Sohbete ilk olarak sizinle yani hikâyenizle, yolculuğunuzla başlamak isterim. Mesela, nasıl bir çocuktunuz? Geçmişiniz, aileniz ve çevrenizin yazarlığınız üzerinde nasıl bir etkisi oldu?
Taşrada, kitaplığı olan bir eve doğdum. Kaçınılmaz bir bağ kurdum bu yüzden kitaplarla. Okula gitmeden defterlere ve kitaplara ilgim vardı. Anasınıfına başlamadan önce kardeşlerimin peşine okula gitmek için düştüğümü ve bir defter bulup ödevlerini taklit ettiğim zamanları hatırlıyorum. İlkokulda popüler, çalışkan bir çocuktum; ilk gençlikte fazlasıyla içe dönük… Kitaplarla aram hep iyiydi ama. Hayatla aramın bozulduğu her zaman kitaplarla daha güçlü bir bağ kurdum. Babam öğretmen, onun gençlik kitapları da miras oldu ve başka bir dünyanın yolunu işaret ettiler bana.
Peki, yazmak ve okumak sizin için ne ifade ediyor? Bu ikisini tam olarak hayatınızın neresine konumlandırırsınız?
Yazmak ve okumak, benim temel ihtiyaçlarım. Ontolojik ihtiyaçlar, varoluşsal yatkınlıklar ve gizli arzular yaşamımızın merkezinde duruyorlar. Okumak ve yazmak için bir prosedürüm yok ama. Uzanırken, yürürken, yolculuk yaparken, gece ya da sabah fark etmez, her an yazıp okuyabilirim. Yolda yürürken aklıma bir cümle düşer, hemen telefona kaydederim mesela. Sanırım en çok da bu spontane cümlelerden yonta yonta inşa ettiğim yazılarımı seviyorum.
“Onun için zihnimi reşit kılan yazar diyorum…”
Hayat serüveninizde özellikle etkilendiğiniz, birikiminizde kilometre taşı niteliğinde diyebileceğiniz şair/yazar/düşünce insanları kimlerdir?
Saydıklarımdan daha fazla ama üç kişiyi seçiyorum bu soru için: Tolstoy, Ali Şeriati ve Oruç Aruoba. Tolstoy, zihnimi ve ruhumu ayartan ilk yazardı. On iki yaşında “İnsan Neyle Yaşar?” kitabıyla tanıştım, o kitap bana düzenli kitap okuma alışkanlığı kazanırdı. O yılın yaz tatilinde baya kitap okuduğumu hatırlıyorum. Diğeri Ali Şeriati… Onun için zihnimi reşit kılan yazar diyorum çünkü sadece yaşımız değil, aklımızı da reşit kılan kitaplar ve o kitapların yazarları vardır; işte benim aklımı reşit kılan da oydu. Diğeri ise Oruç Aruoba… Özgünlük kaygısını, sadece yazmanın yetmediği, yazarın kendi yazısını kendi benliğince, ruhunca nasıl işleyebileceğini ve bunun ne kadar mühim olduğunu onda keşfettim.
“Kendilik Cesareti” adlı deneme kitabınızın oluşum süreci nasıl gelişim gösterdi? Okurlarıyla buluşmadan önce hangi aşamalardan geçti ve nasıl bir ön hazırlık süreci oldu?
Üçe ayırıyorum bu süreci de çünkü yazma süreçlerinin de insanlar gibi büyüme evreleri var: Doğum-çocukluk evresi, ergenlik evresi ve erginlik evresi. Lise yıllarıma ait kırk yazılık bir dosyam var, en ilkel yazı formum o. Ardından blogdaki yazılar geliyor. Blogdaki asi, tutkulu, kalıba sığmayan, türsüz yazılar da ergenlik sürecine tekabül ediyor. Ardından süreli dergilere yazı gönderdiğim dönem var, orada ergin hâline varıyor yazılar. Edebiyat dergileri insanı disipline ederek yazı görgüsü kazandırıyor kesinlikle.
Kitap süreci kolay oldu diyemem. “Kendilik Cesareti”, altı yılda yazılan otuz altı denemeden oluşuyor. Tezli bir kitap gibi kurgulamak istedim, kitabın en sonunda kırk soruluk bir mülakat var. Kitabın zihnimde kurgusu, bölümleri hep vardı ama sırf kaynakça kısmıyla bile iki ay uğraştım. Hem kaynakça olsun hem de kitabın en sonunda güzel bir kitap listesi gibi dursun istedim.
“Eğer hakikati arıyorsanız hayatınız asla eskisi gibi olmayacaktır.” cümlesinden yola çıkarak size şunu sormak istiyorum: Zeynep Merdan’ın arayışı nedir?
Bu cümle, Ian Dallas’ın (Abdulkadir es-Sufi) Garipler Kitabı’nda geçen bir cümle ama benim arayışımın istikametine de uyuyor fazlasıyla. Arayışımdan bahsetmek yerine arayışımın itkisinden bahsedebilirim. İçimde kendimi bildiğimden beri duyumsadığım bir keşif hazzı var, sanırım tüm arayışlarımın nedeni de o hazzın kendisi.
Yazılarınızın da yer aldığı “Ruh Müzem” adlı blog sayfanızdan da konuşmak isterim. Böyle bir sayfa açma fikriniz ilk olarak ne zaman ortaya çıktı? Nasıl ve ne şekilde ilerledi? Bu sayfanızı ilerleyen zamanlarda farklı bir mecraya dönüştürme fikriniz var mı?
Buhranlı, başarısız ve ilginçliklerle dolu bir gençlik ve üniversite sürecim oldu. Seçilmiş bir yalnızlıkla, aksi bir asosyallikle en arka sırada Nietzsche olduğum zamanları hatırlıyorum. Dünyayı, kendimi ve kendimi protesto ettiğim zamanlar… Kitaplara yaslanıyordum, kitaplardan güç aldığım bir zamandı. O zamanları hayatımın en mühim zamanları olarak görüyorum şimdi.
Kelimelerin büyüsüne inanıyorum. Ruh kelimesine çok yoğunlaştığım bir zaman vardı on sekiz yaşlarda, blogumun ismi de -Ruh Müzem- buradan geliyor. Ardından “Keşf” kelimesi geliyor. Kendimi tanımlama kaygısıyla “Keşfsever” koymuştum adımı, otuz bir yaşındayım ve bu, hâlâ yürürlükte. Şimdi bakıyorum da tüm bu kelimeler -ruh ve keşf-, ilk gençliğimin o patikaları hâlâ yürüdüğüm rotamı çizmiş. Blogu başka bir mecraya dönüştürmek gibi bir düşüncem yok, bir müze gibi gördüğüm için antika bir hâlde kalsın istiyorum.
Deneme türünde en çok sevdiğiniz, defalarca okuduğunuz, size yol gösterici niteliğinde bir başucu kitabınız, kitaplarınız veya bir yazar var mı? Varsa isimlerini ve nedenlerini öğrenmek isteriz.
Çok var. Felsefî denemelere bayılıyorum. O denemelere edebî bir lezzet katan ve özgün bir düşünce üretebilen her ismi özel bir dikkatle takip ediyorum. Bu kapsama giren her tür kitap zihnimi cezbediyor. Şu an aklıma düşen başlıca isimler: Simone Weil, Emil Cioran, Chul-Han, Luce Irigaray, Julia Kristeva… Ve en son da Arno Gruen.
“Kitapların da bir vakti olduğuna inanıyorum.”
Okumalarınız belli bir program, konu veya düzen dâhilinde mi?
Bir yazı ve tez için değilse hayır. Kitapların da bir vakti olduğuna inanıyorum. Bilinç hazır olduğunda kitap ve okur çarpışıyor çünkü birbirine. Ama bir tarifi olacaksa faydasını çok gördüğüm okuma biçiminden bahsedebilirim: Ruha, zihne ve göze yapılan okumalar. Asla birinden ibaret bir okuma güncelim olmuyor.
Sadece ruha yapılan okumalar, insanı dünyadan fazlasıyla koparıyor. Ağır tasavvuf klasiklerine daldığım dönemler öyleydi. Dünyayla sağlıklı bir bağ kuramayacak kadar yeryüzü gündeminden uzaklaşmıştım. Sadece zihne yapılan okumalar -akademik okumalar genelde bu minvalde- idrak ve derinlikten fazlasıyla yoksun bir malumat ukalalığı veriyor. Göze yapılan, estetik bir edebî bakış kazandıran roman, öykü gibi okumalar ise ruhî bir derinlik ve entelektüel birikim vermekte nakıs kalıyor genelde. Okuma alışkanlığı kazanabilmek için bu kulvar müsait ama derinleştirmek için yetersiz. Üçünü eş zamanlı götürmek bence en güzeli.
“İnsanın istikametini tutkuları tayin ediyor.”
Son olarak neler söylemek istersiniz? Gelecekte hayata geçirmeyi düşündüğünüz projeleriniz var mı?
İnsanın istikametini tutkuları tayin ediyor. Şu an tek düşündüğüm şey, tezimi nihayete erdirmek. “Kendilik” üzerine daha akademik çalışmalar yapmak istiyorum. Ardından on dört ila on sekiz yaşlarımda yazdığım ilkel metinlerim üzerine bir çalışma düşünüyorum. Başka bir gözle yeniden okuma, bir nevi kendimi okuma… Eski bir beni, yeni benler tezahürüyle okumak. Bunu kendi benliğimden ziyade yeni bir okuma pratiği olarak kurgulamak istiyorum. Umarım hakkını verebilirim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder