Kasım 28, 2017
Keşif*
Bazı kelimeleri öyle sahiplenmişim ki. Benim olmuşlar sanki.
Bazı kelimlerin mülkiyeti değil; aidiyeti bende olsun istiyorum
Ruh meselâ.
Tesir meselâ.
Zarâfet meselâ.
Müphem meselâ.
Kara, Işk meselâ.
Dost'ta herzamanki Ķitap Keşfi Turu atarken rastgele açtığım bir sayfasında bulmuştu aradığım kitap beni:
"...fırçanın gelişigüzel dokunuşlarından KEŞİF sözcüğü çıkmıştı."
Edgar Allen POE / Kuyu ve Sarkaç
Kasım 23, 2017
Keşfsever'in Ayelof'la 7 Durağı
3 sene evvel yazdığım öykünün rötuşlanmış hali.
http://zeynepmerdan.blogspot.com.tr/2014/12/kesfseverin-ayelofyla-7-durag.html
(Zeyl: Her durak, başındaki ses levhaları eşliğinde okunur.)
I- Zeyn
"Bittikten sonra isim konur şiirlere"
Yazdı. Bir temmuz yazı. Keşfsever, Yalnızgezerin Düşleri yürüyüşlerinden birine çıkmıştı. Gün parlak, güneş sarı ve orman kasvetli soğuk yeşilliğinden farklı olarak en berrak yeşilliğindeydi. Âşık olmak için harika bir güne benziyordu ama kırlarda etek uçuşturan türden koşmalar günüydü hakikatte. Kâinatı pastoral bir neşvede temaşa etme günü… Keşfsever’in içi nasıl da güneşti o gün. Ne bir şey arıyor, ne özlemini çekiyor en müphem şeylerin ne de bir geçmiş kasvetinin tesirindeydi. En yalın hallerinden birindeydi o gün ruhu.
II- Rast
(Beatles / Across The Universe)
Ve ses. Bir ses. Oscar Wilde'nin parlak betimleri şarkı olmuş da çalıyor sanki sesi. Ormanda bir çocuk beyaz bir köpekle raks ediyor. Keşfsever öylesine mest oldu ki, kıpırtısız seyr etti. Tanrım, nasıl bir güzellik bu. Gözleri kara, teni bembeyaz, dudakları gülfem, saçları kumral ve gerçekten Yusuf soyundan bir çocuktu bu.
Onu böylesine güzel yapan şey, yüzünün Roma heykellerini anımsatan bir kusursuzluğunda değil büyülü bir masumiyetin çocuk çehresinde ifadesini bulmasıydı. Üstelik hakikatte güzel olan ruhuydu. Ruhunun en latif şarkısıyla raks ederken gülümsüyordu çocuk. Dönüyordu, gözleri kapalıydı ve dudaklarında o uğruna sonsuz sayıda güzellemeler dizilecek tebessümü taşıyordu. “Tanrım” dedi Keşfsever. “Tanrım, bu çocuk ne güzel. Onu tüm şerlerden koru.” Post modern bir tablo önü tahlil süresinden uzundu bu seyir ve de asla bir müze duvarında değil. Hakiki bir seyrdi ve tam anlamıyla Bedii eseriydi.
Yürüdü. Ve birden aklına düştü. “Bir çiçeğe sahip olmak isteyen onun güzelliğinin soluşunu seyretmek zorunda kalır.”* Gözleri donuk, yüzü ifadesizdi şimdi.
III- Keşf
(Mozart / Lacrimosa)
İkindi olmuş, tefekküre dalmıştı ki, birden başını ormandan gelen sese döndürdü. Öğleyin gördüğü çocuktu bu ve bir kurt cesedine işkence ediyordu. Gözlerine inanamıyordu Keşfsever. Kurdu paramparça etmiş ve zavallı hayvanın zelil ve naçiz cesedini yüzünde öğlenki tebessümünün tam zıttı şeytani bir gururla ve tiksinmiş bir gülüşle seyr ediyordu. Katline ve zaferine karşı kimsesiz ormanda bile tekebbürdü. Üstelik başkalarının gözlerine ihtiyaç duymayacak kadar büyüktü kibri.
Dayanamadı Keşfsever ve en softa sesiyle bu tezatlar mahşeri küçük yaratığa baktı. “Sen, dedi. Sen Yusuf falan değil Azazil neslisin. Güzelliğin adi bir kibr bahanesi sana. Ve zulm edenlerden olacaksın sonunda nefsine.” “Zavallı bir mahlûka bunları yapmaya utanmıyor musun?” dedi, hakir gören, yargılayıcı ve en öfke dolu sesiyle. Huzur ve Musa kıssasındaki Musa’nın peşin hükümlülüğündeydi. Çocuk, kayıtsız bir sırıtış ve gururla Keşfsever’in gözlerinin içine baktı. “İntikamımı aldım. Köpeğimi korkutmuştu, haddini bildirdim” dedi. Ve koştu ormanın derinliklerine. Akşamın karalığı yeni bastırıyordu. Şehrin aşağısına gitmişti. Yüzünde alacağı intikamların hazzı ve içinde durmak bilmeyen bir şevk vardı. Koştu ve ormanın artık kara ve korkunç olan şeytaniliğine karıştı.
Keşfsever diline, aziz bir vaiz sofuluğunu koyan Yaratıcı’sına şükretti. Nesl-i Azazil olmadığına şükr etti ama yüzünde beyaz sofu kibri belirdi. Yargılarken öyle tepedeydi ve öylesine küçük görmüştü ki Azazil’i, en seçkin şükür hazlarından biri sandı beyaz kibrini. Güçlüydü ve iyiliği kendi iradesiyle seçmişti çünkü. Öyle sanıyordu.
IV- Öz
(Adsız-Sessiz)
Sabah geldi. Ve sarıldı sabah’a Keşfsever. Büyük caminin kâinat lambalı ışıkları altında yan yana fotoğraf çekilen sevgililer gibi sarıldı. Ve üçüncü kez önce Yusuf’a sonra Azazil’e benzettiği çocuğu gördü. Öğleydi. Muzip bir gülüşle bu sefer; "Merhaba. Merhaba ben Ayelof" dedi. Adının Ayelof olduğunu öğrendiği bu varlığa hiç de tepeden bakmadı Keşfsever bu defa.
Keşfsever’in yüzünde bir öğle güneşi parlatan bir soru sordu çocuk.“Yürüyelim mi" dedi. Yürüdüler. Ormana, beyaz zambaklara, kurdun -şimdi dondurulmuş bir makete benzeyen- cesedine, koparılmış çiçeklere benzeyen narin kelebek ölülerine, çiçeklerin dallarındaki bakir ve dokunulmamış hallerine bakarak, gülüşerek ve sonsuz hazda muhabbetler ederek yürüdüler. Dağların tepelerine çıktılar. Kamp kurdular beraber. Üşüdüler. Önce başına, sonra göğsüne sardığı kırmızı şalını sardı Keşfsever Ayelof'un bebeksi başına. Ayelof da tıpkı bir babaannenin olan kara çoraplar giydirdi Keşfsever’in ayaklarına.
Sonra elinden tuttu Keşfsever’in ve söyledi çocuksu bir inanç ve kararlılıkla: “Seni çok seviyorum. Hiç kaybetmek istemiyorum. Sonsuza kadar benimle kalacaksın.”
O an için dünyadaki en mutlu insanlardan biri oldu Keşfsever ama söylediklere inanmadı Ayelof'un. Asla yalan söylemeyen ama söyledikleri doğru olmayan farklı bir lisanın sahibiydi Ayelof. Yalan söylemiyordu ama bu dünyanın gerçekliğinde yaşamıyordu. Belki de çoktan azad olmuştu aklının iplerinden. Kara, zeki, ışıklı ve çocuk gözlerinin içine bakıp gülümsemekle yetindi sadece Keşfsever.
V - Haz
(Kadebostany / Walking With the Ghost)
Kâbustu bu. Gecenin en karanlık noktasında görülen bir kâbus. Gözleri kırmızı, sureti siyah bir siluet ona doğru yürüyordu. Yaklaşınca siluetin çok çekici bir adama ait olduğunu fark etti. Gaddar bakışlı, küstah gülümsemeli tam bir cins-i ateşti bu. Umursamadı ama içini kırmızı bir haz merakı bastırdı. Acaba bu adamı öpmek nasıl olurdu diye düşündü. Hazdan çok merak vardı. Ve bu merak keşf değildi. Düşüncesi bitmeden ışık hızıyla dudaklarına yapıştı siyah siluetli adam Keşfsever’in. Ve Keşfsever o zamana değin bembeyaz olan heykelini kırmızı, akışkan ve pür-i ateş halinde gördü. Kendini bırakıyordu ki birden aklına "elleri elma kokan ilk kadın"ın sözleri geldi. “Utanıyorum” diyebildi. Kâbus değildi. Ama kâbus olmalıydı bu. Baştan çıkarılmıştı. Ve bunun nedeninin o beyaz sofu kibri olduğunu bir an olsun bile düşünemedi. Geceyi sehere o gamlı eser bağladı. Ve ağladı. Pişman olması gerektiği halde pişman olamamasına.
Ağladı biraz. Tuva Semmingsen / Lascia ch'io pianga notalarınca.
VI - Az
(Yusuf’u Kaybettim / Perfume Soundtrack, Laura's Murder)
Şehrin aşağısına inmemeliydi. Ama inecekti. Azazil yanı tutmuş ve inmişti bir gece yarısı. Ve kurtların saldırısına uğrayıp ormanda bir kelebek ölüsü bırakmıştı geriye. Ama yüzündeki duru ifadeden bunun bir soysuz bir kurt savaşı değil, soylu ve amaçlı bir mücadele olduğunu anladı Keşfsever. Soylu bir ölümdü son savaşı. Kendi Azazil’iydi savaştığı ve diyet olarak da canını vermişti. Artık melekler kadar safiydi.
Ormanda bu sefer cansız ama yine de güzel, hala güzel o yüze bakarken işte tüm bu saklanmış an’ları anımsadı Keşfsever. Eğildi ve önce yanaklarından sonra alnından öptü Ayelof’un. “Sen öyle güzel bir çocuksun ki, tüm şerlerden korusun seni Yaratıcı.” Ve nedensiz sonunu hatırladı şimdi cansız olan bu sureti gördüğü ilk anda "ama"dan sonrasını getiremediği cümlenin.
“Ama bir tarladaki çiçeğe sadece bakmakla yetinirsen, o hep seninle olacaktır; çünkü çiçek akşamın ve günbatımının ve nemli toprağın ve ufuktaki bulutların parçasıdır. Orman bana bunu öğretti. Senin hiçbir zaman benim olamayacağını, o yüzden de seni hiç kaybetmeyeceğimi öğretti.“* Ve sıcacık damlalarla yıkadı masum suretin yüzünü. Alnından öptü ve gömdü, şimdi bir heykel mermerliğinde donuklaşmış dostunu.
Mezarının üzerine beyaz bir zambak soğanı ekti. Ve bakıp söyledi; "Belki meraklı ve keşf gözü açık çocuklar sularlar bunu da, mezarının üzerinde beyaz baloncuklar çıktığını görüp, senin cennete gittiğine inanırlar…"
VII - Vaz
(Zamfir / Einsamer Hirte)
Sonra bir güneş battı. Küçük prensin günbatımı seyr edişleri tadında bir ikindi seyrine tutuldu. "Üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü: "Rabb'im budur." dedi. Yıldız batınca da:" Ben batanları sevmem." dedi." (En'am 76)
Dudaklarında gülfem tebessümü ve gözlerinde ışk ışığı yine yollara düştü Keşfsever. Artık bir ruhlar mezarlığına dönüşmüş kalbine döndü.
Bir mezar taşının nasıl olur da bu kadar şiir oluşuna baktı.
Baktı ve yeni bir meçhule hicret etti.
*: Paulo Coelho.
http://zeynepmerdan.blogspot.com.tr/2014/12/kesfseverin-ayelofyla-7-durag.html
(Zeyl: Her durak, başındaki ses levhaları eşliğinde okunur.)
I- Zeyn
"Bittikten sonra isim konur şiirlere"
Yazdı. Bir temmuz yazı. Keşfsever, Yalnızgezerin Düşleri yürüyüşlerinden birine çıkmıştı. Gün parlak, güneş sarı ve orman kasvetli soğuk yeşilliğinden farklı olarak en berrak yeşilliğindeydi. Âşık olmak için harika bir güne benziyordu ama kırlarda etek uçuşturan türden koşmalar günüydü hakikatte. Kâinatı pastoral bir neşvede temaşa etme günü… Keşfsever’in içi nasıl da güneşti o gün. Ne bir şey arıyor, ne özlemini çekiyor en müphem şeylerin ne de bir geçmiş kasvetinin tesirindeydi. En yalın hallerinden birindeydi o gün ruhu.
II- Rast
(Beatles / Across The Universe)
Ve ses. Bir ses. Oscar Wilde'nin parlak betimleri şarkı olmuş da çalıyor sanki sesi. Ormanda bir çocuk beyaz bir köpekle raks ediyor. Keşfsever öylesine mest oldu ki, kıpırtısız seyr etti. Tanrım, nasıl bir güzellik bu. Gözleri kara, teni bembeyaz, dudakları gülfem, saçları kumral ve gerçekten Yusuf soyundan bir çocuktu bu.
Onu böylesine güzel yapan şey, yüzünün Roma heykellerini anımsatan bir kusursuzluğunda değil büyülü bir masumiyetin çocuk çehresinde ifadesini bulmasıydı. Üstelik hakikatte güzel olan ruhuydu. Ruhunun en latif şarkısıyla raks ederken gülümsüyordu çocuk. Dönüyordu, gözleri kapalıydı ve dudaklarında o uğruna sonsuz sayıda güzellemeler dizilecek tebessümü taşıyordu. “Tanrım” dedi Keşfsever. “Tanrım, bu çocuk ne güzel. Onu tüm şerlerden koru.” Post modern bir tablo önü tahlil süresinden uzundu bu seyir ve de asla bir müze duvarında değil. Hakiki bir seyrdi ve tam anlamıyla Bedii eseriydi.
Yürüdü. Ve birden aklına düştü. “Bir çiçeğe sahip olmak isteyen onun güzelliğinin soluşunu seyretmek zorunda kalır.”* Gözleri donuk, yüzü ifadesizdi şimdi.
III- Keşf
(Mozart / Lacrimosa)
İkindi olmuş, tefekküre dalmıştı ki, birden başını ormandan gelen sese döndürdü. Öğleyin gördüğü çocuktu bu ve bir kurt cesedine işkence ediyordu. Gözlerine inanamıyordu Keşfsever. Kurdu paramparça etmiş ve zavallı hayvanın zelil ve naçiz cesedini yüzünde öğlenki tebessümünün tam zıttı şeytani bir gururla ve tiksinmiş bir gülüşle seyr ediyordu. Katline ve zaferine karşı kimsesiz ormanda bile tekebbürdü. Üstelik başkalarının gözlerine ihtiyaç duymayacak kadar büyüktü kibri.
Dayanamadı Keşfsever ve en softa sesiyle bu tezatlar mahşeri küçük yaratığa baktı. “Sen, dedi. Sen Yusuf falan değil Azazil neslisin. Güzelliğin adi bir kibr bahanesi sana. Ve zulm edenlerden olacaksın sonunda nefsine.” “Zavallı bir mahlûka bunları yapmaya utanmıyor musun?” dedi, hakir gören, yargılayıcı ve en öfke dolu sesiyle. Huzur ve Musa kıssasındaki Musa’nın peşin hükümlülüğündeydi. Çocuk, kayıtsız bir sırıtış ve gururla Keşfsever’in gözlerinin içine baktı. “İntikamımı aldım. Köpeğimi korkutmuştu, haddini bildirdim” dedi. Ve koştu ormanın derinliklerine. Akşamın karalığı yeni bastırıyordu. Şehrin aşağısına gitmişti. Yüzünde alacağı intikamların hazzı ve içinde durmak bilmeyen bir şevk vardı. Koştu ve ormanın artık kara ve korkunç olan şeytaniliğine karıştı.
Keşfsever diline, aziz bir vaiz sofuluğunu koyan Yaratıcı’sına şükretti. Nesl-i Azazil olmadığına şükr etti ama yüzünde beyaz sofu kibri belirdi. Yargılarken öyle tepedeydi ve öylesine küçük görmüştü ki Azazil’i, en seçkin şükür hazlarından biri sandı beyaz kibrini. Güçlüydü ve iyiliği kendi iradesiyle seçmişti çünkü. Öyle sanıyordu.
IV- Öz
(Adsız-Sessiz)
Sabah geldi. Ve sarıldı sabah’a Keşfsever. Büyük caminin kâinat lambalı ışıkları altında yan yana fotoğraf çekilen sevgililer gibi sarıldı. Ve üçüncü kez önce Yusuf’a sonra Azazil’e benzettiği çocuğu gördü. Öğleydi. Muzip bir gülüşle bu sefer; "Merhaba. Merhaba ben Ayelof" dedi. Adının Ayelof olduğunu öğrendiği bu varlığa hiç de tepeden bakmadı Keşfsever bu defa.
Keşfsever’in yüzünde bir öğle güneşi parlatan bir soru sordu çocuk.“Yürüyelim mi" dedi. Yürüdüler. Ormana, beyaz zambaklara, kurdun -şimdi dondurulmuş bir makete benzeyen- cesedine, koparılmış çiçeklere benzeyen narin kelebek ölülerine, çiçeklerin dallarındaki bakir ve dokunulmamış hallerine bakarak, gülüşerek ve sonsuz hazda muhabbetler ederek yürüdüler. Dağların tepelerine çıktılar. Kamp kurdular beraber. Üşüdüler. Önce başına, sonra göğsüne sardığı kırmızı şalını sardı Keşfsever Ayelof'un bebeksi başına. Ayelof da tıpkı bir babaannenin olan kara çoraplar giydirdi Keşfsever’in ayaklarına.
Sonra elinden tuttu Keşfsever’in ve söyledi çocuksu bir inanç ve kararlılıkla: “Seni çok seviyorum. Hiç kaybetmek istemiyorum. Sonsuza kadar benimle kalacaksın.”
O an için dünyadaki en mutlu insanlardan biri oldu Keşfsever ama söylediklere inanmadı Ayelof'un. Asla yalan söylemeyen ama söyledikleri doğru olmayan farklı bir lisanın sahibiydi Ayelof. Yalan söylemiyordu ama bu dünyanın gerçekliğinde yaşamıyordu. Belki de çoktan azad olmuştu aklının iplerinden. Kara, zeki, ışıklı ve çocuk gözlerinin içine bakıp gülümsemekle yetindi sadece Keşfsever.
V - Haz
(Kadebostany / Walking With the Ghost)
Kâbustu bu. Gecenin en karanlık noktasında görülen bir kâbus. Gözleri kırmızı, sureti siyah bir siluet ona doğru yürüyordu. Yaklaşınca siluetin çok çekici bir adama ait olduğunu fark etti. Gaddar bakışlı, küstah gülümsemeli tam bir cins-i ateşti bu. Umursamadı ama içini kırmızı bir haz merakı bastırdı. Acaba bu adamı öpmek nasıl olurdu diye düşündü. Hazdan çok merak vardı. Ve bu merak keşf değildi. Düşüncesi bitmeden ışık hızıyla dudaklarına yapıştı siyah siluetli adam Keşfsever’in. Ve Keşfsever o zamana değin bembeyaz olan heykelini kırmızı, akışkan ve pür-i ateş halinde gördü. Kendini bırakıyordu ki birden aklına "elleri elma kokan ilk kadın"ın sözleri geldi. “Utanıyorum” diyebildi. Kâbus değildi. Ama kâbus olmalıydı bu. Baştan çıkarılmıştı. Ve bunun nedeninin o beyaz sofu kibri olduğunu bir an olsun bile düşünemedi. Geceyi sehere o gamlı eser bağladı. Ve ağladı. Pişman olması gerektiği halde pişman olamamasına.
Ağladı biraz. Tuva Semmingsen / Lascia ch'io pianga notalarınca.
VI - Az
(Yusuf’u Kaybettim / Perfume Soundtrack, Laura's Murder)
Şehrin aşağısına inmemeliydi. Ama inecekti. Azazil yanı tutmuş ve inmişti bir gece yarısı. Ve kurtların saldırısına uğrayıp ormanda bir kelebek ölüsü bırakmıştı geriye. Ama yüzündeki duru ifadeden bunun bir soysuz bir kurt savaşı değil, soylu ve amaçlı bir mücadele olduğunu anladı Keşfsever. Soylu bir ölümdü son savaşı. Kendi Azazil’iydi savaştığı ve diyet olarak da canını vermişti. Artık melekler kadar safiydi.
Ormanda bu sefer cansız ama yine de güzel, hala güzel o yüze bakarken işte tüm bu saklanmış an’ları anımsadı Keşfsever. Eğildi ve önce yanaklarından sonra alnından öptü Ayelof’un. “Sen öyle güzel bir çocuksun ki, tüm şerlerden korusun seni Yaratıcı.” Ve nedensiz sonunu hatırladı şimdi cansız olan bu sureti gördüğü ilk anda "ama"dan sonrasını getiremediği cümlenin.
“Ama bir tarladaki çiçeğe sadece bakmakla yetinirsen, o hep seninle olacaktır; çünkü çiçek akşamın ve günbatımının ve nemli toprağın ve ufuktaki bulutların parçasıdır. Orman bana bunu öğretti. Senin hiçbir zaman benim olamayacağını, o yüzden de seni hiç kaybetmeyeceğimi öğretti.“* Ve sıcacık damlalarla yıkadı masum suretin yüzünü. Alnından öptü ve gömdü, şimdi bir heykel mermerliğinde donuklaşmış dostunu.
Mezarının üzerine beyaz bir zambak soğanı ekti. Ve bakıp söyledi; "Belki meraklı ve keşf gözü açık çocuklar sularlar bunu da, mezarının üzerinde beyaz baloncuklar çıktığını görüp, senin cennete gittiğine inanırlar…"
VII - Vaz
(Zamfir / Einsamer Hirte)
Sonra bir güneş battı. Küçük prensin günbatımı seyr edişleri tadında bir ikindi seyrine tutuldu. "Üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü: "Rabb'im budur." dedi. Yıldız batınca da:" Ben batanları sevmem." dedi." (En'am 76)
Dudaklarında gülfem tebessümü ve gözlerinde ışk ışığı yine yollara düştü Keşfsever. Artık bir ruhlar mezarlığına dönüşmüş kalbine döndü.
Bir mezar taşının nasıl olur da bu kadar şiir oluşuna baktı.
Baktı ve yeni bir meçhule hicret etti.
*: Paulo Coelho.
Kasım 20, 2017
Define Avı
Yeryüzü Yayınlarının muhteşem bu serisini tamamlamaya çalışıyorum.
Hepsi 30 yılı aşmış babamın kitapları.
Eksikleri bilen/bulan varsa dönüş yaparsa çok sevinirim.
Bendekiler bunlar, eksikler hangileri?
1- Ian Dallas / Gariplerin Kitabı
5- Martin Lings / Antik İnançlar Modern Hurafeler
6- René Guénon / Doğu ve Batı
9- Barney Desai & Cardiff Marney / İmamın Öldürülüşü
12- Abdülkadir Es-Sufi / Yüz Basamak
13- Martin Lings / 21.YY'da Bir Veli
14- Şeyh Hamidu Kan / Mahrem Macera
15- Seyyid Hüseyin Nasr / İnsan ve Tabiat
Hepsi 30 yılı aşmış babamın kitapları.
Eksikleri bilen/bulan varsa dönüş yaparsa çok sevinirim.
Bendekiler bunlar, eksikler hangileri?
1- Ian Dallas / Gariplerin Kitabı
5- Martin Lings / Antik İnançlar Modern Hurafeler
6- René Guénon / Doğu ve Batı
9- Barney Desai & Cardiff Marney / İmamın Öldürülüşü
12- Abdülkadir Es-Sufi / Yüz Basamak
13- Martin Lings / 21.YY'da Bir Veli
14- Şeyh Hamidu Kan / Mahrem Macera
15- Seyyid Hüseyin Nasr / İnsan ve Tabiat
Ve... Bonus. Bunun kapağı, ilk sayfaları her şeyi yırtılmış küçük Zeynep tarafından. Üstelik çizilmiş her yeri. |
Kasım 13, 2017
Kasım 08, 2017
Kasım 01, 2017
.: bir manzara olduğundan habersiz duruşun :.
"Bir manzara olduğundan habersiz duruşun" gibiydi. Bugün bir roman kahramanına 'mülhim' olduğunu mahcup bir hâlle alelâde bir duyuru gibi geçiştiren güzel dostum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)