Ekim 12, 2018

Online Reddiye

"Merhaba Zeynep hanım, sürekli 'tanıyor olabileceğiniz kişiler' kısmında çıkmanızdan mütevellit profilinizi ziyaret ettim, daha sonra blogunuza baktım ve her defasında Schopenhauer'i haksız çıkarırcasına yazılmış gönderilerinizi okudum. Bu mesajımda yaş, beden gibi fiziki şeylerden ari olarak direkt zihninizi muhatap alıyorum. Ben hayatımda hiç zeki kadın tanımadığımdan hiçbir zaman Oblomov'un, Heidegger'in yaşadığı zihinsel hazza erișemedim. Karşımda Olga Sergeyevna veya Hannah Arendt olmadığından ben de Oblomov veya Heidegger olmadım. Çünkü alacağım cevap zihinsel açıdan beni tatmin etmeyecekti. Bu bencilliğim için üzgünüm ama siz bu sıkıntımı giderebilecek yetkinliğe sahipsiniz. Bu nedenle hiçbir amacı veya gerçekliği olmadan, yalnızca zihinsel haz için sizinle mektuplașmak isterim."

*

Bu kadar gerekçelendirmiş bir temenni bende bir misyon etkisi yaratıyor. Üstelik iltifat etme şeklinizi dahi bir cinsi tahkirle kurmuşsunuz. Dolayısıyla iltifatınıza da ancak kendi cinsimin aşağılanışını kabul ederek nail olabiliyorum. Heidegger ya da Oblomov olamayışınızı kendinizle değil de kaderin önünüze zeki kadın çıkaramayışıyla izah etmeniz oldukça ilginç. Zihinsel haz için mektuplaşmıyorum çünkü mektup dahil münasebet kurduğum insanları zihinsel de olsa hedonist bir yöntemle seçmiyorum. Kaldı ki zihnime de haz veren bir muhatabım zaten var. Yine de beni tekamülünüze katkı sağlayacak yetkinlikte gördüğünüz için teşekkür ederim. Az önceki iltifatınızdansa bunu kabul etmeyi tercih ederim.

Güzel günler dilerim.

Ekim 07, 2018

Zeynep Merdan / Ruhça

“Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı. Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova buldular ve oraya yerleştiler. Birbirlerine, 'Gelin tuğla yapıp iyice pişirelim.' dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar. Sonra, 'Kendimize bir kent kuralım.' dediler, 'Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.' Tanrı, insanların yaptığı kenti ve kuleyi görmek için aşağıya indi ve şöyle dedi: 'Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar. Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki birbirlerini anlamasınlar.' Böylece Tanrı, onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. Bu nedenle kente Babil adı verildi; çünkü Tanrı, bütün insanların dilini orada karıştırdı ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıttı.”

Tevrat, Genesis (I-IX)


*

Babil’den önce tüm insanlığın konuştuğu dil neye benzerdi bilinmez ama belki de Ruhça’ydı. Şimdi milyarca sözcük izdihamı arasında, manayı da, kastı da kaybetmiş ve bulamaz halde anlamın anlamıyla çarpışmayı ümit ediyoruz. Kayboluyoruz aynı sesle telaffuz edilse de bambaşka manalara gelen bambaşka kastların yabancı kelimelerinde. Sesimizi arıyoruz, sesimizi duyamadan. Gerçek ifademizin iç ses mi, konuşma sesi mi, hal dili mi, göz dili mi, harflerle mi, nereden sızdığını bilemeden.

Âleme ya da âlem diye yazılmış o büyük anlatıya sağır kalıp, kendi sesimizin gürültüsünde kaybolurken biz “zamanın en büyük ruhu” bir kadın: Simone Weil: “bizler emeğimizde ve gündelik hayatımız içinde yaşanan şeylerin bize sunduğu sembolik anlatıyı bir mektubu okur gibi okumalıyız. Bu semboller keyfi şekilde karşımıza çıkmaz” diyerek evrenin ve evrendekilerin de bir Ruhça’sı olduğuna dikkat çekerek o büyük metnin rahlesine oturmaya çağırdı bizi.

Rahlenin başına geçmek yetmedi. Hangi kitaptan başlamak lazım geldiğini dahi bilmeden kitabın ortasından başladık bazen. Kekeledi zihnimiz. Neyse ki bu kekeleyişi hayra yoranlar da oldu:  Umberto Eco, Yorum ve Aşırı Yorum’da “Bir metin, yorumcunun sonsuz iç bağlantılar keşfedebileceği açık uçlu bir evrendir” diyerek “metnin niyeti”ni vurgular. Bu durum metnin ardına da art niyetine de davetiye çıkararak bizleri bol katmanlı bir anlamlar matruşkasına gönderir. Matruşkalara sarıyoruz hakiki anlamı da hakiki manaya kaç kereden sonra varacağımızı kestiremiyoruz. Muhatabımız oluyor sonra, kaçıncı matruşkadaki anlamı gördüğünü göremiyoruz. Ya da kaç matruşkası olduğunu. Ya da tıpkı bu metafordaki gibi matruşkanın hangi manada kullanıldığını. Her ses katlediyor ve herkes mahvediyor Ruhça’yı. Bağırışlar, çığlıklar kadar bölünüyor Ruhça. Anlaşmazlıklar, mücadeleler, kavgalar, savaşlar kadar çoğalıyor sonra. Kaybediyoruz Ruhça’yı ve doğuruyoruz çığlıklardan dillerimizi. Konuşuyoruz, bağırıyoruz ama duyamıyoruz birbirimizi. Ölüyor kulaklarımız.

Bitmedi dille mücadelemiz. Bu sefer de kendi dilini yaratma hevesinde sanatçılar oldu. Başkalığını Ruhça değil de Ben Sesi’yle duyurmak, kitlelere alkışlatmak hevesinde ve farklılık iddiasının aslında bir sıradanlık nişanı olduğunu fark edemeyen sanatçılar oldu. Yerin Yüzünde sesler, şarkılar, sözler bağırdılar da birinin bile yankısı varamadı ruhlarımıza.

*

Her insanın ruh gündemini, içinin sesini duyurmak istediği bir varlık vardır. Belki ihtiyaçtan, belki bir cevabı arayıp da bulmak gibi varmak istediği bir varlık vardır. Peki, Ruhçamızın hakiki muhatabı kimdir? Notalarında, çizgilerinde, harflerinde kendimizi bulduğumuz bir sanat eseri mi? Ruhumuzu gözümüzden okuyan maşuğumuz mu? İç Sesimiz mi? Dua sesimiz mi? Münacatlardaki tanrımız mı? Hakiki bir dostumuz mu? Kimdir Ruhça’mızın hakiki muhatabı?

Ruhun hakiki muhatabı Ruhça konuşabildiği varlıktır. Diğerleriyse bir vakte misafir olunca, vakit vazzı vurunca, vadesi dolunca gidecek olanlardır. Hakikatteyse; kısmi özgürlük, sınırlı alternatifler ve güncel seçeneklerin en avantajlısıyla muhatap oluyor insan. Bu yüzden Ruhça bilmiyor kimse. Vakit geçirmek için beraber yürürsün / beraber yürürsün ve vakit geçmiştir / vaktin nasıl geçtiğini anlamadan yürürsün; bu üç ayrımda salınıyor yanımızdaki muhatabın varlığımızdaki ikameti.  

Arkadaş, kadim dost, sevgili, eş, akraba, çocuk falan diyoruz ama tüm beşeri ilişkiler günleri sayıları bir vakte misafir olmaktan ibaret. Peki, Ruhça'mızla konuşmak istediğiniz varlık nerede? Muhayyilemizde mi? İdeallerimizde mi? Mazimizde mi? Hayatımızda mı?

*

Zarifoğlu’nun “Bir kalbiniz vardır onu tanıyınız”dan ilham; ‘bir içiniz vardır, onu duyunuz.’ deyip düşeriz içimize. İçin için içine düşeriz içimizin. İçimiz dışımıza çıkar da yine de duyamayız içimizin sesini. Ya da bir başka içe düşer içimiz de ‘benim, içimden, sen dediğim, yalnız sen'sin, sen.’ deriz. İç'in için için "sen" diye seslendiğine ‘senlenmek’ deriz, içerleniriz. Bir iç’i duyamayışımıza içerleniriz de uzaklığa tanım diye “iç'ten, başka bir iç'e -içtenlikle- seslenildiği halde, ‘duymayacak, kesin duymayacak’ yeisine içsel uzaklık.” deriz.

 “Ben, ben” diye fersah fersah yollar döşeriz içsel uzaklığımıza. İki bencil için, gerçekte gerçek bir tebessüm kadar kısa ve anlık bir hareketle kurulabilecek yakınlık mesafesi varılamazdır. İki bencil için, aylarca ve onlarca sarılmakla pekişmiş bir yakınlık, 'bir boş bakış'la yerle bir olarak kadar onarılamazdır. Ve iki bencil için, bir kavuşmak bahanesi bile tasavvur edilemez kadar umulamazdır.

İç ses duyurmak cüreti diye bir şey vardır; iletişim konforunu ve zarafet mesafesini bozmak gibi bir bedeli vardır ama sonundaki o ferah teskine fazlasıyla değer. Hakiki muhatap odur ki; iç ses duyurmak cüretini itibar kaybetmek pahasına gösterir. Ki iç sesteki gerçek yankının gerçek sahibi karşımızdaki muhatap değildir her zaman.

*

İsra Suresinde “Sana ruhtan soruyorlar, de ki: Ruh Rabbimin emrindendir. Size ilimden az bir şey verilmiştir.” tanımını yapmaya ne had ne de kudret bulamadığımız ancak bir şeylere benzetebildiğimiz ruh, en güzel rüzgâra benzer. Bu yüzden ruha tesir eden her şey esinti etkisi yapar hep. Ve en güzel esintiler hep zamansız gelir, biz onları beklemezken. Hakiki muhatap güzel bir esintiyle gelir. Hakiki muhatap pusulanın kuzeyi gösteren o ibresi gibi, zamansız bir lâmekânda iki ruh gibi, her ortam ve koşulda hep aynı kişiyi işaret eder. Birini 'bize en çok tesir eden yer ve zamanda değil de; bambaşka bir zaman ve mekanda tanısaydık yine muhatabımız olur muydu?' sorusunda onun hakiki muhatabımız olup olmadığının cevabı saklıdır.

İnsan hakiki muhatabının benliğini öylesine ayna görür ki, kendi aksinden şüpheye düşer de muhatabının aynasına kıyamaz. Işık ters açıyla vurmuştur, ayna toz tutmuştur yahut nefsin yüzü fena bakmıştır, hakiki muhatabın aynasına fena göstermek yaraşmaz. Hakiki muhatap ile mülkiyet değil aidiyet bağı kurulur. Ancak bir sözleşme unsuru ile mülkiyet bağı kurulabilir. İster zekâ, ister cesaret, ister güç, ister sezgi kulvarı ne olursa olsun gerçek bir düello hakiki muhatapla yapılır. Ve bir varlık başka bir varlıkla; hem rakip, hem düşman, hem dost ve hem âşık olursa birbirinin hakiki muhatabı olur. Varlığa denk görülemeyenden -kibirden ya da tahkirden değildir bu- hakiki muhatap olmaz. Bazen iki ruh birbirinin öylesine hakiki muhatabıdır ama bambaşka zamanların, bambaşka yazgıların, bambaşka başkalarının tozları kalmıştır beşeriyetlerinde. Yıkanmaları gerekir bu durumda birbirleri hariç her şeyden.

Hakiki muhataplık, teferrüd* makâmıyla olur. Muhatabın sıfatlarını değil, zatını sevip, ruhunu başka herkesten emsalsiz görmek. (*:Teferrüd: Kendi başına olma, bağımsız olma, yalnız olma, herkesten ayrılma.) Dünyanın en meşru tenezzül etmeyişi bir başkasının ikâmesi olmamaya gösterilen dirençtir, başkalarında teselli olabilir, sohbet edebilir, paylaşım kurabilir ama Ruhça konuşamayız.

*

 “Ağzımızdan çıkan kelimeler muhatabımızda iz bırakır, yara açar.” derler. “Kelime”nin Arapça "yara izi" olduğunu söyleyen İbn Arabi, harfe hangi manayı giydirir bilinmez ama Aşk Risalesinde "varlık bir harf, sen onun manası / varlıkta başka bir emelim yok" der. Harf noktaya varırken, noktanın manasını duymaya dahi ürken kulaklara fısıldar İsmet Özel: "harfe bak, harfe dokun, harfin içinde eri / harf ol harfle birlikte kıyam et / harf ol, harfler ummanına bat.”

Her Ruhça’nın bir alfabesi vardır ve herkesin bir harfi.
Herkesin bir harfi vardır ve her harfin bir sesi.
Bazen o sesi öylesine duyarız ki; harflerin böylesi sesli oluşuna hayret ederiz.
Harflerin kudretini bilir ama manayı katletmekten korkarız.
İşte tam o an, harflerin sessizliğine ve noktanın sonsuzluğuna sığınırız:
.


Bu yazı İtibar Dergisinin 85. Sayısında yayımlanmıştır.