neyse ki bu okulda taşlara şiirler yazan insanlar da var. |
Bugün yirmi üç nisan. Yıllar önce katıldığım renkli elbiseli
bayramları hatırlatmaktan öteye gitmiyor ama. İlkinde mavi, ikincisinde yeşil, üçüncüsün de ise “papatya özü sarısı”ydım. Aklımda sadece papatya oluşturduğumuz
kalmış.
Bazen havada “çocukken gidilen mutlu piknikler yeşili ve sarısı”
olur. Havanın mutluluğunun resmi olur o günler. Dondurmalar, çocuk oyunları ve
sesleri, başa vuran ama çok rahatsız etmeyen sıcaklık ve akşamın sanki hiç gelmeyecekmiş
neşesi. O neşeyi severdim.
10 yaşımı da severdim. En sevdiğim yaştı belki. Hem hala
çocuk hem düşünebiliyor ve sevebiliyor. Üzülebiliyor. Hem masum ve hem akıllı. Tek
başıma yürüyüşlere başladığım yaşım sanırım ki o zamanlardı. Ekmek ve babamın
yıllardır takip ettiği gazeteyi almak görevden öte zevkti benim için. Özellikle hafta
sonları. Fazla elbisem yoktu ama şunları net hatırlıyorum. Dizlerimin hemen
üzerine gelen kapri pantolon, üzerinde yakaları çiçekli açık mavi tişörtüm, çıplak
ayakların bir kısmını kapatan beyaz ayakkabılar. Saçlarımsa çocukluğumun
vazgeçilmezi “küt” saçlar. Kulaklarda o yıllar kızların hemen hepsinde olan
altın top küpeler. Güzeldiler.
Bugün de yürüyüş günüydü. Hayır, planlı değil. Sağlık, spor
ya da sosyal bir kazanım elde edilmek için yapılan amaçlı bir yürüyüş değil. Yollara
vurmak belki. Amaçsız ve yorgun. Üstelik hasta. Elde sümük torbası “selpak”,
bakımsız ve arkadan alelade toplanmış saçlar, ağarmış asker yeşili bir mont. ‘Arkeolog
pantolonu’ Habere gönderilmiş mutsuz ve çömez bir muhabir gibi. Kahverengi kol
çantası. Hiçbir kısmı kadınsı kesimler taşımayan giysiler. Ve yüz. Yüzüm demeyi
isterdim ama yüz. Solgun bir yüz. Gittiği her yerin yabancısı, solgun, masum,
mermisi iç’ten ve patlamaya hazır namlu gözler.
*
Ve halsiz adımlar
atılırken akla düşen saçma ve kara tasavvurlar. Karşı’dan “o” geliyor. Ağustos olmamış
ve tanışmamışlar. Kızı tanımıyor. “Yabancı” onun için. Görüş mesafesine düşen, karşılıklı istikamete yürüyen iki yolcular sadece. Karşıdan solgun yüzlü, zayıf bir kız
geliyor. İşte şimdi yüz yüze vuracaklar. “Göz göze” değil. Çünkü yabancılar “göz
göze” değil “yüz yüze” gelebilir en fazla. Yaklaşıyor şimdi. Evet. Şimdi bir an’lığına
“yüz yüze”ler. Oğlan kıza bakıyor. Ama “-yor” eki gereksiz düşüyor. Çünkü oğlan
kıza sadece baktı. Bir an’lığına. Ve hepimizin içinde olan, önceden
kategorilendirilmiş etiketlerden birini kızın yüzünün ortası yapıştırdı. “Düşünceli
ve melankolik.” Fazlasını eklemeye vakit bulamadı. Fazlaydı bile. Ki o sıralarda yeni etiketlerden
birini yapıştırmakla meşguldü. Saçlarında dalgalar oynaşan, gözleri aşk saçan
tazecik bir dişinin dolgun göğüslerinin tam çatalına. Neyse ki bu da fazla sürmedi.
Hayır, günahını almayın. Oğlan tahmin ettiğiniz gibi biri değil.
*
Ayaklar ilerliyor, gözler nokta atışlar yapıyor. Hedef yollara
eski ve korsan kitap sermiş okullu oğlanlar. Arkalarına Mekteb-i Şahane-i Mülkiye
düşmüş. Kitap satıyorlar. Baktım ve gözüm Camus’un Yabancı’sına düştü. 5 lira
diyor etniği ve varlığı kimimin rahatsızlığı olan esmer çocuk. Ve onun elinde 5
lira, benim elimdeyse dürülmüş “yabancı.” Ayaklarım gayri ihtiyarı güvenlik
girişinin önünde. Yıllar önce tam bu yerde başörtüsünü çözmüş, içine girmeye
çalışan “masum surat” şimdi de gözümün önünde. Galiba o yüz de benimdi. Trajikomik
ki kapısından bile “olduğum gibi” giremediğim bir yere ait olmak istiyordum. Liseliydim
ve Mülkiyeli olmak istiyordum. Umurumda mı şimdi. Zerre olsun umurumda mı. 6 küsür yıl evvel
içine girdiğimi boş surat, anlamsız bakışlar, bakımsız saçlar ve gittiği her
yerin yabancısı “turist” halimle terk ettim.
Bu şehirden de sıkıldım.
Resim’se bugünün özeti. İçimin ve ruhumun.
1 yorum:
ne güzel.
Yorum Gönder