Yayınlanan ilk yazım O'nun üzerineydi. Yıllar geçti... Sonra o yazının da olduğu kitabım çıktı Kasım ayında. Ve aynı Kasım'da Sezai Karakoç vefat etti. Bu kasımı asla unutmayacağım.
Sorular: Tuba Kaplan
1.Kendilik Cesareti, Muhit Kitap’tan çıktı. “Kendiliğinden, kendilikleriyle değil, reaktif bir tavırla yola çıkanlar en çok üslûp ve özgünlük konusunda sıkıntı yaşıyorlar” diyorsun buradan başlayarak özgün bir buluşla mı karşımızda olduğunu iddia ediyorsun?
Evet. Çünkü bunu kem küm ederek ya da sahte bir tevazuuyla cevaplamak kendimle ve kendi tezimle çelişmiş olduğum anlamına gelir. Fakat özgünlükten daha çok özgünlük endişesine sahip olduğumu düşünüyorum. Çünkü özgünlüğün imkanını verecek olan bu; özgünlük endişesine sahip olmak. Fakat bu herkesten farklı olduğumuz anlamına gelmiyor asla. Çünkü bu zamanda en çok farklı olmak hevesiyle sıradanlaşıyoruz. Ben farklılık hevesiyle başlamayan bir kendilik inşasında olması gereken bir özgünlük endişesinden bahsediyorum. Kendine benzemeyen başkası oluyor çünkü.
Evet ve hayır. Nasıl sustuğumuza bağlı çünkü. Ben iç sesimle yazıyorum. Reel yaşam bize kendi sesimizle; iç sesimizle konuşma imkanını o kadar az sunuyor ki ben de yazarak iç sesimi dışarı çıkarıyorum aslında. Bu durumda dış sesim susmuş oluyor ve iç sesim yazıyla dışarıya çıkma imkanı buluyor.
3.“İnsan cesareti taklit etmeye cesaret bulamıyor. Kendi olma cesareti gösterenler bu yüzden çok az. Kendilik cesareti korkutur çünkü.” diyorsun. Sen korkmuyor musun yani?
Çok ve hiç… Korkuyla tutkulu bir ilişkim var. Hayatımda ünsiyet kurduğum hisler olumsuz hisler oldu genelde; yeis, kaygı, korku, intikam… Bu durum bana büyük avantajlar verdi ama olumsuz her duygunun en uç noktasına ulaşarak haddini aşan şey zıttına döner durumunu yaşadım sanırım. Öyle çok korktum ki; cesarete yaklaştım. Ama burada korkunun neliğine de dikkat çekmeli. İçsel bir cesarete sahip olduğumu düşünüyorum en çok, silahlarla aram iyi ama küçük bir böcekten yahut yanlış anlaşılmaktan ciddi ciddi korkabilirim mesela.
4.Zihnini meşgul eden iç içe girmiş birçok meseleyi, ancak senin çözebileceğin bir düğümle bağlıyorsun, şiddet, sevgi, nefret, kadın, kötülük birçok mevzuda nasıl bu kadar uzun düşünebildin?
Güzel bir tespit. Kendi çözeceğim bir düğüm. Çünkü o düğümü atan da çözen de insanın kendisi. Ve kördüğümleri bile. Ama bu “tüm soruların cevabı bende, soru da benim cevap da”ya dönüşen bir tanrıcılık oynamaya benzeyebilir bir noktada.
Çünkü milyonlarca ağızdan çıkan bir kelime Ben. Hepimiz Ben diyoruz artık. Bambaşka benliklerle ama aynı bencillikle Ben diyoruz. Herkes ”Ben” diye başladığı cümlesinde kendi beni hariç herkesi itham ediyor. İtham eden “Ben" değişiyor ama mücadele hiç bitmiyor.
İnsan ve resmi nasıl farklıysa ben ve Ben de farklı. Mutlak Özne olan Ben ve ben farklı. Hiçbir ben, mutlak özne değildir. Kendi benini Mutlak Ben olarak konumlayanlar ve kendini başka benlerin gözünden "sen" ve "o" olarak göremiyorlar. Sen ve Ben… Bu iki kelime Dünya üzerindeki milyarlarca insanı kastedebiliyor. Her ben, muhatabını Sen kılıp Ben olmak istiyor. Oysa Ben’i yalnızca özne değil; nesne olarak da düşünce ve sanata dahil edebilmek yüksek bir aklın tezahürü. Kastım buydu.
6.“Kadın meselesi radikal feministlerce yıkıcı ve ‘eril bir dille’ çözülmek isteniyor.” diyorsun. Günümüze gelene kadar çeşitlendi, itirazlar edildi, istenilen yerde miyiz emin değilim. Mevcut kadın algısına itirazın var, karşıtlık demeyelim ama halihazırdaki tutum ve tavırların yanında değilsin. Kadınların sosyal ve tarihi haklılığına kendiliğinden bir parantez açıyorsun. Sen de taktir edersin ki kolayca politize olan konular bunlar, ne demek istiyorsun, senden de korkacaklar mı?
Hakim herhangi bir düşünceye itirazla başlamak cesaret istiyor bugün. Çünkü yeni bir şey söylemek linç edilme, dışlanma, itibarsızlaştırılma riskini de göze almayı gerektiriyor. Evet, popülist ve radikal feminizme bir itirazım var. Çünkü ikisinin de faydasından çok zararı olduğunu düşünüyorum kadına ve kadınlığa. Kadının tarihsel konumu radikal feministlerce rövanşist ele alınıyor ve mesele ontolojik bir değerdeyken cinsiyet kavgasına indirgeniyor. Erkeklerle, erkle yahut herhangi bir türden muktedirle olan savaşa indirgenen intikamcı bir feminist yorumuna itirazım var.
Varlık, insan, kadın sıralamasıyla temellenen bir feminizmin kadının varlığına hak ettiği itibarı getirecek en saygın yöntem olarak görüyorum. Kendiliğinden filizlenen, güçlü bir kendilik feminizmi belki de. Bugün hepsinden önce aklı selim bir feminizme ihtiyaç var Julia Kristeva’nın feminist kurama yaptığı katkıları bu noktada çok değerli buluyorum.
7.“Estetize edilmiş kötü, kötülük, estetize edilmiş yanlış üzerine düşünürken Kur’an’da benzeri birçok surede geçen “Şeytan onlara yaptıklarını süslü gösterdi.” Bu tespitinde bahsettiğin ayeti hatırlaman beni çok etkiledi ne dersin bu konuda?
Çok şey… Ama bunu benden daha güzel söyleyen birinin sesiyle söylemek istiyorum: Simone Weil’in “Gündelik hayatımız içinde yaşanan şeylerin bize sunduğu sembolik anlatıyı bir mektubu okur gibi okumalıyız.” sözüyle. İsimlerin ve hatta harflerin bile öylesine verilmiş olmadığına inanan biri olarak adımdaki “zeyn”in peşine düştüğüm bir dönem rastlaşmıştık bu ayetle. Semavi dinlerde “süslü gösterme”ye şeytani bir özellik atfedilir. Estetize ederek kendini “süslü gösteren” her fenâyı tanımak için kendi bakışına da bakabileceği daha derin bir bakış geliştirmeli insan.
Kötülüğün romantize edilmesi, estetize edilmesi, iyilik kılıflarının, makul gerekçelerin içine gizlenmesi kötülüğün kendisinden daha tehlikeli. Kötülük çoğu kez Sanat'ın güzelinin, Din'in iyisinin, Bilim'in doğrusunun, Felsefe'nin gerçeğinin ardına saklıyor kendini. Güzelin güzellikleri kadar kötülükleri beni çok düşündürüyor bu yüzden. Çünkü şuursuz bir kötülüğü en güzel örtülerle gizleyip kendi hakikatine varışını olanaksızlaştıran insanın kendine yaptığı kötülük; kötülüğün kendisinden daha kötü.
Helene Cixous’nun dişil yazı kavramını fazlasıyla ilham verici bulsam da benim varmak istediğim yazı başka bir yerde. Ben ona Ruhça diyorum, yazının tıpkı ruh gibi cinsiyeti olmamalı, cinsiyetler üstü hatta insanüstü bir yerde durmalı. Bu yüzden yazımın kadın yazısına indirgenmesini ya da öyle algılanmasını istemezdim.
Tetikleyici metinleri severim. Tetikleyici insanlara hayran hatta âşık olduğum gibi. Çünkü insan kendisine ait olanı bu şekilde ayır eder; tetiklenmiş olarak. Âşık olunca girdiğimiz hallere benziyor aslında. Heyecan, kalp çarpıntısı ve günlerce zihinde yaşayan yüksek bir alaka… Birkaç isim ve metin sayabilsem de bu soruya tek isimle cevaplamak istiyorum: Ali Şeriati. 4-5’li yaşlarda evimizin kitaplığında bulup arkasını karaladığım kitap (İnsanın Dört Zindanı) ilk gençliğimin rotasını da çizecekmiş meğer. Bu hissi ilk Ali Şeriati’nin metinlerinde yaşadım. Herkesin uyuduğu sarı ışıklı gecelerin birinde Yalnızlık Sözleri’nden aldığım hazzı hiç unutmadım mesela. Bunun dışında kendine ait bir düşünce, üslup ve dünya kurabilen yazarları hazla okuyorum; Simone Weil, Oruç Aruoba, Cioran, Julia Kristeva, Ayn Rand, Chul Han.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder