Nisan 23, 2020

Öznenin Diktatörlüğü*

Kendini mutlak özne, kalan her şeyi/herkesi nesnesi olarak gören zihin, şüpheyi kendinden gayrısına gösterip; Öznesinin Diktatörlüğünde yalnız kendi hükümleriyle hüküm sürer. Kendinden, kendine dahil her şeyden şeksiz şüphesiz emindir.

Şüphe, Öznenin Diktatörlüğünü yerle bir eden ordusuyla çıkagelir. Şüphe, özneyi nesneye çeviririr birden. Hükmünü kaybeder özne. Özne sonsuz kişiliklere bölünür. Hükümsüzdür artık tüm hükümleri.  

Peyami Safa "zekânın en sivri noktası şüphe ve tereddüttür" derken haklı. Şüphe; şüphe(yi) edenden, şüphenin kendisinden dahi şüphe etmektir. Öznesini, nesne edebilip her şeyine şüpheyle bakanda eminlik kalır mı? 

Kibir, şüphe etmez. Varlığından, varoluşundan, var ettiklerinden öylesine emindir. Aptallığın süslü bir formudur bu yüzden. Ve hepimiz eminliğimiz şiddetinde kibirli; kibrimiz şiddetinde aptal davranabiliyoruz bazen.

Nisan 03, 2020

Kırmızı Kurdele*


"Ona ait her şeyin bir kırmızı kurdelesi vardı ki, Sabiha onu bir hükümdarın dostlarına nişan dağıtması gibi hediye ederdi. Kedi yavruları, bebekleri, beğendiği eşyası, -bilhassa yeni çocuk karyolası- sevgisine mazhar olan her şey ve herkes bu nişana sahip olurdu."

Ahmet Hamdi Tanpınar / Huzur

Evet, yine çaldım. İkinci hırsızlığım. İlki buydu: Sisters of Mercy*

Görünür olma telaşında, vahşi bir rekabet dürtüsüyle basılı dergilerle bağ kurmaya çalışan o beceriksiz hırsın berisinde en çok buraya yazmayı seviyorum. Hālā. Talihliyim ki aynı zevki beraberce tattığım dostlarım var. Hanımefendinin kar yağışına benzeyen üslubu üzerine güneş değen kar neşesiyle muzipleşir bazen. Kendini açıktan da gizliden de kayırmaktan kurtulmanın inceliklerine varmış bir cesaretle apaçık bir sahiciliğe ulaşır o vakitler. İronisi köpürmüş bir kahve gibi yüzeye çıkar, bize de o kahveyi zevkle yudumlamak düşer:
"Madem burayı giderek bir günceye dönüştürüyorum, Rousseau'nun ağdalı itiraflarını değil başlarken Edouard'ın çocuksu çıplaklığını tercih edeceğim. Sekiz yaşındayken tercih edilmemeyi, on sekiz yaşındayken seçebilmeyi, yirmi sekiz yaşındayken sırf bu iki edimin bile insanı trajik bir varlık haline getirmeye yeteceğini öğrendim. 
Genç kadınlar aynayı kendilerinden bir uzuv addederler. Onun vadesini de algılamazlar bu yüzden. (Sırrı dökülen aynanın ilmi, kocakarının ilmidir.) Bir kadın ancak bir başka kadının dostluğuyla kendini aynanın sanrısından kurtarabilir. Zeynep'le birbirimizi kocakarı nasihatleriyle tembihledik, yanılgılarımıza neşelendik, gerçeklerse hüzünle birlikte haz verdi bize. Bütün sevimsizliklerimizi çiğ bakışın aceleciğine verdik. Bazen o çiğ bakışa elbette yenildik. Ulular demişler, levn-i mâe levn-i ina, yani suyun rengi kabın rengidir. Mısrî de feyz ile ekler, "kana bulanmış göz Nil'i de Fırat'ı da kan görür."
O kuşkucuyken ben teslimiyetçi olurum, ben amansız bir kanmayanken o saf inançlı kesilir. Büyük lafları sevmeyiz ama ederiz. Sonra o büyük lafı, dünyayı omuzlarında taşımaya memur edilmiş Kral Atlas gibi omuzlayıp kaldırırız. Kadınlar arasında dostluk zordur. (Kant, dostlarım dostluk diye bir şey yoktur derken neden bunu bir kadına yazdığı mektupta söylemiş olabilir?) Tek kaide yeter: "Kendini suçlayabilen özür de diler." Yaşarken asla bir mezar kadar tutarlı olamayacağımızı kabul ettiğimizde bütün tutarsızlıklarımıza mühlet, bütün kararsızlıklarımıza sabır gösterebiliriz. Öğrendik ve daha da öğreneceğiz. Bugün dostluğumuzun yıldönümü değil. Özel günleri hatırlamakta ikimiz de beceriksiziz. Sadece şu kritik zamanda bizi ara ara yoklayan yeisin üzerine çıkıp yine sınanmaya açık cüretle iki üç cümle kurmak istedim.  
Kendinden emin olmak değil, yalnızca emin olmak yetebilir. İnsan mesafesinden de tutup sevilebilir. Teşekkür ederim, çoklarında kuşku doğuran mesafemi, çiğ bakışlarda "suni ve edebi" bulunan ilkelerimi tutup kucakladığın için. Edouard gibi söylersek, annemizin karnının yalnızlığı ile mezarımızın yalnızlığı arasında daha birçok insanla tanışmış olacağız. Neler öğrendik? Hatırlasak yeter."
Dürdane İsra Çınar