Hoş geldiniz. Bu, bir röportajdan çok bir tür “Kendilik Mülakatı” olacak. Var olma biçiminiz ve varlığınıza dair bu 40 +1 soru; kendinize, kendiliğinize, kendi dilinizce cevaplar isteyecek sizden. Soruların bir kısmını var olma cesareti göstermiş kişilerin sözleriyle dolaylıca; bir kısmını kendimce, doğrudan sordum. Soruları dilediğiniz gibi, “kendiniz gibi” cevaplayabilirsiniz.
Kendinin Sınırında
1. Her tanım tanımlayıcısını da tanıtır mı? Kendinizi nasıl tanımlar ve tanıtırsınız? Ben kendimi ismimle, sıfatlarımla, özelliklerimle vs. seçemediğim bir şeyle değil “philo-sophia”dan aldığım ilhamla, özgür irade ve şahsi gayretimle severek seçtiklerimle tanımlıyorum. Kendime, kendi koyduğum ad ile. Ben, Keşfsever. Siz kimsiniz?
2. Oscar Wilde "tanımlamak, sınırlandırmaktır" diyor. Tanımlamak, indirgemek midir? Bu tespite dahi tanımlayarak ulaşıyorken ve bu cümle dahi bir tanımken anlama erişmenin başka bir yolu var mıdır sizce? Kendimizi tanımlamanın imkânları kelimelerle mi sınırlıdır ya da?
Tanım, anlamın
dağılmasına mani olur, onu korur bir bakıma. Ama bütün koruma biçimlerinde
olduğu üzere hastalıklı bir ilişkidir bu. Korumak, kafesi de beraberinde
getirir. Büyük aşkların sefil sonuçlarını hatırlayalım; korumakla zincire
vurmak arasında çoğu insanın kolayca ihlal edebildiği o ince çizgiyi. Bir
kişiyi, durumu veya olguyu tanımlamaya başladığımız andan itibaren bir yandan ona
varlık kazandırır öbür yandan dil marifetiyle onu çitleriz. Bildiğiniz gibi
çitleme, bir sömürge deyimi. Varlıklı kişilerin, herkesin kullanımına açık
ortak alanları kendi mülklerine dâhil etmesini ifade ediyor. Bir insana yönelik
en ağır saldırıların başında onu tanımlamak ve elbette indirgemek gelir. Bundan
haz alırız. Zihnimiz tek boyutlu insanların arasında tek boyut çalışmaya
alışır. Bunun neticesi olarak insanları bildik kavramlarla çitlemek isteriz.
Çitleyemediğimiz kişilikler, içimizdeki ürkek hayvana huzursuzluk verir. Bütün o
utanç verici sömürgecilik tarihi, Batılı adamın içindeki hayvan tarafından icat
edilen tanımlarla başlayıp o tanımlarla bitmiştir. Bitmiş midir, gerçi bundan
emin değiliz. Kendimizi veya herhangi bir insanı, indirgeme şiddetine maruz
bırakmadan tanımlamanın bir yolu neredeyse yoktur. Hakkaniyete önem veriyorsak insanları
tanımlamak yerine tanımaya çalışmak en iyisidir.
3. Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler’de “kimliğim beni başka hiç kimseye benzemez yapan şeydir” derken onun eşsizliğinden bahseder. Seçilmişliğinden. Ve hissedilen tüm aidiyetleri “kişiliğin yapı taşlarıdır, doğuştan gelmediğini vurgulamak koşuluyla neredeyse ruhun genleri denebilir onlara”yla özetlerken; kimlik denilen şeyin aslında kişinin kendi ruhunu tanımlama biçimi olarak mı kast ediyordu sizce?
Sorunuzun
nihai kompozisyonu, kimliğin ruhsal bir çerçevesi olduğuna yönelik kışkırtıcı
bir fikre hizmet ediyor. Aslında aidiyetler zihin haritamızın göstergeleridir.
Onların bizi ruhsal bir tanıma götürebileceğini sanmıyorum. Ama soruda bir
başka geçit var ki bu işimizi kolaylaştırıyor. Kendi ruhumuzu tanımlama biçimi.
Evet. Düşüncelerimizle, aidiyetlerimizle, saplantılarımızla, bize bahşedilmiş
melekelerimizle kendi ruhumuzun kıyı çizgilerine dair bir fikir edinebiliriz.
Ruh denilince sizin de aklınıza kıyısız bir umman gelmiyor mu? Kimliğin,
aidiyetlerin, koşulların tedavülden kalktığı aşkınlık ummanı.
4.
"Kimlik bize
keşfedilmesi gereken bir şey olarak değil de tamamıyla icat edilmesi gereken,
bir çabanın hedefi, bir amaç, kişinin en başından inşa etmesi gereken veya
alternatif teklifler arasından seçip sonra uğrunda mücadele edip ardından ancak
daha da fazla çaba ile koruyacağı bir şey olarak yansıtılıyor.” Bauman’ın bu icat edilen, keşfedilen kimlik ayrımı ve
“ithal kimlikler” mukayesesinde siz kimliğinizi nerede konumluyorsunuz?
Kimliği biraz daha
karmaşık ve karanlık bir yapı olarak düşündüğüm için onun hem keşfedilebilir
hem de inşa ve icat edilebilir nitelikte olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki
icatlara keşif demekten bizi alıkoyacak bir çizgi de yok. İthal kimlikler
bahsinde şunu söyleyebilirim. Kimliği korumak için uyanık, müteyakkız olmak
gerekir. İnşa ve savunu. Faust, ölmeden hemen önce tanrısal bilgiye en çok
yaklaştığı anda insanlık için herkesin tetikte olması gereken bir cennet hayal
etmişti: “Akıl ve hikmetin son kararı budur: Hayata olduğu gibi hürriyete de
ancak onu her gün yeniden elde etmek zorunda bulunan layıktır.” Kimlik kısa
yaşamlarımızda bazen keşfederek bazen inşa ve imar ederek ama daima koruyarak,
aksi hâlde kolayca elimizden kaçırabileceğimiz tasarımlardır.
Fıtri Işık
5.
Descartes, Hakikatin Fıtrî / Tabii Işıkla
Araştırılması olarak kitaplaşan metninde, fıtri ışığın, din ya da felsefenin
yardımına başvurmadan, sıradan bir insanın aklını kurcalayabilecek her şey
üzerine edinmesi gereken kanaatleri tayin edebildiğinden bahis açar. “Fıtrî
ışık” nedir sizce? Bir tür sanatçı nüvesi mi?
Descartes’in “fıtri ışık” nazariyesini sanatçının nüvesi olarak yorumlamak, şüphesiz meselenin epey bir kısmını anlamamıza katkı sağlayacaktır. Fıtri ışığın, büsbütün içe kapalı bir devinim olarak da anlaşılmaması gerekiyor. Nitekim Descartes de sadece kendi zihnine dönerek hakikati keşfetmeye çalışmamıştı. Sorular sormuş, gözlem ve deneyler yapmıştı. Bütün bunların yanında tek bir şeyi ısrarla reddetmişti ki sanırım sizin “kendilik cesareti” söyleşinize Descartes’in misafir olmasının sebebi de bu. Filozof, başkalarının argümanlarına ya da kanıtlarına asla inanmamıştır. Keşfe çıktığı hakikati elinden geldiğince korumuş, kendine has kılmaya çabalamıştır. Hakikati keşfe çıkanlara, “aklın doğal ışığını artırmayı” önermesinin başka anlamı olmasa gerek. Aklın aydınlığında hakikati keşfe çıkmanın getireceği entelektüel ıstıraptan söz etmiyorum bile. Sanatçı nüvesi, bu ıstırabın göze alındığı noktada olgunlaşmaya başlayacaktır.
Ruhça
6.
Bilge Karasu “Kestirip
atmak güç ya, kimi yazarın dilinde söyleyişin en incesini sözcüklerin birer ok
gibi art arda fırlatılmasını sağlar; kimininkinde ise bir karasu gibi akış.
Benim dilim, çiçek dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin yumuşaklığına,
dalgalanışına ulaşmalı.” diyor yazısını tarif için. Ben de “Ruhça” dediğim
yazımın, bir katana kesiği kadar derin ve bir rüzgâr gibi serin olmasını
isterdim sanırım. Siz yazınızı neye benzetirdiniz?
İsterim ki yazdıklarım hem bir söyleyiş kolaylığına sahip
olsun hem de okurun zihninde dille koparılmış bir fırtınanın izlerini bıraksın.
Bir okur olarak biliyorum: Her şey unutulur, o deneyim unutulmaz.
7. Saf bir fikre erişme çabası, bir heykeli sabırla yontmaya benziyor. En önce akla üşüşen tüm düşünceleri madırgayla fazlalıklarından kurtarmak; keski ve yontma tarağı ile üslûp kazandırmak ve en son elmas kalem ile ruhun imzasını atmak... Siz düşünmenizi ve düşüncenizi neye benzetirdiniz peki?
Aklıma gelenler beni hayrete düşürüyor. İnsan muhayyilesinin uçsuz bucaksızlığı karşısında zaman zaman dehşete kapılıyorum. Sanırım gayretimin büyük bir kısmını düşüncelerime alışmaya harcıyorum. Yontulan biri varsa o da benim. Bir fikrin, bir duyumsamanın görünür hâle gelmeden önce bilincimin hangi karanlık odasında ne çeşit bir demlenmeden geçtiğini, içeriden hangi duygularımın, hangi istek ve arzularımın ona yardım ve yataklık yaptığını anlamakta güçlük çekiyorum. Fikirlerimi, dağda bayırda bularak, ehlileştirerek kendi çiftliğime soktuğum yabani atlara benzetemiyorum. Daha ziyade, dağlarda gezerken uzaktan uzağa bir görünüp bir kaybolan, bazen ürkek bazen agresif yılkıları andırıyorlar. Sonrasında bütün o görüntülerle baş etmeye, onları bir yerlere istiflemeye çalışıyorum. Ama her zaman nazik değiller. Geliyorlar ve zihnimde kendilerine iyi bir yer açmamı emrediyorlar. Bu dayatmalar bazen kavga gürültüye de sebep oluyor. Fikirlerimiz kendimizden, konforumuzdan hatta kimliğimizden ödün isterler. Ödün vermediğimizde başka bir fikrin içine sızıp yeninden karşımıza çıkarlar. Onları teşhis etmekte zorlanırız ve didişmek kaçınılmaz olur. Neticede maruz kaldığımız diğer pek çok şey gibi onlarla birlikte yaşamaya, didişmeye, savaşmaya, barışmaya bir şekilde alışıyoruz.
8.
Var olma tutkusu, yok etme hırsından kurtarıyor
insanı. Kendi var oluşuyla meşgul olanlar, başkalarının bahçesini tahrip
etmekle uğraşmıyor. Kendi varlığını çiçeklendirmenin hevesine düşüyor. Var olma
tutkusu ve yok etme hırsını nasıl değerlendirirsiniz?
Her zaman merak etmişimdir, beni yazmaya sürükleyen sebeplerin kökeninde ne var? Yazmanın bir varlık elde etme çabası olduğuna dair yaygın bir kanaat var ki bunu inkâr etmek mümkün değil. Fakat bunu kabullendikten sonra soru açı değiştirerek yaşamaya devam ediyor. Neden ve kime karşı varlık kazanmak? Acaba bir türlü sindiremediğimiz, uzlaşamadığımız bir gerçeklik olarak ölüme karşı mı? Nihai olarak buna cevap vermek güç. Fani bedenlerin içinden sonsuzluğa bakmak, onunla göz göze gelmek. İnsan soyunun korkunç azabı bu olsa gerek. Bu büyük sürükleniş içinde içgüdüsel olarak tutunmak istiyoruz. İşe yaramayacağını bal gibi bilerek. Yaşam, bir insanın kendisini var etmek veya sizin güzel ifadenizle varlığını çiçeklendirmek için çok kısa. Gerçekten çok kısa. Bu süre zarfında kendini var etmeyi, tanımayı bir kenara bırakıp başkalarının bahçesiyle meşgul olanlar bence zaten ölmüşler de ağlayanları yok. İnanın ki öyle.
9.
"Yazma hırsı" özgünlüğü tahrip ediyor bazen.
Edebî türlerle ilgilenen insanların ilk büyük sorunu özgünlük bu yüzden. Özgün olmayışın
farkına dahi varılamayışı belki bundan daha da büyük bir sorun. Yazma hırsıyla
dolaşımdaki popüler kelimeleri, kavramları, kitapları evirip çevirip çıktı
vermek yazmak sayılır mı sizce? Bu konu etrafında neler söylersiniz?
Bütün hırslar hastalıktır. Yazının entelektüel bir uğraş olması bunu değiştirmez. Öte yandan yazmak hırsı ve özgünlük arasında kurduğunuz ilişki oldukça isabetli. Bir deşifre biçimi olarak yazmak, kaynağının niyetini açık eder. Yazının yazara sadakatinden söz edemeyiz. Aksine ilk fırsatta onun hegemonyasından kurtulmak için ipliğini pazara çıkarmaya can atar. Biz bir metindeki tez canlılıktan, zaaflardan, pürüzlerden yazarın hakikatle kurduğu ilişki hakkında fikir sahibi oluruz. Belki burada şöyle bir tasnife gidersek daha hakkaniyetli bir sonuca ulaşabiliriz. Yazmak hırsı, içe doğru mu dışa doğru mu kendini gerçekleştiriyor? İçe doğru yapılan bütün kazılar, velev ki ihtiras barındırsın, masumiyet taşıyor. Yazar, o kazıdan çıkardıklarını birilerinin okuyup okumamasıyla ilgilenmez. Kendi yalnızlığını, herkese karşı korumanın erdemine inanmıştır bir kere. Onun hırs sahibi olması, özgünlüğüne halel getirmeyecektir. Fakat dışarı doğru riyakâr adımlarla yapılan bir yürüyüşün, göstermelik kazı faaliyetlerinin sahibini götüreceği yer, sizin de söylediğiniz üzere özgün olamayışın dahi ayırt edilemediği acıklı bir yerdir.
10.
Cimriliğin bambaşka tezahürleri var: Kincilik,
biriciklik hırsı, takdir & iltifat edememek, bir mutluluğa ortak olamamak,
bağışlayamamak, yüreklendirememek, kibirli seçicilik, kusurculuk, küçümsemek.
Cimrilik, çoğaltamamaktır. İyiyi, güzeli, doğruyu doğuramamak. Bir tür ruhsal
kısırlık. Cimri sakındıkça azaltır kendini. Sakladıkça çürütür kendini cimri. Takdir
& cimrilik üzerine siz nasıl bir bağlantı kurarsınız?
Söyledikleriniz şuna benzedi. Aslında tek bir günah var: cimrilik. Diğerleri onun açtığı kapıdan kolayca girecektir. Haksız da değilsiniz. Mesela aklıma Peygamberimizin, cimrilerin cennete giremeyeceğine dair sert ikazı geliyor. Acaba meseleyi şu şekilde derinleştirebilir miyiz? Cimrilik, tek dünyalılığın bir sonucuna benziyor. Yaşamın bu dünyadan ibaret görülmesi, bu sebeple her şeyin ihtirasla elde edilmesi, fırsatların sonuna kadar kullanılması, soyut veya somut hiçbir değerin paylaşılmaması zamanla kişide bir melekeye dönüşüyor ve bahsettiğiniz ruhsal kısırlık ortaya çıkıyor. Cimri, doyumsuzluğun ete kemiğe bürünmesidir. Ondan takdir beklemek elbette boş hayal olacaktır. Başkalarını takdir edebilmek, bunu karakter hâline getirmek zannedildiği kadar kolay değil, bunu görüyoruz. Bu bir ruhsal terbiye, bir tekâmül, bir arınmışlık gerektirir ki cimri tam olarak bunlardan mahrum kalan kimselere diyoruz zaten.
Yazmak Cüreti
11. Bir aktör Kral'ı oynayabilir. Her şeyiyle O'na benzeyebilir. Ve dahi "onun gibi" var olabilir. Ama O değildir ve olamaz asla. Tıpkı bunun gibi... Bir şeyi idrak edebilme, onu yazabilme kudreti "O" olabilme imkânını veremiyor insana. Yazmak, tanrısal bir cüret veriyor insana. O gücü taşıyamayanlar, yazabildiklerini oldurabilecekleri yanılgısına düşüyor. Yazı, yazar ve var olmak arasında nasıl bir bağlantı var sizce?
İnsan uzun süre önünde diz çöktüğü bütün ihtişamlardan
kolayca nefret edebilir. Hayranlık da dâhil, maruz kaldığımız bütün hiyerarşik
ilişkiler bir devrime gebedir. Kralı oynarken, krala benzerken, hiçbir zaman gerçek
kral olamayacağımızın farkındayken kralın şahsı manevisiyle aramız açıldıkça
açılır. Öte yandan bu mesafe, sanatın doğumunu hızlandıracaktır. Sonsuzlukla
aramızdaki mesafe bizi alternatif sonsuzluğun icadına götürür. Sanatın seküler
motivasyonu aşağı yukarı budur. Yazmak yahut daha geniş anlamıyla söz söylemek,
bir var etme biçimidir. Var olmak ile var etmenin kesiştiği o noktada, insanların
muhayyilesine yaratı sokuşturmanın tanrısal bir cüretle elbette ilgisi
olacaktır.
Tanrının Kalemini
Çalmak
12.
Tanrısal olanla
ayartılır insan hep. Tanrının sıfatları birinde / bir şeyde tezahür etmeye
görsün, başı döner insanın. Son söz, son hüküm, hikâyenin sonu tanrısal bir haz
verir bu yüzden hep. Tanrısal hazzın zerresini tadan; akıbeti yazmaya kalkışır
son gülen olacağını sanan o şen kibirle. Oysa ister komedi, ister dram olsun
Tanrı'nın kalemini çalanların akıbeti hep trajedidir. Tanrının kalemini
çaldığınızı düşündünüz mü hiç?
Yazmanın tehlikeli hazzı üzerine düşünmeden önce insanın kim olduğunu
yeniden hatırlamanın isabetli olacağı kanaatindeyim. Kur’an’daki en kritik
vurgulardan biri, Tanrı’nın insana şekil verdikten sonra ona ruhundan üflemiş
olmasıdır. Bu vurguyu ihmal ederek doğru bir limana yanaşmak imkânsız. Peki, ruhundan
üfleyerek yarattığı insanın Tanrı’nın kalemini çalması gerçekten mümkün müdür? Elbette
sizin bu cümleyi kışkırtıcı bir retorik olarak kullandığınızın farkındayım. Bu
kışkırtmaya tabi oluyorum ve cümleyi biraz da kendisiyle yormak istiyorum. İslam’ın
tarif ettiği kadiri mutlak Tanrı anlayışının varlık ve hakikate dair temsil
ettiği büyük parantez, bizim bütün yapıp etmelerimizin inisiyatifini
buharlaştırmıyor mu? Allah’ın izni ve onayı
olmadan ona isyan bile edemiyoruz. Şayet elimizde tanrısal olduğunu
vehmettiğimiz çalıntı bir kalem varsa, emin olun ki bunu elimize Tanrı
tutuşturmuştur. İnsanın elinin, kalbinin ve aklının uzanacağı her yerde, şairin
“kaderin üstünde bir kader vardır” dediği cinsten tanrısal bir niyet seziyorum.
Söylediklerim, kesif bir kadercilik olarak anlaşılmasın lütfen. Aklı, görüsü,
duyusu sınırlı bir varlığın, sonsuz kudret sahibi bir yaratıcı karşısında sınırı
gerçekten aşabileceği bir cüretkârlık yoktur. Batı edebiyatı, Aydınlanma’dan
beri Tanrının kalemini çaldığını zannetti. Belki de öyledir. Hristiyanların
Tanrı’sının kalemini çalmak belki de gerçekten mümkündür. Milton’ın Kayıp Cennet’indeki Tanrı’yı
hatırlayalım; şeytanı güç bela yenen, cennetin ikircikli kralını. Elbette Tanrı’nın
kalemini çalanlar, ellerinde o kalemle köşe bucak saklanacak değillerdi. Sonuçta
bütün hırsızlar, bir cinayeti cebinde gezdirirler. Kalemi çalanlar er geç o kalemin
sahibini öldürmeyi de düşüneceklerdi. Nitekim “Tanrı öldü”, o cüretkâr kalemle
yazıldı. Şimdi kendime dönebilirim. Ben şahsen, zamanı, mekânı, varlığı ve
yokluğu yaratan bir kudretin kalemini çalamayacağımıza inanıyorum. Tuttuğum
kalem mi? Onun, benim gibilerin eline bir teselli aracı olarak tutuşturulduğuna
dair iyimser düşüncelerim var.
Yara Yazı
13.
İbn Arabî, kelimenin Arapça "yara izi"
olduğunu nakleder. Yazının bir kılıç gibi kullanımı “yara yazı” kavramını ilham
ediyor. Bir yarayı en iyi tarif edenler, yaralananların kendisi çoğu zaman.
Yara teşhisleri yapanlar da kendi yaralarını düşünceye dönüştürebilenler. Kendi
yaralarından "bazı yaralar" diye bahsetmenin yeni yollarını keşfetmiş
olanlar belki de. Dillendiremediği acılarını, gösteremediği yaralarını
"bazı yaralar", "başkalarının yaralarının öyküsü" diye
yazıyor bazen insan. Ama açık yara gibi tıpkı, saklanmıyor "yara
yazı" da. Kanıyor ama kandıramıyor yazı. Yara Yazı var mıdır? Ya da yazınızda
fark ettiniz yaralar?
Yarası olan sözler içimize işliyor. Velev ki aklın serinkanlı koşumlarını takınıp doludizgin felsefe yapsınlar, onları hemencecik tanıyoruz. Kierkegaard’ın “Tanrı benimle ne kastetti?” sorusundaki yara ne kadar sahici, değil mi? Ya da metinleriyle sizin de yakından ilgilendiğinizi bildiğim Simone Weil’in, sözle anlatılmaz bir teselliye ulaşmak için tesellisiz bir mutsuzluğa düşmek gerektiğini söylemesinin ardında saklı metafizik ağrıyı düşünün. Kelimeler nihayetinde bir örtüdür. Zamanla onların arkasına sindiğinizi, saklandığınızı, dünyanın geri kalanına karşı bir tutum geliştirdiğinizi, gündelik hayatın kıyıcılığıyla onlar sayesinde başa çıktığınızı fark ediyorsunuz. Yazarken yeni yaralarla karşılaşıyor insan, evet. Çoğunlukla kendisine ait yaralar. Kelimelerin bunları kâmilen sırtlanması ne kadar mümkün? Eh işte. Aklıma Cemil Meriç’in sözü geliyor: “En acı hatıralar kelimeleşince nasıl bayağılaşıyor.” Yine de elimizde bundan iyisi yok. Yazmayı içime doğru bir kazı olarak görüyorum. Ve açıkçası onu bu çerçeve içinde tutmak için de çaba sarf ediyorum. Kolayca gönlünü dışarıya, insanlara, akıp giden hayata kaptırabilir yoksa. Alkışlara kulak kabartabilir, popülere meyledebilir.
Görünmek Biçimleri
14.
Chul Han'ın Psikopolitika'sında geçen "neoliberal performans öznesi kendinin
girişimcisi olarak kendini gönüllü ve tutkulu bir şekilde sömürür."
ifadesi ürünü bizzat kendisi olan, kendini kendi isteğiyle sömüren milyonlarca
insanın hâlinin trajedisini ifşa ediyor. Hiç sömürüldüğünüz hissine kapıldınız
mı? Ya da kendinizi sömürdüğünüzü fark ettiniz mi hiç?
Mevlana, Mesnevi’sinde gölge avlayan bir avcıdan söz eder. Avcı, kuşun gölgesini sımsıkı tutup sevinir. Olan biteni şaşkınlıkla seyreden kuş ise “Bu akılsız adam neye seviniyor ki?” diye hayret eder. Cevabı, Mevlana verir: “İşte sana batıl, işte sana çürümüş sebep!” Hikâye ne kadar da Eflatun’un mağara alegorisini andırıyor değil mi? Gölgeleri hakikat zanneden insan figürü, tarih boyunca sahte gerçekliklere hapsolan kişiler için kullanılagelmiştir. Bugün sürekli değişen, dönüşen, yenilenen ilgilerin peşinden koşan modern insanın vaziyetini resmetmemiz için Mesnevi’deki hikâyeyi azıcık değiştirmemiz gerekiyor. Avcı, kuşun gölgesine sarılıyor ama kısa bir zaman sonra o gölgeyle tatmin olamayacağını fark ederek bir başka gölgeye hücum ediyor, sonra bir diğerine, bir diğerine… Böylece her seferinde büyük bir hayal kırıklığının kollarında açıyor gözlerini. Popüler kültüre hapsolmuş modern bireyi betimlemek için bundan daha uygun bir mecaz bulunamaz sanırım.
İnsanın görünme
arzusunun, sadece yaşadığımız çağa özgü bir yönelim olmadığı kanaatindeyim. Fakat
bu çağ, o kadim saplantımızdan anıtlar yonttu. Bu anıtlar hepimizin gözünü
boyuyor. Eleştiriyoruz ama gözümüzü, zihnimizi, kalbimizi onlardan alamıyoruz. Başkaları
tarafından seyredilme dürtüsü, insana modern çağın armağanı. Zamanla kişi,
kendisini artık başkalarının gözünden seyrettikçe kendine kendi gözleriyle
bakma kabiliyetini yitiriyor. Son yıllarda sosyal medyanın bir anda hayatımızın
merkezine girmesinin ardında bu zaafın parmağı var. Sosyal medya hesaplarımız,
spotlar altında milyonlarca insana seslendiğimizi zannettiriyor. Zaten
performans öznesinin böyle düşünmesi gerekmiyor mu? Şovun bir parçası bu. Kapitalizm,
insanın kendini sömürmesinin incelikli yollarını keşfetmiş. Sömüren, sömürülen
hakkında ne kadar az bilgiye sahipse sömürme o kadar ağır cereyan ediyor. Öte
yandan bilgi sahibi olmak da sonucu değiştirmiyor. Kendi isteklerimizi,
zaaflarımızı biliyoruz ve onların teşhirinde bile ahlaki gerekçeler üretebiliyoruz.
Chul Han gösteri toplumunun trajedisini resmediyor.
15. Gizlenmek, ters bir teşhir sadece. Göstermek, neyi olursa olsun bir imajı ve reklamı getiriyor beraberinde. Gizlenmeyi değil, görünmemeyi değil, göstermemeyi seçmek. En sağlıklı görüntü vermek bu ayrımda saklı. Katılır mısınız? Kendinizi gösterme şeklinizi yahut görünme biçiminizi nasıl değerlendirirsiniz?
Evet, gizlenmek bir imaj tasarımına dönüştüğü andan itibaren bizatihi kendini zedeler. Görünmenin, teşhirin, dikkat çekmenin pek çok yolu, yöntemi var. En kötüsü de gizlenerek dikkat çekmek bence. Çok değerli bir tavrın reklam için harcanması. Eskilerin ifadesiyle bülbülü eti için katletmek. Bana gelirsek. Direnmeye çalışıyorum. Kendime karşı sahiciliğimi kaybetmemek için çaba sarf ediyorum.
16. Flörtöz zihinler herhangi bir alanda derinleşemiyor.
Zihin, bir alanla mutlak aşk mertebesine eriştiğinde mutlak patlamayı yaşıyor.
Şaheserler de o aşk halinde ortaya çıkıyor zaten. Alâkalar da aşk gibi sadakat
istiyor. İstikrarsız bir hırs, rekabet içgüdüsü, seçici olmayan flörtöz
meraklarla içselleştirilemeyen her alanla alâka kuranlar; hiçbirinde
derinleşemediklerinden gerçek bir şaheser ortaya koyamıyorlar. Her şey olmak
isteyen insan, hiçbir şeyin kemâli olamıyor sanki. Katılır mısınız? Aşk
şiddetinde bir alakanız var mı?
İnsan
zihni, tozumanın en yaygın ve meşru olduğu alan. Fikirlerimiz bizden bağımsız
başka fikirlerle düşüp kalkıyor ve biz, çoğu kez hiçbir şeyin farkına
varmıyoruz. Bunu, flörtöz zihinler tabirinizden ilhamla söyledim. Aslında
birbirinden uzak fikirlerim, alakasız disiplinlerin insanın zihninde nasıl bir
aydınlanmaya vesile olduğunu, denemelerinizde edebî metinleri yaratıcı
yorumlarla ele alışınızdan ötürü, bildiğinize inanıyorum. Sizin nezaketen
söyleyemediğinizi ben söyleyeyim. Ayran gönüllülük ya da maymun iştahlılık. Aşkın
veya kemalin ortaya çıkmaması için bundan daha iyi zaaf olamaz. Bir insanda,
bir konuda, bir yürüyüşte sonuna kadar gitmek yerine her konuda her yerde
görünür olmak. Benimse aşk şiddetinde tek bir alakam var, okumak. Zaten diğer
bütün ilgileri, uğraşları, hevesleri öldürdüğünüz zaman artık bu bir seçenek
olmaktan çıkıyor. Aşk biraz da seçeneksizliktir.
17. "Biz" adına yaptığımız genellemelerde birçok
"ben"e kıyıyoruz bazen. Julia Kristeva, biz kelimesinin gittikçe bir
sorunsala dönüştüğü bu zamanda “biz” yerine “benler”den bahsetmemiz
gerektiğinin altını çiziyor. Ben ve biz münasebetini siz nasıl kurarsınız?
İdeolojiler, “benler”in cesetlerinden yapılan piramitlere benzer. Ben ergendir, ben haytadır, ben muziptir, ben yarındır. Bizse babacan, mahalleden, aileden aşina olduğumuzdur. Aynı zamanda bağdır, ödevdir, dirsek temas aralığıdır, kanaattir, dündür, ulustur, cemaattir. Ben sokak, biz ise mezarlıktır. Uçmak için ihtiyaç duyduğumuz kanatlar bense, konmak için ihtiyaç duyduğumuz yer bizdir. Ne yapacağız, bu dengeyi nasıl kuracağız? Benle biz arasında sağlıklı bir ilişki kurmak, o ilişkiyi bünyemize uyarlamak bizim gibi inkıraz toplumlarında hiç kolay değil. Aslında bu soru, Doğu-Batı çatışması kadar esaslı bir alanı işaret ediyor. Biz derken birbirine yapıştırılan bireylerden söz etmiş oluyoruz. Kanatlarımız pek sağlıklı değil. Yine de uçmak istiyoruz. Ama konacak yeri görmeden de havalanmayı göze alamıyoruz. Bu dengeyi kurmak kadar, kurmaya çaba harcamanın, bireyi ve toplumu olgunlaştırdığına inanıyorum. Belki biraz da inanmak istiyorum.
Biriciklik Hırsı
18. Özel olma arzumuz, otantiklik kaygımız "biriciklik hırsı"yla "kibir güzellemesi"ne dönüşüyor çoğu zaman. Var olma sürecimiz; bir bebeğin doğuşu, bir çiçeğin açışı, bir kuşun uçuşu gibi kendiliğinden olamıyor her zaman. Kendiliğinden olanı ne tahrip eder sizce?
Ağaçlar, çiçek açarken çiçek açtıklarını düşünmezler. Muhtemelen düşünmedikleri için böyle güzeller. Döngüsel bir kaderin içinde mucizevi bir varoluş gerçekleştirirler. Özel olmak, biricik kalmak üzerinde konuşulacak, mühendislik yapılacak, tasarlanacak bir kazanım değil. Kendiliğin zedelenmesi, mühendislikle başlar. Hâlbuki kendindenlik, minnetsiz bir varoluş biçimidir. Alkışa, güzellemeye, ilgiye, alkışa ihtiyaç duymaz. Başını kaldırıp bunlara kulak verdiği anda kendiliğin dışına çıkmış olur: Ağacın çiçeğe ihanetine hoş geldiniz.
19. "Biriciklik hırsı" sonsuzun idrakini engelliyor. En olan'a sahip olmak hırsı, sonsuzu sınırlı bir şeye indirgiyor. Sonsuz olan Güzel'i sahiplenmek, kendinden menkul sanmak, birilerine yakıştıramamak, güzelin sonsuzluğu idrak edemeyenlerin işi. Sonsuz, tek değildir. En değildir. Sahibi yoktur. Sonsuz, sonsuzcadır. Sonsuz olan iyiye, güzele, doğruya, yüceye eşlik etmek; onu cömertçe paylaşmak bir tür görgü. Güzele eşlik edip, güzellikle çoğaltmalı. Güzel, sonsuz çünkü. Güzelin sonsuzluğuna inananlardan mısınız? Yoksa bir hududu var mıdır güzelin?
Her şeyin ölçüsü insan mıdır bilinmez ama her şeyin muhatabı insandır. Uzayıp giden yolların, solan güllerin, kuş uçmaz kervan geçmez dağların, birbirini tekrar edip duran ve bunu bir marifet sayan çöllerin, akreplerin, çıyanların, okyanus dibindeki karanlıkların, savaşlarda bombalanan şehirlerin, titreyerek ölen çocukların, onların kamerada duran gözlerinin, kan sıçramış duvarların, bu eskitilmiş kelimelerin muhatabı insandır. Boyna asılan iradenin, ayaklara dolanan kaosun, elden tutan kaderin ve ciğere oturan firakın muhatabı insandır. Bütün bu muhataplıklardan bir biriciklik hırsı devşirdiğimiz zaman sadece sonsuzu algılama imkânlarımızı tahrip etmiş olmayız, sonsuzun bu dünyadaki gölgesi olan güzeli de görme şansını yitiririz. Güzellik, benim gibi sonsuzluk fikrinden ürperenlerin, onun yerine gölgesine bakma imkânı veriyor. Gölge sonsuz mudur? Şayet gölgesi olduğu şey sonsuzluksa, neden olmasın?
Tesir Kudreti20.
Karl Jaspers ne güzel vurguluyor; "Ya kendim
olmayı kazanmak için tekrar tekrar yalnızlığı istemeye cesaret ederim ya da bir
başkasının varlığında eririm." Benlikler temas eder, tesir doğurur. Ama
tesirin ifratı taklit, başka bir varlıkta erimeye benzetilebilir mi sizce de?
İçimden bir ses
bana, bir başkasının varlığında erimek fikrinin modern hayata anakronik bir yama
olduğunu fısıldıyor. Her şeyden önce şunu biliyoruz, içsel yalnızlığa halel
getiren dostluklar tüketmeye ve tükenmeye meyyaldir. İçsel yalnızlık nedir?
Sizin ifadenizle “kendilik cesareti”nin yegâne kuluçkası. İnsanlar birbirine
abanarak ilişkilerini derinleştirebileceğini zannediyorlar. Hâlbuki yan yana
akan iki ırmağın ihtişamı, onların birbirine karışmamasından kaynaklanır. Doğu
toplumlarında kaynaşmanın, tamam olmanın, birbirinin niyetlerinde erimenin biraz
çarpık anlaşıldığını düşünüyorum. Benliğinizi koruyamadığınız takdirde, yani
ortalıkta size dair var oluş kırıntısı bırakmadığınızda artık kendiniz
değilsinizdir. Kendiliğini kaybeden birinin temasından ya da tesirinden nasıl bahsedebiliriz?
21.
Birbirinin kopyası yüzler gibi, "iç ses"ler
de birbirine benziyor artık. Yazılarımız da ifşa ediyor ki çoğumuz kendi
sesimizi; iç sesimizi kaybettik. İç sesler birbirine karıştı ve "kolektif
bir özne" elde ettik: Ben Dili. Başka isimler, başka kimliklerle, başka
yüzlerle; aynı şeyi, aynı iç sesle, aynı üslûpla yazıyoruz. Güçlü ruhlar,
çekici benlikler, şuursuz taklitler, güçlü tesirler kendimizden uzağa düşürüyor
bizi. Buna katılır mısınız? Sizin iç sesiniz, yazı sesi sesiniz nereden
geliyor?
Ferdin öldüğü
yerde ağıtların kolektif yükselmesi kaçınılmaz. İç sesimiz muhtemelen
temaslarımızdan, dalgınlıklarımızdan, elde ettiklerimizden ya da
edemediklerimizden, artık ucunu bucağını kestiremediğimiz hatıralarımızdan besleniyor.
Hani şairin dediği gibi: “her şeyden biraz kalır / kavanozda biraz kahve, /
kutuda biraz ekmek, / insanda biraz acı.” Kalanlar kendi aralarında bir örüntü
kurma eğilimi içindedir. Bu örüntü, dilini ilmeklerin rastlantısallığından edinecektir.
Evet, bir iç sesim var ama onu ne zaman nerede hangi kızgınlıkla hangi hevesle
hangi mutlulukla elde ettiğimi bilmiyorum. Sadece onu korumam gerektiğini,
ısrarla, inatla korumam gerektiğini hissediyorum. Modern dünya yalnızca elimizdeki
aygıtları, zaman geçirdiğimiz mecraları aynılaştırmadı. Sevinçlerimizi,
üzüntülerimizi, evlerimizi, tatillerimizi de korkunç bir şekilde birbirine benzetti.
Tuhaf gelebilir ama iç seslerimizin birbirine benzemesi, üretim bandının
icadıyla başlamış gibime geliyor.
22. Gerçek bir sanat eseri onu asla yapamayacaklarda hayranlık uyandırır, yapabilecekleri ise kıskandırır. Picasso'ya atfedilen "iyi sanatçılar kopyalar büyük sanatçılar çalar" sözü doğru mudur? Doğruysa başka bir ruhun tesirindeki iyi sanat kıskandırabilir mi sahiden?
Sanatın büyük yürüyüşünde kopyalamanın (mimesis) taşıdığı önemin Picasso da farkındaydı. Kendisi Nicolas Poussin’in ya da Diego Valenquez’in eserlerinden etkilenmiş, onları yeniden yorumlamıştı. Sanırım Picasso hiçbir fikrin sanatçının zihninde bir anda parlamadığının altını çiziyordu. Çalmaktan kastı, entelektüel gönderme. Arının muhtelif çiçeklerden elde ettikleriyle ürettiği bal, hikâyenin ardındaki bütün çiçeklere entelektüel göndermedir. Ama bal, ne çiçektir ne de çiçeğin kopyası. O büyük sanatçının (arının) hırsızlığıdır. Peyami Safa, “Hayranlık, mağlup olmuş bir kıskançlıktır.” der. Bu söz, sizin önermenizi doğruluyor. Bence de öyle. Hâlâ kıskanıyorsak onu aşabileceğimize dair umudumuz var demektir.
“Etkilenme
Endişesi”
23.
Hayvanların bölge belirleme durumuna "territorial
pissings" deniyor. En arkaik güdülerden biri olan aynı sahiplenme güdüsü
insanda da var: İyi bir şeyi en önce gören, bilen, fark eden olma atikliği ile
zimmetine geçirip kendine mal etme hâli. Fikirde, aksiyonda, sanatta "pişti
olma korkusu" da aynı sahiplenme dürtüsünden ileri geliyor. Keşfi
zimmetine geçiren, kendisinin sanıyor. Ait olduğu şeylere sahip olmaya ihtiyaç
duymuyor oysa insan. Sanat ve düşünceye dair olan şeyler sahiplenebilir mi
sizce?
Biz
mi fikirleri buluruz yoksa fikirler mi bizi bulur? Bir keşif, genelde bizden
önce binlerce insanla düşüp kalkmış; beslenmiş, yontulmuş, dönüşmüş, saklamış, açık
etmiş ve nihayet bizim karşımıza çıkmıştır. Onun hikâyesi bizimkinden uzun. Muhtemelen
kökleri de öyle. Ele geçirdiğimizi, elde ettiğimizi zannettiğimiz keşiflerin
bizi ele geçiren, bizi elde eden gizli niyetleri olabileceğini akıldan çıkarmamak
gerekiyor. Meseleye böyle baktığımızda fikirde, aksiyonda, sanatta ortaya çıkan
her yeniliğin kendine has olmadığını da görmüş oluruz. Goethe, hiçbir düşünce
bize ait değildir, der. Düşünceyi, onun bize ulaşana kadar yaptığı yolculuktan
bağımsız düşünemeyiz. Hepimiz gördüklerimizi, işittiklerimizi, okuduklarımızı
yeniden kurguluyoruz. Belki terkiplerin özgünlüğünden söz edebiliriz. Ait olmak
dediniz, bu önemli. Bir fikre, bir buluşa ait olmak söz konusu değilse zaten ortada
bir gösteri var demektir.
24.
Jung'un "kolektif bilinçaltı" keşfinin en
görünür pratiği güncel edebiyatta olduğunu söyleyebilir miyiz? Kendi
yörüngemizde olsak dahi zihin, his, gündem akışımızı yazdıklarımıza yansıtarak
kolektif bir bilinçaltı yaratıyoruz hepimiz. Tesir kudretimiz, etkileşim
gücümüze göre kolektifin titreşimini belirliyoruz. Kolektif titreşimin,
popülerin gürültüsü, hâkim jargonların ve bilindik var olma biçimleri arasında;
bu kolektif gürültünün uzağında insanın kendi sesini bulması ne kadar mümkün
sizce?
İnsanın kendi sesini bulması biraz fedakârlık ama çokça sessizlik gerektiriyor. Kolektif gürültünün bize sağladığı zihinsel konforu düşünün. Hazır sorular, hazır cevaplar, hazır pencereler, hazır mutluluklar, hazır öfkeler. Artık bir noktadan sonra ortada bize ait bir şeyin olup olmamasının önemi kalmıyor. İdeolojiler bu işin ustasıdır. Herkes yerine düşünülmüş, herkes yerine kotarılmış çözümlerle insanlar büyülenir, bir hayale inandırılır. Gariptir, insan güzelden çok güzeli hayal etmeye teşnedir. Çünkü güzel yorar. Kendi sesini bulmak, cemiyetin gürültüsünden, planyasından, emniyet dairesinden uzaklaşmayı ve basılacak taşları dürterek, yoklayarak seçmeyi, yeri geldiğinde devrilen sütunlar, çöken tabular, tutuşan hatıralar görmeyi gerektiriyor. Evet, kolektif bütün zincirlerin oluşmasında payımız var. Şuan ellerimizden, ayaklarımızdan ve en kötüsü de zihinlerimizden sarkan zincirlere dikkatli bakarsak her bir halkanın bir insan şeklinde olduğunu göreceğiz. Ne kadar acı, değil mi? Yeryüzündeki bütün körlükler insan icadıdır. Sizin sorunuzu izninizle dönüştürmek istiyorum. Ellerimizden, ayaklarımızdan ve zihinlerimizden sarkan zincirlerden kurtulmak ne kadar mümkündür? Her insanın acı eşiği, entelektüel ıstırap cesareti, onun özgürlükle arasındaki mesafeyi belirleyecektir. Özgürlükle. Yani kendi sesiyle.
25.
Her benin kendi ekseni, kendilik yörüngesi var. Öz,
kendi âlemimizin ana noktası. Taklitle yörüngeyi kaybeder; tesirle eksenden
uzaklaşırız. İnsanın özüne varması, kendiliğini elde etmesi için eksenini ve
yörüngesini çok iyi tayin etmesi gerekiyor. Kendinizin ekseni nereye düşüyor?
Hayli zaman sonra, belki biraz da gecikmiş olarak bir şey fark ettim. İnsan şahsiyeti hiçbir hakikat uğruna harcanamaz. Uğruna insanların şahsiyetlerinin harcandığı hakikatler, sahtedir. Bunu biraz buyurgan, didaktik bulabilirsiniz. Sorun değil. Karşımızdaki tazyik nahif bir direnişe olanak vermiyor. Bu sözle insan onurunu hakikatin üzerine mi çıkarıyorum? Belki evet, belki hayır. Ama bir ölçü kazandırıyor bana. Kolayca savrulmaya hazır zihnime bir hudut dayatıyor. Tekrar etmek istiyorum: İnsanın nesneleştiği, araçsallaştığı, dolgu malzemesine dönüştüğü bütün niyetler, art niyetlerdir. Çevremizde, bizi yolumuzdan alıkoymak için hazır bekleyen envaiçeşit renk, koku ve tat var. Biraz bencil bulabilirsiniz ama benim eksenim, tam olarak kendi şahsiyetimdir. Onu elde etmek için nelerimi feda ettim, bilemezsiniz.
Kendinin Kâşifi
26.
Kierkegaard, “yola çıkmak kendi benliğinin farkına
varmaktır” diyordu, siz ne zaman yola çıktınız?
Başkalarıyla aramızda
konuşmakla, sevmekle kapanmayan mesafeler olduğunu fark ettiğinizde artık
yerinizde kalmanız imkânsız. Yola çıkıyorsunuz. İnsan yola çıktıktan çok sonra
benliğinin farkına varıyor. Başlarda herkes gibi neden yola çıktığıma dair bir
soruya verilecek cevaplardan mahrumdum. Yol boyunca pek çok vadiye inip pek çok
dağa tırmandıktan, düşe kalka yürüdükten sonra anlıyorsunuz ki benlik bizatihi
bu yolculuğun güzergâhından, duraklarından, kıvrımlarından oluşuyormuş.
27.
Ayn Rand, her tür keşif yanılgısı için keşif
zorunluğunu işaret ediyor: "Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu nasıl
söyleyeceğini, kendi yanlışlarını nasıl düzelteceğini insan kendisi keşfetmek
zorundadır. Kavramlarının, hükümlerinin, bilgisinin geçerliliğini kendisi
keşfetmek zorundadır." Keşfetmek zorunda olduğunuz o şey neydi?
Hürriyet! Bir
metni birinin elinde saman kâğıdına, öbürünün elinde alev alev yanan ocağa; bir
kitabı birinin gözünde ölü denize, öbürünün gözünde fırtınalı okyanusa
dönüştüren sır, kişinin karakteriyle alakalıymış gibi gözükse de gerçekte
hürriyete olan sadakatiyle ilişkilidir. Ekseri bize hak veren kitapları
okumaktan haz alırız, seslerimizi boşluğa düşürecek seslere tahammül edemeyiz.
Böyle olunca da okumak, sonu gelmez bir kendini tekrarın, sağlaması yapılmaya
yapılmaya büyüyen bir yanılgının kollarında değerini yitirmekle kalmaz, aynı
zamanda duvarları özgürlük posterleriyle dolu bir hapishaneye dönüşebilir.
Evet, okumak yani özgürlüğün o kadim sırrı, bir hapishaneye dönüşebilir. Yollar
simülasyon, ufuk yağlı boya, koku sentetik olabilir. Dört duvar arasında
kendini özgür zanneden insan esaretin belki de en beterini yaşar. Çünkü onun
bilinci gönyesini yitirmiş, tam da esareti hürriyetten ayırt edecek yerinden
dumura uğratılmıştır. Güneş bütün ihtişamıyla yerinde durmaktadır lakin ondan
istifade edecek gözler zedelenmiştir. Artık o kendi gerçekliğiyle baş başadır.
Aldanışın en dokunaklı biçimi budur. Platon’un alegorik mağarasında hâlâ
insanlar yaşamaktadır. Ellerinden ve ayaklarından zincirlenmiş insanlar, ışığa
sırtlarını dönüp duvara karşı oturmaktadır ve nesnelerin duvara yansıyan
gölgelerini yegâne gerçeklik zannetmektedirler. Aksini görebilmek için gözleri
acıtan ışığın geldiği yöne bakmak gerekir. Dünyanın ilk gününden beri bu
böyledir: “Bilmek acı verir.”
28. Herman Hesse “Bir insandan nefret ederseniz, onda olan ve sizin de bir parçanız olan bir şeyden nefret edersiniz. Kendimizde olmayan şeyler bizi rahatsız etmez.” diyerek kendimizde kör olduğumuz yerleri işaret ediyor. Kendi karanlığımız ötekinin yüzünde görünür bazen. Başkalarında katlanılmaz görülen o şeyler; insanın kendinde keşfedemediği karanlığın öteki yüzüdür aslında. Karanlıklarınız hakkında ne söylersiniz?
Tanrı’dan nefret edenlerle Tanrı’yı, şeytandan nefret edenlerle şeytanı birbirine bağlayan bu tespit beni ürkütmekle kalmıyor, her şeyi yeniden düşünmek gibi yorucu bir yokuşa sürüyor. Şuanda muhtemelen Herman Hesse’nin bu dehşetengiz tespitiyle karşılaşan herkesin yapacağı şeyi yapıyor ve durup kendi nefretlerimi gözden geçiriyorum. Böyle midir gerçekten? Böyleyse içimden sadece ağlamak geliyor. Bu sorudan muafiyet diliyorum.
29. En çok taklit edilen şeylerden biri arzu, arzunun ta kendisi. Şuursuzca tesirinde kaldığı insanların gizil arzularını arzulamak, onlara has, ait ve özgü olan şeylerin tesirinde kalıp taklit fikirler geliştirmek kendinin kâşifi olamayanların belirgin bir özelliği. Arzular, keşif ve kendiniz üzerine ne söylersiniz?
Gerçekte insanın çok acıklı bir zaafından söz açtınız. Sadece sevmeyi ve nefreti değil, arzu etmeyi de kopyalıyoruz. Şuan pek çok kişi, kendisine ait olmayan heveslerin, arzuların peşinden koşuyor. Tarihin her aşamasında kendini tekrar eden bir aldanış bu. Ama modern dünya, aldanışı da yüceltti. Onu savundu, neredeyse ritüele dönüştürdü. Arzularımızı kendimize has kılmanın, herkeste işe yarayacak bir formülü ne yazık ki yok. Düşünsenize. Doğuyoruz, en yakınımızdan itibaren başlıyoruz etkilenmeye. Yalıtım imkânsız. Kaldı ki yalıtım, ilkelliği doğurur. Başımız daha büyük şeylerle derde girer. Ölümün farkındayız. Sonsuzlukla göz göze gelen insanlarız ve hikâyemizin sekteye uğramasından ödümüz kopuyor. Ölümün gölgesinde yaşayan mahlûklar olarak arzularımızın özgünlüğünü ne denli muhafaza edebilir, ne denli kendimize has kılabiliriz? Abraham Maslow, ölüm olmasaydı insanın tutkuyla sevip sevmeyeceğinden boş yere şüphe duymuyor. Arzularımızın kökeninde ne var? Hayvani yanımız, ruhani yanımız, korkularımız, faniliğimiz, hangisi? Nedir şu mavi göğün altında durmadan başımızı döndüren, durmadan içimizi bulandıran o büyük tatminsizlik? Kierkegaard, “düz insanı” tarif ederken onun, diğer insanları izleyip taklit etmekle kalmadığını, aynı zamanda arzu ve zevk gibi duygularla da kolayca birleşebileceğini söylüyor. Pek çoğumuzun gerçek bir benlik kazanamadan ölüp gitmekten başka seçeneği yok. Arzu hakkında sorunuz o kadar değerli ki. Çünkü onun, benliğin varlığı veya yokluğuyla birinci göbekten akrabalığı var. Belki bir insanın kendine karşı en büyük keşif ödevi, kendi gerçek arzularına erişmek için sarf edeceği gayrettir.
30. İnsan kendini özleyebilir mi? İnsanın kendini özleyebilmesi için o kendiliğe bir vakitler olsun varmış olması gerekir. Peki ya kendi olamamış bir insan? O insan neyi özler? Hasreti hep başkaya, başkalarına olan kendini özleyebilir mi peki?
Bu soruyu başka
bir soruyla karşılamak istiyorum. Hani İsmet Özel diyordu ya: “söyleyin aynada
iskeletini görmeye kadar varan kaç kişi şunun şurasında?” Merak ediyorum,
aynada iskeletini görmeye kadar varan insan gerçekten kendisini özleyebilir mi?
Özlemeye değer bulur mu? Yoksa o da “kendi olamamış” kişiler gibi hasretini
başkalarına mı tahsis eder? Bir zamanlar karşılaştığı ve kendi sandığı
yanılgıları mı özler? Bunun üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Kendimizle gerçek manada
göz göze geldikten sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kanaatindeyim.
Kendimiz sandığımız pek çok kopyamızla karşılaşmışızdır. İnsanlar her sabah
ayna karşısında kendilerine ait bir kopyayla karşılaşırlar. Çok derinlerde bir
savunma mekanizması, hayata ancak bu şekilde katlanabileceğimizi, kopyalar icat
ederek direnebileceğimizi fısıldıyor bize. Direnmek, tamam ama neye karşı?
Kendi küçük hikâyemizle varoluşun büyük hikâyesinin buluştuğu tehlikeli longozlara
karşı. Kalıp savaşmak bırakıp kaçmaktan her zaman zordur. Pek çoğumuz kaçmayı
ya da kalıp görmezden gelmeyi tercih ediyor. Çünkü sembolik kimliklere sahibiz,
sembolik amaçlarımız var. Uygarlık tuğlalarını bizim maskelerimizden
devşiriyor. Kirli bir uzlaşı. Modernite insanlara kendilerinden uzaklaştırmak
için yeni imajlar, maskeler, kişilikler, kariyerler, semboller üretti; insanlar
da kendileriyle yüzleşmemek için onları satın aldı. Hepsi bu. Eskiden modern
dünyanın kendini, ölüme karşı inşa ettiğini düşünürdüm. Şimdilerdeyse modern
dünyanın kendini, insan gerçekliğine karşı kurgulandığı kanaatindeyim. Bu
çarkın dönmesi için kimsenin kendi olmaması, kendisiyle karşılaşmaması
gerekiyor. Sizin de dediğiniz gibi bütün emel ve arzularını başkalarına
yöneltmesi, başkalarına odaklaması icap ediyor. Hâliyle hasretini başkalarına
hasreden kişi, bir zaman sonra kendi özüyle arası iyice açılacağından öyle bir şeyin
varlığından bile haberdar olmadan, kuşku duymadan bu dünyadan geçip gidecektir.
Kendisiyle karşılaşanlar mı? Onları gözlerindeki kederden tanıyoruz.
Var olma Biçimleri
31. Bir Vazgeçiş Sanatı: Bartleby Sendromu
Bir sanatçıyı sanatını yaparken seyretmek, sanatın kendisinden daha sanat bazen. Bir sanatçıyı, sanatçı yapan sanattan vazgeçmesi de sanat olabilir mi peki? “Bartleby Sendromu” deniyor: Sanatçı ruhu, yeteneği, yaratma kudreti olduğu halde çeşitli nedenlerden, nedensizlikten, nedenin ne olduğunun dahi bilinmediği durumlardan dolayı sanatçının yaratmaktan vazgeçmesi hali. Sanatın intiharı budur belki, yaratmaktan vazgeçmek. Yoklukta bir varoluş; vazgeçişin sanatı. İnsan bir şeyi yapabilecek kudreti, istidadı, potansiyeli olduğu halde yaratmaktan neden vazgeçer sizce?
Pek çok şeyi aynı anda ima etmiş oldunuz. Sanatı bir varoluş biçimi olarak okuyan bizler, sanatçının yok oluşunu hangi gramer üzerinden okuyabiliriz? Sanatın intiharı da sanata dâhil midir? Sorular ufkumuzu açabilir. Bir kere peşinen söylemek gerekir ki vazgeçiş şiirsel bir eylemdir. Onda bir sanatçıya lazım gelen yüksek erdemleri aynı anda buluruz; cesaret, sessizlik, kadercilik. Ne var ki sanatı, varoluş biçimi olarak belleyen zihnimde bu tavrı oturtacak bir yer bulmakta zorlanıyorum. Yokluğu varoluşun bir merhalesi olarak gören mutasavvıflar için buna kolayca bir yer bulmak mümkün olsa gerek. Nitekim geleneksel metinlerde, kitaplarından ve statüsünden vazgeçip nefsini/egosunu ayaklarının altına alan dervişlere rastlarız. Söz konusu modern sanatsa iş değişiyor. Vazgeçişin şiirsel bir tutum olduğunu söyleyebiliriz ama şiir olduğunu iddia edemeyiz. Şiir Yunus’un dile döktüğü, varlık sahasına sürdüğü hikmetlerdir. Sözgelimi onun çağdaşı olan ve tekkede susmayı tercih eden öbür dervişin yaptığı değil. Öte yandan yapabilecek kudreti, istidadı, potansiyeli varken vazgeçmek, eğer bir tembellik değilse, çok büyük bir parlamanın, aydınlanmanın neticesi olabilir. Bizler fanilik bahçesinde açan gülleriz ve hikâyemizin solucanların karnında son bulmasına razı olmadığımız için sanatla aşkın olana meylediyoruz. Şimdi kendime soruyorum. Sanatı sonsuzluğa meyletme çabası olarak tarif ettiğim zaman yaratımdan vazgeçen kişiyi sanatın uzağına nasıl itebilirim? Gayeler bizi birbirimize yaklaştırıyor. Tıpkı sanatı bir yakarma biçimi olarak tanımlayan Tarkovski’ye göre bütün sessiz yakarışların sanatın parçası olduğu gibi.
32. Varlıklar adedince var olma biçimleri yok mudur? Var olma biçimleri varlığımızı da ifşa eder mi? Her varlığın var oluşu kendine göre midir? Varlık ve var olma biçimleri arasında kendi varlığınızdan hareketle siz bir bağlam kurarsınız?
Bir öykücü olarak bu sorunun kökleriyle kelimelerle iştigal ederken karşılaştım. Her bir kelimenin insan sayısınca anlamının olduğunu fark ettiğimde. Aynı evin içinde aynı sözlerle konuşup aynı kahvaltılara oturduğumuz kişilerle bile aramızda dil ve anlam farkı var. Bu, var olma biçimimizle ilgili. Biricikliğimiz bizim varoluşsal yalnızlığımızın kaynağı aynı zamanda. Asıl mesele, kendi var olma biçimimizi diğer insanların var olma biçimleriyle nasıl yüzleştireceğimiz? İki yolumuz var. İçe kapanabilir, bencilleşebilir, kendi var oluşumuzu merkez kabul ederek diğerlerini nesneleştirebiliriz. Ya da kendi var olma biçimimizle diğer insanların var olma biçimi arasında bir uzlaşı geliştirebiliriz. Uyum değil. Uyum var olma biçiminin çoğu zaman düşmanıdır. Uzlaşıyla bir anlayış, bir tahammül siyaseti olarak, varoluşun biricikliğini popülizme meze yapmayan koruyan bir tavır. Bütün sorunlarımızın gelip düğümlendiği noktadayız şuan. Başka var olma biçimleri bizi neden ilgilendiriyor? Evet, yapayalnız bir adada yaşıyor olsaydık ve bizi biz yapan algı zincirini kendi ellerimizle örmüş olsaydık (ilkel varoluş biçimi) başkalarının var olma biçimleriyle ilgilenmeyebilirdik. Benlik dediğimiz şeyin anne karnında başlayan kompleks ve alıngan bir sürecin nihayetinde ortaya çıktığını on dokuzuncu yüzyılda öğrendik. Şimdi öteki benliklerle, öteki var olma biçimleriyle, (hadi açık açık söyleyelim) öteki hakikatlerle siyasetimizi nasıl geliştireceğimizi bulmamız gerekiyor. Bize uzak ve zıt var olma biçimlerini anlamayı başardığımız zaman, öteki var oluş biçimleriyle aramızda bir uzlaşı meydana getirmek için önemli bir adım atmış olacağız. Scott Fitzgerald, “Birinci sınıf zekânın varlığının kanıtı, zihninde aynı anda iki karşıt fikri tutabilme yeteneğidir.” diyor. Ancak zıt fikirleri zihninde tutabilen bir kişi, kendi var olma biçimini, ötekilerin var olma biçimlerini incitmeyen bir yerleşke kurmuş demektir. Sizin sorunuzun özünü teşkil ettiği hâlde konuyu kendime getirmemek için sözü biraz uzattığımın farkındayım. Kendime gelmekten kaçınıyorum çünkü kendi hikâyem netameli bir yerden geliyor. İlk gençlik yıllarımı, hakikat tekelciliğinin matah bir şey zannedildiği bir iklimde geçirdim. Buyurgan, didaktik, indirgemeci çözümlere sırtını yaslayıp dünyanın geri kalanını kendi var oluş biçimiyle terbiye etmenin nevrotik hazzını şimdilerde utançla anımsıyor olsam da başka insanları kolayca kurtuluş gemisinin dışına itmenin içinde saklı o faşist eğilimle, bencil özle, kötücül niyetlerle onca yıl nasıl sarmaş dolaş yaşamışım, bilemiyorum. Hâlen ara sıra soruyorum kendime: Sadece benim gibi düşünenlerin kurtuluş gemisinde olduğu fikrine onca yıl nasıl tahammül ettin?
33. Ulus Baker “dostum başka bir kendimdir ve onun erdemini gözlemlerken kendiminkini görür ve tanırım" diyerek kendiliği dostça çoğaltıyor. İnsan kendisi olmaya ve kendini bulmaya, ona kendini hatırlatan dostlarıyla da erişebilir mi? "Her kuş kendi cinsiyle uçar" mı? Dostluk ve kuşların uçuşu üzerine neler söylersiniz?
Dostlarımız, talihin bize teselli olarak sunduğu gölgeliklerdir. Bizi kaybolduğumuzda bulurlar, yoldan çıktığımızda uyarırlar, nefesimiz kesildiğinde nefeslendirirler. Biz dostlarımızı kendimiz seçtiğimizi sanırız. Doğrusu ben de öyle sanırdım. Şimdiyse ruhlarımızdaki savaş yaralarının bizi birbirimize çektiğini düşünmeye başladım. Şahsen ben dostlarımda kendi insani sınırlarımı görürüm. Bir dostluğu, kendilik yolculuğumuza halel getiren zorunlu paydaşlıklardan, birbirini yoran ilişkilerden ayıran, beraberken sürekli konuşmak zorunda hissetmememizdir belki de. Zaman zaman birbirimize karşı susmamız, susabilmemiz. Elbette her kuş kendi cinsiyle uçmak ister. Ama her kuş kendi cinsiyle susmak da ister.
34. Konforun en fenası zihniyetteki değil midir? En güzel yola çıkış kitaplarından birinin yazarı olan Ian Dallas, Gariplerin Kitabı’nda şöyle diyor; "Eğer hakikati arıyorsanız, hayatınız asla eskisi gibi olmayacaktır.” Huzur müptelalığı, dinginlik özlemi, ahlak bekçiliği, zihnimizdeki taşra… Hiçbiri zihniyetteki göçü başlatmıyor. Tekâmül istiyorsak göçü de, seferi de, ıstırabı da göze almak zorundayız. Siz ne zaman göç ettiniz?
Mağaradan ne zaman
çıktığımı soruyorsunuz. Sadece tembeller değil, korkaklar da zihinsel
konforlarını bozmayı göze alamazlar. Aksine o konforu sürdürebilmek adına
gerekirse gün gibi aşikâr gerçeklerin kolunu kanadını kırmayı yeğlerler.
Gerçekte insan ve hayat, karşılıksız bir soru olarak birbirine bakar. Bu
karşılıklı sessizliği “okuyarak” aşmaya yeltenenlerin göze alması gereken daha
büyük bir sessizlik vardır. Kendi deneyimim bana öğretti ki bir kalbe binbir
iniş çıkış, binbir telaş sığdıran âdemoğlunun dünyadaki yolunu kısaltacak
gizemli bir patika, büyülü bir reçete yokmuş. Mağaradan, salt dışsal bir seslerle
çıkmak mümkün değilmiş. Bizi o karanlıktan dışarı çıkmaya davet eden pek çok
sesin, başka mağaralara davet ettiğini hatta duvarları parıltılı, özgür
hissettiren manzara resimleriyle kaplı hücrelere çağırdığını fark ediyorsunuz.
Sanırım dışarı çıkmanın yolu, biraz kendimle çetin bir mücadeleye tutuşmaktan
ve kitabın içinden sızan ışığa doğru yürümekten geçti benim için. Bu yürüyüşte
o göz yakıcı aydınlığa tahammül, gölgelerle hesaplaşmak ve kapıları tek tek
yoklamak varmış. Her seferinde tam buldum zannederken kaybetmek, yeniden yola
koyulmak, yeni baştan aramak. Eskiler, aramanın bulmak kadar değerli olduğunu
söylerler. Herkesin buldum diye çığırtkanlık yaptığı bir zamanda aramaya devam
etmek güzel bir bulmak şeklidir belki de. Kim bilir?
35. Dişil yazı, Feminist düşüncede bir var olma biçimi olarak varlığını koruyor. “Eril Tahakküm”, Eril Şiddet’e karşı neler söylersiniz? Eril tahakküme karşı eril şiddetin yöntemini kullanmak bir çözüm müdür? Yoksa eril tahakküme karşı yeni bir dişil yöntem mi bulunmalı? Eril Tahakküm ve Hélène Cixous’nun Dişil Yazısı bağlamında bu konuya ilişkin neler söylersiniz?
Aslında sorunun cevabını da vermiş oldunuz. Yeni bir dişil yöntem, belki hepimiz için öğretici ufuklara kapı aralayabilir. Edward Said’in bir sözü var: “Afrika’yı tasavvur etmek Afrika üzerine savaşa girmektir.” Afrika üzerinde konuşmaya başladığımızda hiç farkında olmadan sömürgeci dile hizmet etmiş olabileceğimize dikkat çekiyor. Eril şiddet ve kadın mağduriyeti üzerinde konuşmanın da bu nevi bir risk barındırdığını düşünüyorum. Kadınların yaraları hakkında konuşmaya başladığınız andan itibaren onların yaralarını derinleştirebilirsiniz. Kadınların (ve kadınlığın) tarihsel, sosyal, politik ve psikolojik seyri üzerinde konuşmak çokça dikkat gerektiriyor. Hélène Cixous’nun tepkisinde Hegel’den ziyade Freud’a yöneltilen eleştiriyi anlamak benim için zor oldu. Freud’un kadın, erkek, çocuk, yaşlı demeden insan hakkında kıyıcı, sert ve yer yer takıntılı tespitleri arasından kadınlara özel bir mağduriyet çıkarmak için başka sebeplerle birikmiş bir öfkenizin olması gerekir. Şeytan üzerine yazdığım kitabın bir parçası olarak yakın zamanda Batı’da bir akıl tutulmasını andıran cadı avı üzerinde hayli okuma yapma fırsatı buldum. Yüzbinlerce kadının tutuklandığı, soğuk sulara batırıldığı, diri diri yakıldığı üç yüzyıllık süreci göz önünde bulundurarak söyleyecek olursak, Batı’da tepkisel bir damarı temsil eden feminizmin geç kaldığını bile ifade edebiliriz. Ama bir mağduriyetten evrensel bir norm çıkarmaya kalkıştığımızda ise sadece eril dili yeniden yürürlüğe sokmuş olmayız, bütün normlar gibi genelleyici, indirgeyici bir tavır takınarak düşünceyi kürtaja tabi tutmuş oluruz. Bir üçüncü örnekle meramımı izah etmeye çalışayım. Baudelaire’in şiirinde kadın peridir, tanrıçadır, büyücüdür, Meryem’dir, kötülüktür, yılandır, vahşi hayvandır, bütün evreni yatağına alan fahişedir, cennettir, cehennemdir, rahibedir, şaraptır, duldur, yargıçtır. Bu kadar çok şeye dönüşen kadın, onun fanilikte ebedî olanın imkânlarını yoklayan poetikasında, aslında şeytanın ta kendisidir. Bütün bu özellikleriyle şair o şeytana tapar. Baudelaire, kadınların tensel yanına o kadar vurgu yapar ki nihayet ten kaybolur ve tinsel bir yeltenişin kapısı aralanır. Yani toplam sonuç, argümanların üzerinde bir anlamın doğmasına neden olur. Freudyen veya post-Freudyen yaklaşım, insan kişiliğinin özgürleşmesine öyle ciddi bir katkıda bulundu ki cinsiyet ayırt etmeksizin bütün insanlık bundan istifade etti. Bunu inkâr edemeyiz. Hataları, abartıları, takıntılarıyla Freud’un kadın varoluşuna toplam katkısını bile göz ardı edebilen bir muhakemenin, diğer pek çok konuda da bizi yanlış çözümlere ulaştıracağı kanaatindeyim.
36. Jean Jack Rouesseau’nun Juvenal’dan alıp, yazgısına belki de mahlas seçtiği o tanım: Vitam Vero Impendenti. Sözlükler bizi kandırmıyorsa “hakikat uğruna yaşamını riske atan kişi” anlamında. Bedelini ödediğiniz bir gerçeğe eriştiğinizi düşündünüz mü hiç?
Kendi izleğimden devam edeyim. Mağaradan dışarı çıkmanın bedeli her zaman ağırdır. Ebediyen seyyah kalabilirsiniz, yağmurda tipide sığınacak bir ev, yurt bulamayabilirsiniz, en yakınınızdaki insanlarla aranıza devasa uçurumlar girebilir. Hakikate sadakat çoğu zaman başka büyük ihanetleri beraberinde getirecektir. Aynı metinleri okuduğu hâlde başka sonuçlara varan insanların arasındaki farkı düşünün. Ben kendi küçük yolculuğum boyunca, mağaradan dışarı adımımı attığım ilk andan beri büyük bir huzursuzluğun gölgesinde yol aldığımı itiraf etmek isterim. Ara sıra bulduğum dingin sularda kendi yüzüme bakıp özgürlük için bunca şeyi feda etmeye değer miydi, diye sorduğum oluyor. Eğer bir bedelden söz edeceksem, bu yapışkan huzursuzluğu söyleyebilirim.
37. Kendini hatırlamak… Kendinize, kendiliğinize dair hatırladığınız ilk şey neydi?
Kendime dair hatırladığım ilk şey iyi dostlara, anlayışlı bir çevreye sahip olmama karşın tepemde durup bir türlü dağılmak bilmeyen o yalnızlık bulutudur. Onu aynaya baktığımda yüzümün ortasında da görüyorum. Bana ait olduğunu, benim nefes alıp vermelerimden yaratıldığını bildiğim hâlde ondan kurtulamıyorum. Yanlış anlaşılmak istemem, ondan çok da mustarip değilim. Yolumu büsbütün kaybettiğim kimsesizlik anlarında Tanrı’yla aramdaki bağın bu yalnızlık duygusu sayesinde devam ettiğinin de farkındayım.
38. Dücane Cündioğlu’nun "Yaşamda en değerli şey kendiliktir. Kendiliğinden mahrum olanların en büyük sorunu; değerli değil önemli olanın peşinden koşmalarıdır" sözü faydalı, önemli ve değerli ayrımına götürüyor insanı. "Faydalı, Önemli ve Değerli" olan mukayesesini siz nasıl bir hiyerarşide konumluyorsunuz?
Önem ve fayda aklın ölçü birimidir. Yani dışımızdaki dünyanın. Modern kapitalist toplum, kendini bu iki kavram üzerine inşa etti. Değerse ruhumuza ait bir kazanım olarak hesapsız kitapsız bir yerde durur. Cündioğlu’nun meseleyi kendilikle ilişkilendirmesi çok anlamlı. Kendilik, her şeyden önce dış dünyayla alışverişi asgari düzeyde tutmanın, içe bakmanın, içte yürümenin, içte yücelmenin doğal sonucu.
39. İnsan bazen kendisi olmayı unutur. Korkunca. Kaybolunca. Kaybedince. Kendilik cesaretini de kaybederse bir daha asla kendisi olamadan bir yabancı gibi özler kendini. Kalabalık başkalıklar arasında.
Bazen kendimiz sandığımızı kaybetmeden gelemeyiz
kendimize. Kaybettikçe sahip oluruz kendiliğimize. Olmayandan, olamayandan,
olmayacak olandan bahsetmek; oldum demek için değil, olanın ahkâmını kesmek
için değil, olması gerekenin hükmünü vermek için değil. Olmak çabası sadece. Olamamak hıncıyla her şeyi olan hiç kimse
olmaktansa; her şeyini kendi olmaya sarf edenlerden olmak; hınçsız ve kimsesiz:
Olmanın Kendi Hâli.
Önemsenmeyen ya da faydasız görülen değerlerin değerini yalnızca o değerlere sahipler değerlendirebilir. O değere varanlara da eşsiz bir kudret bahşedilir: Kendilik Cesareti.
Yaratma Cesareti (Rollo May), Olmak Cesareti (Paul
Tillich / Kemal Sayar), Hakikat Cesareti (Michel Foucault), Yazma Cesareti
(Nihan Kaya) ve Kendilik Cesareti. “Kendilik Cesareti” ifadesi bana ait olsa da
benzer çok fazla kullanım var. Siz Kendilik Cesaretini nasıl tanımlardınız?
“Kendilik cesareti” zengin çağrışımları olan bir terkip. En yalın hâliyle bende uyandırdığı karşılık şöyle: Yapayalnız kaldığımda bile beni ayakta tutacak şeylere inanmak. Kalabalıklar içinde alınan nefeslerin, söylenen sözlerin, atılan adımların kimsesizlik anlarında bizi korumayacağını biliriz. Işıklar söner, yağmur diner, sesler çekilir. Yaşamımızda defalarca olur bunlar. Defalarca kendi kıyılarımıza vururuz. Gördüklerimizden şüphe ederiz, şüphe ettiklerimizden korkarız. Olmak bir lüks değil, yaşamı göğüslemenin asgari şartıdır artık. İşte orada “kendilik cesareti” bizi ziyan olmaktan korur.
40. Clarissa P. Estes, Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında “Kendin olmak zor, yıpratıcı, tehlikeli ve riskli. Ama sana dayatılanları yaşamaktansa o riske girmelisin. Unutma: hem kalıp hem gidemezsin.” diyor. Napolyon ise “taklit edilemez tek şey” diyor cesaret için. Şuursuzca tesirinde kaldığı herkesi, her şeyi taklit edebilen insan cesareti taklit etmeye cesaret bulamıyor. Kendi olma cesareti gösterenler bu yüzden çok az. Siz, kendilik cesaretine sahip olduğunuzu düşünüyor musunuz?
Endişeyle cesaretin kökleri, derinlerde bir yerde buluşuyor. Buluşmakla kalmıyor, gizemli bir alışveriş içine giriyor. Apayrı iki ağacın, toprağın altında devam eden yasak aşkı. “Kendilik cesareti”, derinlerde harlanıp duran kendilik endişesinin sonucu olarak harekete geçer. Herkesleşmenin sağaltıcı limanından ayrılmak, gövdemizi büyük dalgalarla test etmek şüphesiz kolay değil. Bu cesarete ne ölçüde sahip olduğumu bilmiyorum ama içimde gezdirdiğim kimsesizlik duygusu, beni ayakta tutacak şeylere inanmaya icbar ediyor, bunu söyleyebilirim.
41. Roy Boyne, Foucault ve Derrida’nın
metinlerindeki derin “sezdirimler” için metnin “dedektif gibi” okunmasını
söylüyor. Hayatın en iyi kitap olduğunu bilerek dedektif gibi okumalı belki de.
Asla “yüzeyde ve görünen” anlamlarıyla yetinmeyerek.
Eserlerinde şeytanın mahrem karanlığında üstelik ona kapılmayarak yürümeye cesareti gösteren Emin Gürdamur; şeytana, onu bir ilham motifi olarak kullanmaya ve şeytan metaforundaki “derin sezdirimlere” dair ne söyler?
Şeytanın “yüzeyde ve görünen” anlamı, magazinseldir. Bir gerçeğin magazini o gerçeğin anlamını dramatik şekilde örter. Şeytanın teolojik, folklorik, edebî ve psikolojik katmanları peşinde yaptığım yolculuk, başlarda değilse bile sonlara doğru benim için bir anlam keşfine dönüştü. Bilirsiniz, anlamaya çalışmak çoğu zaman baş etmeye çalışmaktır. Şeytan gibi tarihle yaşıt bir tecrübenin, nasıl yorucu çağrışımlara kapı aralayacağını, yüzleşmelere zemin hazırlayacağını siz düşünün. Onun varlığı, kötülük sorunundan eskidir. Kötülük, kaynağı ve niteliği itibarıyla tarih boyunca insanoğlunun zihnini meşgul eden temel sorunlardan biridir. Geleneksel dönemde şeytan, kötülüğün ontik kaynağı olarak görüldü. İnsanla kötülük arasına giren bu mesafeden muhtemelen en çok şeytan memnun olmuştur. Gerçeküstü varlıkları, mitolojik fenomenleri hallaç pamuğu gibi savuran pozitivist rüzgâr, onu tarihin en büyük uydurması, teolojinin gereksiz ayrıntısı olarak nitelendirildiğinde yine kazanan şeytan oldu. Aydınlanma deneyimlerinde o, insan karşısında yeni bir görünmezlik pelerini elde etti. Baudelaire’in dediği gibi, şeytanın en büyük numarası insanları kendi yokluğuna inandırmasıydı. Onun pagan toplumlardaki düalist iktidarından tutun modern bireyin bilinçaltındaki işlevine varıncaya değin kurduğu imge krallığı, bütün kudretini insanoğlunun saplantılarından alır. Eğer bir yerde saplantı varsa orada bilincin yapacağı pek az şey kalmış demektir. Saplantılar suyunu, ruhun erişilmesi zor dehlizlerinden çeker. O dehlizlerde yaptığım sakıncalı yürüyüşlerde fark ettim ki şeytanın kültürel biyografisinin sınırlarında dolaşmakla insanoğlunun içindeki karanlık odaları yoklamak arasında fark yokmuş. İnsanın tinsel boyutuyla bu denli irtibatlı bir varlığın sezdirimlerinin kişide nasıl baş dönmesine sebep olacağını varın siz düşünün.