“Hayatım insanları haberdar kılmak için
hesaplanmış bir vecizedir”
Mizaçlar çatışması
olarak tanımlar William James, antitezler savaşına dönmüş Felsefe Tarihini. Haksız
sayılmaz. Varlıklarına ve yazgılarına temas edildikçe felsefelerini ifşa etmez
mi birçok filozof? Tıpkı varlıklarına benzeyen varoluşlarıyla, önce kendilerini
sonra da eserlerini var eder birçoğu. Bazen de o meşhur diyalektiğin kurucusuna
dahi antitez geliştirir; Modern egzistansiyalizmin kurucusu kabul edilirler.
Bize de kimi zaman varlıklarından kimi zaman da var ettiklerinden varoluşlarını
anlamak düşer. Evet, Hegel’in o kudretli felsefesine yaptığı antitezlerle
kendine bambaşka, ayrıksı ve özerk bir yer inşa eden Kierkegaard’ı ve kastının ne
olduğunu keşfedeceğiz.
Heidegger,
Kierkegaard’ın felsefi metinlerinin yetersizliğinden bahsederken yaşamından damıtılmış
yazılarının övgüye layık olduğunu söyler. Sartre da benzer şekilde (Kierkegarrd’ın
kendini filozof olarak addetmeyişinden cüret bularak belki) onun Hegel’in
nesnel, evrensel ve akılcı felsefesine karşı, yaşamın özgüllüğünü savunan bir Hristiyan olarak
görmekte ısrar eder. H. J. Blackham ise Altı Varoluşçu Düşünür kitabında bütün
bunlara cevap verircesine Kierkegaard’ın
“aşırılıkları kontrol eden ve ayağı yere basan diyalektik bir ustalıkla,
Sokrates’in Hegel ile nasıl alay edeceğini” hayal ettiğini söyler. Çünkü o
nihayetinde Sokrates’in öğrencisidir, ironisi de ondan mirastır.
“İman Şövalyesi”
ve Aşk
Varoluşu soylu bir eylem olarak görür Kierkegaard. Çünkü ona göre önemli olan insanın
tamamen, tümüyle ve tek ‘insan olma cesareti’ göstermesidir. Bu muazzam zahmeti
Tanrı’nın karşısında göze alma cesareti göstermek, onun felsefesinde “iman
şövalyesi” kavramına tekabül eder. Kierkegaard
gibi inançlı bir egzistansiyalizm görüşüne sahip olan Ali Şeriati, kitabı
Kendini Devrimci Yetiştirmek’te "Egzistansiyalizmi, insan varlığına asalet
vermenin başka bir türü” olarak tasvir eder. Kierkegaard, yaşam
deneyimini üç evreli şekilde tarif
eder: Estetik, Törel(etik) ve Dini evreler. Bu varoluşa, tekamülü hedefleyen bir yorum gözüyle de
bakılabilir. İlk evre hazcı, hedonist bir yaşama tekabül eder. Diğer evlere
geçmek için estetik aşamanın aşılması zorunludur. Kierkegaard, insanda iyi
adına ne varsa acının ondan doğduğunu düşünür çünkü. Ve ıstırap çekmeyi,
Tanrı’yla bir sırrı paylaşmak olarak görür, acıya olan bu hürmeti onun Ölümcül
Hastalık Umutsuzluk ile Korku ve Titreme kitaplarındaki kasveti izah etmekte
kafidir.
Mükemmel aşkı, “insanın
kendisini mutsuz edecek kişiyi sevmesi” olarak tanımlayan Kierkegaard, Baştan
Çıkarıcının Günlüğü’nde aşikâr ettiği aşkı Regine Olsen’a olan aşkını, bir
ömürlük kılabilmek adına terk eder. Böylece beraberken sınırlı gördüğü aşkı,
ayrıyken sonsuz kılmak ister. Yaratıcı ile ilişki kurma biçimimiz, aşkla
ilişkimizi de aşikâr etmez mi? Maşukla münasebetimiz, Yaratıcı ile
münasebetimizin kötü bir taklididir belki de. Klişe ama en güzel örneği;
Nietzsche'nin meşhur "Tanrı öldü" sözü. Aşka reddiyeler dizerken bile
içten içe aşık olmak isteyen küskün, sitemkâr ve ihtiraslı romantikleri
anımsatıyor. Aşk ve iman arasındaki bu bağıntı, aşkın tanrısallığının da en
güzel ispatı değil midir? Kierkegaard’ın Tanrı ve aşkla olan münasebetini de böyle
okumak mümkün.
Kendilik
Felsefesi
Büyüklüğü kendi olmakta tanımlayan, can sıkıntısının dahi kendi olmayı
reddetmekten kaynaklı bir çaresizlikten ileri geldiğini düşünür Kierkegaard. Ve
asıl meselenin kendini anlamak, kendi varlığında Tanrı’nın ne istediğini görmek
ve kendisi için gerçek olan bir hakikat bulmak olduğunu söyler. Kendisinden neredeyse bir asır önce
doğan Rousseau’nun kitabında geçen “hakikat uğruna yaşamını riske atan kişi”
anlamına gelen “Vitam Vero Impendenti” tabirinden haberdar mıydı bilinmez ama
Kierkegaard da Yalnız Gezerin Düşleri’nin peşine takılıyordu: “Benim için
hakiki olan bir hakikat bulmalıyım. Yaşayıp uğruna ölmek isteyeceğim bir fikir.”
İnsanın ne olursa olsun kendisiyle yüzleşmesi gerektiğini söyler Kierkegaard
çünkü insanı değiştirecek asıl şey insanın kendisidir. Bunlardan hareketle
Hegel’in usçu felsefesine tutkulu antitezlerle şekillenen Kierkegaard’ın bir
tür Kendilik Felsefesi yaptığına varılabilir.
Kitabı Ya - Ya da’da iki yaşam tarzından bahseder ve okurunu bir seçim
yapmak noktasında tahrik eder. Çünkü “İnsan sonra neyi seçerse seçsin, Tanrı’yı
seçmediği vakit, ya – ya da’yı da ıska geçmiş olur yahut da kendi ya – ya da’sı
yüzünden mahv-u perişan olur.” Kırdaki Zambak ve Gökteki Kuş kitabında “Hiç
kimse iki efendiye birden kulluk edemez” cümlesiyle başlayan vaazdan ilhamla bu
durumda insanın iki seçeneğe mahkum olduğunu söyler: Ya - Ya da.
Islah
Edilmemiş Zeka & Tinsel Zeka
Akıl, ona sahip olmayanların asla göremeyeceği saklı bir hazine;
aptallık, aynı yoldan defalarca geçtiği halde başka yere varmayı ümit eden bir
körlük; ahmaklık kendi kendini ifşa eden bir gülünçlük; zekâysa fark edilmemesi
namümkün bir yetenek. Mizaçlar
kadar felsefe varsa, mizaçlar miktarınca da farklı zeka türleri mümkün olamaz
mı?
Zarafetle
incelmemiş, zihinsel bir görgüyle ölçü kazanmamış, tecrübeyle akl-ı selime
varamamış, ıslah edilmemiş vahşi zekâların ancak ıslah edilmesiyle kemal bir
akla çıkıyor yolu. Islah edilmemiş zekâlar, uslanmazlar. Usları marazlıdır
çünkü. Fikirleri dahi kırbaçlıdır onların. İlkel hazları vardır ve ancak o ilkel
haz ortaklığı ile bağ kurabilirler. Islah edilmedikçe; şifa bulamaz, tekâmül
edemezler. Buna tezat olarak Kierkegaard’ın zekasına ise tinsel zeka
güzellemesi yapılabilir. Kierkegaard, kutsal
kitaplar, büyük anlatılar ve vaazlardaki ilahi ve alegorik mesajları tinsel
zekası, estetik ve felsefi dokunuşuyla başka bir hale büründürür. İbadet
halinde giyinen özel elbiseler gibi kitaplarındaki mesaja uygun
mahlaslarla kuşanır. Onlardan biri olan “Johannes de Silentio” Tevrat’taki
İbrahim ve İshak kıssasından mülhemdir mesela.
Tanrı’nın
Kastı
Geçtiğimiz aylarda Pinhan
Yayınlarından Nur Bieber çevirisiyle Türkçeye kazandırılan kitabı Kırdaki Zambak
ve Gökteki Kuş’ta duanın bilinen anlamını ters yüz eden, müthiş bir saptama
yapar Kierkegaard: “O dua etmenin konuşmak olduğunu sanmıştı; dua etmenin
sırf susmak olmayıp, kulak vermek de olduğunu öğrenmişti. Ve bu böyledir, dua
etmek kendi söylediğine kulak vermek değil, susma raddesine gelmek ve suskun
kalmaktır, sabırla beklemektir, dua eden kişi Tanrıya kulak verene dek.” Duanın
bilinen yorumuna tezat olarak Kierkegaard, duaya dinlemek yakıştırması yapar. Duanın
konuşmak olduğunu sanan modern insan Tanrıdan bir karşılık gelmeyince bu yüzden
Tanrı'ya küser, kızar, yok sayar.
Kierkegaard’a göre
müphemiyetin olduğu yerde ayartıcılık vardır. Şeytan, müphemiyetin olmadığı
yerde acizdir; Tanrı ise hiç kimseyi ayartmaz. Kierkegaard, kırdaki zambak ve
gökteki kuşun varlığıyla Tanrı’nın kastına kulak verir. Kırdaki zambaktan ve
kuştan sükutun ilmini öğrenir. O ses, hikmetin başlangıcının Tanrı korkusu;
Tanrı korkusunun başlangıcının ise sükut olduğunu söyler. O sessizlikte
“Tesellinin Tanrısı”nı bulur; ilahi sevinci keşfeder. Sevinçli olmak kendine
yakın olmaktır, hakikatte kendine yakın olmak ise bugünde kaim olmaktır der.
Kierkegaard,
Tanrı’nın kendi varlığıyla ne kast ettiğini merak ediyordu. Tanrı, onun
vecizesiyle bize neyi kast etmiş olabilir peki? Kendimizi? Hayatı? Kendi
hayatımızı? Hayatın anlamının peşine düşmekten çok hayatın bize ne anlattığına
kulak vermeyi… Belki de hayatın bizi anlaması değil bizim onu ve kastını
anlamamız gerekiyor. Kierkegaard'dan ilhâmla: Hayat bununla bize ne kast etmiş
olabilir?