Haziran 21, 2017

Adına Dünya Dedikleri O Kayıp Top*

 "Martin Heidegger, Sartre, Jaspers, Beckett ve Erich From gibi düşünürler insanın yalnızlığından söz ederler ve derler ki yalnızlık, günümüz insanının felsefe, sanat ve edebiyatının ruhu haline gelmiştir. Ancak ben bu temel duygumu dile getirmek için yalnızlık kelimesini bir terim olarak seçmekle hata ettim. Yani benim söylemek istediğim şeyin Sartre'nin, Heidegger'in, hiççiliğin, modern saçmalığın ve hatta günümüz Batılı varoluşçuluğun söylemek istediğiyle aynı olmadığı için, onların etkisi altında yalnızlık(solitude) kelimesini kullanmamam gerektiğinin farkına varamamıştım. Ben hayat felsefemde ve antropolojimde bu temel duygumu ifade etmek için "ayrılık" kelimesini seçmeliydim."

Ali Şeriati / Dua
(syf: 58)

*

'dan ilhamla sormuştum;

Ruhunuz...
Bu alemde,
Hangisi?

Yalnız...
Tek...
Ayrı...
Eşsiz...
Kayıp...

Peki, Khoda.
Ey Khoda.
Sinemizi yarıp da, derununa koyduğun bu 'nakıslık' hissi nedir o halde?
Bizi neden yarım bıraktın?

Bizi neden kaybettin ki kendimize? Kendimizde?

Ben kendimi bulamıyorum artık Khoda.
Sen beni bul.
Ben yeterince kayboldum.
Ben aciz düşecek kadar yürüdüm.
"On kat"ı kadar bul beni.

Bulmuyorsun beni, kayıp değil miyim?
Bilmiyorsun hâlimi, ayıp değil mi?

demiştim.

-ki;

Rast Makamında el-cevap geldi:

*
Adını dahi bulamadığı 1 kaybı olanlar & dünyada kendini kaybeden -ya da looser- değil de kayıp hissedenler için; el cevap:

"Güya ki ruhlar vücut elbisesi giymeden evvel, her birinin eline cilalı, gönül alıcı birer top verilmiş. Sonra bu topları veren, onları birdenbire ellerinden kaparak fırlatıp atmış ve: Haydi arayın bulun! demiş. Her ruh, bir görüp kaybettiği o güzel şeyin telaşıyla yola düşünce, kendini dünyada bulmuş.

İnsandan beklenen, dünyaya, kaybettiği topunu aramaya gelmiş olmasını unutmamaktır.

Fakat topu fırlatan oyununu o kadar sanatkarane tertip etmiş ve araya o kadar muhtelif göz bağları koymuş ki, birine olmasa bile bir başkasına yakalanmamak pek müşkil! Gününün yarısı aydınlık, yarısı karanlık olan bu dünyada o topu bulmak kolay mı sanki?

Dünya, kah gece ile karanlık, kah gündüz ile aydınlık olduğu gibi, kalp de gece ve gün gibi iki arada gidip gelmede... Ancak elinde feneri olan kimse için gece karanlığı, yolunu görmesine mani olmadığı gibi kendini aydınlatanlar için de zulmet yok. Kaybettiği topunun arayıcısı olanlar da zaten güneşini kendinde taşıyanlar, güneş olanlar işte onlar unutmuyorlar, arıyor ve nihayet buluyorlar..."

Samiha Ayverdi / Ateş Ağacı 
(syf:43-44)

Haziran 16, 2017

Enki / 1 Maşuk Yaratmak

Mülhemi Pygmalion* olan bir konuşmadan gebe kalıp muhatabına güzel bir öykü doğuran eden 1 Enki öyküsü.

Bernand Shaw'ın 1913'te Pygmalion mitolojisinden
 ilham alarak yazdığı komedi oyunu afişi.
"Vasat bir oyun yazarı ve yine vasat bir hâyâlbazdı...Hiçbir gösterisinde salon tam olarak dolmamıştı...Hatta bazen bir kaç seyirciye nadiren de boş salona oynadığı bile olurdu...Buna aldırmıyordu da...Çünkü biliyordu...Kuklalara kendini adadığından beri tek bir kukla üzerinde çalışmış, o Dünya'ya gelene kadar kendini başka oyunlarla avutmuş ve bu sürede onun hak ettiği bir oyunu da hârf hârf işlemişti...Artık kendini gözardı eden Dünya'dan büyük bir ihtişamla intikamını alabilirdi...Ama hiç beklemediği bir şey olmuştu...Son şeklini verdiğinde ve sûretinin ortaya çıkması için boyadığında Zain'i, tahtadan elleriyle, yıllar boyunca özenerek yaptığı bu kuklaya âşık olmuştu...
İlk gecesini onunla birlikte geçirdikten sonra, oyunu yok etmeyi ve Zain'i kimseye göstermemeyi düşünmüştü...Kendiyle savaşmıştı birnevî...Ve savaşı kazanan kalbi değil oyunun oynanması gerektiğini savunan beyni olmuştu...

Afişlerini sokaklara astıktan ilk oyun vaktinin gelmesini beklerken harcadığı her ânını Zain'le birlikte geçirmişti...Ve bu anlar hayatla yaptığı en değerli alış-verişi olmuştu... Perdeler açılıp oyun sahnelendiğinde ve sahneden seyircileri gördüğünde rahatlamıştı...Yalnızca bir kaç kişi gelmiş ve onlar da sahneden uzaktaki koltukları seçen, yalnızca birbirleriyle vakit geçirmek isteyen bir kaç genç çift olmuştu...Çiftlerden birinin içinden, erkek olan biri, başını kaldırıp sahneye baktığında, hâyâlbaz ne hissettiyse aynı duyguları hissetmişti, kuklayı tamamladığında...Oyun bitmişti ve hâyâlbaz bitmek bilmeyen o bir saatin ardından sevdiğine kavuşmuştu...Lâkin bu mutluluk fazla sürmedi...Başını kaldırıp sahneye bakan o adam, aynı gün kuklayı gördüğü herkese anlatmıştı ve o da tıpkı hâyâlbaz gibi Zain'in bir kukla olduğuna inanmamıştı...

İkinci oyun günü geldiğinde, sevdiğine veda edip oyuna başlayan hâyâlbaz, gördüğü manzara karşısında şaşırmıştı...Salon tamamen dolmuş ve tüm seyirci merakla Zain'in sahneye çıkacağı o ânı beklemeye başlamıştı...Endişeliydi kuklacı...Korkuyordu...Bu kalabalıktan birinin ona sahip olmak isteyeceğini biliyordu...Endişesinde yanılmadı da...Oyun bittikten sonra yanına gelen bir kaç iri adam, kuklanın değerini sormuş ve onu kendilerine vermeleri gerektiğini vurguladıkları bir kaç küfürle birlikte buna karşı çıkan kuklacının suratına da vurmuştu...O gün Zain'i kaybetmiş olmasa da yayılan şöhretle birlikte, amacını gerçekleştirmiş, Dünya'yla giriştiği düellosunu kazanmış olmasına rağmen hiç mutlu değildi...Aklı tamamen Zain'deydi...Onu kimseye vermeye niyeti yoktu...Kapısı her gün başka birileri tarafından çalınıyor, bir gün kapı yerine Zain'in çalınacağından korkuyordu...
Zamanını böyle geçirmesi imkânsızdı...Zain'i öldürmeliydi fakat ona kıyamazdı...Henüz onu şekillendirmediği günlerini düşündü...Sıradan bir meşe ağacının, kırılmış bir dalıydı Zain...

Hâyâlbaz hayatına anlam katan ve zehreden o ağacın yanına gitti...Yeni filizlenmeye başlayan en ince dallarını birer birer kesti ve onları yazdığı oyunun hârfleri gibi, o kırık daldan Zain'i çıkardığı gibi ilmek ilmek bir iplik yapana kadar işledi...Bir eliyle kırılmış dalın aynı gün boy vermiş ve artık olgunlaşmış olan kardeşi üzerine çıkıp sarkıtırken ipi, Zain'e de diğer eliyle sarılmıştı...Usta işçiliğiyle işlediği ipi boynundan geçirip, kendini meşeden boşluğa bırakırken, kulağına onu ne kadar çok sevdiğini fısıldamıştı..."


*: Yunan Mitolojisinde bahsi geçen, yaptığı heykele aşık olan heykeltraşın adı.

Haziran 13, 2017

Putların İntiharı

https://www.instagram.com/p/BVQtJXggP8h/?taken-by=kurnaztanrienki
























En sevdikleri şiir Asaf Halet Çelebi'nin İbrahim'i olan iki ruh için elbetteki 'put' kelimesi çok şey ifade ediyordu.
Bittikten sonra isim konur şiirlere, evet.
Bazen de doğmamış bir cenin gibi, önce adı konulur. Sonra varlığı belirir.
Bu öyle oldu.

Put olduğunu idrak edip, kendi kendini kırmayı; intihar etmeyi düşünen bir putun şiiri.
Müntehir 1 Put'un.
Adı Zain; varlığı Enki'nin.

Haziran 08, 2017

Ruhça

























İç sesi Fransızca, mesaj dili İngilizce olan bir ruhun, iç sesi Türkçe olan bir ruha Ruhça konuşması...
Evet, Ruhça.
Güzel adam David.

.: Zeyn'i Seyr Keşf'i :.

Adile Sultan Sarayı / 2017, Haziran.

Haziran 02, 2017

İtibar

İlk'i 2005'ti.
Sonra 2006, 2007 derken lise sonda okul dergisini ben çıkarmıştım.
İnsan ruhuyla sevdiğine dokunmak da mı istiyor?
Basılı bir eserin hazzı bu mu sadece?

Sonra; aynaya bakar gibi devam eden bir burası...
8. yıla geldi.
İnsan aynada baktığı, seyirlendiği, zeyn'lendiği, kahırlandığı o ruh gözü başka gözlerle de mi çakışsın istiyor?
Bir Ruh Müzesi sakini iken başka kervanları da mı görmek istiyor?

Sonrası; Akademi'de darbe yüzünden çöpe giden bir Polistika kırıklığı...

Ve sonrası; her birine irrite olarak bakılan, sığ bir benliğin ön plana çıkmak hırsından başka bir misyonu olmayan 'bunlar gibi olacaksa hiç olmasın, aman olmasın' denilen koskosca bir dergi ve fanzin çöplüğü... -samimi bir niyet, ve elbette potansiyel barındıran amatör fanzinleri münezzeh tutuyorum bu bahisten.-

Ve nihayeti;

"İtibar dergisinin en önemli düsturu, kişisel ilişkilerle değil, ürünlerinin niteliğiyle hak edilmiş bir itibarı ortak payda olarak kabul etmektir. İmamı Azam’ın “İtibar Ortaklığı” diyerek belirttiği bu ölçüyü, temel prensip olarak almaktadır. Modernizmin, hayatımıza ve dolayısla edebiyatımıza yaptığı en önemli tahribatlardan biri de muteber kimselerin, kendilerini geri çekme zorunluluğunu hissetmesidir. Bu zorunluluğun edebi muhitleri yıktığı aşikârdır. Yıkılan bu muhitlerin yerini, bir takım imaj ve pozlardan ibaret içi boş birlikteliklerin aldığını görüyoruz. Editör saygınlığının ve işlevinin olmadığı bu birliktelikler sonucu, ortak kabul gören metinler ve isimlerin çıkmaması da, edebiyatımızda büyük bir boşluğa yol açıyor. İşte İtibar Dergisi bu boşluğu doldurmak üzere uzun soluklu bir yola çıktı. Bu yolda ahlaki erdemleri her şeyin üzerinde tutarak nitelikli bir yayıncılık yapmayı benimsemektedir."

Bu izah.
Bu izahı sevdim.
İtibar'ı da.