Ocak 10, 2021

Ruh Müzesi

 “Zaman zaman kendimi bir müze bekçisi olarak görüyorum. Kimsenin gezmediği, kendime sakladığım boş bir müzenin bekçisi.”

Haruki Murakami

Ruh, gösterilebilir mi? Soyutu görmenin mümkünlüğü, göstermenin imkânları var mıdır? Bazı vasıtalar, bize o şeyin kendisini olmasa da kendisine dair olanları gösteremez mi? Şeyler, kelimeler ve kavramlar o vasıtanın araçlarına dönüşür, soyutu göstermenin yollarını aralar. Ruhun kendisi olmasa da tezahürleri gösterilebilir bu yüzden.

Seyrin Seyri

Güzeli mümkün ve var kılan, güzeli güzel yapan seyir değil midir? Seyri çoğaltınca seyrin hazzını da çoğaltıyor insan. Verilen hediyenin muhataptaki mutluluğunu gizlice seyretmek, hediye vermekten daha büyük hediyedir bazen. İnsanın kendi varlığına hediyesi. Seyri en güzel maşuklar etmez mi? Ederler de “varlığına bile isteye seyirci kalırken, seyrini sessiz edebilemeyen, kıpırtı çıkaran, kalbin sesi bu” deyip kalplerinin seslerini çıkarıverirler. Ondan başka her şeye kayıtsız, ona ise bile isteye seyirci kalışın adı mıdır âşığın seyri yoksa? Belli ki o aşıklardan birinin dilinden çıkmış "bir manzara olduğundan habersiz duruşun" seyrin en güzel hallerinden bu yüzden.

Gözler, güzellikler kadar acı ve kötülüğe şahit olur bazen. Cinayet anları, terör saldırıları, şiddet görüntüleri… Gözlerimiz, bu Gösteri Çağındaki kadar kötülüklere seyirci kalmamıştı. Gözlerimiz hiç bu denli kirlenmemişti. Yardımın eli vardır, seyrin gözü. İyiye, güzele uzanır el; dokunmak ister. Acıya, yoksulluğa ise seyirci kalır göz. Acı, dokunulmamış kalandır bu yüzden hep. İnsan, başkalarının acılarına ne kadar da seyirci.

Uzaklığı seyretmek ve uzaktan seyretmek ne kadar farklı. Belki de uzaklığı ve uzaklaşmayı seyir, tersine yolculukla mümkündür. Ters istikamette yolculuğu kimse sevmez ama tersine gidiş, insanı geride bırakışa ve bırakılanlara seyirci kılıyor. Bir de masumun hüzün veren seyri vardır. Masumun seyri, henüz açmış bir çiçeğin tazeliğine benzer. Ardından o tazeliğin bitimsiz olmadığını, sonsuza dek sürmeyeceğini fısıldar bilge Zaman. Solacak olanı bilmenin hüznüdür bu.

Seyrin Mağlubiyeti ya da Seyrin İhtişamı

Hepimiz kendimizden başka herkesin figüran olduğu bir yazgıda başrol değil miyiz? O halde neden kendi hayatımızın öznesi olmak yerine başkalarının nesnesi olmakta ve başkalarının hayatlarına seyirci kalmakta ısrar ediyoruz? Keşiften uzak bir izlemeyle başkalarının hayatlarına ve gündemine hiç bu kadar insan böylesine seyirci olmamıştı. Bu tefrit seyri, ifrat gösterisinde yaşayanlar da var. "Beni, sahip olduklarımı, seçimlerimi, ilişkilerimi, hayatımı seyredin!" teşhiriyle kendini fenomen ilan eden, yaşamı gösteriye dönüşmüş, varlığını bir marka gibi yaşayanlar. Herkes kendi benini ötekileri seyirci kılarak sahneye çıkarmak derdinde. Seyirci koltukları boş, sahnedeyse korkunç bir izdiham. Okumayı değil yazmayı, seyretmeyi değil göstermeyi, dinlemeyi değil konuşmayı, anlatmayı değil tartışmayı, sorgulamayı değil suçlamayı, anlamayı değil had bildirmeyi seviyoruz. Bu berbat gürültü bu yüzden.

Bakışın bin bir hali var: Seyretmek, gözlemek, gözetlemek, izlemek… Seyirlenenler için değil, izleyenler için seyirci ifadesi kullanılmalı belki de. Seyirci ifadesi edilgen bir seyirci kalışı anımsatıyor. Oysa gerçek bir seyir, pasif bir izlemek değil, gerçek bir keşif halidir. Kendi gündemini yaratıp, izleyiciden sıyrılıp keşfeden ve seyreden seviyesine ulaşmak, dünyayı kendi küçük eksenimizde döndürmek fikrine indirgenmemeli.

Gizlenmek Teşhiri

Bakmak daha cüretkâr teşhir etmekten, öyle değil mi? Gözleri mi, görüneni mi, göstereni mi, gösterileni mi, hangisi kapatmalı? Gizlenmeyi değil, görünmemeyi değil, göstermemeyi seçmek. En sağlıklı görüntü vermek bu ayrımda saklı. Görünen gerçeğin gerçekliği tatmin etmiyor. Freud sürçmeleri, alt metinler, metaforlara saklananlar aşırı yorum riskini beraberinde getirse de görünenden ve göstergelerden daha gerçek değil midir?

İnsanın en çok sakladığı ya da göstermek istediği şeydedir kendi mahremi. Kiminin teni, kiminin kalbi, kiminin ruhudur mahrem. Gizlenmek, ters bir teşhir sadece. Göstermek neyi olursa olsun bir imajı ve reklamı getiriyor beraberinde, ruhu incitiyor. Görünmekse gözün hakkı, gösterme hevesi taşımadan, görünmeli ve görmeliyiz. Bu idrakteki güzelliğin adı: Gösterme kastı taşımadan görüneni gizlemek güzelliği. Görünen, gösterilen, gözüken "olan" değildir. Olanı; olan olarak, olan kadar göstermeyip "daha iyi" göstermek özü tahrip eder. Öz, "daha iyi" göstermeyi bilmez çünkü.

Ruh Müzesi

Latincesi “museum” olan müze kelimesi “Musa’ların Tapınağı” anlamına gelir. Müze, Musa‘nın ruhundan kalan şeydir. Aşkının ve masumiyetinin müzesini yapmış bir roman kahramanına belki de bu yüzden söyletiyordu Orhan Pamuk: "Gerçek müzeler, zamanın mekâna dönüştüğü yerlerdir." Bazen bir yere götürürsünüz varlığınızı da, orada görmediğiniz şeylerin tesirini hissedersiniz. Yahut sevdiğiniz birinin bir zaman yaşadığı, vakit geçirdiği bir yere gider ondan kalan bir şeyler bulmayı ümit edersiniz. Saklanmazsa kaybolacak güzelliklerin yitip gitmesine dayanamayan, o güzellikleri görebilen gözlere göstermek isteyen ve bununla hazların en büyüğünü duyanların hatırına o ruhu ve tesirini saklamak istersiniz. İşte o ruhun hatırına, tesir edenler temas edilenlere dönüşsün diye inşa edilen yerin adıdır Ruh Müzesi.

Yazı, yalnız onu okuyana aşikâr olan bir mektup mudur? Soylu bir gönüllülükle yaptığımız ruhumuzun ifşası mıdır? Bazen unutulmayı, yok olmayı, hiç olmayı deli gibi istese de bu oyundan başka bir şey olmayan dünyadan dahi sessiz sedasız gitmek istemeyenlerin soylu avuntusu mudur ya da?  Foucault, Güzel Tehlike'de "Yazmak, esasen başta göremediğim bir şeyi sonunda bulmamı sağlayan bir işe girişmektir" diyor. Güzergâhsız bir yürüyüş gibi…

Yaşarken heykeli dikilenler, adı paralara basılanlar yahut meşhur olmak için dünyanın yedi harikasından biri olan Efes Tapınağı’nı yakmaktan başka bir şey bulamayan Herostratos gibi adını tarihe yazdıranlar... Yazı; insanın tarihin altın sayfalarına sonsuzluk hevesiyle attığı ömürsüz bir çentik, bir sonsuzluk hatıratı değil midir? Yazı, bazen bir güzergâh bazen de bir kalıntı bırakmak içindir. Marcel Proust, “yaralı kalplerin gururlu hazinesidir hatıra" diyordu. Yazı da ruhumuzun en değerli yadigârı değil midir? Ve bunun içindir ki Ruh Müzesi, ruhun o yadigârlarının gösterildiği yerdir.

Bu yazı Muhit Dergisinin 13. sayısında yayımlanmıştır.

Ocak 05, 2021

Saçmanın Anlamı: Albert Camus



Filozof, felsefesini kuran kişi mi yoksa yaşayan kişi midir? Bu kadim tartışmaya varlığıyla cevap veren bir filozoftan bahsedilebilir: Albert Camus. Çünkü teori kadar pratiği de fikirleri kadar yaşamayı da hayatında önceleyen bir düşünür olmuştur o. Felsefenin yaşam için bir rota çizmekte aciz kaldığını, insanların sorunlarına bir çözüm getirmekte başarısız olduğunu söyleyerek felsefeyle hesaplaşmak gerektiğinin altını çizmiştir çünkü.

 

“Tanrısız Bir Aziz

Cezayir doğumlu Albert Camus; filozof, oyun yazarı, romancı, denemeci, sporcu gibi çok yönlü özellikleri ve sayısız eseri ile yalnızca Fransa’ya değil, Dünya’ya büyük tesirler bırakan isimlerden biri olsa da onu filozof olarak addetmeyenler de azımsanmayacak kadar fazladır. Albert Camus ve Saçma Felsefesini kitaplaştıran Avi Sagi; felsefi problemlere teorik düzeyde katkı sunmayan Camus’ü, entelektüel ve akademik çevreler tarafından filozof olarak kabul etmeyen itirazlarına rağmen onun anlamsızın tehdidi karşısındaki insanlara filozoflardan çok daha etkili bir düşünce inşa ettiğini söyler.

Camus’nün çok yönlü merakları, renkli kişiliği onun birbirinden farklı isimlerle anılmasına da sebep olmuştur. Onlardan en ilginci bir ateist olan Camus için yapılan “gizli bir ahlakçı” ve “Tanrısız bir aziz”[1] yakıştırmalarıdır. Başka bir benzer detay ise mistik bir filozof olan Simone Weil’i Camus’nün zamanımızın tek büyük ruhu olarak tanımlamasıdır. Camus’nün Weil’e olan ilgisi bununla sınırlı kalmaz. Palle Yourgrau, Simone Weil biyografisinde Camus’nün Weil’a olan alakasını şöyle ifadelendirir:  “Albert Camus, Nobel Ödülü’nü almaya gitmeden önce derin düşüncelere dalmak amacıyla Simone’nun Paris’teki eski apartman dairesine ziyaret gerçekleştirecekti.”

Camus ve Saçma Felsefesi

Varoluşçu, Absürdist gibi tanımlamalarla kategorize edilmekten hoşlanmayan Camus, 1970’lerde verdiği bir demeçte; varoluşçu olmadığını, yayınladığı tek fikir kitabının Sisifos Söyleni olduğunu, onu da sözde Varoluşçulara karşı doğrultmak için kaleme aldığını belirtir. Sık sık Sartre ile mukayese edilmesine ise Sartre ile isimlerinin anılmasına beraber hayret ettiklerini, birbirleriyle tanıştıklarında ne kadar farklı olduklarını düşündüklerini söylemiştir.

Camus’nün felsefesinin ayırt edici bir karakteri olan diğer bir yönü de etik ve metafizik hakkındaki görüşleridir.  Camus; dine, dinin hayatta etkisine ve dinlerin modern zamanlarda geçirdiği dönüşüme yönelik bazı fikirlere sahiptir. Ahmet Cevizci, modern dönemde dini inancın çöküşünün ardından doğan boşluğun Camus’nün “laik dinler” adını verdiği ilerlemeci tarih felsefeleri tarafından doldurulduğunu ileri sürer. Camus; Hegel’le, Marx’ın insani değerleri tarihsel gelişme ve ilerleme fikriyle yorumladıkları görüşlerinin de hükmünü kaybettiğini söyler. Cevizci ayrıca Camus’nün felsefece intihar ettiğini söylediği Kierkegaard’a ek olarak Husserl’i de suçladığını söyler. Çünkü Kierkegaard aklını Tanrı’ya feda etmiştir; Husserl ise aklı yüceltmiş fakat onu ideal özlerin içine mahkûm etmiştir. Bu iki filozofu bir araya getiren şey ise ikisinin de saçmayla verdikleri mücadeledir. Camus’a göre değerli olan da budur; saçmayla “başkaldırı”yla mücadele etmek, “intihar” yerine ise yaşamak ve yaşatmaktır. Camus’a göre saçmayı ne kabul ne de reddeden bu filozoflar günah işlemişlerdir. Camus, “ortada yaşama karşı bir günah varsa, bu belki ondan ümidi kesmekten daha çok, bir başka dünyayı ummak”tır diyerek kurtuluşun bu dünyada aranması gerektiğini belirtmiştir.

Albert Camus’de Saçmanın Anlamı

Rıza Tevfik, Felsefe Sözlüğü’nde Mümteni (Absürde) olarak geçirdiği saçmayı ve kökenini şöyle tanımlar: “Latince ‘ab-surdum’den gelmiştir. Aklın sağır davrandığı yani taakkul edemediği şey demektir. Yunanca aslı ‘akılda yeri yok’ demektir.” Camus’un saçması, kelimenin Yunanca karşılığına uyum sağlayacak şekilde insanın bitimsiz bir arzuyla dünyadaki düşlerine, özlemlerine, ideallerine, değerlerine karşılık beklerken; aklın tüm bu karşılık beklentilerine suskunluk göstermesi olarak karşılığını bulur. Felsefeye saçma (l’absurde) ve başkaldırı (la revolte) olarak iki ana kavram hediye eden Camus; saçma ile nihilizmi, başkaldırı ile de nihilizmi aşılmasını temellendirir.

Camus, yaşamdaki varoluşsal sorunların, ontolojik buhranların sebebi olarak gördüğü saçmayı yalnız teşhis etmekle kalmaz aynı zaman da saçmayla baş etmek için üç alternatif önerir: İntihar, Umut, Başkaldırı. İntihar ve umudu işlevsiz olarak gören başkaldırının felsefesini yapmış olur. İntihardan kurtulmanın bir yolu olmadığını, kurtuluşu Dünya’da yahut başka bir yerde aramanın, gerçeklikten kopuşun çözüm olmadığını gören Camus, intiharı saçmayla baş edemeyişin bir sonucu olarak izah eder.

Camus, “en çok haksızlığa uğramış ve ihanet edilmiş kişi” olarak nitelediği Nietzsche’den de ilham alır. “Tanrı’nın ölümü”yle yeryüzünün efendisi olan üstün insanı (übermensch) kendi başkaldıran insanıyla yorumlar. Başkaldıran İnsan’ı hayatın hayır demekten korkmayan bir savaşçı karakter olarak görerek, onu hayatın içinde, tüm haksızlıklara karşı mücadele eden bir aktivizmde görür. Bu aktivistliği kendi hayatında da göstererek, ilkelerinden biri olan “bir filozofun saygınlığının başkalarına öğütlediği şeyleri kendi hayatında tatbik etmesi” gerekliliğine de riayet etmiş olur.

Albert Camus’nün Eserlerinde Saçmanın Tezahürü

Camus; felsefi denemelerini teori ve fikirlerinin, romanları ise felsefesinin uygulama sahası olarak kullanır. Başkaldırı felsefesini “Başkaldıran İnsan” kitabında, saçma felsefesini "Sisifos Söyleni"de izah edip "Yabancı" ve "Veba" gibi romanlarında, felsefesinin teoriden pratiğe geçirerek uygulamalı hale getirir. En iyi felsefe metni olarak kabul edilen, 1957 Yılında Nobel Edebiyat ödülü kazandıran eseri Sisifos Söyleni’ne Camus, “gerçekten önemli olan tek bir felsefe sorunu vardır, intihar” diyerek başlar. Saçma için “Peki, bu berbat histen nasıl kurtulunabilir?” sorusu Camus’un beklediği sorudur. Çünkü yanıt, felsefesinin başka bir kavramı olan intihardır. Fakat Camus, intiharı teşvik etmeyerek yerine “başkaldıran insan” olmayı teklif eder.

Başkaldıran İnsan kitabındaki “başkaldırıyorum o halde varız”la ifadesi felsefesinin en bilinir mottosu haline dönüşür. Camus’a göre Başkaldıran İnsan; saçmayla baş edebilen insandır. Başkaldırıyı üç türe ayrımlayan Camus, Metafizik Başkaldırı, Tarihsel Başkaldırı, Sanat ve Başkaldırıdan bahseder. Diğer bir kitabı


Yabancı eserine “Annem ölmüş bugün, belki de dün, bilmiyorum.” cümlesi ile başlar. Karakteri Meursault üzerinden duygulardan uzaklaşmış bir şekilde dünyayla ilişki kuran, değil annesi kendiyle dahi ilişki kuramayan; kendine, topluma ve dünyaya, her şeye, herkese yabancılaşmış insanın yabancılıklarını resmeder.

Absürt Bir Ölüm

Ölüm, yazgıyı aşikar eder mi? Bazen hayatımızın tüm sırrı ölümümüzle ifşa olacak gibi geliyor. Nasıl yaşamışsak, tıpkı öyle. Albert Camus, Tersi ve Yüzü kitabında “benim ölüm korkum yaşama hırsımdan geliyor” der. Ölümü de hırsla ve coşkuyla yaşadığı yaşamı kadar ilginç olmuştur. Camus, 1960'ta, Le Grand Fossard isimli bir yerde, kendisinin deyimiyle “en absürt ölüm şekli” olan trafik kazası sonucu hayatını kaybeder. Böylelikle intihar üzerine onca fikir geliştirip intihar etmeyen, absürdün felsefesini kurmuş bir filozof, "en absürt ölüm şekli" diye tanımladığı araba kazasında yaşamına veda etmiş olur. Cebinden bir tren bileti çıkar. Yüksek ihtimalle Camus, gideceği yere trenle gitmeyi planlamış fakat sonra karar değiştirip arkadaşıyla birlikte arabayla yola çıkmıştı.



[1] Esin Çoşkun, Mavi Melek Dergisi, (Sayı: 34, Yayın tarihi: 22/01/2009)

Ocak 01, 2021

You’re Just too Good to be True*


Daniel Boaventura / Can't Take My Eyes Off You

Olmamış, olmayacak bir düş için yakınırken; eskiden, çok eskiden ettiği, kabul olunmuş olduğunu henüz fark ettiği duasında yaşarken buldu kendini. 

*

Bu şarkıyı neden bu kadar çok sevdiğimi buldum sonunda. Mucizevi bir şeye tanık oluşun coşkusunu veriyor kalbe. Bir mucizeye bakışın o coşkusunu.