(Mono / Are You There? eşlik edebilir bu yazıya)
Sana, yıllar önce yazılmış ama verilmemiş bir mektubun ruhuyla başka bir mektup yazıyorum. Muhatabı sen misin? Yıllar önce ‘sen’ dediğim, şu anki sana ne kadar benzeyebilirse o kadar sen. Belki insanın içinde tek bir sen vardır da aslında, sen olan o senler zamanla başka yüzler giyindiklerinden onları başka kişiler sanarız ve sayarız. Sen kimdir, sen kimsin bilmiyorum. Ama Sen hep Sen'sin.
Gelecek zamanlardaki “Sen”e bir hitaptır ve bir zaman sosyal medyaya bıraktığımız her şey için de geçerli olacaktır belki de bu. Ben, o, biz, siz, onlar... Hepsi ne çok değişiyor zamanla. Adları, yüzleri, varlıkları, yoklukları. Oysa Maşuk hep Sen. Hitap edilen hep Sen. Sen bambaşka hâlde, yüzde ve kılıkta. Tıpkı böyle… Çok defa bir mektuba başlar da devamını getiremeyiz. Bazen adres yoktur, bazen hitaba düşecek bir isim. Ama hep bir mektup vardır içimizde. Göndermesek de. Yazmasak da. Bazen de içimize atarız o mektubu. Öyle değil midir? Asla okuyamayacak birine yazılan mektuplar, mektupların en güzelidir. O mektuplara "rast makamı"yla ulaşan muhatabı, okurların en güzelidir.
Kişisel Müzeler & Tutkunun Şiddeti
Kahramanı Kemal’in hikayesini anlattığı ve bir müzesi de olan kitabı Masumiyet Müzesi’nde Orhan Pamuk, bir tutkunun günden güne nasıl nesneleştiğini gösterir. Kitaptan ya da bir kitabın müze oluş fikrinden ve gerçek olan kahramanlarından bahsetmek yerine bir hissi nesneleştirip muhteşem bir somutluğa dönüştürebilen o tutkudan bahsetmeli. İstanbul Çukurcuma’daki müze, konuklarını her birinin altına tarih ve not düşülmüş ruj izli sigaralarla karşılar. Girişteki onlarca sigara ilk bakışta ürkütür çünkü Kemal'in tutkusunun muhteşemlikten korku verici bir saplantıya dönüşmeye başladığı o eşiktedir sigaralar. Tutkunun nesneleştiği o en yüksek nokta; tutkunun şiddeti böyledir. Tıpkı tutkuların hatırası gibi "Hatıraların Masumiyeti" ve hatıraların müzesi var. Ve hatıraların mezarı da var. “İnsan vedalarda da en sevdiğini sona saklar.”der Orhan pamuk. Belki son notlarda da böyledir.
Zaman aidiyeti mühim şey... İnsanların yaşadıkları zamana ait hissetmeyişi çağın melankolisinin nedeni. Özlediğimiz zamana aitiz, o zamanlarda hiç yaşamamış bile olsak. Zaman, bu kadar hatıranın yükünü nasıl kaldırabiliyor peki? O özlemin yükünü kaldıramayanlar bu yüzden müzelere sığınıyordur belki: Ruh Müzelerine. Saklanmazsa, yazılmazsa, kaydedilmezse kaybolacak muhteşemlerin yitip gitmesine dayanamayan, incelikleri ve güzellikleri gerçekten görebilen gözlere göstermek, anlatmak, keşfettirmek isteyen ve bununla hazların en büyüğünü duyan ruhlar bu yüzden müzelere tutulurlar. Ama bu teşhir, gösterme arzusu ya da egoist bir biriciklik hırsından değildir. Bu yalnızca güzelliği bir hazine gibi saklama isteğidir. Belki bir ruhdaşı tarafından keşfedilir de seyredilir diye.
İnternetin muhteşem nadirlikteki güzelliklerinden biri sanal miras bırakmak... Tıpkı böyle sosyal medya hesapları ve ruhumuza tesir eden şeyleri paylaştığımız her platform, sanal müzelere, kişisel müzelere dönüşecek zamanla. Bizden sonra gelenler müze gezer gibi gezinecekler postlarımız arasında.
Ölmek Hırsı
Peyami Safa, Bir Tereddüdün Romanı (1933) kitabında "İnsanda yaşamak hırsıyla beraber her an ölmek hırsı da var." der. Benzer bir rast makamıyla Albert Camus da Tersi ve Yüzü (1937) kitabında “Benim ölüm korkum, yaşama hırsımdan geliyor.” der. Ölmek bazen hırs mıdır? Ölüm, en büyük sorunun cevabının sırrını saklar bazen içinde. Ölüm bir cevaba dönüşür bazen de. Tutkuyla beklenen bir cevaba. İntihar bile o sorunun cevabına gitmektir bazen. Beşir Fuat en dramatik örneği değil midir bunun? Olmamayı, hiç olmamış olmayı istemek ölmeyi istemek değil. Ama... Olmanın yükünden ancak ölüm kurtarıyor insanı. İntihar, çok nadir şekilde de intihar ölüm tarihini seçmektir bazen. Bergman’ın The Seventh Seal (Yedinci Mühür) 1957 filmindeki ölümle satranç oynama sekansı muhteşemdir. Ölüm tutkulu bir cevap arayışıdır. Karakterlerin aralarında şöyle konuşur: -Tanrı’nın elini uzatıp kendini göstermesini, benimle konuşmasını istiyorum. -Ama o suskun. -Karanlıkta ona sesleniyorum ama sanki hiç kimse yok. -Belki de kimse yoktur. -O halde yaşam korkunç bir şey. İnanç, var saymak / yok saymak arasındaki o incecik çizgidedir bazen. Var sanan, yok sayanı; yok sanan da var sayanı asla anlamıyor. İsteyen var saysın isteyen yok. Ölüm, her şeyi ifşa edecek nasılsa.
Mutlu, rengarenk bir yaz günü, soğuk bir esintiden sonbaharın gelişini hissedip hüzünlenmek gibi ölümü hatırlamak. Bazen de çok mutlu anlardan hemen sonra kalbe düşen kaybetme korkusu gibi... Sevginin taşkınlaştığı o noktada, sevileni kaybetme korkusu çıkagelir ve ölüm tüm kasvetiyle hatırlatır kendini. Taze bir ölüm haberinin, dünyanın beyhudeliğini insanın yüzüne tokat gibi vurduğu bir şuur hâli var. Bazı şeyler de o kısacık şuur anının birkaç dakika sürmüş hâli. Bu şuur bir ömür kadar sürseydi peki? İnsan, yaşamazdı. Ölüm ve yaşlanmaya dair çoğu şey olumsuz çağrışımları saklıyor içinde. "Saç ağarması" tabiri içinde yaşlılık ve ölüm korkusunu saklıyor. Oysa “saçların aklanması” büyülü bir şey. Dünya'nın kirinin üzerini örten kar gibi tıpkı. Ölüm gibi, ölümler de güzeldir bazen. İyi insanlar ölümüyle bambaşka iyilikler doğurur. Alimin ölümü sayısız ders bırakır ardında. Güzel insanlar ölümü bile güzelleştirir. Bazen de güzele en çok yakışan olur ölüm. Faruk Nafiz Çamlıbel’in Ölümü Hatırlatan Kadın ve Yahya Kemal’in Rindlerin Ölümü şiiri gibi.
Sonsuza Dek Çevrimdışı
Ölmüş insanların sosyal medyasına bakmak... Kendimi sıkça bunu yaparken yakalıyorum. Bir yaşamın kısıtlı da olsa seyrine bakarken. Bir çerçevenin içine görünmek istedikleri hallerini sunmuş, artık ölmüş insanlara bakıyorum. Bilhassa gözlerine. Sonra düşlerine, heveslerine, umutlarına, acılarına, hırslarına, aşklarına. Dinledikleri müziklere, giyindikleri şeylere, sarıldıkları dostlara, her şeylerine. Fotoğraf albümlerinden daha canlı üstelik. Videoları, sesleri, cümleleri var. Kendi yaşamlarının filmlerini çekmişler sanki. Selfieleriyle başroldeler. En hüzünlü kısmı tıpkı bir cümlenin noktasına denk düşen son postları... Filmin "the end" kısmı son postlarına denk düşüyor sanki. Sonra upuzun bir "çevrimdışı" Yeni bir ölüm tasviri: Sonsuza dek çevrimdışı... Artık ONLINE değil. Sonsuza kadar OFFLINE.
“Hayat, zaman kavramı olduğu için doğmakla başlıyor; ölümle sona eriyor. Zamanın olmadığı her yer ve her şey sonsuzlukla tanışacak.” Böyle demişti Bülent Parlak twitter hesabında, ölümünden yalnızca birkaç gün önce. Bazı soruların cevabı "o an"da değildir. Bazı soruların cevabı geçmiştedir, gelecektedir. Bazı soruların cevabı ise zamansızlıkta.
İsmimizin bir zaman, bir yerde, bir mezar taşında yazacağı fikri öyle tuhaf ki. Belki bu yüzden yazıyoruz biraz da. Mezar taşından daha güzel yerlerde yaşasın diye... Varlığımız. Yazıma başlarken yaptığım gibi tıpkı, bu satırların okuyacağı bir zamana saklıyorum bu fikrimi. Bir zaman sonra ölmüş olacak birinin bir paylaşımına dönüşeceğimi bilerek. Başka bir çevrimiçi zamanda bu satırları okuyacak o kimselere saklıyorum. Hüzünle ve keşifle.
2020’lerin baharında, bir gece vakti yazıyorum bunları. Bir zaman sonra ölmüş olacak, şimdide çevrimiçi olduğum herkese. Belki de artık şimdiki zamana bir alternatif olarak "çevrimiçi zaman"ı sunmalıyız.
Çevrimiçi dostlarım;
Yüzyıllar önce çekilmiş, sepya fonlu fotoğraflara nostaljik bir merakla baktığımız gibi tıpkı bakılacak bizlere de. Bu çevrimiçi beraberlikte, bir zaman, sanal bir mezarlığa dönüşeceğiz hepimiz. Kalan her şeyimizle hatıralara ve mezarlıklara dönüşeceğiz.