Eylül 26, 2021

Güzelin Kötülükleri


Güzel görünen, güzel midir her zaman? Güzel, güzel görünen ya da güzel gösterilenden başkadır. Güzellenen her şey güzel midir? Güzelin güzellenmeye ihtiyacı var mıdır peki? Güzellemek, güzeli aşar bazen. Güzellenen, güzelden daha güzel görünür. Tam bu noktada üç tür güzel görünür: Güzel olan, Güzel görünen, Güzellenen güzel. Güzelin bu üç tezahürü güzelin ilmine götürür bizi. Güzelin ilmi ise hakiki güzelin peşine. Hakiki güzel; güzel görünen ve güzellenen güzelin ardına saklanır çoğu zaman. Belki de bu yüzden “güzelin örtüsü güzelden güzel olmamalı"*

Hatasını, acziyetini ve dahi kötülüğünü; sahip olduğu, kendinde olan her şeyi güzelleme vebası yaygınlaşıyor iyice. Güzellemek ve estetize etme kabiliyeti güzeli kamufle eder bazen. Çirkine güzel örtüler büründürür. Kötülüğü örten güzellikler, güzel midir sahiden? Sevgisizliği saklayan nezaket mesela? Nefreti gizleyen tahammül mesela? Kibri perdeleyen tevazu mesela? Güzellenen kötülük, çirkinden daha kötü değil midir? Güzelin taklidi, bu sahte güzellik plastik çiçekler gibi. Sahte güzelliği kokusuzluğu ve ruhsuzluğunu bastıramıyor.

Estetize Edilmiş Kötülük

Kavramların estetik katmanları vardır. Örneğin Thomas Aquinas tembelliğe estetik bir tarif yapmıştı: "akla ağırlık yapan bir durgunluk ve mahzunluk hali" Çoğu şey estetize edilebilir. Kötü bazen öyle bir güzelliğe bürünür ki; estetize edilmiş kötü, estetize edilmiş yanlış vs. Estetize edilmiş kötülük üzerine düşünürken Kur’an’da benzeri birçok surede geçen "Şeytan onlara yaptıklarını süslü gösterdi" (Nahl, 63) ayetini ve "fe zeyyene" ifadesini hatırladım. Semavi dinlerde “süslü gösterme”ye şeytani bir özellik atfedilir. Akıl, süslü görünenin ardını ve aslını gören gözdür bu yüzden.

Estetize ederek kendini “süslü gösteren” her fenâyı tanımak için; kendi bakışına da bakabileceği daha derin bir bakış geliştirmeli insan. Kötülüğün; felsefeyle, dinle, sanatla, bilimle temasının ölümcül sonuçları olabiliyor. Kötülüğün romantize edilmesi, estetize edilmesi, iyilik kılıflarının, makul gerekçelerin içine gizlenmesi kötülüğün kendisinden daha tehlikeli. Kötülük, aslıyla zuhur etmez çoğu zaman.  Sanat'ın güzelinin, Din'in iyisinin, Bilim'in doğrusunun, Felsefe'nin gerçeğinin ardına saklar kendini. Güzel, iyi, doğru, gerçek görünenin parçalanmadan görülmez aslı. Şuursuz bir kötücüllüğü en güzel örtülerle gizleyip kendi hakikatine varışını olanaksızlaştıran insanın kendine yaptığı kötülük; kötülüğün kendisinden daha kötü değil midir? "Kendini kötülükten münezzeh görmek" kötülüğün derin, estetik ve gizli halini çağırıyor. Hiçbir kötülüğü yakıştırmayarak kendine; en büyük kötülüğü ediyor insan kendine.

Kötünün Zarafeti

Güzel fikir… Birlikte düşünmek, başka bir zihne eşlik etmenin en güzel hâli. İki zihnin, aynı fikrin ritminde dalgalanması... Düşünmek, işteş hâlinde dans etmeye benziyor. Güzel fikir her zaman güzel ifade edilebiliyor mu peki? Güzel dahi kötü ve çirkin ifade ediliyor bazen. Kötünün güzelliği ve kötücüllüğün zarafeti ne tehlikeli şey. “Bir hakikati yok etmek istiyorsan; ona iyi saldırma, onu kötü savun” Ali Şeriati'nin bu sözü sinsi manipülasyonların formülünü ifşa ediyor. Kabul edilmesi zor bir şeyi savunmanın yolu o şeyin karşıtını uç, yoz ve şeytani bir forma sokmaktan geçiyor. Tıpkı şöyle: O şeyi öyle kötü sun ki insanlar aksinin iyi bir şey olduğunu zannetsin. Sözün gerçeği tahrif edebilecek bu yakıcı kudretinden başka sarhoş edici etkisi de vardır. "Söz, aklı sarhoş eden şarap gibidir. Bir kimse bu şarabı içmeye müptela olsa, asla bir daha onu terk edemez." Hücvirî'nin Keşfu'l Mahcûb'unda geçen bu bu söz, kendi sözünün sarhoşu olmuşları ne güzel izah ediyor.

Estetize edilmiş kötücüllüğün gerçek yüzü de gün yüzüne çıkıyor böylelikle. Öfkesini, nefretini cümleleştiren, azıcık estetize eden düşünce ürettiğini zannediyor. Eleştiri zannedilen çoğu şey de öfkeli cümlelerden ibaret. Öfke, nefret, hırçınlık bilenmiş bir dikkate benziyor. Dilde, hâlde, tavırda, yazıda; açık, örtük, metaforik ya da estetik fark etmiyor. Hırçınlık insanın bilendiği yeri ifşa ediyor anında. Olumsuzu, kötüyü eleştirmenin kötüyü göstermek ya da kötüyü estetize etmek dışında daha iyi yolları yok mu? Kötüyü eleştirmenin daha iyi, daha doğru, daha güzel, daha sağlıklı yolları yok mu? Çirkin bir ruha ilim, sanat bile yakışmıyor. Çirkin ruh, ilmi bile çirkinleştiriyor. İlmini, bilgisini despotça insanlara hükmetmek, manipüle etmek için kullanıyor. Sanatı da kibrini okşasın diye diğerlerini aşağılamak için kullanıyor.

Zorla Güzelleme

"Dahil olamadığı her şeyi kötülemek" diye bir kıskançlık eşiği var. Kendiliğinden güzel olan, karşıtının yerilmesine ihtiyaç duymaz. Kıskançlığın mahrum ediciliği yüzünden ne çok güzelliği ıskalıyor insan. Dahil olmadığı her şeyi kötülemek; sahip olduğu her şeyi zorla güzellemeyi de getiriyor beraberinde. Sahip olduğu her şeyi zorla güzelleme çabası aşırılaştığında; sahip olunan şey kötülük olsa dahi güzellenmeye başlıyor. Sahip olunan herhangi bir şeyi; karşıtına nispet ettirircesine zorla güzellemeye çalışmak; zorba bir güzellik doğuruyor. Güzellik onu zapt edene değil ona layık olana ait oysa.

Zorba güzelliklerin uzağında kendiliğinden güzel olanın, "müstakil varoluşun güzelliği" diye bir şey var. Kimseye yaslanmayan, kimselere gölge etmeyen ve kimsenin önünü kesmeden kendi başına varolmanın güzelliği... Bucaksız yerlerde bir başına filizlenen ağaçlar gibi. Çiçekleniş, varlığımızın nüvesinden kendimizi filizlendirmeye benziyor. Varlığı nefretten kurumuş insanlar; dikenli, kuru bir dala benziyor. Ne sulanıyorlar, ne budanıyorlar. Bir çalı kadar hırçın, biçâre ve hırpani budaklanıyorlar sadece. Hayatının hiçbir yerinde çiçeklenemeyen, filizlenemeyen, yeşeremeyenler etrafını da kurutuyor.

Güzel her şeye erişim hızı arttıkça o hızın bedeli olarak sonlanma hızı da artıyor sanki. Bu hızdan, ziyan olmaktan kurtarılan her güzellik; kendi güzelliğe ek olarak yeni bir güzelliği de doğuruyor. Güzeli, güzelleşmek çağırıyor. Güzeli isteyen, güzelce çağırmayı bilmeli. Çağırdığı ne varsa en önce ona benzemeli insan. İstediği şeye yakışmalı insan. İsteğine yakışır hale gelmek, ona ulaşmanın en iyi yolu.

Acıyan Güzellik

Güzel acı, güzel dert, güzel yara… Zorlukların estetize edilmesi kötülüğün estetize edilmesi kadar kötü değil her zaman. Güzel acılar, kötü acılardan neden daha çok acıtır o zaman? Acının güzellikle birleşmesi, en büyük acıyı verir kalbe. Her acı, şifa ümidini diri tutar içinde. Kötü acı iyileşebilir. Acıtan güzellik, ölmüş güzelliktir. Güzelin ziyan oluşu dahi kahrın güzelini verir çünkü. Bir güzelliğin yok oluşu mu yoksa bir çirkinliğin varoluşu mu ruha daha çok dokunur?" sorusuna Evelyn McHale derdim. Kahredici güzellik, femme fatale(öldürücü güzellik) ilhamı da bu histen filizlenmiştir belki.

Güzel öfke... Kızgınlık ve ateşi kalpten taze çıkmış bir hâl; kırgınlıksa o ateşin sönmüş, estetize olmuş hâli. Güzel öfke… Sel gibi taşmadığında ya da yakmadığında kendinden hariç her şeyi, ne güzelsin. Harekete geçiren, başlatan, ateşleyen güçsün sen. Haklılıkla özünü, akılla dozunu, zarafetle şeklini bul sadece.

Güzel hüzün… Aşkın, gücün, mutluluğun formülünü veren kocaman gülümsemeli aşk, güç, mutluluk üstatlarıyla dolu ortalık. Evrenin sırrını çözmüş gibi bir bilgelikle kısıtlı deneyimlerinden devşirdikleri taktikleri üstümüze saçıyorlar. Yaşamın sonuna kadar sürdürülebilir aşk, güç, mutluluk müjdeleyen sentetik bir cennet vaadi... Bunların bizi tatmin etmeye yeteceğini kim vaat etti ki? Anlamlı, estetik bir hüzün sentetik bir neşeyle değiştirilir mi?

Güzel mahcubiyet… Fotoğraflarda olduğundan hep daha az güzel çıkanları, fotoğraflarda olduğundan hep daha güzel çıkanlara kıyasla daha samimi bulmak diye bir şey var. Samimiyet poz vermeyi beceremiyor. Göründüğünden hep daha az iyi, hep daha az güzel, hep daha az olanların dünyasında, göründüğünden hep daha fazlası olanlara bahşedilen şey. İmgeyle ayartılamayan, yalnızca gerçeğe âşık olanların samimiyetle sıcak münasebetleri var.

Güzel hasret… Güzel eninde sonunda hüzün verir. Güzelin neşesi de yakınlığıyladır yalnızca. Güzel, sahip olunamazlığı kadar uzaktır. Güzel; uzaklığıyla, uzaklaştıkça üzendir. Güzel hep “uzak olan”dır bu yüzden.

Güzel Şüphe Acı Gerçek

Güzel şüphe... Kışkırtır. Akıl hep kışkırtanın peşinden gider. Küçük bir şüpheye kocaman hakikati yükler bazen insan. Altında parçalanan aklı olur. Acıtan bir gerçektense; güzel bir şüpheyi daha estetik bulur. Bir sevgidense bir şüpheyi büyütmeyi tercih eder. Kalbini mahvetmek pahasına. Şüphe, zalimdir. İnsansa kendine zulmetmeyi pek sever. Şüphe bazen de bir inanç değeri taşır. Apaçık ortada olan, delillendirilebilir bir Tanrı'ya ve dine mensup olmanın ne anlamı olurdu? İnancın tüm sırrı burada saklı sanki. Varlığı da yokluğu da kanıtlanabilir değil. Bu yüzden "inanmayı seçmek" estetik ve değerli bir şey. Tanrı'yı ve inancı delillendirme çabası "inanmayı seçme"nin estetik değerini tahrif ediyor. Akıl, inandırılamaz. Kalp, ikna edilemez. İnanç, öylesine kalbî bir şey ki inancı delillendirmek estetik olmuyor hiç. İnanmak gibi tıpkı; hayatta her tür sanma biçimi de mümkün. Kimi estetik bir aldanış içinde sürdürür yaşamını. Tek vuruşluk bir gerçeğe teslim olurken başkası.

Güzel yalan… Söz, büyünün ta kendisi. O büyüyle değil herkesi, kendini dahi kandırabilir insan. Söz, güzel görünen bir yalana saklanabilir. Bu yüzden gerçek bir sınanma anında seçtiği; en gerçek sözüdür insanın. Gerçeği örten, güzelleştiren en güzel örtüleri dahi alaşağı etmeli. Acı olsun, gerçek olsun. Güzellik, en çok gerçeğe yakışıyor. Bazen en küçük şeyden dahi korkan insan, gerçekten korkmuyor. Güzel Gerçek... Gerçeğin can yakan hali bile güzel. Aşktan dahi, daha çok.

 


*: Alperen Karapınar

Eylül 04, 2021

Yaşamın Düellosu Puşkin’in Tetiği


Sting / Shape of My Heart eşlik edebilir bu yazıya.

Yaşamın kendisi kocaman bir soru; ölüm cevabın kendisi bazen. Bazen de ölümün kendisi soruya dönüşüyor. Cevabı, yaşamın kendisi olan. Ölümle nefes nefese yaşamış bir yazarı okumak ölümün sırrının peşinde koşmaya benziyor bu yüzden.  Puşkin o yazarların içinde cevaba en çok koşandır belki de. Sting’in söylediği gibi şimdi: “He deals the cards to find the answer” 

Tetikleyici İnsan: Puşkin

Tetikleyici insan… İnsana ilham veren, ruhu ateşleyen, rüzgâr gibi harekete geçiren... Ruhsal, zihinsel, kalbî çekicilik de var; şahsiyeti, benliği çekici olanlar... Bazı yazarlara duyduğumuz o özel dikkat; bu soyut çekiciliğin varlığının en büyük işareti. Modern Rus Edebiyatının kurucusu ve Rusçanın en büyük şairi kabul edilen Puşkin’in Rus Edebiyatının en büyük tetikleyicisi olduğunu ileri sürmek mübalağa olmaz herhalde. Her büyük ruh gibi, Puşkin de sayısız büyük ruha ilham verir: Turgenyev, Lermontov, Gogol, Tolstoy, Çehov ve Dostoyevski… Kuvvetli bir dostluk bağıyla bağlı olduğu Gogol’un büyük romanı Ölü Canlar’ın konusunun Puşkin tarafından verildiği söylenir. Nitekim Gogol, ciddi mevzuları ele almasında ve eserlerinin konu seçiminde Puşkin’in etkisi olduğunu yüreklilikle kabul eder. 

Dünyanın en iyi romanları arasında gösterilen Savaş ve Barış’ının yazarı Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı yazarken Yüzbaşının Kızı’ndan esinlenişi ve Puşkin’in kızı Maria Hartung’un Anna Karenina’nın ilham perisi olması bu etkinin bilinen diğer örneklerinden. Puşkin’in enteresan tetiklemelerinden biri de Dostoyevski’yedir herhalde. Suç ve Ceza’nın meşhur baltasının esin kaynağının Yüzbaşının Kızı’nda karakterlerden birinin rüyasındaki sekanstan çıktığı söylenir. Nitekim iltifat konusunda pek de cömert olmayan Dostoyevski, Puşkin üzerine yazdığı ünlü konuşmasını şu sözlerle bitirmişti: “Puşkin en olgun, en güçlü çağında öldü. Öldü, mezarına bir sır götürdü. Şimdi biz, onsuz onun kutsal sırrını çözmeye çalışıyoruz.” 

Puşkin’in şairliği yaşamına da siner. 1829'da, subay olduğu Rus ordusu ile birlikte Erzurum’a giden Puşkin, yolculuğunu Erzurum Yolculuğu isimli kitabında yayınlar. Rusya dışında gördüğü tek ülke olan Osmanlı İmparatorluğunda Puşkin çarpıcı bir görüntü resmeder belleklerimize: “Yolda uzanmış, 18 yaşlarında, sarığı tozlar içinde kalmış, tıraşlı ensesinde kurşun yarası olan bir Türk” askerden bahseder Puşkin: “Bir kızınkini andıran solgun yüzü henüz tazeliğini yitirmemişti” Bir “düşman subayı”ndan çok bir şairin tasviridir bu.

Kalbimin Şekli: Maça Kızı

Sting’in “That's not the shape, the shape of my heart” diye söylediği yerde, tutkulu ruhların kalbini ters dönmüş kara bir kalbe; Maça kızı sembolüne benzetiyorum. Evet, “Maça kızı gizemli bir felaket habercisidir.” Puşkin’in Yüzbaşının Kızı romanında geçen bu cümle öyküsünün metaforunu da işaret ediyor. Puşkin’in 1833 yılında kaleme aldığı Maça Kızı öyküsü birçok yönüyle enteresandır. Ataol Behramoğlu, Rus Edebiyatında Puşkin Gerçekçiliği olarak kitaplaşan doktora tezinde Maça Kızı öyküsünde hedefin Petersburg Sosyetesi olduğunu ileri sürer. Bu yönüyle Maça Kızını, 1800’lü yıllarda henüz dillendirilmemiş kapitalist sisteme karşı sert bir eleştiri olarak okumak da mümkün. “Bu adamın vicdanında en az üç cinayet yatıyor.”  diyerek ruhunu ele verdiği karakteri Hermann üzerinden nefis bir çözümleme yapar Puşkin. Maça Kızı’nda yaşamının biricik tutkusuna dönüşen bir sırrın peşinde aklını kaybeden kahramanı Hermann’ın serüvenini anlatır. Kahramanın yaşlı asilzade kadından almak istediği kumar sırrı enteresandır. Sır, en yeni ve gerçek tutkusuna dönüşmüştür artık. Hermann sırdan başka para, aşk, güç tüm ihtiraslarını kaybetmiştir sanki. 

Maça Kızı, Dostoyevski üzerinde bambaşka bir etki yapar. Nitekim Dostoyevski, öykünün kahramanı Hermann’ı “muazzam bir kişilik, onda bir Napolyon profili ve bir iblis ruhu var” diyerek eserlerinin ilhamını da itiraf etmiş olacaktı. “Dostoyevski'nin bu değerlendirmesinden yola çıkarak, Hermann'ı, Raskolnikov'un hazırlayıcısı, bir ön örneği olarak da görebiliriz.”  Mektuplarında kumar için önemli olanın para kazanmak tutkusu değil oyunun kendisi olarak bahseder Dostoyevski. Sigmund Freud, Sanat ve Sanatçılar Üzerine kitabında Dostoyevski’nin kumar bağımlılığının “patolojik bir tutku nöbeti” olduğundan bahseder. Kumarın kendini cezalandırmasını sağlayan bir araca dönüştüğünü söyleyen Freud, Dostoyevski’nin bütün parasını bitirene kadar masadan kalkmayışını da içindeki suçluluk duygusunun doyuma kavuşturulması olarak izah ediyor.  

O Sadık Tutku

Ah o tutku… Tutku, sırdır. Tutku, sadıktır. İnsan en çok tutkusuna sadıktır hatta. İlgi ise maymun iştahlıdır. Tutku öylesine nüfuz eder ki ruha, insan tutku duyduğu o şeye karşı yüksek bir sadakat gösterir. Zorunlu olmayan sadakat hem de. Sınırsızdır tutkunun yolu, Tanrı’ya kadar uzanır. Dostoyevski'nin "Tanrı'ya giden yolun başlangıcında tutku vardır" sözü yolun sonunda da Şeytan’ın beklediğini işaret etmez mi? Tanrı'ya da Şeytan'a da giden yol, tutku kavşağında kesişir. Tutku Kavşağı bütün büyük sanatçıların yolunun kesiştiği o kör noktadadır. Dünya üzerinde büyük ruhlardan biri yoktur ki yolu tutkunun kavşağına sapmamış olsun.

Çukura saplanan ayağın yerinde sayması gibi... Dikkatin bir şeyde saplantı şiddetinde kalması; düşüncenin de yerinde saymasına sebep oluyor. Tutku ve saplantı arasındaki fark da burada başlıyor. Tutkunun dalgaları vardır, saplantının aşağı çeken bataklığı. Tutkunun derinliğini vardır; saplantının dibi. Tutku, denizdir... Saplantı, çukur. Tutkunun denizinde insan, "hiç doyamayacağı sandığı şey"in tutkunu hep. Doyumsuzluktan beslenir tutkular çünkü. Doydukça, en güçlü tutkular bile ölür bu yüzden. Ölmeyen tutkuları yüzünden ölen Puşkin’in de üç büyük tutkusu vardır işte: Kadın, Kumar ve Düello. 

Yaşamın Düellosu

“Ruhumu kağıda dökmekten kendimi alıkoyamam; bu onulmaz bir yazar hastalığıdır. Bu hastalık genellikle öldürücüdür. Çağdaşlarım bu gerçek açıklamayı keşfederlerse ruhumun bu itirafları yüzünden beni bir kez daha öldüreceklerdir.”  Puşkin'in ölümünden yüz yıl sonra yayınlamasını istediği söylenen tartışmalı kitabı Gizli Günce’de geçen bu satırlar, onun tutkulu ruhunu duyuruyor bize.

Kumar ve düello… Nasıl da benzerler birbirine. Kazanmak ve kaybetmek, yaşamak ve ölmek… Puşkin’in meydan okumayı seven ruhu ürpertinin hazzına meftundu işte. Ürpertinin bu hazzı uçurumlarda raks etmeye benzer tıpkı. "Uçurumları sevenin kanatları olmalı" diyerek Nietzsche, uçurumlardaki dans etmenin ölçüsünü koyuyor bu bahse. Puşkin ve kumarbaz tayfası kanatsızlığın bedelini ödemişlerdi. Sayısız düello, tutkulu aşklar, kumar borcu ve henüz 38’inde bir düelloda son bulan bir yaşam.

Sevgi, yazgıdaşlığı da getirir beraberinde. Ruh, sevdiklerinin hâliyle hallenmekle kalmaz, sevdiklerinin yazgısından da alır payını. Güzel bahtı gibi bedbahtlığını da. Yazgıdaşlığın bu bedelinin en trajik örneğidir Lermontov. “Zamanımızın Kahramanı”nın yazarı, Puşkin’in yazgısından payını alır. Aynı akıbete uğrayarak düelloda son bulur yaşamı. Yaşamın değeri tutkulu ruhlar için bu kadardır işte. Ne de olsa “Oyun bitince, şah da piyon da aynı kutuya konur.” -Puşkin

Sözü Geçen Çalışmalar

Behramoğlu, A. (2013). Rus Edebiyatında Puşkin Gerçekçiliği. İstanbul: Tekin Yayınevi.

Dostoyevski. (1987). Puşkin Üzerine Konuşma. İstanbul: BFS Yayınları.

Puşkin, A. (2000). Gizli Günce. İstanbul: Çiviyazıları Yayınevi.

Puşkin, A. (2016). Maça Kızı. İstanbul: Yordam Edebiyat.


Bu yazı Sabitfikir Dergisinin 127. sayısında yayımlanmıştır.