Ağustos 23, 2020

Kendinin Kâşifi

“Kimim öyleyse, ey Ben, benden başka”

Ali Şüşteri

Hatırla kendini. İtibar Dergisindeki Kendilik Cesareti isimli yazımız böyle başlıyordu. Kendimizi hatırlamaya, kendimiz olduğumuz yerden devam edelim o halde. “Taklit edilemez tek şey” demişti Napolyon, cesaret için. Şuursuzca tesirinde kaldığı herkesi, her şeyi taklit edebilen insan cesareti taklit etmeye cesaret bulamıyor. Kendi olma cesareti gösterenler bu yüzden çok az. Kendilik Cesareti korkutur çünkü. Kendi olma cesareti gösterenlerden ise ancak kendi olamayanlar korkar. Çünkü kendilerinden korkarlar, kendilerini hatırlamaktan... En çok da onları “terbiye edeni” (Rablerini) hatırlamaktan korkarlar.

Varlık nedir bilmeyenin, kendine ben kimim diye sormayanın varlığı, varoluşu, var ettikleri bir yere varır mı? Her tür kudretle donatılsa dahi kendine kim olduğunu sormayan, kendine varabilir mi? Kierkegaard, “yola çıkmak kendi benliğinin farkına varmaktır” diyordu, yola çıkmayış ise kendini unutmanın en kötü yolu değil midir? Yolun insanı terbiye edişi gibi, ıslah da insana yeni bir yol çiziyor. Islahın istikametinden giden insana varıyor çünkü. Islah olmayanın ise bir silah gibi tıpkı, tetikte kalıyor varlığı. İyi düşünür ve sanatçılar o yüzden ontolojiyle başlar işe. Kendilik, idealdir; varılmaz ancak yaklaşılır ona. Kimlikse kazanılan şeydir. Doğuştan verili olan şeylerle değil; seçme kudretiyle kazanılır ancak. Var olmayı bilmeyenin var ettiği ne olur ki?

Ben Bilgisi

“Ben İsmet Özel, şair, kırk yaşında / Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar / ben yaşarken koptu tufan / ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kâinat” Tam da buradaki 'ben bilgisi’nden bahsediyorum. Onu bilmeyenler kibir zanneder onu. Ben'in şuuruna varanlardan uzaklaşır, varlıklarına tehdit olarak görürler. Çünkü kendilerinde olmayanı hatırlatırlar. Oysa ben’i bilen varlık, var olmayı da var etmeyi de bilmez mi? İsmet Özel, kendini tanımlayarak başladığı şiirinin adını “Münacaat” koymuştu. Kendini bilen, kendini bulduran Tanrısına, bu yüzden mi yakarıyordu?

İnsanın kendi gerçekliğiyle münasebetini ifşa eden, aynı zamanda birini tanımanın en kısa yolu şu olabilir mi?  Kendini nasıl methettiğine / başkalarını nasıl yerdiğine değil; kendini nasıl eleştirdiğine / başkalarına nasıl iltifat ettiğine bakmak. Başkalarıyla kurduğumuz münasebet, kendi gerçekliğimize nasıl baktığımızı ele veriyor. Birini daha derinden tanımak için bakın; başkalarının güzelliklerine ne kadar tahripkâr? Kendi noksanlıklarına ne kadar lütufkâr? Kendini nesne etmeyi beceremeyenler ancak başkalarını yok sayarak var olabilirler çünkü. Ancak kendini yıkabilirse kendini inşa edebilir bir ben. Kendini ya da kendinde bir şey yıkma kudreti gösteremeyen, bir şey inşa edemiyor. En başta kendini. Kendinin mimarı olamayan hiçbir şey inşa edemez.

Descartes, Hakikatin Fıtrî / Tabii Işıkla Araştırılması derleme eserinde fıtri ışığın, din ya da felsefenin yardımına başvurmadan, sıradan bir insanın aklını kurcalayabilecek her şey üzerine edinmesi gereken kanaatleri tayin edebildiğinden bahis açar. Kendilik cesareti gösteremeyişin, kendinin kâşifi olamayışın en büyük nedeni fıtri ışıktan uzak düşmektir belki de. İnsan, her şeye sahipken hiçbir şey olamaz bazen. Hiçbir şeye sahip olmadığı halde olmayı bilirken bir başkası. Salieri'yi Mozart yapamayan şey; fıtrî ışıktı mesela. Mozart'ı Mozart yapan şeylerden biri ise Salieri'nin kendisiydi. Hasediyle Mozart'ın sanatından daha büyük bir şeye sebep olmuştu: Mozart’ın Kendisine. Sanatı değil; sanatı yapan sanatçıyı oldurmuştu çünkü.

Kendilik Hasarı

İki güzelliğin birleşmesi yine güzel, daha güzel, hep güzel... Ama sonuç her zaman güzel değil. Birinin varoluşu, ötekinin varlığına tehditken meselâ. Belki insanlar da tıpkı böyledir. Belki hepsi kendi başına bir güzelliktir. Ama tıpkı çiçekteyken kar vurmuş bir ağaç gibi, birinin benliği/varoluşu ötekinin benliğine/varoluşuna zarar verir bazen. Kasıtsız bir kendilik zararı.

Chul Han'ın Psikopolitika'sında geçen "neoliberal performans öznesi kendinin girişimcisi olarak kendini gönüllü ve tutkulu bir şekilde sömürür." ifadesi ürünü bizzat kendisi olan, kendini kendi isteğiyle sömüren milyonlarca insanın hâlinin trajedisini ifşa ediyor. Kusurları, hataları ve hatta kötülüğü bile olumlamayı telkin eden “Gösteri Toplumu” her şeyi kibirle güzellemeyi empoze ediyor. Sıradan rutinlere, basit başarılara bile zafer gözüyle bakan narsistik güzellemeler çağındayız artık.

Aşk, kalpten daha çok zekâya yakışıyor. (En çok ruha) Flörtöz zihinler herhangi bir alanda derinleşemiyor. Zihin, bir alanla mutlak aşk mertebesine eriştiğinde mutlak patlamayı yaşıyor. Şaheserler de o aşk halinde ortaya çıkıyor zaten. Alâkalar da aşk gibi sadakat istiyor. İstikrarsız bir hırs, rekabet içgüdüsü, seçici olmayan flörtöz meraklarla içselleştirilemeyen her alanla alâka kuranlar; hiçbirinde derinleşemediklerinden gerçek bir şaheser ortaya koyamıyorlar.

En çok taklit edilen şeylerden biri arzu, arzunun ta kendisi. Şuursuzca tesirinde kaldığı insanların gizil arzularını arzulamak, onlara has, ait ve özgü olan şeylerin tesirinde kalıp taklit fikirler geliştirmek kendinin kâşifi olamayanların belirgin diğer bir özelliği. Öteler, uzaklar, başkaları... İlhâm için ötelere, uzaklara ve başkalarına gerek yok illâ. Kendinin kâşifi olabilen herkesin öz varlığında ve yazgısında kendine ve sanatına fazlasıyla yetecek o ilhâm var çünkü.

Kendinin Kâşifi

Ayn Rand, her tür keşif yanılgısı için keşif zorunluğunu işaret ediyor: "Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu nasıl söyleyeceğini, kendi yanlışlarını nasıl düzelteceğini insan kendisi keşfetmek zorundadır. Kavramlarının, hükümlerinin, bilgisinin geçerliliğini kendisi keşfetmek zorundadır." Keşfin bedeli masraflıdır, varlığın tüm konfor alanlarını tehdit eder. Fakat tehdit oranında tekâmüle yaklaşır keşif. Kaybetme korkusu, zafer düşleri hiçbiri tekâmül başlatmıyor. Bazen nitelikli bir zafer için bir şekliyle mağlup olmak gerekiyor.

Maraz, ne denli derinse kendi marazının uğultusunu uzaktan, başkasından geldiğini zanneder insan. Oysa kendine biraz kulak kesilse insan canını yakanın kendinden, öz marazından geldiğini işitir. "Başkası" diye duyduğunun, "o!" diye korktuğunun aslında hiç olmadığını...  Marazın keşfi, dilsel bir silah olarak kullanılır hep. Dili, hoşlanmadığınız insanların zaaflarına, yaralarına nişan alarak kullanmak en kolayıdır. Hınç, muhteşem antitezler doğurur çünkü. Çalımlı antitezler zihinleri tahrik eder, sayısız nifak tohumu eker ve yeni hınç tohumlarını kışkırtır. Zor olan bunu yapabilecek kudretteyken dilin şifacı, bilge ve zarif o sesini tercih etmek değil midir? Şifacı dil yazıyla bile şifa olur. En önce kendine sonra onu duyan herkese ve her sese. İnsan en önce kendini nesne edebilme cesareti gösterip kendini, kendi tezine örnek etmeli. Kendini çalışmak böyle bir şeydir belki.

Herman Hesse “Bir insandan nefret ederseniz, onda olan ve sizin de bir parçanız olan bir şeyden nefret edersiniz. Kendimizde olmayan şeyler bizi rahatsız etmez.” diyerek kendimizde kör olduğumuz yerleri işaret ediyor. Kendi karanlığımız ötekinin yüzünde görünür bazen. Başkalarında katlanılmaz görülen o şeyler; insanın kendinde keşf edemediği karanlığın öteki yüzüdür aslında. O yüzü tersine çevirdiğinde kendi karanlık yüzüyle yüzleşir yüz. Kendi karanlığından bîhaber başkalarının karanlıklarıyla meşgul olanlar kendinin kâşifi olmayanlardır. Kendinin kâşifi olamayan, ne içindeki ne de dışındaki âlemi keşfedemez. İnsan en önce kendinin kâşifi olmalı bu yüzden.

“Hatırla kendini. Kendini sakın unutma” Kendilik Cesareti isimli yazımız tıpkı bu yazımız gibi böyle sonlanıyordu.

Bu yazı Muhit Dergisinin 8. sayısında yayımlanmıştır.

2 yorum:

Sadece C. dedi ki...

Dolu dolu bir yazı, referanslar tam yerinde.
Bir de “fazla ben” üzerine, tam karşıt bir derleme yazsanız ne hoş gider!

Zeynep Merdan dedi ki...

Sadece C;

Çok teşekkürler. Esasında bu yazı Kendilik Serisinin ikincisiydi.
İlki buydu:
http://zeynepmerdan.blogspot.com/2019/03/zeynep-merdan-kendilik-cesareti.html

Üçünücüsü de gelecek bir gün :) Neden olmasın.