Varlıklar adedince var olma biçimleri yok mudur? Herkesin varoluşu, kendi varlığına göredir. Öyle değil midir? Herkesin kendisi, kendine göredir. Benzer şartların, bambaşka varoluşları vardır bu yüzden. Bu bahsin en güzel örneği Viktorya Döneminde kendi mizaçlarınca var olma cesareti gösteren Bronte Kardeşler olabilir. Birkaç yaş arayla Yorkshire kırsalında doğan bu dört kardeş (Charlotte, Branwell, Emily, Anne) birbirinden bambaşka varoluşlar ortaya koymuşlardır. Bu özelliklerini ifşa eden, Bronte Kardeşlerin meşhur portresinde dikkatli gözler için bir keşif saklı... Portrede kendi dahil üç kız kardeşini beraber çizen ağabey Branwell, bir süre sonra kendini silerek Dünya Edebiyatından da varlığını silmeyi seçmiştir sanki.
Düş Ülkeleri
İrlanda asıllı, Cambridge’deki St. John’s College’da ilahiyat öğrencisi olan Patrick Prunty; “daha asil” bir izlenim bırakması kaygısıyla yeni bir soy isim seçer kendine: Brontë (Yunanca: Gök Gürültüsü) Bu genç papazın çocukları Dünya Edebiyatına üç gök olayı hediye etmiştir adeta: Yağmur, Şimşek ve Yıldırım gibi oluşlarıyla: Charlotte, Emily ve Anne. Bu dört kardeş Papaz Evi’nin zengin sayılabilecek kütüphanesinin imkanlarını sonuna kadar kullanıp kendilerine düşlerden ülkeler, kendilik krallıkları inşa ederler. Ve 19. Yüzyılın tüm var olma zorluklarına, taşranın vahşi engellerine karşı yazının ve kitapların inzivasına çekilirler.
Anne Bronte hakkında biyografı yazan Samantha Ellis’e göre Bronte’lerin topyekûn değerlendirilmesi kişilik özelliklerinin göz ardı edilmesine yol açıyor. Ellis ayrıca aralarındaki rekabetin tetikleyici etkisinden de bahsederek Bronte Kardeşleri gelmiş geçmiş en iyi yazar gruplarından biri olarak niteliyor. Kız kardeşlerin roman karakterlerine ilham veren Branwell dışında, kardeşler arasında “daha az yetenekli ve kasvetli” bulunan Anne ile ilgili ilginç iddialar bulunuyor. Bu iddialardan biri Anne’in Agnes Grey romanının Jane Eyre’le büyük benzerlikler taşıdığı, başka bir iddia ise Anne’in en iyi kitabı olduğu rivayet edilen The Tenant of Widfell Hall romanının Charlotte tarafından basımının engellendiği iddiasıdır.
Kasvet ve Kendilik
Cesareti
Yadırganma kaygısı, kendilik cesaretini kıran en büyük varoluş engellerinden bir tanesi değil midir? Onaylanma isteği, takdir görme hevesiyle birleştiğinde kendine en büyük hasarı veriyor insanın kendisi. Bu kaygıyı yaşadıkları dönemde fazlasıyla hisseden Bronte’ler, kendilerine erkek isimleriyle mahlas seçerler. Viktorya Döneminde kadın varoluşunu kısıtlayan baskısına bir çözüm bulup “erkek mahlaslar”ı ardına saklanarak eserlerini yayımlarlar. Charlotte; Currer Bell, Emily; Ellis Bell, Anne ise Acton Bell ismini kullanır ilk kitaplarında. 19. yy. kurmaca metinlerinde kadın karakter yalnızca dişil özellikleri ile resmedilirken Bronte Kardeşler, metne kadının ruhu, zihni, kalbi, tenini getirme cesaretini gösterirler. 19. yy. eleştirmenlerinden Elizabeth Eastlake; Jane Eyre karakterinin asi ruhunun, güçlü karakterinin belirgin örneklerinden biri olarak tarif eder. Feminist izlerin görüldüğü romanlarında ve toplumsal cinsiyetin bu temsilinde kardeşler arasında da mizaç farkı göze batar: Emily romantik akımın temsilcilerinden kabul edilirken; Charlotte ve Anne Realizm akımın içinde yer gösterilir.
Varlıklar adedince olan var olma biçimleri; mizaçlar adedince de var olma stili ortaya koyuyor. (2016 tarihli To Walk Invisible: The Bronte Sisters filmi, kardeşlerin bu mizaç farklarına ve yaşamlarına iyi bir tasvir sunuyor.) Emily şiirlerinde ve bilhassa romanı Uğultulu Tepeler’de yüksek bir romantizmi dışa vururken, Charlotte ve Anne, romanlarında gerçekçi bir anlatı yöntemini tercih etmiştir. Üç kız kardeşin romanları kendi mizaç ve aşk tasavvurlarını ifşa eder niteliktedir. Hepsi de aşkı kendi ruhlarınca resmeder. Emily’nin Uğultulu Tepeler romanı aşkın ihtiras ve intikam halini; Anne’in Agnes Grey romanı ise evlilik ve aile üzerine eleştirel yorumunu; Charlotte’ın Jane Eyre’si ise bir kadının bağımsızlık mücadelesini yansıtır. Fakat hepsinde ortak olan şey cesarettir. Charlotte Bronte hayatını düşlediği gibi yaşama cesareti gösteren Jane Eyre, Emily Bronte aşkını yaşama cesareti gösteren Catherine, Anne Bronte ise Wildfell Hall romanında kocasına karşı bağımsızlığını kazanma cesareti gösteren cesur kadın karakterlerdir.
Asalet
İsyanı
Charlotte Bronte, sınıf farkının yozlaşmış asalet algısına sert darbeler vurur romanlarında. İsmet Özel’in “tevarüs edilmemiş asalet” tanımlamasıyla örtüşür niteliktedir bu yorum. Romanlarında o dönemin popüler ilmi Frenoloji ilgisini de sezdiren Charlotte, Jane Eyre romanında o dönem için yeni ve cesur bir asalet yorumu getirir. Bronte, asaletin “zengin, muteber, nüfuzlu, şöhretli, güzel, bilgili vs.” gibi sıfatlarla kutsandığı, alenen ya da gizli bir üstünlük hiyerarşisi olarak kullanıldığı 19. yy. İngiltere’sinde sıfatların kimseyi asil kılmaya yetmediğini vurgular. Charlotte’ın asaleti, en önce ruhta, şahsiyette ve hâl dilinde filizlenen şeydir çünkü.
Buradan cüretle Jane Eyre’de kendinden üst bir sınıfa mensup bir asili (aynı zamanda platonik aşkının rakibini) şu cümlelerle küçümseyebiliyordu: "Bayan Ingram gösterişliydi ama samimi değildi. Güzeldi, bir sürü parlak yeteneği vardı ama zihni zayıftı, kalbi karakteri gereği çoraktı. Özgün değildi; kitaplardan okuduğu kulağa hoş gelen sözleri tekrarlıyordu, hiçbir zaman kendisine has bir fikir öne sürmezdi, zaten böyle bir fikri de olmazdı." Ayrıca romandaki aşkı (Rochester) ve rakibinin (Bayan Ingram) flört edişine seyirci kalan karakter Jane’in iç sesi, Charlotte’ın iç sesini ve ukdeli gözlerinde anlık parlayan ateşi ele verir gibidir: "Baktım. Bakmaktan şiddetli bir zevk aldım, yine de değerli bir acıydı bu."
Yaşanmamış
Aşkların Düşten Romanları
Düşledikleri, düşündükleri hayatları yaşamayacaklarını anlayacak kadar gerçekçi olan Bronte’ler yaşayamadıklarını yazarak yaşama yolunu tercih ettiler. Yaşanmamış her aşkın onulmaz tesellisi olarak, yaşanmamış aşkının romanını yazmayı seçer Charlotte da. Jane Eyre’de geçen "kısacası bütün âşıklar gibi, ben de alışılmış yollardan kendimi uçuruma sürüklemeye başladım." Bu cümle Charlotte’ın aşk ve edebi anlayışını özetler niteliktedir. Aşkın ve hayatın tüm tehlikelerinin farkında olmak; otopsi yapar gibi bir soğukkanlılıkla kalbin ve yaşamın hallerini incelemek…
Bronte’lerin romanları ve yazgısı arasında büyük denklikler bulunur. Brüksel’de Constantin Heger ve eşinin işlettiği bir okulda öğretmenlik yapan Charlotte, Heger’e beslediği platonik hislerin yansımaları o dönem kaleme aldığı Profesör, Villette romanlarında görülebilir. Heger’ye yazdığı mektupların birinde “Fransızcayı sizin hatırınız için bütün kalbim ve ruhumla seviyorum.” diyerek örtük bir aşk ilanı eder Charlotte. Feride Güntekin[1] yazısında Charlotte’ın Heger’ye yazdığı mektupların günümüze ulaşmasının hayli enteresan bir nedeni olduğunu aktarır. Charlotte’ın mektuplarının, onları yırtıp atan Heger’nin karısı tarafından bulunup parçaların birbirine dikilmesi sonucu günümüze ulaştığını ifade eder.
Tüm kardeşlerini
30’larına varmadan kaybeden Charlotte da ancak 38 yaşına kadar yaşar. Ölümünden
bir yıl önce Rahip Arthur Bell Nicholls ile evlenir. Doğumuna kısa bir süre
kala kardeşleri gibi veremden hayatını kaybeder. Ve sonunu getiremediği Emma
isimli bir roman bırakır ardında. Belki de Charlotte düşlerinin mümkünsüzlüğünü
en güzel böyle telafi etmişti. Ve belki de asıl güzellik buydu: Muhteşem bir
tasavvur ve yaratma istidadına sahip olmak. Yaşamın tüm acılarına en büyük
teselli de burada gizlidir belki... Roman gibi yaşamayıp romanı bizatihi yazan olmak.
Rochester beklemektense Jane Eyre olmak, bir Jane Eyre yazmak ve “Charlotte
Bronte” olmak.
2 yorum:
ne kadar güzel bir yazı, ne ilham verici kadınlar..
Elisabeth Vogler;
Ben çok gençken rastlamıştım onlara. İyi ki rastlamışım diyorum, fark etmeden öyle tetiklemişler ki beni.
Yorum Gönder