır: “Ben Beauvoir’ı politik ve hukuksal bir militana indirgenmiş feminist klişesi içinde tanımlamıyorum. Benim için o özel hayatında ve düşüncesinde kendini sürekli riske atan ve her kadını kendi kişiliğini tekrar oluşturmaya, yaratıcılığını geliştirmeye davet eden bir laboratuvar deneycisidir.” Kristeva, Beauvoir’ın kendi soruşturmasının merkezinde deney yapan, yaptığı deneyin hem kobayı hem de mesafeli gözlemcisi hem de parçalanmış bir av hayvanı olarak değerlendirir. Kristeva, Beauvoir’ın romanını ise onun “büyük kadın entelektüel” eserinin bir parçası olarak değerlendirir Kristeva.

Beauvoir, Tput Compte Fait (Hesap Tamam) kitabında yirmi sayfalık rüya anlatımını sunar okuruna. Kristeva benzer şekilde Beauvoir’ın Sartre’la olan ilişkisinde içinde filizlenen kıskançlığı, kitabı Konuk Kız’da aşikâr ettiğini söyler. Kristeva, biliçaltını ortaya seren Beauvoir’in bu metinlerine “Kendi mahremiyetin kamuya sunmak acaba bir baştan çıkarma eylemi midir? Nüfuzunu kanıtlama mıdır? Ya da bir aşk ve kırılganlık çağrısı mıdır?” sorularını sorar. Kristeva, zihnini, bilinçaltını kamuya açma cesareti gösteren Beauvoir’ın bu tavrını entelektüel dürüstlükle izah eder.  

Kendinin Sınırında Kadın Dehası

Kristeva, Beauvoir’ın tek kadınların tekil deneyimlerinden bahsettiğini işaret ederek kadınların tekil deneyimlerini ve bu deneyimleri paylaşmasının gerektiğinin önemini vurguluyor.  Bunun için de Hélène Cixous, Luce Irıgaray’la birlikte kadının kendini ve deneyimini yazıya getirmesini amaç edinen dişil yazı (écriture féminine) çalışmalarının içinde bulunuyor. Tüm bunlardan hareketle kadınlara iki var olma biçimi öneriyor: hak ve eşitlikler mücadelesini sürdürmek ve bütün insanların tekilleşerek özgürleşip, yaratıcılıklarının ardına düşmek.

Kristeva, kadının cinselliği muammasının Beauvoir’la aşkınlaştığını ve politik bir açıklığa dönüştüğünü Beauvor’ın meşhur mottosu: “Biz kadın doğarız ama ben kadın olurum diyeceğiz” sözüyle temellendiriyor. Kristeva, Beauvoir’ın kadının ve kadınlığın biyolojiyle tanımlanmasından ve onu nesne olarak görmekte ısrar eden ataerkil bakışa rağmen kadını nesne düzeyinden özne düzeyine yükseltmek için doğru zamanda olunduğunu ekliyor. Beauvoir, toplumun genç kızlara empoze ettiği kendini kontrol duygusunun onların kendiliğindenliğini öldürdüğünü söyleyerek, kendilik sınırına yaklaşmak isteyen kadınları böyle ikaz ediyordu: “Kurtuluşu bir başkasında görmek, yıkılmanın en güvenli yoludur.” Şifayı başkasından ummak, daha da derinden yaralanmanın en acı verici yolu değil midir?

http://www.sabitfikir.com/dosyalar/kendinin-sinirinda-julia-kristeva


Kasım 17, 2020

Haşyetin İhtişamı


Karl Jenkins / Op. 34, No. 14 
The Adiemus Singers · London Philharmonic Orchestra Chorus

Bazı müziklerden korkuyorum... Tekinsiz gecelerin, yabani doğanın, vahşi hayvanların en ilkel tarafına benziyorlar. Öyle sahici, öyle korkunç, öyle muhteşemler.

Rachmaninov'un Vocalise'i... Öyle tuhaf bir şey var ki bu müzikte.

Kasım 06, 2020

Güzellik Korkusu


Bazı kelimeler ruhunu rüyâlardan alıyor. Çok güzel rüyâlar cennet kelimesini sahici kılıyor. Güzellik ruhunu nereden alıyor peki? Platon, asırlar öncesinden "Ti esti to kalon?" diye sorarak güzelin aslını keşfe çıkmış; onun peşinden iz süren Plotinus da en güzel güzellik tanımlarından birine varmış. Plotinus, güzelliği "ilahî aklın eşya âlemindeki ışıltısı" olarak tanımlamış. 

Oysa güzeller adedince yahut gözler sayısınca güzellik tanımı yok mudur? Filozoflar, sanatçılar, yazarlar, şairler hepsi kendi üslubunca tanımlamamış mıdır güzeli?  Mesela Özdemir Asaf, bâtında olan güzelliği öylesine keşfetmiş ki Gayret Makamına düşüvermiş içi: Sende gördüğümü görecekler diye ödüm kopuyor” Zahirî Güzellik güneş gibidir, ondan herkes ram alır. Bâtınî Güzellik ise keşf ister, keşf gözü olmayan onun güzelliğini göremez. Ruh ve bakış derinleştikçe, güzellik fiziki güzellikten meta-fizik güzelliğe terfi ediyor bu yüzden.

Göz Görgüsü

İnsanları tanımlama şekli tanımlanan kişiyi değil; tanımlayan kişiyi tanımlıyor çoğu zaman. Çirkin bakışta ısrar, kötülükten başka seyir sunmuyor göze. Biçilen pahayı sonsuz sayıdaki deneyimin ehlileştirdiği, seçmeyi bilen o göz belirlemez mi? Göz görgüsü, değerlinin değerini bilen o gözün nazarındadır işte. Elmas gibidir bazı insanlar. O kadar nadirlerdir ki yok sanılırlar. Oysa gerçek bir kenz gibi müşterilerini değil, layığını beklerler. Sahip olunamayacak kadar pahalı değil; paha biçilemeyecek kadar eşsizdirler. Ve yalnız denkleri ile değerlenirler. Benzer bir güzergâhta Kemal Sayar kendi güzellik tarifini şöyle veriyor: “Bize insandaki cevheri ortaya çıkaracak kuyumcu ustaları lazım, gördüğü her pırıltıyı küçümseyip yok eden habis kişiler değil. Başkasındaki güzelliği fark edebilen her ruh, dünyayı da güzelleştirir.”

Habîs, hasîstir. Küçücüktür varlığının bahçesi, sığmaz oraya Güzel. Güzelliği çoğaltmayı bilmez. İstifçidir, kara akçelerle satın alır güzelliğin taklidini. Başkalarındaki güzellikleri tehdit olarak algılar. Korkar Hakikî Güzel olan her şeyden. Hasediyle karartır güzeli. Güzel, cömerttir. Hakikî Güzel, tehdit görmez güzel olan hiçbir şeyi. Katılır Güzel'e, çoğaltırlar beraber güzelliği. Özünden tanır Güzel’i. Güzel'in her tezahürünü bilir, seçer o; harabelerde saklı olanı dahi. Ruh Sarrafı, İstidat Sarrafıdır Güzel.

Güzelin Kâşifi

Güzel, güzeldir aslında. Sadece bizde güzelliğin hangi cüzü varsa; onu buluruz güzel diye. Tanışmadığınız halde "güzel bir insan olduğu nasıl da belli" dediğimiz insanlar vardır mesela. Bizdeki güzelin kokusu, yankısı, işareti vardır onlarda. Oysa güzelin bin bir yüzü vardır; kalbi güzellik, ruhsal güzellik, güzel yazı, güzel sanat… Güzellik; saf iyiliğin o ışıltısıyla birleşince ortaya ruhsal bir güzellik ortaya çıkar mesela. Çok sevilmişliğin yüzde parıldayan benzersiz bir güzellik hâlesi vardır mesela. En güzel iltifat; kuytu kutularda saklanan, çok nadir takılan mücevherler gibidir mesela. Güzel sözlerin mücevherlerden farkı yoktur çünkü.

Güzelin yüze tesiri böyleyken, kalbe tesiri nasıldır? Kötü kalp, güzel kalp, taze kalp… Güzelin kalpte dahi sayısız tezahürü vardır. İlk gençliğin o tuhaf büyüsünde kalp tazeciktir. Kalp, o tazeliğin içine en güzel kokuları sığdırabilir. Tomurcuktaki bir çiçek gibi tıpkı. Kötü kâlp daracık bir mesken; güzel kâlpse sonsuz bir bahçedir. Kalbe fenâ bir misafir gelirse... Kâlp daracık bir meskense; teneffüs etmeli hemen, boğulur yoksa. Uçsuz bucaksız bahçeyse, içine giren her şeyi kendine benzetir zaten. Tıpkı güzellik gibi evrenle kâlp arasında sonsuz bir ilişki var. Evrenin genişlediği gibi genişliyor kâlp de. Güneşi, gezegenleri, yıldızları, karadelikleri, toz bulutlarını hepsini sığdırabiliyor içine. Kâlbin sonsuzluğu böyle bir şey.

Güzeli Seyretmek & Güzeli Gizlemek

 “Zeyneb ko meyli ziynet-i dünyaya zen gibi

Merdâne var sâde-dil ol terk-i zîver it”

Divan Edebiyatının bilinen ilk kadın şairi Zeyneb Hatun’un bu dizeleri yüzyıllar öncesinden günümüze de sesleniyor. “Dünya süsüne meyletmeyi bırak” diyerek güzelin “dünya süsü”ne benzer tarafına da dikkat çekiyor. Bizlere başka tezahürlerde güzellikler giydiren Güzel, her güzelliğe uygun örtü de bahşediyor. Güzelliğini keşfet ve örtünü giyin diyor; giyinmezse zeynini zayi ediyor insan. Gösterme kastı taşımadan görünen güzelliği gizlemek güzelliği, tesettürün özü de burada gizleniyor sanki. 

Bir güzelliğe bile isteye seyirci kalmak, seyirlerin en güzelidir bazen. Bir sanatçıyı sanatını yaparken seyretmek, o sanatın kendisinden dahi daha sanattır bazen. Ve bir güzelliği seyretmek, o güzelliğin kendisinden dahi daha güzeldir bazen. Alımlayıcısı kadar sonsuzdur, sanat eseri. Ve alımlayıcısı kadar sonsuzdur Güzel. Güzel, kendini yazdırır bazen de. Fitzwilliam Darcy bir kadın ruhunun (Jane Austen) yazabildiği en klas karakterlerden biri mesela. Böylesi bir muhayyel karakter, gerçeğinden dahi daha güzel bazen. Güzellik biçimlerinden biri de bu: muhteşem bir tasavvur kabiliyetine ve yaratma istidadına sahip olmak.

Güzellik Kusuru

Biriciklik zannıyla güzelliğini güzellerken herkes, güzelliklerinin farkında olmayanların güzelliği ne güzel... Kendisine güzelliğin bir cüzünden bahşedilen birinin güzelliğinin fazla şuurunda olması da bir tür güzellik kusuru değil midir? Sahip olunan bir yetinin fazla şuurunda olmak onu kusur kılıyor sanki. Kusur örten güzellik gibi kusurları ortaya çıkaran güzellik de var. Bazı şeyler o kadar çok güzeldir ki; yanına yaklaşan her şeyi kusur(lu) kılar. Güzelin başka bir kusuru da budur belki. 

Kendisine güzelden bir cüz bahşedilmiş olan, kendini güzelin mutlak sahibi sanıyor. Güzellik ve biriciklik hırsı tam da buradan kaynaklanıyor. Güzel, güzelliğini eşsizleştirerek biricikleştirmeye çalışıyor. Bulamıyorsa uyduruyor, icat ediyor. Başka bir güzelliğe seyirle, taltifle dahi dahil olamıyor. Biriciklik hırsı, rekabet endişesi güzelin bakışını çirkinleşiyor. Biriciklik hırsı, her şeyi tekil görüp sahip olmak ister çünkü. Oysa mutlak/ideal/tanrısal şeylere sahip olunmaz. Onlara yalnızca eşlik edilir. 

Güzellik Korkusu

“Gez ve kimseye söyleme, gerçek bir aşk hikâyesi yaşa kimseye söyleme. Mutlu ol kimseye söyleme, insanlar güzel şeyleri mahveder.” Cibran'a böyle sitem ettiren, tıpkı dalında açmış bir çiçeği koparma itkisine benzeyen, o şeyin neydi sebebi? Güzel'e eşlik edilir. Güzel olmayan, olamayan, olmayı bilmeyenler eşlik etmeyi bilmez. O yüzden güzele hep zarar verirler. Bilerek ya da bilmeyerek... Hakîkî güzelin korkutan bir yanı vardır. Güzel, yalnız sakınarak korunur bu yüzden. Eşlik etmek denklere mahsustur çünkü. Ruhunda güzellikten bir nebze olsun taşımayan, güzele nasıl eşlik etsin?

Chul Han "Güzeli Kurtarmak" diyordu. Güzel'e katılmalı da. Güzel'e sahip olmak hırsı onu bölüşülen, sınırlı bir şeye indirgiyor. Vahşi bir rekabet geliştiriyor.  Güzel, sonsuzdur oysa. Sonsuz olan paylaşılamaz, Sonsuz'a sahip olunamaz ki.

Güzeli Çoğaltmak

Güzellemek, güzelden yeni güzellikler doğurmanın adı değil midir? Hakiki güzel, yeni güzeller doğurur güzellikten. Güzellik doğar, büyür, çoğalır sonra. Zeyn doğup Cemâle varır. Dostluk da Güzel'i çoğaltmanın başka bir adıdır belki. Güzel'den sayısız güzellikler doğurmanın. Ve tohumu olup Sonsuz'un, sonsuz kez çoğaltmanın. Kökleri bir, dalları hür, o Sonsuzluk Ağacının.

Cimriliğin çürük bir meyve gibi zararı, cömertliğin ise şifacı bir tarafı var. İnsan, ihsan etmenin hazzına varınca kin, kıskançlık, kibir gibi şeylerin cimriliğin başka bir formu olduğunu fark ediyor. Cimrilik, hissedememektir sonsuzu. Kıskançlık eksilmiş hissetmekten, kin, koparılmış hissetmekten, kibir ise çalınmış hissetmekten ileri gelir. Sonsuz olan eksilmez, koparılamaz, çalınamaz oysa. İyiye, güzele, doğruya, yüceye eşlik edebilmek bir tür görgü. Güzele eşlik edip, güzellikle çoğaltmalı. Güzel, sonsuz çünkü. Güzel’i; güzelce, güzellikle güzellemeli. Güzel, en güzel kendi ile pekişiyor çünkü.

Bu yazı Muhit Dergisinin 11. sayısında yayımlanmıştır.

Kasım 05, 2020

Ruh Müzem Sakinleri

"Şu dünyada cahil, cehaletinden bir haber anlamsız davranışlarıyla böbürlenirken, ben ise cehaletimden dehşet ve tiksinti duygusuna kapılırım. Dört sayısını okuduğum,  Sabit Fikir dergisinden bir yazarın hedef kitlesine girmiştim; fakat cüret edip de bu eleştiri yazılarının sahibi kimmiş diye bakmamıştım.

Cioran ile iki ay önce tanışmıştım. Benimle aynı yaştayken yazdığı Umutsuzluğun Doruklarında kitabı yaşanmışlıkla terbiye edilmiş genç bir fikir adamının çığlığı gibiydi, üslubu harikaydı. Mayıs sayısını tekrar elime aldığımda, Cioran üzerine kaleme aldığınız yazıyı gözden kaçırdığımı farkettim.  Yazı fevkalade açıklayıcıydı. Üstelik, bir ateist olarak, farklı bir perspektiften Tanrı’yı ve imgelemdeki Tanrı tasavvurunun insanı nasıl bir arayışa ittiğini sorgulayarak okudum. Tanrı’nın olmadığına yönelik geliştirdiğim diyalektiğe katkı sağladı.

Bir sonraki Keşfsever köşenizde “Çiçekte titreşen polenlerin taşıyıcı etkisini” bir arı gibi çalışan bende yeni fikirler çağrıştırmasını dört gözle bekliyorum."

E.B.

*

Hakiki bir okurla temas etmek, en büyük tutkusu yazmak olan biri için tarifsiz bir mutluluk. Çünkü okur olmak ve muhatap olmak arasında büyük bir fark var. Belki de bu yüzden buna benzer dönüşler aldığımda onları Ruh Müzem'de (evet, burada) bir antika gibi sunmak keyif veriyor bana. 

Tanrı'yla (yalnız varlığıyla değil, kavramıyla da) kurduğumuz münasebet üzerine içsel yahut fikirsel deneyimlerimizi, keşiflerimizi paylaşmak; o bitimsiz ve klişe "Tanrı var mı yok mu?" tartışmalarından çok daha asil geliyor bana. Size görece karşıdan bakan biri olarak  sizin yorumunuz da benim için kıymetli bu yüzden. Çünkü yokluğu gibi varlığı da asla kanıtlanamaz bir şey üzerine konuşuyoruz. 

"Çiçekte titreşen polenlerin taşıyıcı etkisi" bir tahrik güzellemesi aslında. Çünkü iyi fikirler öyledir, zihnimizi tahrik eder. Bunu başarabildimse ne mutlu bana çünkü doğru yere nişan almışım demektir. Güzel dilekler olsun.

Keşfsever



Kendinin Kâşifi

Heraklitos... Rafael'in meşhur tablosu Atina Okulu'nda, o kayıtsız kendiliğinde, hüzünlü huzursuzluğuyla, tek başına yazan kişi.

Fragmanlar'ında ne olmak hırsı, ne bulmak hevesi taşımadan ve yalnız kendinin kâşifi olarak yazmıştı:

"Kendimi aradım"
















Ekim 12, 2020

Tolstoy Ne ile Yazar?


-Paul de Senneville / Mariage d'Amour (Aşk Evliliği) eşlik edebilir bu yazıya-

Birini, bize en çok tesir eden yer, zaman ve koşullarda değil de bambaşka mekân, an ve mümkünlüklerde tanısaydık yine onu seçer, yine onda ısrar eder miydik? Bu soruda o kişinin hakiki muhatabımız olup olmadığının cevabı saklı. Bu sorunun varlığından bihaber kurduğu muhataplık (aşk, dostluk vesaire) ilişkisini biricik zanneden çok kişi var. Kaderci bir bakışa sahip değilseniz; her ilişki bir tür eşsizlik güzellemesine sahip olmak durumunda. Bu tezden hareketle muhatabınızda başka hiç kimsede olmayan bir şey olmalı. Olamıyorsa, muhataplığın benzer ikamelerle sınanması an meselesi.

Aşk sandığımız şey, fiyakalı bulduğumuz özelliklere sahip kişilere meyl etmekten ibaret değil midir çoğu zaman? Yahut idealdeki maşuğu çağrıştıran varlıklara meyledip, o meyl listesinin birinci sıradaki öznesini seçmek değil midir? Aynı güzergâhta Shakespeare’in "beğendiğiniz bedenlere hayalinizdeki ruhları koyup, aşk sanıyorsunuz” sözü de benzer ihtarı yapıyor. Belki de bu yüzden çoğu ilişki bir tür güç & güzellik ikamesi anlamına geliyor. Aşkın sahibi yok, maşuk dahi aşığa değil aşka ait çünkü.

Bir Eşlik Etme Sanatı Olarak Evlilik

Zaman, mekân ve ruh hepsi sonsuz devinim halinde iken yazgımıza sonsuza kadar eşlik etsin diye seçtiğimiz partnerin bir ömürlük sabitlikte kalmasının umulması evliliğin en güç tarafı değil mi? Virginia Woolf'un intihar mektubunda eşine "biri beni bu durumdan kurtarabilecek olsaydı bu sen olurdun"dan ilhamla “yaşamıma sonsuza kadar birisi eşlik edebilseydi bu sen olurdun” cümlesi en güzel evlilik teklifi olabilir. Evlilik; aidiyeti yalnız sizde olan, müzedeki bir antika kadar şahsi ve eşsiz olana bir yaşam eşlik etmek olmalı belki de. İdeal ve sonsuz bir hakikat arayışına eşlik eden, çocuk dışında bambaşka şeyler de doğurabilmek ayrıca.

Polanski'nin Bitter Moon filmi aşkın ilkelliği üzerine güçlü bir replik bırakıyor bize: "Huzur, bir aşk ilişkisinde tutkunun baş düşmanı değil midir?" Tüm bu sorular kavşağında Tolstoy da aşk, ilişkiler ve evliliğe romanı Kreutzer Sonat’ta çok tartışılan cevaplar veriyor. Tolstoy’un Kreutzer Sonatı’nı radikal ve cinsiyetçi fikirlerine rağmen aşkın ilkelliği ve yozlaşmış evlilik algısına şiddetli bir felsefe çabası olarak okumak mümkün. 

Kreutzer Sonat

Gerçek bir sanat eseri çiçekte titreşen polenlerin taşıyıcı etkisini gösterir. Zamansız ve mekânsız bir etkileşim kudreti taşır bu etki. Bir tür kelebek etkisi yapar. Tolstoy’un Kreutzer Sonat’ında bu etkiyi görmek mümkün. İsmi, Beethoven’in aynı isimli eserinden mülhem romanın fikri alt yapısı Schopenhauer’ın Aşkın Metafiziği eserinden izler taşıyor. Yayınlandığı dönem büyük yankılar uyandırmış, bazı ülkelerde sansüre uğramış, Çehov gibi birçok yazarın eleştirilerine uğramış kitap; en çok da Tolstoy’un eşi Sonya’da yıkıcı etkiler bırakır. Bu yıkıcı tahribatın en belirgin örneği olarak birçok kaynak, Kreutzer Sonat’tan sonra eşinin Tolstoy’a olan tüm saygısının bittiğini ve hatta kitapta yazılanlara nazire olacak şekilde evliliklerinin korkunç hikâyesinin kaleme aldığından bahseder. Sonya, yine de kitaba uygulanan sansüre razı gelmeyerek Çar’ın huzuruna çıkıp sansür engelini kaldırmasını rica eder. Kaynaklarda Kreutzer Sonat’ın pahalı ve ciltli edisyonun yeniden basım süreci bu şekilde izah ediliyor.

Tolstoy tüm bu yankıları açıklığa kavuşturmak kastıyla ve okurların yoğun isteği üzerine romanın son bölümüne kitaptaki tartışma yaratan fikirleri ayrıntılarıyla açıklayan bir sonsöz ilave eder. Romanın bu bölümünde evlilik üzerine etik eksenli bir felsefe yapar. Buradan hareketle Tolstoy’un son dönem eserlerinde sanatçı kimliğinden çok ahlakçı filozof kimliği baskındır yorumu yapılabilir. Nabokov kendi penceresinde bu durumu şöyle ifadelendirir: “Sanatı öyle etkili öyle özgün ve evrenseldir ki, vaazlarını kolaylıkla gölgede bırakır. Uzun vadede bir düşünür olarak ilgilendiği yaşam ve ölüm gibi meselelerdi."

İncil'den "her kim bir kadına hırs ve arzu ile bakarsa içinden onunla zina etmiş olur"la başlayan kitap, başından sonsözündeki mesajlarına kadar Hristiyan ahlakçılığını savunur. Cinselliği bütünüyle şeytani bir dürtü sayarak onu tüm kötülüklerin başı olarak görür. Schopenhauer’ın fikirlerinin de tesiriyle kadınlara indirgemeci, sert ve cinsiyetçi yorumlar getirir. Aşkın reddi, cinselliğin aşağılanması ve kadınları ontolojik açıdan yetersiz ve önemsiz varlıklar olarak gören Schopenhauercı bakış, Kreutzer Sonat’taki kadın bakışıyla örtüşür. Tolstoy’un son dönem düşünce yapısında da bu ahlakçı, kötümser etki görülür. Yarayı apaçık gösterip teşhis eden Dostoyevski yerine şifayı da sunan Tolstoy; tıpkı Anna Karenina’da ihtiraslı aşk yerine ideal bir çift olarak sunduğu Levine & Kitty evliliğinde olduğu gibi bu romanında da şifa reçetesini sunmaktan geri durmaz. Romanındaki şiddetli cinayet tasvirini neredeyse bir papazın vaiz sesine denk düşecek sesle dengelemeye çalışır.

Tahrik ve Müzik: Başka Mümkünler Dünyası

Stefan Zweig, Tolstoy’un müzikten fazlasıyla rahatsız olduğunu ve hatta müziğin ruhuna iyi gelmediğini düşündüğünü söyler. Tolstoy, müziği en önce ruhu, peşi sıra bedeni tahrik eden bir cezbedici olarak düşünür. Romanı da bu tahrik fikriyle yazmış olacak ki romanın ismine Beethoven’in 9 numaralı sonatının (Kreuetzer Sonat) adını verir. Bu isimlendirmenin Beethoven’in müzikte yaptığı devrimsel tavra bir gönderme olduğu yorumu yaygındır. Tolstoy, şüphe bırakmayacak şekilde Kreutzer Sonat’ın şerhini romanda yapar adeta: “Korkunçtur bu sonat. Müzik nedir? Müzik ne yapar? Ve yaptığı şeyi neden yapar? Müzik kendimi, gerçek durumumu unutturur bana, beni başka, benim olmayan bir duruma taşır.” Tolstoy, bu cümleyle müziğin başka bir mümkünler dünyası yaratan, orada her tür tahayyülü mümkün kılan ve eyleme geçmese de kıskanç bir zihin için fazlasıyla malzeme veren korkunç bir şey olarak görmüş oluyordu.

Tolstoy Ne İle Yazar?

Gorki, Anılar’ında Tolstoy’un kendisine okuması için verdiği günlüğünde Tolstoy’un iç sesine dair çekici bir ayrıntı keşfeder: “Tanrı benim isteğimdir” Bunun ne anlama geldiğini kendisine sorduğunda ise Tolstoy’dan şu cevabı duyar: “Tanrı benim onu bilme isteğimdir demek istemiş olmalıyım…” Gorki buradan hareketle Tolstoy’un Tanrı ile şüpheli bir ilişkisi olduğuna varır. Bu durum Tolstoy’un yalnız Tanrı ile değil; yapıtları ve ilişkilerinde de aynı şüphenin varlığını beraberinde getirir. İnanç, şüphe ve aşk… Bu üçlüyle olan münasebetimiz öyle mühimdir ki, onlara olan yaklaşımlarımız Tanrı'ya, Dünya'ya, çoğu konuya olan yaklaşımımızı ele verir. Bu etkiyi Tolstoy’da görmek bilhassa mümkün. Mesela Tolstoy’un 1856’da tanıştığı Valeria Arseneva’yla bir aşk ümidinde yazdığı “Aile Mutluluğu” kitabı, derin bir muhasebe ardından kaleme aldığı İtiraflarım’ı ve nihayetinde ömrünün ve evliliğin son demlerinde Kreutzer Sonat’ı yazması bu teze şüphe götürmez bir örnek.

Harold Bloom, Batı Kanonu’nda Tolstoy’un din konusundaki görüşlerinde “vahşi bir ahlakçı” olduğunu, evlilik & aileyle ilgili konularda ise “korkunç derecede kadın düşmanı” olduğunu söyler. Bloom, ayrıca Tolstoy’un sanatının epik eğilimler gösterdiğini, Tolstoy’da cesaretin epik bir erdem olduğunu ileri sürer. Bloom, bunu Tolstoy’cu etiğe en yakın şey olarak görür. Tolstoy, inanç ve aşkın da cesaret gerektiren şeyler olduğunu düşünür ve onun aşk romanları dahi bu epik karakteri taşır bu yüzden. Harold Bloom’un teşhisinden cüretle “Tolstoy ne ile yazar?” sorusuna “Tolstoy aşkının ve inancının cesaretiyle yazar” diyebilir miyiz? Bu tezin sağlamasını yazdığı yapıtları, o dönemki aşk ve inanç durumuyla yapmak mümkün. 

http://www.sabitfikir.com/dosyalar/tolstoy-ne-ile-yazar

Ekim 06, 2020

.: Yadigar :.

En sevdiğim fotoğraflar çekildiği zamanın ruhunu taşımayan bir zamansızlıkta ve mekânsızlıkta duran fotoğraflar. Umarım yıllar torunlarım "büyükanne"lerine baktıklarında, onun böylesi bir zamansızlıkta yaşayan bir ruhu olduğunu hissederler. Ve umarım, içlerinden birisi büyükannesinin gelinliğini, antika yüzüğünü, tacını ve ayakkabılarını kulanma ısrarı gösterir. 

Ve çok uzak zamanda bir gün; keşke 1800'lerin sonunda çekilseydi dediğim bu pozlar "o çok uzak zaman"ın antikası olur.  

2020'den 'çok uzak bir zaman'a not*









 

Eylül 30, 2020

İz


Asla okuyamayacak birine yazılan yazılar,
yazıların en güzeli.
O yazıların, yazarından habersiz bir araya getirildiği kitap,
kitapların en güzeli.
Ve o kitaba bir "rast makamı"yla ulaşan asıl muhatabı,
okurların en güzeli.

Ben, o, biz, siz, onlar... Hepsi ne çok değişiyor zamanla. Adları, yüzleri, varlıkları, yoklukları. Aşık, binbir başka hâlde, yüzde ve kılıkta.
Oysa Maşuk hep Sen.

Sana on yıl önce yazılmış ama verilememiş bir mektubun ruhuyla ama başka bir mektup yazıyorum. Muhatabı sen misin? On sene önce ‘sen’ dediğim şu anki sana ne kadar benzeyebilirse o kadar sen. Belki insanın içinde tek bir sen vardır da aslında, sen olan o senler zamanla başka yüzler giyindiklerinden onları başka kişiler sanarız ve sayarız. Sen kimdir, sen kimsin bilmiyorum. Ama Sen hep Sen'sin.

Aklıma Nerval’in kaba oyalanmalar dediği, Orhan Pamuk’un da Masumiyet Müzesinde "en sonunda aşk acısından kendini asan şair, hayatının aşkını sonuna kadar kaybettiğini anladıktan sonra, Aurelia adlı kitabında, bundan sonraki hayatın kendisine yalnızca kaba oyalanmalar bıraktığını söyler." diye bahsettiği pasaj düştü. İnsan ışığa yaklaşmış ve sonra sonsuza kadar karanlıkta kalmışsa, -kalmış gibi yaşamışsa- kaba oyalanmalardan başka ne kalır ki sayılı bir süreyi doldurmak olan yaşamaktan? Fakat bir aşk acısı değil bu, kalp hissetmiyorum. Tüm izahlara reddiyeler dizecek kadar hayır diyorum buna. Hayır, inkar da etmiyorum. İnkar, şiddetli ikrardır; nasıl yok sayarım bunu. 

Onlarca kez yazmaya teşebbüs ettim. Neyi ifadeye kalktıysam manası belirsiz, biçimi kılıksız, herhangi bir türe bile girmeyecek bir halde başıma üşüştü cümleler. Onlardan düzenli bir ordu kurmaya kudret bulamadım. Oysa zihnimde her bahis derli topluydu. Kurduğum her cümleyi zihnimin çekmecelerinde kolayca bulurdum. Seni nereye saklamıştım ki? 

Neyi, kimi arıyordum bilmiyordum, yalnızdım sadece. Sonra o kadar değerlendi ki o yalnızlıklar değerli bir yalnızlık oldu, tekliğe terfi etti. Benimi kurdum, kendimi kurdum, kimliğimi kurdum. Şimdi o olma anlarında kalan küçük fotoğraflar var elimde. Bazılarında sen de varsın. 


Eylül 27, 2020

Zeyneb Hatun*



Ayşe Erdal / Zeynep Hatun'un Gizli Aşkı

Divan Şiirinin Bilinen ilk kadın şairi Zeyneb Hatun üzerine iyi bir inceleme:
https://www.fikriyat.com/galeri/edebiyat/divan-siirinin-bilinen-ilk-kadin-sairi-zeynep-hatun

Zeyneb Hatun'un "Keşfet"le başlayan harika gazeli:

"Keşfet nikabını yeri göğü münevver et
Bu âlem anasırı firdevs-i enver et.
Depret lebini cüşe getir hacz-i kevseri
Amber saçını çöz bu cinanı muattar et
Hattın berat verdi saba yeline dedi
Tez er hatay'a çin'i tamam et müseehhar et
Yâra yolunda âşk ile derdinden ölenin
Kim der sana ki hecr ile cânın mükedder et
Zeynep çü dost zülfü gibi tarümarsın
Divane olma şiirini divan ü defter et
Zeyneb ko meyli zinet-i dunyaya zen gibi
Merdane var sade-dil ol terk-i ziver it"

(Kaynak: Eren Sarı / Osmanlı Kadın Şairleri Kitabı)

Ağustos 23, 2020

.: ז א :.

 Bir eşlik etme biçimi olarak evlilik...

15.08.2020*


Kendinin Kâşifi

“Kimim öyleyse, ey Ben, benden başka”

Ali Şüşteri

Hatırla kendini. İtibar Dergisindeki Kendilik Cesareti isimli yazımız böyle başlıyordu. Kendimizi hatırlamaya, kendimiz olduğumuz yerden devam edelim o halde. “Taklit edilemez tek şey” demişti Napolyon, cesaret için. Şuursuzca tesirinde kaldığı herkesi, her şeyi taklit edebilen insan cesareti taklit etmeye cesaret bulamıyor. Kendi olma cesareti gösterenler bu yüzden çok az. Kendilik Cesareti korkutur çünkü. Kendi olma cesareti gösterenlerden ise ancak kendi olamayanlar korkar. Çünkü kendilerinden korkarlar, kendilerini hatırlamaktan... En çok da onları “terbiye edeni” (Rablerini) hatırlamaktan korkarlar.

Varlık nedir bilmeyenin, kendine ben kimim diye sormayanın varlığı, varoluşu, var ettikleri bir yere varır mı? Her tür kudretle donatılsa dahi kendine kim olduğunu sormayan, kendine varabilir mi? Kierkegaard, “yola çıkmak kendi benliğinin farkına varmaktır” diyordu, yola çıkmayış ise kendini unutmanın en kötü yolu değil midir? Yolun insanı terbiye edişi gibi, ıslah da insana yeni bir yol çiziyor. Islahın istikametinden giden insana varıyor çünkü. Islah olmayanın ise bir silah gibi tıpkı, tetikte kalıyor varlığı. İyi düşünür ve sanatçılar o yüzden ontolojiyle başlar işe. Kendilik, idealdir; varılmaz ancak yaklaşılır ona. Kimlikse kazanılan şeydir. Doğuştan verili olan şeylerle değil; seçme kudretiyle kazanılır ancak. Var olmayı bilmeyenin var ettiği ne olur ki?

Ben Bilgisi

“Ben İsmet Özel, şair, kırk yaşında / Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar / ben yaşarken koptu tufan / ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kâinat” Tam da buradaki 'ben bilgisi’nden bahsediyorum. Onu bilmeyenler kibir zanneder onu. Ben'in şuuruna varanlardan uzaklaşır, varlıklarına tehdit olarak görürler. Çünkü kendilerinde olmayanı hatırlatırlar. Oysa ben’i bilen varlık, var olmayı da var etmeyi de bilmez mi? İsmet Özel, kendini tanımlayarak başladığı şiirinin adını “Münacaat” koymuştu. Kendini bilen, kendini bulduran Tanrısına, bu yüzden mi yakarıyordu?

İnsanın kendi gerçekliğiyle münasebetini ifşa eden, aynı zamanda birini tanımanın en kısa yolu şu olabilir mi?  Kendini nasıl methettiğine / başkalarını nasıl yerdiğine değil; kendini nasıl eleştirdiğine / başkalarına nasıl iltifat ettiğine bakmak. Başkalarıyla kurduğumuz münasebet, kendi gerçekliğimize nasıl baktığımızı ele veriyor. Birini daha derinden tanımak için bakın; başkalarının güzelliklerine ne kadar tahripkâr? Kendi noksanlıklarına ne kadar lütufkâr? Kendini nesne etmeyi beceremeyenler ancak başkalarını yok sayarak var olabilirler çünkü. Ancak kendini yıkabilirse kendini inşa edebilir bir ben. Kendini ya da kendinde bir şey yıkma kudreti gösteremeyen, bir şey inşa edemiyor. En başta kendini. Kendinin mimarı olamayan hiçbir şey inşa edemez.

Descartes, Hakikatin Fıtrî / Tabii Işıkla Araştırılması derleme eserinde fıtri ışığın, din ya da felsefenin yardımına başvurmadan, sıradan bir insanın aklını kurcalayabilecek her şey üzerine edinmesi gereken kanaatleri tayin edebildiğinden bahis açar. Kendilik cesareti gösteremeyişin, kendinin kâşifi olamayışın en büyük nedeni fıtri ışıktan uzak düşmektir belki de. İnsan, her şeye sahipken hiçbir şey olamaz bazen. Hiçbir şeye sahip olmadığı halde olmayı bilirken bir başkası. Salieri'yi Mozart yapamayan şey; fıtrî ışıktı mesela. Mozart'ı Mozart yapan şeylerden biri ise Salieri'nin kendisiydi. Hasediyle Mozart'ın sanatından daha büyük bir şeye sebep olmuştu: Mozart’ın Kendisine. Sanatı değil; sanatı yapan sanatçıyı oldurmuştu çünkü.

Kendilik Hasarı

İki güzelliğin birleşmesi yine güzel, daha güzel, hep güzel... Ama sonuç her zaman güzel değil. Birinin varoluşu, ötekinin varlığına tehditken meselâ. Belki insanlar da tıpkı böyledir. Belki hepsi kendi başına bir güzelliktir. Ama tıpkı çiçekteyken kar vurmuş bir ağaç gibi, birinin benliği/varoluşu ötekinin benliğine/varoluşuna zarar verir bazen. Kasıtsız bir kendilik zararı.

Chul Han'ın Psikopolitika'sında geçen "neoliberal performans öznesi kendinin girişimcisi olarak kendini gönüllü ve tutkulu bir şekilde sömürür." ifadesi ürünü bizzat kendisi olan, kendini kendi isteğiyle sömüren milyonlarca insanın hâlinin trajedisini ifşa ediyor. Kusurları, hataları ve hatta kötülüğü bile olumlamayı telkin eden “Gösteri Toplumu” her şeyi kibirle güzellemeyi empoze ediyor. Sıradan rutinlere, basit başarılara bile zafer gözüyle bakan narsistik güzellemeler çağındayız artık.

Aşk, kalpten daha çok zekâya yakışıyor. (En çok ruha) Flörtöz zihinler herhangi bir alanda derinleşemiyor. Zihin, bir alanla mutlak aşk mertebesine eriştiğinde mutlak patlamayı yaşıyor. Şaheserler de o aşk halinde ortaya çıkıyor zaten. Alâkalar da aşk gibi sadakat istiyor. İstikrarsız bir hırs, rekabet içgüdüsü, seçici olmayan flörtöz meraklarla içselleştirilemeyen her alanla alâka kuranlar; hiçbirinde derinleşemediklerinden gerçek bir şaheser ortaya koyamıyorlar.

En çok taklit edilen şeylerden biri arzu, arzunun ta kendisi. Şuursuzca tesirinde kaldığı insanların gizil arzularını arzulamak, onlara has, ait ve özgü olan şeylerin tesirinde kalıp taklit fikirler geliştirmek kendinin kâşifi olamayanların belirgin diğer bir özelliği. Öteler, uzaklar, başkaları... İlhâm için ötelere, uzaklara ve başkalarına gerek yok illâ. Kendinin kâşifi olabilen herkesin öz varlığında ve yazgısında kendine ve sanatına fazlasıyla yetecek o ilhâm var çünkü.

Kendinin Kâşifi

Ayn Rand, her tür keşif yanılgısı için keşif zorunluğunu işaret ediyor: "Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu nasıl söyleyeceğini, kendi yanlışlarını nasıl düzelteceğini insan kendisi keşfetmek zorundadır. Kavramlarının, hükümlerinin, bilgisinin geçerliliğini kendisi keşfetmek zorundadır." Keşfin bedeli masraflıdır, varlığın tüm konfor alanlarını tehdit eder. Fakat tehdit oranında tekâmüle yaklaşır keşif. Kaybetme korkusu, zafer düşleri hiçbiri tekâmül başlatmıyor. Bazen nitelikli bir zafer için bir şekliyle mağlup olmak gerekiyor.

Maraz, ne denli derinse kendi marazının uğultusunu uzaktan, başkasından geldiğini zanneder insan. Oysa kendine biraz kulak kesilse insan canını yakanın kendinden, öz marazından geldiğini işitir. "Başkası" diye duyduğunun, "o!" diye korktuğunun aslında hiç olmadığını...  Marazın keşfi, dilsel bir silah olarak kullanılır hep. Dili, hoşlanmadığınız insanların zaaflarına, yaralarına nişan alarak kullanmak en kolayıdır. Hınç, muhteşem antitezler doğurur çünkü. Çalımlı antitezler zihinleri tahrik eder, sayısız nifak tohumu eker ve yeni hınç tohumlarını kışkırtır. Zor olan bunu yapabilecek kudretteyken dilin şifacı, bilge ve zarif o sesini tercih etmek değil midir? Şifacı dil yazıyla bile şifa olur. En önce kendine sonra onu duyan herkese ve her sese. İnsan en önce kendini nesne edebilme cesareti gösterip kendini, kendi tezine örnek etmeli. Kendini çalışmak böyle bir şeydir belki.

Herman Hesse “Bir insandan nefret ederseniz, onda olan ve sizin de bir parçanız olan bir şeyden nefret edersiniz. Kendimizde olmayan şeyler bizi rahatsız etmez.” diyerek kendimizde kör olduğumuz yerleri işaret ediyor. Kendi karanlığımız ötekinin yüzünde görünür bazen. Başkalarında katlanılmaz görülen o şeyler; insanın kendinde keşf edemediği karanlığın öteki yüzüdür aslında. O yüzü tersine çevirdiğinde kendi karanlık yüzüyle yüzleşir yüz. Kendi karanlığından bîhaber başkalarının karanlıklarıyla meşgul olanlar kendinin kâşifi olmayanlardır. Kendinin kâşifi olamayan, ne içindeki ne de dışındaki âlemi keşfedemez. İnsan en önce kendinin kâşifi olmalı bu yüzden.

“Hatırla kendini. Kendini sakın unutma” Kendilik Cesareti isimli yazımız tıpkı bu yazımız gibi böyle sonlanıyordu.

Bu yazı Muhit Dergisinin 8. sayısında yayımlanmıştır.

Temmuz 06, 2020

Tanrı Kierkegaard’la Ne Kast Etmiş Olabilir?


 “Hayatım insanları haberdar kılmak için hesaplanmış bir vecizedir”

Mizaçlar çatışması olarak tanımlar William James, antitezler savaşına dönmüş Felsefe Tarihini. Haksız sayılmaz. Varlıklarına ve yazgılarına temas edildikçe felsefelerini ifşa etmez mi birçok filozof? Tıpkı varlıklarına benzeyen varoluşlarıyla, önce kendilerini sonra da eserlerini var eder birçoğu. Bazen de o meşhur diyalektiğin kurucusuna dahi antitez geliştirir; Modern egzistansiyalizmin kurucusu kabul edilirler. Bize de kimi zaman varlıklarından kimi zaman da var ettiklerinden varoluşlarını anlamak düşer. Evet, Hegel’in o kudretli felsefesine yaptığı antitezlerle kendine bambaşka, ayrıksı ve özerk bir yer inşa eden Kierkegaard’ı ve kastının ne olduğunu keşfedeceğiz.

Heidegger, Kierkegaard’ın felsefi metinlerinin yetersizliğinden bahsederken yaşamından damıtılmış yazılarının övgüye layık olduğunu söyler. Sartre da benzer şekilde (Kierkegarrd’ın kendini filozof olarak addetmeyişinden cüret bularak belki) onun Hegel’in nesnel, evrensel ve akılcı felsefesine karşı, yaşamın  özgüllüğünü savunan bir Hristiyan olarak görmekte ısrar eder. H. J. Blackham ise Altı Varoluşçu Düşünür kitabında bütün bunlara cevap verircesine Kierkegaard’ın “aşırılıkları kontrol eden ve ayağı yere basan diyalektik bir ustalıkla, Sokrates’in Hegel ile nasıl alay edeceğini” hayal ettiğini söyler. Çünkü o nihayetinde Sokrates’in öğrencisidir, ironisi de ondan mirastır.

“İman Şövalyesi” ve Aşk
Varoluşu soylu bir eylem olarak görür Kierkegaard. Çünkü ona göre önemli olan insanın tamamen, tümüyle ve tek ‘insan olma cesareti’ göstermesidir. Bu muazzam zahmeti Tanrı’nın karşısında göze alma cesareti göstermek, onun felsefesinde “iman şövalyesi” kavramına tekabül eder. Kierkegaard gibi inançlı bir egzistansiyalizm görüşüne sahip olan Ali Şeriati, kitabı Kendini Devrimci Yetiştirmek’te "Egzistansiyalizmi, insan varlığına asalet vermenin başka bir türü” olarak tasvir eder. Kierkegaard, yaşam deneyimini üç evreli şekilde tarif eder: Estetik, Törel(etik) ve Dini evreler. Bu varoluşa, tekamülü hedefleyen bir yorum gözüyle de bakılabilir. İlk evre hazcı, hedonist bir yaşama tekabül eder. Diğer evlere geçmek için estetik aşamanın aşılması zorunludur. Kierkegaard, insanda iyi adına ne varsa acının ondan doğduğunu düşünür çünkü. Ve ıstırap çekmeyi, Tanrı’yla bir sırrı paylaşmak olarak görür, acıya olan bu hürmeti onun Ölümcül Hastalık Umutsuzluk ile Korku ve Titreme kitaplarındaki kasveti izah etmekte kafidir.

Mükemmel aşkı, “insanın kendisini mutsuz edecek kişiyi sevmesi” olarak tanımlayan Kierkegaard, Baştan Çıkarıcının Günlüğü’nde aşikâr ettiği aşkı Regine Olsen’a olan aşkını, bir ömürlük kılabilmek adına terk eder. Böylece beraberken sınırlı gördüğü aşkı, ayrıyken sonsuz kılmak ister. Yaratıcı ile ilişki kurma biçimimiz, aşkla ilişkimizi de aşikâr etmez mi? Maşukla münasebetimiz, Yaratıcı ile münasebetimizin kötü bir taklididir belki de. Klişe ama en güzel örneği; Nietzsche'nin meşhur "Tanrı öldü" sözü. Aşka reddiyeler dizerken bile içten içe aşık olmak isteyen küskün, sitemkâr ve ihtiraslı romantikleri anımsatıyor. Aşk ve iman arasındaki bu bağıntı, aşkın tanrısallığının da en güzel ispatı değil midir? Kierkegaard’ın Tanrı ve aşkla olan münasebetini de böyle okumak mümkün.

Kendilik Felsefesi
Büyüklüğü kendi olmakta tanımlayan, can sıkıntısının dahi kendi olmayı reddetmekten kaynaklı bir çaresizlikten ileri geldiğini düşünür Kierkegaard. Ve asıl meselenin kendini anlamak, kendi varlığında Tanrı’nın ne istediğini görmek ve kendisi için gerçek olan bir hakikat bulmak olduğunu söyler. Kendisinden neredeyse bir asır önce doğan Rousseau’nun kitabında geçen “hakikat uğruna yaşamını riske atan kişi” anlamına gelen “Vitam Vero Impendenti” tabirinden haberdar mıydı bilinmez ama Kierkegaard da Yalnız Gezerin Düşleri’nin peşine takılıyordu: “Benim için hakiki olan bir hakikat bulmalıyım. Yaşayıp uğruna ölmek isteyeceğim bir fikir.” İnsanın ne olursa olsun kendisiyle yüzleşmesi gerektiğini söyler Kierkegaard çünkü insanı değiştirecek asıl şey insanın kendisidir. Bunlardan hareketle Hegel’in usçu felsefesine tutkulu antitezlerle şekillenen Kierkegaard’ın bir tür Kendilik Felsefesi yaptığına varılabilir.

Kitabı Ya - Ya da’da iki yaşam tarzından bahseder ve okurunu bir seçim yapmak noktasında tahrik eder. Çünkü “İnsan sonra neyi seçerse seçsin, Tanrı’yı seçmediği vakit, ya – ya da’yı da ıska geçmiş olur yahut da kendi ya – ya da’sı yüzünden mahv-u perişan olur.” Kırdaki Zambak ve Gökteki Kuş kitabında “Hiç kimse iki efendiye birden kulluk edemez” cümlesiyle başlayan vaazdan ilhamla bu durumda insanın iki seçeneğe mahkum olduğunu söyler: Ya - Ya da.

Islah Edilmemiş Zeka & Tinsel Zeka
Akıl, ona sahip olmayanların asla göremeyeceği saklı bir hazine; aptallık, aynı yoldan defalarca geçtiği halde başka yere varmayı ümit eden bir körlük; ahmaklık kendi kendini ifşa eden bir gülünçlük; zekâysa fark edilmemesi namümkün bir yetenek. Mizaçlar kadar felsefe varsa, mizaçlar miktarınca da farklı zeka türleri mümkün olamaz mı?

Zarafetle incelmemiş, zihinsel bir görgüyle ölçü kazanmamış, tecrübeyle akl-ı selime varamamış, ıslah edilmemiş vahşi zekâların ancak ıslah edilmesiyle kemal bir akla çıkıyor yolu. Islah edilmemiş zekâlar, uslanmazlar. Usları marazlıdır çünkü. Fikirleri dahi kırbaçlıdır onların. İlkel hazları vardır ve ancak o ilkel haz ortaklığı ile bağ kurabilirler. Islah edilmedikçe; şifa bulamaz, tekâmül edemezler. Buna tezat olarak Kierkegaard’ın zekasına ise tinsel zeka güzellemesi yapılabilir. Kierkegaard, kutsal kitaplar, büyük anlatılar ve vaazlardaki ilahi ve alegorik mesajları tinsel zekası, estetik ve felsefi dokunuşuyla başka bir hale büründürür. İbadet halinde giyinen özel elbiseler gibi kitaplarındaki mesaja uygun mahlaslarla kuşanır. Onlardan biri olan “Johannes de Silentio” Tevrat’taki İbrahim ve İshak kıssasından mülhemdir mesela.

Tanrı’nın Kastı
Geçtiğimiz aylarda Pinhan Yayınlarından Nur Bieber çevirisiyle Türkçeye kazandırılan kitabı Kırdaki Zambak ve Gökteki Kuş’ta duanın bilinen anlamını ters yüz eden, müthiş bir saptama yapar Kierkegaard: “O dua etmenin konuşmak olduğunu sanmıştı; dua etmenin sırf susmak olmayıp, kulak vermek de olduğunu öğrenmişti. Ve bu böyledir, dua etmek kendi söylediğine kulak vermek değil, susma raddesine gelmek ve suskun kalmaktır, sabırla beklemektir, dua eden kişi Tanrıya kulak verene dek.” Duanın bilinen yorumuna tezat olarak Kierkegaard, duaya dinlemek yakıştırması yapar. Duanın konuşmak olduğunu sanan modern insan Tanrıdan bir karşılık gelmeyince bu yüzden Tanrı'ya küser, kızar, yok sayar.

Kierkegaard’a göre müphemiyetin olduğu yerde ayartıcılık vardır. Şeytan, müphemiyetin olmadığı yerde acizdir; Tanrı ise hiç kimseyi ayartmaz. Kierkegaard, kırdaki zambak ve gökteki kuşun varlığıyla Tanrı’nın kastına kulak verir. Kırdaki zambaktan ve kuştan sükutun ilmini öğrenir. O ses, hikmetin başlangıcının Tanrı korkusu; Tanrı korkusunun başlangıcının ise sükut olduğunu söyler. O sessizlikte “Tesellinin Tanrısı”nı bulur; ilahi sevinci keşfeder. Sevinçli olmak kendine yakın olmaktır, hakikatte kendine yakın olmak ise bugünde kaim olmaktır der.

Kierkegaard, Tanrı’nın kendi varlığıyla ne kast ettiğini merak ediyordu. Tanrı, onun vecizesiyle bize neyi kast etmiş olabilir peki? Kendimizi? Hayatı? Kendi hayatımızı? Hayatın anlamının peşine düşmekten çok hayatın bize ne anlattığına kulak vermeyi… Belki de hayatın bizi anlaması değil bizim onu ve kastını anlamamız gerekiyor. Kierkegaard'dan ilhâmla: Hayat bununla bize ne kast etmiş olabilir?


Haziran 20, 2020

Kabirler ve Kalpler

I.
Kimi gözler hakikate cevaptır. Kimi gözler mürşittir. Kimi gözler irşad eder muhatabını. Kimi gözler "öldürmekten beter anlar insanı" Kimi gözler aynasıdır kalbin. Kimi gözler oktur, maktulünü bir bakışıyla kurban eder. Kimi gözler namludur. Bakışlarında patlamaya hazır fişekler saklar hep. Kimi gözler güneştir, iç ısıtır. Kimi gözler kutup yıldızıdır. Karşısında durmanız gereken yeri işaret eder size. Kimi gözler kuyudur. Bakışlarla yüzünde yürür, gözlerine düşersiniz. Ancak gözyaşıyla doldurursunuz kuyusunu. Kimi gözler karadeliktir. Karadelik gözlere düşeni Yakup bile bulamaz.


II. Rast Yasası
Varlığınıza haddinden fazla tesir eden her ne var ise; geçmişte bir anlığına dahi olsa karşınıza çıkmıştır.

Keşf'in o bakışıyla başlar hep. Gelir ardından, kaçınılmaz bir sevmek. Sevgi, sarmaşık gibi kök salar ruha, ünsiyet olur saçakları. Sonra bir bakmışız ki, ünsiyet kurduklarımızla mizaçlarımız nasıl da benziyor. (Ya da mizacımız benzediği için sevmişiz zaten.)

"Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur" evet. İnsan severken korkmalı bazen. Sevmek, ünsiyetin saçaklarını dolar insanın ruhuna. Ruh, sevdiklerinin hâliyle hallenmekle kalmaz. Sevdiklerinin yazgısından da alır hissesini. Bahtları gibi bahtsızlıklarını da.


III. Kalbimin Kabri
Kabir ve Kalp. Ne çok benziyor birbirine bazen. Şam'da bir camii. 1990'da açılmış Seyyide Zeyneb Camii. Meğer kalbinde Zeyneb bint Ali ve Ali Şeriati'yi saklıyormuş.


"-Bir de El Halil var... O da adını kalbinde taşır..."

-Taşır tabi ama nerede?

"-Adıyla, aynı şehirde..."

-Demek öyle. İnsan bir şeyi çok fazla sevince sevgisine karşılık olarak Rast Makamı Nişanı veriliyor ona sanki

"-Mahlasınız da bu rastlara pek uygun değil mi..."

-Bu şarkıyı çok fazla severdim eskiden. Meğer nişanı olacakmış.


  

Lena Chamamyan / Sham 

"-Şam aynı zamanda bir çeliğin de ismidir... Dövülmüş, katılaşmış ve daha zarif hale gelmiş bir çeliğin... Yine ismiyle rastta, çünkü çelik su alarak ortaya çıkar ve Şam da sanırım suyla ıslanmış demektir... Katana da o ruh da aynı köktedir..."


IV. Şems
Bugün çok fazla güzeldin Güneş. Perdelerin arasından yüzüme sızdın. Işıldattın kalbimi, ısıttın ruhumu. Yaşarttın gözlerimi, yaşattın gözlerimi.

Yalnız yaşımız değil, aklımız da gencecikken bizi akl-ı baliğ kılan kitaplar ve o kitapların yazarı vardır. Yalnız o kitapların yazarı değil, gözleriyle irşat eden, acıyan akılların mürşidi vardır. O'ydu. Benimki O'ydu.

Haziran 15, 2020

Don Henarez*



Philharmonie / Lamma Bada, 2016

İbn Baya'nın neredeyse 10 asır evvel bestelediği rivayet edilen bu Endülüs Ezgisi "Lemma Beda" Balzac'ın Kral ruhlu karakteri Henarez'den başka kime bu denli yakışabilirdi ki?

İki Gelinin Hatıraları'nda Fransız Sosyetesinin dilediği her erkeği kendine âşık edebilecek kudretteki hanımefendisi Louise, Fransa'ya sığınmış Arap asıllı bir İspanyol asilzadesi; İspanyol hocası Henarez'den bahsediyor:







Haziran 06, 2020

İyiliğin İncisi: İncelik Bilgisi

Tam 3 yıl önce ilk yazımın yayımlandığı İtibar'dan sonra, şimdi Zarifoğlu dosyasında Muhit Dergisinde:

*

Bağrında sayısız poleni saklayan çiçekler gibi, sayısız sırrı saklar bazı mısralar. İçi çiçeklendirecek kadar cömerttir özleri. Bazen tebessümle açarlar. Bazen de tohum olup gözlerde dururlar. Turgut Uyar’ın "Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum / Hiçbirinizle dövüşemem / Siz ne derseniz deyiniz / Benim bir gizli bildiğim var" mısralarında herkese iyi niyetle gülümseyecek kadar cömert, hiç kimseyle dövüşmeyecek kadar bilge olanların sahip olduğu o şey nedir? Uyar’ın “gizli bir bildiğim” diye fısıldadığı şey incelik bilgisi olabilir mi?

İncelik bilgisi; iyi ve kötünün, yücenin ve sığın, doğrunun ve yanlışın, güzelin ve çirkinin, çoğu tezatın birbiriyle karıştığı o noktada, birinin öteki sanıldığı, sayıldığı o belirsizlikte duranın bilgisidir. İncelik bilgisi; çiçeğin özündeki polenin, rengin içindeki renklerin, gösterilenin ardındaki görünenin, görünenin ardındaki olanın, olanın ardındaki olduranın görmenin bilgisidir.

“Söylenen her söz; içinden çıktığı kalbin libasını, üzerinde taşır.” der Atâullah el-İskenderî. İyinin ve kötünün birbirine karıştığı o noktada, sözün örtüsü gösterir nasıl bir kalpten çıktığını. Fakat iyinin ve kötünün ayrımını yapmak kalbin örtüsünü görmekten çok daha zordur. Bazen bir kötüye kötü demek şekli o kadar iyi yahut bir iyiye iyi deme şekli o kadar kötüdür ki; iyinin ve kötünün katmanlı yapısının ayırdına ancak böyle varabilir insan.

İyideki Kötülük & Kötüdeki İyilik
İncelik bilgisi, mısralarda parıldamaya devam ediyor. Özdemir Asaf'ın "Tüm renkler hızla kirleniyordu / Birinciliği beyaza verdiler" dizesi bir sırrı ışıldıyor: En çok masumlar kendini kirli hissediyor, kirliler kendini hiç kirlenmiş hissetmiyor. Kirlenmek, temiz olana mahsustur çünkü. Paul Auster’ın "Sadece iyiler kendi iyiliklerden kuşku duyarlar, onları iyi yapan da budur zaten." sözü bunu doğrular nitelikte. Gerçek bir iyiye kötülük, karalık ya da kir bulaşabilir mi peki? Yoksa her birimiz, bir diğerinin daha siyah ya da beyaz gördüğü bin bir tonlu grilerden biri miyiz? Zayıf olduğu için, kötü olabilecek kudreti olmadığı için masum görünen, sınanmamış birinin iyiliği gerçekten iyi midir ya da? İncelik bilgisine göre, erdemli olan kötülüğü yapabilecek kudretteyken bunu tercih etmeyendir. Bu yüzden erdemli olan sadece iyi olandan daha muteberdir.

Gerçek iyiliğin neden gözetilmeksizin yapılan şey olduğu görüşü hakimdir. Bu görüşü izah edenlerden biri olan Tolstoy “İyiliğin bir nedeni varsa, iyilik değildir o. Sonucu, yani ödülü varsa iyilik olmaktan çıkmıştır.” diyerek iyiliği neden ve sonuçlar zincirinin dışında tutar. Oysa kötü görünen çok şeyin iyiden ileri gelebileceği gibi; iyi görünen çok şey de gizli bir övünmeden ileri gelebilir bazen. Kalpleri yarmak mümkün olmadığından aslında ne olduğu kişide bıraktığı etkiden anlaşılır. Bu etki en çok tavsiye, nasihat, yardımda gösterir kendini. Üstenci tavır, bilgiçlik, kibir hepsinin önüne geçer bazen. Büyüsü bozulur iyiliğin. Düşer yere iyilik. İyi, iyi görünene; iyi görünen, iyi bir görüntüye dönüşüverir. Birine iyilik edecekken insan kendine sormalı: "Karşımdakine iyilik etmek istiyor muyum sahiden? Yoksa kendimi iyi hissetmek mi istiyorum?" İyinin ve iyiliğin nasılı kadar niçini de mühimdir bu yüzden.

İncelik Yarası
İnceliğin başka tezahürleri yok mudur? Samimiyet, bâtınî incelikken; zarafet, zâhirî bir inceliktir mesela. Sakarlıktaki zarafet; dalgınlıktır mesela. Ahmaklıktan değil başka bir dünyanın seyircisi olmaklıktan ileri gelen sakarlıklar güzeldir. Gökyüzüne bakarak yürürken ayağın takılması... En güzel sakarlıklardan biri.  Başkasının nefsine kendi nefsinden daha kibar olmayı salıklayan ruhsal zarafet vardır bir de. İnsanın kendi nefsine mahcubiyeti arttıkça başkasının nefsine zarafeti artıyor. Bu ruhsal zarafete, vicdan müsterihliğine; kendi küçük kusuruna, başkasının büyük hatalarından daha çok duyarlı olan, haklılığını izah dahi etmeyen, mücadele etmeye bile tenezzül etmeyenler erişiyor. Böylesi bir ruhsal zarafet, en çok riyadan korkuyor. Ve riyaya bir çare olarak olduğundan kötü görünmeyi, olduğundan iyi görünmeye yeğliyor. Bilgeliğin ruhta çiçek gibi açışının işareti de bu hâldir belki.

İyi insan/kötü insan ayrımından daha çok; bize iyi gelen/kötü gelen yahut sizdeki iyiliği ortaya çıkaran/kötülüğü kışkırtan insan ayrımı daha doğru. Mutlak iyi ve mutlak kötü insan yoktur; iyi(lik) ve kötü(lük) eylemde ortaya çıkan şeydir. İyi bir insan -istemeden dahi olsa- başka birindeki kötülük damarını kışkırtabiliyor. Diğer bir insan, kötülükteki ısrarıyla muhatabını ters tepkiyle iyi eyleme sevk edebiliyor. Bazı insanlarınsa şifadan daha çok yan etkisi var. Tıpkı tene yakışmayan parfümler gibi her ruha, mizaca yakışmayan ruhlar var. İnsan varlığına şifa getiren, rayiha estiren ruhları seçmeli kendine. Kendine 'iyi' gelmeyene 'kötü' demek en kolayı çünkü. İyi biri olsa/iyilik dahi yapsa sizdeki kötüyü kışkırtan, iyi enerjinizi eksilten insanlara mesafe almakta hayır var. Size kötü gelen, ötekine hayır getirir belki.

İyiliğin İncisi
İyidir insan, niyeti iyidir, iyilik de yapar ama yine de girmeyi başaramaz bir kâlbe bazen. Kötülüğün baş tacı edildiğini görür, içerlenir, isyan dolar yüreği. Yalnız acıyla keşfine varılan incelik bilgisinin kalbe şifâ olan sesini duyar o vakit: Aşkta, sevgide adalet olmaz. Muhabbette adaleti gözetmek incitir kalbi yalnızca. Sevgi; nedensizliği, koşulsuzluğu ve izahsızlığıyla var kılar kendini ancak. Bazı kalbî kırıklıklar ruhsal tekâmülün en güzel öğretmenleridir bu yüzden. İnciten deneyimler bazı insanları yanlış yere koyduğumuzu gösterirler. Üstelik koymamız gereken yeni yerleri de bize işaret ederler.

İyilik incitir mi peki? İyilik incitir, incinir de bazen. Kötülük örtmez her vakit iyiliğin üzerini. Bazen iyiliğin üzerini iyilikler, güzellikler, incelikler örter. Hüsn-ü zan örtüsü, nezaket makyajı, "bilmesin"de hayır görülen beyaz yalanlar, merhametin tüm kusurları örten anneliği, yapıcılığın diplomatik iplikleri... Hepsi incitebilir iyiliği. Fakat iyilik incindikçe, daha da inceleşir iyiliği… İyiliğin incisi, o ince incinişte saklıdır belki.

Bu yazı Muhit Dergisinin 6. sayısında yayımlanmıştır.

Kendini Aklayan Tutku ve de Balzac

-Elfen Lied animesinin giriş şarkısı Lilium eşlik edebilir bu yazıya.-

"Napoléon’un kılıcıyla yaptığını ben kalemimle yapmak istiyorum"

Balzac, fethetmek istiyordu. Stefan Zweig, Yarının Tarihi kitabının “Balzac Üzerine Notlar” kısmında Balzac'ı şöyle tasvir eder: ''Gençliğinin bütün arzuları yalnız bir adda, yalnız bir düşüncede, yalnız bir hayalde var oluyordu: Napoléon'' Sevgilisine yazdığı mektupta ise Balzac ölümsüz dört kişiyi şöyle sıralıyordu: “Napoléon Bonaparte, Daniel O’Connell, Georges Cuvier ve ben.”

Richard Sennett de Yeni Kapitalizmin Kültürü kitabında “kendi kendini tüketen tutku” kavramından bahseder. Sennett, 19. Yüzyılın kanonik yazarlardan biri olan Balzac’ın kendi kendini tüketen tutkuları yazdığını söyler. Balzac, bir tutkunun bitimsiz gibi gelen ilk aşamasının, tükenişinin ve tükenişinin ardının tasvircisidir. Sennett’e göre Balzac’ın karakterleri Proust’un meşhur Aşk Yasası’nın da habercisi olmuştur. Çünkü Aşk Yasası’na göre bir şey ne kadar erişilmezse o denli çok arzulanır.

Karakter Ressamı
Hegel'in Güzel Sanatlar Üzerine Dersler kitabından ilhamla sanat felsefecisi ve eleştirmeni Arthur Danto, yalın bir sanatçı tanımına varıyor: "Sanatçı, fikri duyusal bir mecrada cisimleştirmek için yollar bulur. Balzac’ta cisimleştirmenin o yolu kurmacanın yoludur. Kanon’a dahil olan birçok sanatçı gibi sayısız yakıştırma yapılır ona. En klişesi: “Romanın Shakespeare’i”dir. Balzac için mübalağalı “Tanrı'dan sonra en çok insan yaratmış kudret' yakıştırması bu yüzdendir. "Hangi benden söz ediyorsunuz; bende sayısız ben'ler hissediyorum” sözü içindeki bu küçük dünyanın seslerini ifşa eder niteliktedir.

Günde 16-18 saat çalıştığı rivayet edilen, çalıştığı saatler boyunca düzinelerce Türk kahvesi içtiği bilinen, ardında 85’i tamamlanmış 50’si taslak eser ve 2000 fazla karakter bırakır Balzac. 1840’lı yıllarda tüm bu eserlerini Dante’den aldığı ilhamla İnsanlık Komedyası ismiyle dev bir külliyata dönüştürür. İnsanlık Komedyası o dönemin toplumsal görünümüne estetik bir katkı olarak da okunabilir. Balzac eserini üç bölüme ayırır; Analitik Çalışmalar, Felsefi Çalışmalar, Toplum Gelenekleri Çalışmaları. İnsanlık Komedyasının kalbi Paris’tir. Çünkü Paris, Balzac için yalnızca bir kent değil Fransa’nın ve Fransız ruhunun bir sembolüdür.

Tanrısal bir yeti olan yaratmaya teşebbüs eden her ruhun laneti gibi Balzac da aynı dertten mustariptir; sanrılar. Yazıyla dilediği her şeye müdahale edebilecek güçtedir. Bazı kaynaklar Tours isimli bir kasabada doğduğunu, asıl isminin Honore Balssa olduğunu ve yalnızca soylulara has bir ön ek olan "de" ekini alışını ise sosyete çevrelerinde onu soylu gösterecek gülünç bir müdahele olduğunu yazar. Yazgısına soylu bir kalem itkisiyle müdahil olan Balzac’ın sanrıları bununla da sınırlı kalmaz. Hastalandığı bir gün Dr. Benassis isimli bir doktorun gelmesi için diretir. İstediği doktor The Country Doctor isimli kitabındaki Dr. Benassis karakterinden başkası değildir. Aktarılan diğer bir sanrısı ise “Düşünsene, o mutsuz kadın kendini öldürdü!” diye haykırmasıdır. Yakarışının muhayyel muhatabının ise karakteri Eugenie Grandet olduğu söylenir. Realizm akımına en büyük katkılardan birini yapan Balzac’ın bu halini Stefan Zweig şöyle belirtir: ''Bütün hayalperestlerin en gerçekçisi olan bu adamı gerçeklikten kurtaran yine hayallerdir.”

Hükmeden Aşk & Adayıcı Aşk: Arabelle & Henriette
İki tür aşktan bahseder Balzac; hükmeden aşk ve adayıcı aşk. Hükmeden aşk fethetmek; maşuğunun ruhunu, zihnini, kalbini, bedenini zapt etmek ister. Adayıcı aşk ise daha en başından hükmeden aşkın erkini kurban vererek başlar. Benliğini, gururunu ve hatta tüm hesap eden zihnini verir. Balzac’da felsefenin kadim dualitelerinden olan ruh ve beden bahsi mühimdir. Balzac, birçok romanında ruh ve beden yönleri güçlü olan karakterleri işler. Bunun ilhamı da yaşamından alır. Balzac’ın yazgısındaki aşk serüvenlerinin çoğunun romanlarına konu olduğu varsayımı yanlış olmaz. En meşhur romanlarından Vadideki Zambak bu savı kanıtlayan en belirgin örnektir. Vadideki Zambak’taki Madam de Mortsauf (Henriette), Balzac’ın hayatındaki kadınlardan biri olan Madame Berny’le; benzer şekilde Lady Dudley Düşes d’Abrantes’le benzerlikler gösterir. Romanda, zambak alegorisiyle sembolize edilen ruh kadının, Madam de Mortsauf’un (Henriette) karşısında; ten kadınını ateşli mizacıyla gösteren Lady Dudley ve ikisinin arasında kalan Felix vardır. Ki Felix, romanın en başından itibaren Balzac’ın gençliğiyle paralel gider.

Denklikler bunlarla da sınırlı kalmıyor. Balzac’ın edebi zekasının hayranları olan sosyete kadınlarınca Balzac’ı reddeden nadir kadınlardan biri olarak anılan Marquise de Castries’in, yine bir romanda -Langeais Düşesi- sembolize edildiği söylenir. Belki de bu yüzden romanda Balzac, karakterine söyletiverir: "Ben onun kalbindeki Tanrı'yla baş edebilecek miyim?" Baş edememiş olacak ki karakterinin yazgısına kara bir çentik atıverir Balzac: "Baştan çıkarıcı kahkahalarıyla etrafındaki erkekleri kendine aşık eden, onların kalpleriyle oynamaktan büyük zevk alan Langeis Düşesi, kazınmış saçları, solgun yüzü ve gri elbisesiyle bir ruhtur artık." Bunlardan hareketle Richard Sennett’in Balzac için söylediği “kendi kendini tüketen tutku”nun gizil ve örtük bir şekilde bu kadın karakterlerde ortaya çıktığı düşünülebilir.

Henriette Çıkmazı
Eski bir parfüm gibidir bazı roman karakterleri… Tesiri yüksek bir kokunun yaptığı zalimlikleri yaparlar her hatırlandıklarında. Bir sandık, bir şişe, açılan bir kapak ve koku... Ve o kokuyu ilk kez aldığı zamanda insan. Ki koku, zamanlar arasında yolculuğun en kestirme ve büyülü olduğu yol değil midir? An’ı saklamanın diğer bir yoludur o. Üstelik an’ı ve anıyı bir fotoğraftan dahi iyi saklar. Fotoğraf yalnızca görüntüsünü verir an'ın. Oysa koku bir an’ı sonsuz’a saklar.

Balzac'ın iki kadın karakteri Louise (İki Gelinin Hatıraları) ve Henriette (Vadideki Zambak) tüm farklılıklarına rağmen bir noktada kesişirler. İkisi de intihar eder. Üstelik aynı gerekçe ile; diledikleri gibi sevilmemek ihtirasından. Henriette’nin ölüme gidişi kanser gibi ruhuna yayılan kıskançlık yüzündendir. Kanser gibi kıskançlık sessizdir, sezgindir, rakibini kıskanmaz. Kanser gibi kıskançlık Henriette'dir. Narsistik, kırılgan ve ölümcüldür. İki Gelinin Hatıralarında Louise Henriette’den farklı olan aşkın peşinden gidendir. Balzac bunu şöyle ifade eder: "Ne yapayım kardeşçiğim? Aşk bana gelmiyordu. Ben de Muhammed'in dağa gitmesi gibi aşk'a gittim."

Aklanmış Melmoth
Balzac'ın Türkçe'ye yeni kazandırılan öyküsü Aklanmış Melmoth, yeni bir yayınevi Üç Nokta Yayınlarından Onur Yıldız çevirisiyle çıktı. Öykünün yazılış öyküsü hayli enteresan; 1820'lerde Charles Maturin tarafından yazılan gotik bir roman olan Melmoth the Wanderer’dan çok etkilenir ve devamını yazmak ister Balzac. Aklanmış Melmoth İnsanlık Komedyası’nın Felsefi Çalışmalar kısmında yer alır. Balzac insan & şeytan üzerine ve kötülük problemine felsefi bir yorum sunar bu öyküsüyle.

Charles Maturin’in romanında ruhunu şeytana satan bir karakter olan John Melmoth; Balzac’ta para ve yükselme ihtirasıyla yanıp tutuşan bir veznedar olan Castanier’in karşısına çıkan Şeytan John Melmoth’tur. Balzac, Aklanmış Melmoth’da şeytan olarak görünen karakterini aklayarak; okuruna asıl şeytanın insanın kendisi olduğunu göstermeye çalışır.

Richard Sennett’in Balzac için söylediği kendi kendini tüketen tutkunun varlığı kadar doğru bir şey daha vardır belki de. Balzac fethetmek istiyordu, kendini tüketen tutkuları vardı. Fakat belki de tıpkı Melmoth gibi en sonunda aklanmak istiyordu. Tıpkı ak zambağı Henriette gibi, aklanmak istiyordu.

Bu yazı Sabitfikir Dergisinin 112. sayısında yayımlanmıştır.
http://www.sabitfikir.com/dosyalar/kendini-aklayan-tutku-ve-de-balzac