Eylül 19, 2023

Hakiki Muhatabı Tanıma Rehberi


“Nerden bildin benim ben olduğumu? Oruç Aruoba

İyi gelmek, bir insana verilebilecek en güzel hediye. Sesiyle, sözüyle, bakışıyla, duruşuyla, hâliyle, enerjisiyle, perspektifiyle, eylemleriyle birine iyi gelmek, varlığını, yaşamını yükseltmek… Bundan daha iyisi, birbirine iyi gelmek olsa gerek. İyi olmak, iyi gelmeye yetmiyor her zaman. İyi olmasına rağmen iyi gelmeyen insanlar var. Ve kötü olmasına rağmen iyi hissettiren(!) insanlar. İyi olan ve iyi gelenin içinde iyinin en iyi versiyonu var. O iyiye rast gelmek ne büyük baht.

"Sizin istediğiniz gibi davrandığımda ‘bana’ ulaşamazsınız” diyor Arno Gruen. İnsanların çoğu birine değil; o birinin ihtiyaç duyduğu, kendi istediği ve kendi faydasına dokunan versiyonuna ulaşmak istiyor. Kimse birbirine gerçekten ulaşamıyor bu yüzden. Artık herkes çevrimdışı. Bu kalbi çevrim dışılıkta doğru insanları seçmenin incelikleri, bir tür hakiki muhatapları tanıma rehberi(!) var mıdır peki? Bilinmez ama o insana, o insanlara rast gelmenin bazı işaretleri vardır belki. Sayalım o halde:


Kısa Vadeli İnsan

Kısa vadeli insanlar var. Yaşamımıza katılmak için değil; bizi bir bilince ulaştırmak için girmiş insanlar. Duvara toslar gibi, trafik kazası gibi yaşamımıza giren, bazen de serin bir rüzgâr gibi esip geçen insanlar... Vadeleri dolunca, vazifeleri bitince uğurlanacak insanlar. Kısa vadeli insanlar çoğu zaman bir tür fırsat vadeder. Fazla seçeneğin olduğu yerde "fırsat" vardır. Seçenek fazlalığı mukayese yaptırır, rekabeti tetikler. Hunharca değersizleştirir. Estetize etme becerisi vermez. Bazı ilişkiler plastik çiçek gibi bazıları ise muazzam bir heykel gibi… İlişki emeği ve estetiğinin farkı da buradadır işte.

Kısa vadeli insan yaklaşımında insanı ve hayatı şirket yönetir gibi planlayan kişisel gelişim furyasının etkisi var. "En çok vakit geçirdiğin 5 insanın ortalamasısın"cılık, "sana ... yapanı hayatından çıkar" diyen kişisel gelişim buyrukçuluğu, "5 adımda kendinin en iyi versiyonu ol"culuk ve canım kendimcilik… Hayatın böylesi bir matematiği yok oysa. Yaşamın estetiği, olağan dışılığı, saçmalığı vardır. Yaşama hedef/performans/başarı odaklı bakan tipler Steve Jobs tarzı yaşamın estetiğini ıskalayan tipleri hatırlatıyor. Zamanı, kendini, potansiyelini en verimli şekilde kullanmak elbette mühim ama hayat bazen saçmadır. Hayat bazen yenilgidir. Çünkü hayat böyle muhteşemdir. Bazen en yüksek bilgeliği bir kalp sızısı öğretir. Bazen en olmadık insandan, yıllarca aradığınız o cevabı duyarsınız. Bazen ruhunuz acır, o acıdan sanat doğar. Bazen büyük bir hatadan şahsiyetinizin inşası başlar. Yaşamın estetiği, yaşamın bilgeliği formüle edilemez çünkü.

 

Yanlış İnsan

"Ruhsal sıkıntıların kaynağında, anlamsız insanlarla anlamlı ilişkiler yaşama isteği ve çabası yatar." der Viktor Frankl. Bir şeye yüklediği/estetize anlamı o şey taşıyamadığında, o anlamın ağırlığının altında kendisi kalıyor insanın çünkü. Mesela terk edilme, aşağılanma travması olanlar; şiddetli bir şekilde onlara yüz vermeyen, reddeden insanlara çekiliyorlar. Hasbelkader yüz buldukça da ilgilerini kaybedip onlara yüz vermeyen, ısrarla reddeden yeni "güçlü kurban" avına çıkıyorlar.

Yanlış insanları tanıma bahsinde yalan en tanıdık eleme yöntemi. "Ah yalan dünya" "Dünyada ölümden başkası yalan" şarkıların bile söylediği gibi dünyaya en yakışan sıfat yalan. Dünyaya alışan, her veçhesiyle en önce güzel yalanlarda ustalaşıyor. Bu dünya ve insanına onca mânâ, güzellik, derinlik, incelik, yücelik yüklemek boşuna... Yakışmıyor, taşıyamıyor, kaldıramıyor. "Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim, incinirsin" demişti Özdemir Asaf. Yalan incitmiyor artık. Dünyanın en saçma, en aptal, en şahsiyetsiz yalanı da olsa... Çoğu insan ona fayda sağlayan yalanın en sessiz en sadık müşterisi oluyor. Ve o yalana yeni şık isimler icat ediyor.

“Sadakat kişinin kendinde bir kişiye yer ayırması ve o yeri hep onun için korumasıdır. Sadakatsizlik de kişinin o yerin korunmasını savsaklamasıdır. İhanet ise, kişinin, o yerine, başka bir kişiyi sokması.” der Oruç Aruoba. Aldatan, kazananların en mutsuzudur. Ve bütün galiplerin en huzursuzu. Her aldatışıyla ruhunu soldurur yalancı. Kandırmanın zaferiyle, teslimiyetin huzurundan mahrum eder sinesini. Ve sonsuza kadar o "zalim şüphe"den kurtaramaz sinesini. Masumun en saf intikamıdır bu. Aldatmak bir çukurdur bütün veçhesiyle. "Sana alçak diyemem çünkü alçak da bir seviye belirtir. Sen çukursun." der Necip Fazıl. Ne şık bir hışım... Çukur, incitmez. Çukur, utandırılamaz... Çukur aşağılanamaz bile. Çukurda tökezleyen; çukur olmadığına şükreder. Tek hamlede silip paçasını, salınarak yürümeye devam eder.

Yanlış insanlar, yanlış tanışıklıklar, yanlış anlaşılmalar… Yanlış anlaşılma kaygısı çoğu zaman "yanlış kulaklara seslenme ısrarı" yüzünden. Bu anlaşılma eforuna değen çok daha güzel uğraşlar var yaşamda. Yanlış kulaklara seslenme ısrarı, doğru muhatapları geciktirmekten başka bir şeye yaramıyor üstelik.

 

İnsan Kendini Nasıl İfşa Eder?

İyi gelen insanı, kötü gelen insanı tanımanın incelikleri nedir? İnsan sürekli kendini ifşa eder. Üstelik gönüllü bir ifşadır bu. Bu gönüllü ifşaları fark ederek birinin ruhunu kolaylıkla okuyabilir insan. Nedir o ifşalar? Sıralayalım o halde:

Bir insan sizle en çok neyi paylaşıyor? Neyini paylaşıyor? Sevgisi? Mutluluğu? Acısı? Arzusu? Keyfini? Fikirleri? İdealleri? Sırları? Sorunları? Talepleri? Peki ya ruhunu? En çok neyini?  Paylaşım neyse bağ o oluyor, paylaşılan azalıyorsa bağ da kalmıyor o yüzden.

Birinin varlığına, varoluşuna bakmak da onu tanımanın en kestirme yolu. Varlığı gürültülü insanlar var. Varoluşu gürültülü insanlar. Kendiyle meşgul olmak ne kadar güzelse; kendinden başka derdi, gündemi olmayan ve varlığını başkalarına dayatanlar o kadar gürültülü. Oluş ne kadar sessizse; "varoluş gösterisi" o kadar gürültülü.

Güç. Güç. Güç. Bir türüyle, birazcık güç verin insanlara ve onların gerçek şahsiyetlerini seyredin. İnsanın güçle kurduğu ilişki onun gerçek ahlâkını anında ifşa ediyor. Katlanabilmesi en güç şey de bu; bir şekilde güçlü olan insanların ahlâksız, şahsiyetsiz ve kötü olması.

"Zayıf karakterli olmak" insanın en büyük defosu. Duruşsuzluk, korkaklık, riyakarlık, yalancılık, x düşkünlüğü... Zaaf arttıkça karakter zayıflıyor. Zekâ, güç, güzellik, birikim... Zayıf karakterde hepsi boşa düşüyor. Ve kendi eliyle öz sermayesini istismar ediyor insan.

"Her şeyi istemenin hiçliği" var. Her şeyi isteyen bir insan modeli var. Başarı, kariyer, mal mülk, makam, âşk, ilgi, tutku istiyor. İtibar istiyor, şöhret istiyor. Her şeyi istiyor, her şeyden biraz istiyor. Her şeyi istemek, hiçbir şeyi gerçekten istememektir oysa.

"Kendinden, fikirlerinden, tercihlerinden şüphe etmeyen kişi korkunçluğu" diye bir şey var. Bir an olsun yanıldım, saçmaladım, hata ettim diyemeyen insan korkunçluğu. Tanrı olmak isterken(!) insana razı olmuş gibi korkunç bir hâl: Şüphesizliğin o kibirli aptallığı.

Benzemek, en büyük çağrı. Zamanla benzediği şeye yakınlaşır ya da benzerini kendine çağırır, kendine çeker insan. Benzer şekilde... Benzemediği, "artık benzemek istemediği şey"den uzaklaşır, ayrılır ve şiddetle kopar insan.

 

Bize Ait Olan Ne Kadar Uzakta?

“Sensin o. O sensin. Sen o’sun… Bir şey –bir ilişki- başlatıyorduk; ama ne kadar yetebilecektik buna? Anlamlarımız, anlamalarımız, anlatmalarımız anlaşmaya ne kadar yetecekti?” Oruç Aruoba.

"Tanrı benimle ne kastetmiş olabilir?" Kierkegaard'ın bu tutkulu sorusu ilahi plana, ilahi adalete ve ilahi ironiye inananlar için sarsıcı bir münâcâta dönüşüyor. Tanrı'nın kastını merak etmek... Tanrım, yaşadığım bu deneyimle bana neyi, kimi işaret ediyorsun? Neyi? Kimi? Bize ait olanı bilme ve tanıma bahsinde bu işaretler öyle pusula ki.

"Bana ait olmayan hiçbir şeyi istemiyorum. Bana ait olmayan başarıyı, gücü, malı, mülkü, âşkı, insanı istemiyorum. Bana ait olmayan Güneş'i bile istemiyorum." diyen bir ses var içimizde. Yalnız kendine ait olanı istemeyi bilmek diye kendini bilmek görgüsü var. Üstelik her türden hüzne ve kıskançlığa şifâ. Çünkü ancak bize ait olan, eksik bırakabilir bizi. Ancak o şey bizi paramparça edebilir. Bütünlüğümüz ancak böyle bozulabilir. Sahte olan, boşluk hissi verir. Eksiklik yanılsamasıdır bu. Uçucudur, geçicidir. Sahte boşluklar her şekilde dolarken aidiyet doldurulamaz bu yüzden. Ne istediğini bilen insan eminliği diye bir şey var. Ve ne aradığını dahi bilmeyişin o şaşkın, heveskâr telaşı. Tıpkı bir mağazaya girince alacağı şeyi dahi bilemeden gözleri her şeye koşturan kararsızlık karşısında görür görmez bu "bu bana ait" dedirten ve alan eminlik.

 

Ruha İmza Atmak & Ayrıcalık Beklentisi

Bazı insanlar hayatımıza son rötuşları yapmak için giriyor sanki. Ruhumuza, zihnimize, perspektifimize dokunuşlarını yapıyor, silinmez iz bırakıyorlar. Bir parfümün notası, bir yemeğin baharatı ve bir tasarımın, heykelin son rötuşları gibi tıpkı... Ruhumuza imzasını atıyorlar. Üslûp ruhun markası. Üslûp ruhun, kalbin, zihnin öyle aynası ki üslûbunu sevmediği insanı da sevemiyor insan. Üslûp her şeyi sızdırıyor. Bilgeliği, iyiliği, riyayı, sahteliği, kibri, kötülüğü, art niyeti, sevgiyi her şeyi. İnsan birini sevmeye üslûbundan başlıyor. Hususî bir kitap gibi okunmaya layık bazı insanlar. Ve marifetli bir elden çıkmış kaligrafi gibi yazgıları. Bazı insanların mürekkebi (ruhu), kalemi (varlığı) ve defteri (yaşamı) öyle güzel ki; hüsn-ü hat gibi bir yazgı kalıyor onlardan geriye. Bak, seyret ve oku.

Çok özel bağlarda tuhaf bir "ayrıcalık beklentisi" var. İçsel ve sessiz bir beklenti. Muhatabın herkese gösterdiği prosedüre razı olmayan, zarif bir dikkat ve hususî bir alâka beklentisi. Bulamadığında sessizce uzaklaşan sitemsiz ve kırılgan bir beklenti. Öğrenilmiş jestler, bir iki romantizm hilesi, partiler, buketler, pahalı hediyeler falan... Hiçbiri. "Bir ruha özel olduğunu hissettirebilme kudreti" her tür hediyenin özü bu. Kelimeler, jestler, çiçekler hepsi bahane.

 

İkiz Alev

Platon’un Symposion diyaloğunda Aristophanes’in aşk üzerine yaklaşımı bugün popülerleşen “ikiz alev” kavramının kıvılcımını yakmış olur. Yunan mitolojisine göre insanlar iki başlı, dört kol ve dört bacakla yaratılmışladır, bu hallerindeyken çok güçlü oldukları için buna mâni olmak isteyen Zeus onları iki yarım parçaya ayırır… İşte o yarımlara ikiz alev (twin flame) denir. Dünyada birçok insanın birçok ruh eşi olmasına rağmen sadece bir tane ikiz alevi vardır. Çünkü bazı şeylerin "tek yarım"ı vardır. Ve sayısız yarımı olan şey paramparçadır…

"Sen ile ben, hiç ‘bir arada’ olmadan ‘birlikte’ olabiliriz” der Oruç Arouba. Oruç Aruoba'dan ilhamla insanlar arasındaki yakınlık aşamalarından bahsedilebilir: Bir aradalık, beraberlik, birliktelik, birlik ve bir olmaklık. Tanışıklıktan tanımaya, sevmekten o sadık tutkuya ve benimsemekten aidiyete… Beğendiğimiz sıfatlara sahip onlarca insana duyulan şeyin adı mıdır aşk? Bu mudur? Bu kadar mıdır? Beğendiği sıfatlara sahip insanlardan hoşlanmayı flört için yeter şart ve aşk başlangıcı sayıyor çoğu insan. Tez kızarıveren güller gibi kolayca birilerine meylediyor herkes artık. Birbirine benzeyen herkes alternatif, herkes bir seçenek artık. Ve kimse kimseyi eşsiz kılmanın o sihrini bilmiyor artık. Oysa yalnız birbirinin yarısı olan, başka hiç kimseyle tamamlanamayan ve ancak böyle bir ve var olabilen ikiz alevler gibi; hakiki muhatabını arayanlar hep vardı dünyaya düştükleri o günden beri.

Tam da bu yüzden… Birini "bize en çok tesir eden yer, zaman ve koşullarda değil de bambaşka bir zaman, mekân ve şartlarda tanısaydık yine de onu seçer miydik?” sorusunda, onun hakiki muhatabımız olup olmadığının cevabı saklı.