Aralık 21, 2019

Şeytan Kime Aşıktı?*


Şüphe, ayartandır zihni. Tenin ayartılması ürpertiyle olur, yoğun fakat kısa sürer. Şüpheyse tüm ayartıcıların en kudretlisidir, tek vuruşluk bir sonsuzu kapsar. Tek vuruşluk sonsuzda zihnimi ayartan şüphe buydu işte: Şeytan Tanrı’ya mı âşıktı? Karadelik bir soruydu bu, düşüp kaybolmuştum içinde. Üstelik ayartmak, şüpheye, Şeytan’a mı mahsustu sadece?

Kitaplar da ayartır. Bazen yalnız isimleriyle… Köşesinde tüm keşfedilmemişliği ve sessiz kışkırtıcılığıyla… Yalnız muhatabının sezeceği, “bana ait” diye fısıldayacağı ilk görüşte aşk bakışıyla. İçine düşüp kaybolduğum, bilinçaltımın derinliklerine gömdüğüm sorumun cevabı dolaştığım kitapçının üst rafında karşımdaydı işte: 18. Yüzyıldan bugüne düşmüş eski bir mektup gibi bir kitap: Jacques Cazotte, Âşık Şeytan.

Yokluktaki Varlık
Şeytanın mahiyeti üzerine onlarca yorum yapılmışken onun Şeytan ve aşk kavramlarını birleştirme fikri dahi yeterince cazip değil mi? Onun aslında ne olduğu fikri başlı başına bir muammayken üstelik. Onun bir metafor olarak saklanışına -yahut kendini saklayışına- başka perspektiften bakan ilk bakış bu değildir. Şeytanın bu muamması Baudelaire’in meşhur "Şeytan’ın en büyük hilesi bizi var olmadığına inandırmasıdır" fikriyle iyice belirginleşir. Varlığını, yokluk fikrinin ardına saklayışı, The Rite (2011) filminde şöyle ifadesini bulur: “Söylesene, bir hırsız evini soymaya geldiği zaman ışıkları açar mı? Hayır! Onun orda olmadığını sanmanı ister. Şeytan da böyle. Onun var olmadığına inanmanı istiyor.”

Bahse ‘ince’ bir katkı da "Ya Tanrı yalnızca şeytanın bir icadı, bir inceliğiyse?” diyen Nietzsche‘yle gelir. Şeytanın binbir farklı görünümü, yüzyıllardır yapılagelmiş yorumlarıyla Gerald Messadie’nin “Şeytanın Genel Tarihi” eserinde ayrıntılarıyla zikredilir. Kitap; Mezopotamya, Yunan, Roma uygarlıklarından Amerika, Afrika, Mısır bölgelerinin, semavi dinlerin şeytanlarına; kötülüğün binbir biçimdeki tezahürlerinden bahsediyor.

Şeytan’ın Aşkı
Şeytan’ın yokluğu dışında başka hilesi olamaz mı? Onun diğer hilelerinden biri "Şeytan aslında Allah'a âşıktı" güzellemesi yaptırması belki de. İsyanını Gâyret Makamında (Tasavvuf’ta bir mertebe) sitemkâr bir âşık cilvesi olarak söyletmesi. Üstelik bu bahis sandığımızdan daha derin. Semavi kaynaklarda Şeytanın ilk ismi olarak geçen Azazil’den İblis’e evrilme süreci ya da onun bu isim hikâyesi sandığımızdan da eskidir.

Şeytana dinler tarafından getirilen metafizik, tasavvufi izahların/yorumların hemen hepsi keskin yergiler taşır. Fakat bu yergilere karşın gizli güzellemeler de vardır; Işık'ın güzelliği ortaya çıksın diye var olmuş bir gölge, cennetin en kadim müdavimi, ‘İncelik Bilgisi’nin ilk âlimi… Feridüddin Attar’ın İlahiname eseri bu noktada istisnai özellik taşır. İbn-i Arabi, Attar’ın İlahiname eserinde şeytanın “sadık bir âşık, Hak’tan başkasına boyun eğmeme ve secde etmeme uğrunda edebi azabı göze alan bir aşk kahramanı” olarak bahsedildiğini söyler. Nitekim Attar’ın İlahiname’sinde Şibli’ye Ait Bir Hikâye kısmında “İblis sevgiliden gelen yarayı gördü de kaçmadı. Yaralandı ama ondan gelen yara yüzlerce merhemle karıştı, birleşti. Azizim, İblis’in hikâyesini duy. Sürülmüştür, bu yol melunudur ama daima padişahı huzurundadır” ifadeleri geçer. Elbette bu mecazın dilidir fakat İslami izahlara göre oldukça sert bir yorum olduğunu söylemek de mümkün.

Jacques Cazotte / Âşık Şeytan
Yaşamı Siècle des Lumières(Aydınlanma Çağı) olarak adlandırılan döneme denk düşen Jacques Cazotte’un 1772’de yayımlanan eseri Âşık Şeytan, Fransız Fantastik Edebiyatın öncü eserlerinden kabul edilir. Cazotte’un yaşamı, Fransız İhtilalinin olduğu, felsefenin en parlak dönemlerinden birinin yaşandığı bu dönemin sonunda gerçekleşen büyük bir sanat akımına da şahit olur: Romantizm. Borges: “18. YY Ansiklopedi ve Voltaire yüzyılı aynı zamanda romantizmin yüzyılıdır bundan Âşık Şeytan da etkilenmiştir” diyerek 18. Yüzyıl edebiyatının karakteristiğini hem de “Babil Kitaplığı”nın seçkilerinden birini göstermiş olur.

Burjuva bir ailede doğan, ömrünün son yıllarını edebiyata adayan Cazotte, devrim karşıtı düşünceleri yüzünden giyotinle idam edilir. Hayatı boyunca tinsel bir arayışı olan Cazotte’un bu arayışının izlerine Âşık Şeytan’da rastlarız. Kitap, Kabala’ya merak saran Don Alvaro isimli genç bir subayın, kadın kılığına girmiş bir şeytan tarafından baştan çıkarılmasını konu eder. Cazotte’un parlak betimlemeleri, sürükleyici kurgusu ve karakterlerden birinin şeytan oluşu okurunu fantastik bir âlemde dolaştırır. Cazotte’un bu özgün buluşu, beklentiyi fazla yükseltmiş olacak ki hikâyenin sonu bazı okurlar tarafından iyi bulunmaz ve kitaba alternatif bir son daha yazılır. İçinde Şeytan’ın olduğu her öykü alternatif sonlara gebe değil midir zaten?

Edebiyatta Şeytan
Edebiyatta şeytan farklı formlarda, bambaşka yüzlerle karşımıza çıkar. Orada gündüzle gece, yerle gök, şeytanlarla melekler karışır. Bunun en güzel örneği, Shakespeare’in 3. Richard’da "Ben en çok şeytanı oynarken aziz görünürüm” dediği yerdedir. İyiyle kötünün ve hatta Tanrı’yla Şeytan’ın birbirine karıştığı o karmakarışık yerde Dostoyevski "Tanrı’ya giden yolun başlangıcında tutku vardır" sözü ilginç bir kesişime işaret eder. Tutku Kavşağı, ermişlerin, sapkınların ve bütün büyük sanatçıların yolunun kesiştiği o kör noktadadır. Dünya üzerinde büyük ruhlardan biri yoktur ki yolu Tutkunun bu kavşağından geçmemiş olsun.

Başta Dostoyevski, Tolstoy olmak üzere Rus Romanlarında da şeytanın bu çoklu görünümü oldukça fazladır. Onlardan biri de Gogol’un Bir Delinin Hatıra Defteri’nde zikrettiğidir: “Ah, ne hain yaratık şu kadınlar! Kadının ne olduğunu, kalbini kime adadığını yeni anladım. Bunu ilk anlayan benim galiba: kadın Şeytan’a âşıktır."

İçimizdeki Şeytan
Şeytanın Edebiyatımızdaki yerinden de bahsetmek mümkün. Sabahattin Ali, romanı İçimizdeki Şeytan’da bize biz kadar yakın o şeytanı fısıldar kulağımıza: “Ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey, hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var...”

Şeytan bize biz kadar yakınken onu ne yadsımalı ne de tahkir etmeli bu yüzden. Onunla mücadele, bir kez kazanmakla nihayetlenmez üstelik. Eski şeytanımıza yenilmemek irademizi daha güçlü yapmaz bu yüzden. Yeni şeytanımızın daha güçlü, daha klas ve daha ayartıcı bir halde karşımıza çıkacağını göz kırpar bize sadece.

Aralık 10, 2019

Yalnız Tanrılar Şerefine*



Şarkıların, şiirlerin, müziklerin de şerefi vardır. Kesinlikle vardır.
Üzerine kadeh kaldırılan şereflerden değil, hayır.
Bu müziğin bir şerefi var.
O şerefi gözyaşıyla,
kahırla ama gururla,
gururla ruhumuz için kaldırırdım.
Şerefimize. Yoninge Uchay*

Wang Wen / Lonely God ♠️


*: Havva Akdağ

Kasım 18, 2019

O Eski Haz




Lisede Pink Floyd'u keşfettiğim o günün, o keşfin hazzını aldım yıllar, yıllar sonra...
Muhteşem bir şarkısın sen. Eşsizsin. Benimsin.

Redd / Kanıyorduk

"Resmini buldum yıllar sonra, bir kitapta.
Nasıl da yakışmıştı yüzün o sayfaya.
Bir devle savaşıyordu adam, yorulmuştu.
Bir sonraki sayfaya geçmeden vurulmuştu.
Yıldızlar meraklı gözler gibi, karanlıkta
Ay yarım kalmış diyordu yazar, bizim gibi.
Düşüyorduk uzaydan bakınca,
Ama aslında yükseliyorduk dünyadan.
Mutluyduk uzaktan bakınca,
Ama aslında kanıyorduk aşkla.
Aşkla,
Aşkla,
Aşkla.
Özlemek seni yıllar sonra acıtıyor.
Kalbim bi' kağıt gibi yırtılıyor.
Bir devle savaşıyordum ben hep, bu hayatta.
Ölmeyi isterdim oysa kollarında.
Düşüyorduk uzaydan bakınca,
Ama aslında yükseliyorduk dünyadan.
Mutluyduk uzaktan bakınca,
Ama aslında kanıyorduk aşkla.
Düşüyorduk uzaydan bakınca,
Ama aslında yükseliyorduk dünyadan.
Mutluyduk uzaktan bakınca,
Ama aslında kanıyorduk aşkla.
Aşkla,
Aşkla,
Aşkla"

Kasım 04, 2019

Sezginin Şiddetinde Peyami Safa Kadını*



Benliğin keşfine çıkmak heyecan verici değil midir her zaman? Çünkü ben’in anatomisidir karşımıza çıkacak olan. Bu keşifle ben’in mizacı, davranışları, yönelimleri, bilinçdışı olmak üzere çoğu şeyine vakıf olabiliriz. Keşfin bu incelik bilgisine kimi yazarlar öyle numuneler sunar ki, onların bu tahlil yeteneklerine hayran olmakla kalmaz, peşlerine düşeriz daha fazlası için. Peyami Safa, derinlikli mizaç tahlilleri ve psikanalizini yaptığı roman karakterleriyle özel bir yerde durur. Bilhassa romanları birbirinden özel, derinlik, incelik ve içgörüye sahip kadınlarla doludur.

Isabelle Mons, Ruhun Kadınları kitabında Freud’un kadınlık üzerine olan teorilerini Kadın Narsisizmi, La Sexualite(Kadın Cinselliği) ve La Femininite(Kadınlık) kuramlarıyla çalıştığını fakat “Kadın Muamması” karşısında ne diyeceğini bilemeyen Freud’un kadınları anlamak isteyenleri şairlere havale ettiğinden bahis açar muzipçe. Öyle ki kadın doğasının muammasıyla Freud bile baş edemez. Edebiyatımızda ise bu muamma üzerine en çok kafa yoranlardan biri olarak Peyami Safa belirir.

Peyami Safa Kadını
Peyami Safa’nın Kadın & Aşk & Aile kitabı, onun psikoloji merakına ve romanlarındaki kadın karakterlerin hangi zeminde oluşturulduğuna ipuçları sunar nitelikte. Bilhassa Kadın ve Sır başlıklı yazısı, onun kadına bakışını yansıtır. Safa, sırdan kastının ruhun içyapısına ait bilgileri; ruhtan kastının ise aklın değil, idrakin dışında kalan içerlek ve karanlık bölgeleri kastettiğini belirtir. Yazıda ismini geçirdiği Fransız Şair Paul Claudel’in erkeğe atfettiği akıl ve kadına atfettiği ruhu; Animus ve Anima tasnifi onun kadına bakışıyla büyük ölçüde benzeşir. Başka bir yazısında ise Gina Lombroso’nun Kadın Ruhu kitabını önerir okurlarına.

Peyami Safa’nın gazete yazıları da onun kadın bahsine hususi ilgisini ele verir. Lilith misin Havva mı? başlıklı yazısı romanlarındaki femme fatale kahramanların Lilith metaforundan beslendiğini aşikâr eder bize. Femme Fatale, Drama Queen karakterleri olanca histerisi, paranoyası ve problemleriyle estetize eden Safa, bu karakterleri çoğunlukla Doğu-Batı çatışması, modernite eleştirisi zeminine oturtarak ve eleştirisini bazen örtük bazen apaçık bir didaktik dille yapar. Örneğin “Mahşer”de Savaş yıllarında yüksek sosyetenin alemli gecelerine, Sözde Kızlar’da taşradan şehre göç etmiş bir kadın üzerinden modernleşmesine, Selma ve Gölgesi’nde Canan’da, Bir Tereddüdün Romanı’nda kötücül kadın karakterlerine ve 9. Hariciye Koğuşu, Fatih-Harbiye romanlarında çağdaşlaşma sürecindeki çatışmalarına okurlarını tanık tutar.

Hıncın Zarafeti
Kadınların çoğunda sahip olduğu güç/güzellik/özellik her ne ise varlığını onun üzerinden güzelleyen beğenilme arzusunu bilen Safa, bu arzuyu Bir Tereddüdün Romanında histerik kahramanı Vildan’da ayyuka çıkarır. Vildan âşık etmek hırsıyla yanıp tutuştuğu adama elindeki hançerin üzerine nakşettirdiği cümlenin anlamını haykırır: “Entrero in un cuore! Manası nedir biliyor musun? Bir kalbe gireceğim demek."

Doğanın kadim ve ilkel yasaları fısıldıyor ki kadın, erkeği seçerken hayatının zahirini; erkek, kadını seçerken ise hayatının batınını seçmiş oluyor. Erkeğin iç alemini kadın; kadının dış alemini ise erkek belirliyor sanki. Fakat iç alem ve dış alem mukayesesi bu geleneksel bakıştan ayrılıp iki kadın ile de mümkün olabiliyor. Bu mukayese Safa’nın Canan romanında billurlaşır. Zahire hitap eden Canan karakteri ve içgörüsü yüksek Bedia karakteri arasındaki mukayesenin kazananı romanın sonunda açık olur. “Canan esaslı bir fikrimi değiştiren yegâne kadındır: dişi hayvan sevk-i tabisiyle kadın sevk-i tabisini arasında gayet ince bir fark olduğunu bana öğretti.” dedirtir kahramanına. Ve asıl taltifini hikâyenin sonuna saklar: “ne asil yüz! Bir sene evvel Bedia’nın çehresinde bu kadar mana olsaydı, Canan’la rekabet edebilirdi.”

Ruh Kadın & Ten Kadını
"Bütün bu yaşamak gürültüleri içinde ruhun vazifesi o kadar azalıyor ki." Peyami Safa / Sözde Kızlar
Ruh Kadını, Ten Kadını diye erkek nazarında sessiz bir tasnif var sanki. Kadınların varlıklarına bakınca en güçlü vurguyu -göz mü, dudak mı, bakış mı, zekâ mı, seziş mi, hâl mi, naz mı, siluet mi- en güçlü vurgu nerede ve o her ne ise onu görüyorlar hemen. Bu sessiz tasnifi romanlarında çoğunlukla iki tezat karakter mukayesesiyle veren Safa, övgüsünü “ruh kadın”a bahşeder. Bu tercihle moderniteyle kurduğu ilişkiyi ve tarafını da açık etmiş olur. Ruh kadın tipolojisinin en belirgin görünümü Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’nda kendini gösterir. Metafizik bir dönüşümle iç huzurunu bulacak olan Nilüfer’e Matmazel Noraliya adındaki bir kadının defteriyle şifa bulunur. Bu şifacı prototip Safa’nın ruh kadının en iyi örneğidir.

Kadınların özbenliklerini keşf ettikleri, ergenliğe, orta yaş krizine, bir kimlik buhranına denk gelen ve etrafa tümüyle kayıtsız, aynada varlıklarını seyirlendikleri döneme -Lacan’ın Mirror Stage(Ayna Evresi)’nde bahsettiği türden bir bilişsel keşfedilmemişlik evresi gibi- Peyami Safa roman karakterleriyle katkıda bulunur. Bu prototip de Sözde Kızlar’da görünürlük kazanır. Roman, kendini keşfe çıkan ve bütünüyle safi kadın özelliklerini gösteren Mebrure’nin “Sözde Kızlar”ın ortasına düştüğü bir yerde kendini, kadınlığını ve kötücül olanı keşfinden sonra yine aslına dönüşünü konu edinir.

Yeni Kadın
Bir Tereddüdün Romanında “tercümeler yaptın, fakat bir satır bile yazı neşretmedin; çocuklara bayılıyorsun, fakat ana olmadın; her emelin, her gayenin büyüklüğünü ve güzelliğini anlıyorsun fakat hiç bir emelin yok; bir çocuk saflığıyla en basit yalanlara inanabilirsin fakat hiç bir şeye iman etmiyorsun” diye itham ettiği her şey budalası  kahramanı Vildan’a cevap verircesine “Kadının ebediyeti zekâsında değil, rahmindedir. Yeni kadın, yaratıcılığın merkezini şaşırmıştır." diyen Peyami Safa bu cümleyle modernitenin yeni kadın tipolojisine en sert eleştirisini de getirmiş olur. Safa, geleneksel olandan yana tavır alan bir tutum gösterir. Oysa, bazen tek bir cümleden, bir sonsuz doğrulmaz mı? Yazmak; doğurmaktır değil midir? Yazmak; yalnızca bedeninde değil ruhunda, zihninde ve kalbinde de bir rahim taşıyan kadınlara yakışmaz mı en âlâ?

İncelik Bilgisi
Safa’nın alamet-i farikası zengin kadın karakterleri, mizaç tahlilleriyle sınırlı kalmaz. Birçok kavrama keskin perspektifi ile getirdiği ince yorumlar, güçlü ifadelerle o Türk Edebiyatında incelik bilgisini romanlarında en iyi uygulayanlardan biri olarak yerini alır;
Hayranlığa bambaşka bir tanım getirerek “yenilmiş kıskançlık” der.
Yalnızız’da “kalbin kendine müdafaa”sından bahseder: “Sevgide kaybolmamak için nefret sebepleri arar, bulamazsa yaratır. İşte böyle, kendi kendini aldattığını anlayınca da utanır ve ona daha çok bağlanır. Kendi yalanlarını affetmeyen kalbin kendine verdiği ceza.”
 Alakalarımızın yüz bin şekline isim bulamıyoruz ve sevmek deyip çıkıyoruz” diyerek sevmenin en çok suiistimale uğrayan kelime olduğunu söyler.
Yaşamak hırsı kadar, ölmek hırsımız olduğundan bahseder.
Ve zekâmızın hürriyetinden ve genişliğinden ancak -izm'siz düşünülebildiği gün bahsedebileceğimizi söyler.

Yazı için tık; http://www.sabitfikir.com/dosyalar/sezginin-siddetinde-peyami-safa-kadini

Ekim 10, 2019

Zeynep Merdan / Aşk’ı Seyretmek: Kaybolup Giden Bir Kadın


Geçmiş yüzyılların keşfine yeni yeni varılmış yazarlarına rast gelmek çok defa kaybolmuş bir antikayı bulma sevincine benzer. Okur elindeki şeyin kıymetli olduğundan emin, metin her haliyle vaatkâr ve davetkârdır. Göz kamaştırıcı tasvirleri, ince tespitleri ve bir dönemi yansıtan klasik kurgusuyla 20. yüzyıl Amerikan Edebiyatın önde gelen kadın yazarlarından Willa Cather’in Helikopter Yayınlarından Faruk Ersöz çevirisiyle gün yüzüne çıkmış “Kaybolup Giden Bir Kadın”ı da böylesi antika bir biblonun zarafetini taşıyor.

Edebiyatta kadının uyanışı diğer alanlara nazaran daha erken baş göstermiş diyebiliriz. Özellikle Jane Austen, Charlotte Bronte, Virginia Woolf gibi güçlü kalemlerin başlattığı İngiliz Edebiyatındaki kadın yükselişine Cather de Amerika’da yeni bir soluk kazandırmış ve romanlarında kendi olmak cesareti göstermiş güçlü kadın tipolojilerine fazlaca yer vermiş. Yazar, yalnızca karakterleri, tasvirleriyle değil kurguda da başarı yakalamış olacak ki; I. Dünya Savaşı'nı konu alan One of Ours eseriyle 1923 yılında Kurgu dalında Pulitzer Ödülü'ne layık görülmüş.

Kaybolup Giden Kadın; Mrs. Forrester ve genç adam Neil arasındaki ilişki okura Balzac’ın Vadideki Zambak’ını anımsatıyor çok defa. Neil’in tıpkı Felix gibi toy bir gençten yetişkin bir erkeğe evrilmesi, yaşlı, hasta bir soylu ve genç, güzel kadının evliliği teması, yatılı misafirlikler gibi denklikler yazarın büyük romancının tesirinde kalıp kalmadığını düşündürtüyor okura. Benzerliklerin en zarifi; Felix’in adeta serenat olan kırlardan toplanmış çiçekleri gibi Neil’in benzer bir refleksle çiçekler toplaması belki de. Balzac’ın “beyaz zambak” güzellemesiyle eş değer bir övgü şöyle geçiyor kitapta ayrıca: “Onunla karşılaştırılınca diğer kadınlar incelikten yoksun ve sıkıcı kalıyorlardı. Ve başka hiçbir yerde onun davet edici, müzikal kahkahasına benzer, açılıp kapanan kapılar arasından uzaktan kulağa çarpan bir dans müziğinin ezgilerini andıran bir kahkaha işitmemişti.”

Hevesin Davetsiz Misafirliği
Geçmişte istediğimiz, çok istediğimiz şeyler, biz onlardan ümidi kesecek kadar unuttuğumuzda -yahut avutmayı öğrendiğimizde başka heveslerle gönlümüzü- bir gün ansızın karşımıza çıkarlar. Hevesin davetsiz misafirliğidir bu. Ya zaman ya biz ya heveslerimiz yahut hepsi öylesine dönüşmüştür ki, yıllar sonra görülen eski bir dost gibi, hem çok yakın hem çok uzak göz kırpar bize eski hevesimiz. "Geldim işte" der. Gelmiştir. Fakat biz artık orada değilizdir. Aşkın zaman karşısındaki onulmaz mağlubiyetine yazar, kahramanları vesilesiyle güçlü katkılar bırakıyor. Cather, Neil’in genç bir erkekten yetişkin bir erkeğe evrilene değin büyük bir merakla seyrettiği bir kadına zaman içinde bakışının nasıl değiştiğini gösteriyor. Gösteriyor ve hevesin en başından en sonuna kadar devam eden bu yolculuğuna, aşkın yıldızlar gibi kayboluşuna nihayetinde bir aşk seyrine eşlik ettiriyor okurunu.

Aşkın Seyri & Seyrin Aşkı

Metin Erksan’ın unutulmaz filmi Sevmek Zamanı’nda aşk ve seyir arasındaki ilişkiye dair bağıntı çerçevelenmiş bir fotoğrafla verilir. Halil karakterinin aşk ideali o fotoğraf ve Meral mukayesesi iledir. Aşk'ın resmi böyle değil midir sahiden de? Maşukunu seyreden bir adam, resminin seyredilmesini seyreden bir kadın. Willa Cather’in en ünlü yapıtı olan romanı Kaybolup Giden Bir Kadın, bir fotoğraftan bir filmin son sahnesine geçiş yapar gibi tıpkı böyle sürüklüyor okurunu.

Aşk, düşümüzdeki 'o fotoğrafı' sevmektir. Maşuk, en ihtişamlı imgesiyle o fotoğraftakidir. Aşkın bitişi, kaybolup gidişi ise ağır çekimde, kapanış sahnesindeki bir film sonu gibidir. Fon kararır. İsimler, her şey belirsizleşir. Bir ölüm anı gibi, kalbimizin mezar taşında:
"The End"

Bu yazı Hece Dergisinin 274. sayısında yayımlanmıştır.

Aynur Benli hanımefendinin okuması için.

Ekim 07, 2019

Barışmak Bizi Bahşedişimizdir Birbirimize






Bağış, yüce gönüllülerin bahşişi değildir.

Bağışlamalıyız çünkü ancak bağışlayarak bağışlanmaya layık olabiliriz.
Bağışlamak; bağışlanmanın bahşedilişidir ruhumuza.
Barışmak; bizi bahşedişimizdir birbirimize.

Ekim 02, 2019

Bir İntikam Şövalyesi: Quentin Tarantino*

“İntikam mı yoksa gerçek mi?” Bu soruya muhatap kılar seyircisini meşhur intikam filmi Old Boy. Bir hakikat arayışçısı için yenilmek ve hatta ölmek pahasına “gerçek”tir cevap. Gerçek, intikamdan teskin edicidir çünkü. Quentin Tarantino, bu soruyu gerçeği reddetmek ve geçmişi yeniden yazmak pahasına ‘sonuna kadar intikam’la cevaplıyor gibi. Peki, geçmişten intikam alınabilir mi? Tarantino sinemasında bunun mümkünlüğüne de cevap var. Gerçeğini reddettiği olaylara müstehak bir kader biçip tarihi yeniden yazması, onun sinemasının imzası haline gelen karakteristiği.

İntikam Felsefesi & Şiddetin Şehveti
Tarantino Sineması, kurgularının ve dialoglarının alt metinlerindeki intikam felsefesi, fazlasıyla kanlı olan kamerasıyla sert, acımasız ve şiddetli bulunuyor sıklıkla. Eleştirilerin yerli&yersizliği bir tarafa gerçeklere getirdiği alternatif sonlar, şiddettin şehvetini yaparcasına kurduğu intikam fantezileri, ustaca kurgulanmış olaylar, özgün bir teknik ve güçlü oyuncu ekibiyle izlemeye, tartışmaya ve sorgulamaya değer nitelikte.

“Kader, intikam gibi zorlu ve çirkin bir şeyden yanaysa eğer, yalnızca Tanrı’nın varlığının değil, onun arzusunu yerine getiriyor oluşunuzun da bir kanıtıdır” The Bride, Kill Bill
Kill Bill’in açılış sahnesinde Bill’in ayakları altında can çekişen Bride’a söyledikleri, Tarantino sinemasındaki intikam felsefesinin varlığına örnek teşkil ediyor: “Beni sadist mi buluyorsun? Şu anda bile yaptıklarımın sadistçe olmadığını anlayacak kadar kendinde olduğuna inanmak isterim. Bu benim en mazoşist hâlim” Tarantino, ‘İnsan kendine ceza keserek başkasından intikâm alabilir mi? İnsan başkasına ceza keserek kendinden intikâm alabilir mi?’ sorularını soruyor ve kendince bir sadizm & mazoşizm tanımı getiriyor sanki: sadizm; başkasına ceza keserek kendinden intikâm almak, mazoşizm; kendine ceza keserek başkasından intikâm almak.

İntikam Sineması
Tarantino’nun Toshiya Fujita’nın 1973 yapımı Lady Snowblood filminden tam 30 yıl sonra çektiği, Sinemasının belki de en iyi filmi olan Kill Bill bu filmin bir coverıydı belki de. Film hem öykünün kurgusallığı hem de bazı sahne telmihleriyle Kill Bill’de fazlasıyla yâd ediliyor. Tarantino, Kill Bill'de Bride üzerinden tanrısal bir cezalandırmayı gösteriyor. Ceza tıpkı kutsal kitaplardaki gibi haddi aşan ve kötüye kullanılan uzva veriliyor. Şiddet, karmik ve alegorik mesajlarla dolu hikâyeyi kamufle etse de cezalar ve mesajları gayet sarih: Aç gözlü olanın gözü oyuluyor, bağlantılarını sinsice kullananın kolu kesiliyor. Kimseye eğilmeyen dik bir baş gövdesinden ayrılıyor ve kalpten vuran kalbinden vuruluyor. Silahlar, karakterlere has bir şekilde seçiliyor. Kılıcı kullanmak gerçek bir asalet, ehliyet ve azim gerektiriyor. Bu yüzden kılıç, yalnızca gerçek savaşçılara layık görülüyor. Gerçek savaş, tüm sekanslarda nefes mesafesinde ve göz gözeyken veriliyor.

Tarantino’nun İntikam Sinemasına diğer filmlerinden bolca örnekler vermek mümkün; Inglourious Basterds filminde Adolf Hitler ve beraberindeki Nazileri bir sinema salonunda kurşuna dizmesi, Django Unchained filminde ise ırkçıları, bir kölenin kurşunlarıyla öldürmesi buna bazı örnekler. Filmlerinin çoğunda üç ya da daha fazla karakter aynı anda birbirlerine silah doğrultması, ayak sahneleri, mucidi olmasa da onunla bilinen “trunk shot”(bagaj çekimi) sahneleri sinemasının obsesif karakteristiğini yansıtıyor.

Yeniden Yazılan Tarih: Once Upon a Time in Hollywood
Hollywood'un Charles Manson'dan intikamı, Sharon Tate’e yakılmış bir ağıt, Tarantino'nun en romantik filmi, Tarantino’nun en taraflı, en kötü filmi gibi birbirinden bambaşka yorumlar yapılan son filmi Once Upon A Time In Hollywood; 9 Ağustos 1969’ta Cielo Drive’daki Hollywood’un dehşet verici cinayetlerinden biri olan ve karnındaki bebeğiyle vahşice katledilen Sharon Tate cinayetinden tam 50 sene sonra gösterime girdi.

Tarantino, Sharon Tate Cinayetini başından sonuna kadar yaptığı ters köşelerle post-modern bir bakışla kurguluyor ve gerçekleşmiş bir cinayete alternatif bir son yazıyor kendi kalemiyle. Roman Polanski’nin yan komşuları olarak kurguladığı hikâyesindeki iki kurmaca karakterle(Rick Dalton ve Cliff Booth) açılan ve devam eden film, izleyicinin hedefini şaşırtarak filmin aslında Sharon Tate’nin alternatif yazgısı olduğunu uzun bir süre unutturuyor. Ve sahnelere fırlattığı yapboz parçalarını filmin en sonunda zarif bir hınçla bir çırpıda tamamlıyor.

Cinayetleri “I’m the Devil and i’m here to do the devil’s bussiness”le planlayan sapkın bir tarikat lideri olan Charles Manson ve 60’ların hippilerini açıkça hedef alan ve onlara karşı bir intikam tasarlayan Tarantino, gerçek hippilerde Manson’un hippilerinin hiçbir alakası olmadığı yönünde eleştiriler alsa da ve “kapitalist, burjuvazi yanlısı, sınıf ayrımı savunucusu” “fazlaca yanlı” bulunsa da dönemin olaylarına kendi yorumunu getiriyor.

Bruce Lee’yi bile sette alt edebilecek kadar güçlü, cinayeti engelleyen adeta filmin kahramanı olan Cliff Booth(Brad Pitt) karakterinin filmde dublör oluşu yönetmenin yaptığı ters köşelerden.“İyi adamlar tarafından öldürülen kötü adama dönüşmekle' eleştirilen Western Film Yıldızı Rick Dalton’un(Leonardo DiCaprio)  hikâyenin sonunda filmlerinde kullandığı lav silahıyla “kötü adamları öldüren iyi kahramana”dönüşmesi de bu örneklerden biri. En muzip olanı ise Rick'in gerilediğini düşünen kariyerinin motivasyonunu küçük kızın gelip kulağına söylediği "gördüğüm en iyi oyunculuktu" sözüyle bulması herhalde.

Trajik bir olayın mağdurlarını hep zihnimizdeki güzel bir fotoğrafıyla hatırlamak isteriz. Film, o güzel fotoğrafın filmi bence. Tarantino  da “Sharon’ı o felaket olayla değil, gündelik hayatına devam eden, o dünyanın parçası bir insan olarak ele almak istedim” diye güzelliyor filminin kurgusunu. Tıpkı Tate’in eşine armağan etmek üzere Thomas Hardy’nin Tess of the d’Urbervilles romanını almaya gittiği gün, bir sinema salonuna gidip hem filmini hem seyircilerin tepkilerini izleyişi gibi günlük yaşamıyla. Film, Tarantino’nun güçlü kadın karakterlerinden çok başka olan, tüm masumiyetiyle filmin ve kendisinin kalbinde duran Sharon’un hayalindeki sonuyla ve Tarantino imzasıyla böyle noktalıyor.



Eylül 22, 2019

Bir Düş Mültecisi: Gérard de Nerval


Ruhunuz... Bu âlemde, hangisi? Yalnız, tek, ayrı, başka, eşsiz, kayıp, yabancı… Çok defa iç sesimiz dış sesimize senkronize olamaz da duyumsarız bu kayıp hallerinden birini. Yalnızlığımız kadar ikna olup yarımlığımıza, asla olmadığımız o zamanı, o mekânı, o insanı ararız. Yahut ait hissetmediğimiz tüm zamanların, mekânların ve insanların tam ortasında "niçin" orada olduğumuzu soran dünyanın en karadelik sorusuyla göz göze geliriz. Öyle tekinsiz, bilinmez ve rahatsız edici bir sorudur ki bu. Ya o karadelik sorunun içine düşecek ya da bildiğimiz ve hep yaptığımız şeylerin konforunu seçeceğizdir. İnsan "niçin"in içine hakikatle düşerse başka hiçbir eylemi yapamaz hale gelir çünkü. Kaçarız o heyulâdan. Bir meczubu kovar gibi öteleriz fikrimizden onu. Kovarız ve hep bildiğimiz, eşlerimiz, dostlarımız, tüm tanıdıklarımızın doluştuğu o konforlu bölgeye sığınırız.

Bazen de ruhumuzun çağrısının peşine düşmeye cesaret edip burada ve şimdiye ait olamayışın sürgünüyle ait olacağımızı düşlediğimiz “O Belde”ye sürükleniriz. Ruhun ait olduğu yere iltica edişidir bu. Peki ya ait olamadığımız şey zamansa? Şimdiye ait olamadığını anlayan ruh nereye gitsin? Ait olduğu âleme… Ait olduğu âleme gidecek olan düşünün mültecisi, Dünyanın müntehiridir belki de.

“Kaba Oyalanmalar”
Bazen bir çift göz gibi peşine takılırız bir çift sözün. Zihnimize kazınan bir çift bakış gibi zihnimizde yankılanır o bir çift söz. Nerval’in peşine o bir çift sözün keşfi yüzünden takılmıştım ben de. Üstelik bambaşka bir sokakta. Orhan Pamuk’un en sevdiğim romanı Masumiyet Müzesi’nde: "Fransız şair Gerard de Nerval'in bir kitabını okudum. En sonunda aşk acısından kendini asan şair, hayatının aşkını sonuna kadar kaybettiğini anladıktan sonra, Aurélia adlı kitabının bir sayfasında, bundan sonraki hayatın kendisine yalnızca "kaba oyalanmalar" bıraktığını söyler." dediği yerde. Hakiki bir kayıptan arta kalan “kaba oyalanmalar”dan başka nedir ki zaten?

Pamuk, Nerval’e olan ilgisini kahramanı Kemal’e bahşederken bir aşk acısı boşluğundan arta kalan hissi de betimlemiş oluyordu: “Güzelliğinden ya da kendimi çok yakın hissettiğim hareketlerinden ve teninden sızan bir ışık, bana dünyanın gitmem gereken merkezinin onun yanı olduğunu hatırlatıyordu. Geri kalan yerler, kişiler, meşgaleler kaba oyalanmalardan başka bir şey değildi." Pamuk’un Nerval’e tek göndermesi bu değildir. Nerval’in büyük aşkı olan tiyatrocu Jenny Colon, Masumiyet Müzesinin başkarakteri Füsun’un çalıştığı Nişantaşı Şanzelize Butik’te ithal bir çanta markası olacaktır.

Düşün Şiddetinde Bir Yazgı
Annesi iki yaşındayken ölen bu yüzden yüzünü dahi bilmeyen, ömrü boyunca tüm kadınların yüzünde annesini arayan ve bu kayıp anne imgesini çağrıştıran kadınlara âşık olan Nerval’in ideal imgesine karşılık düşecek bir yüz çıkar bir gün karşısına. Tombul, anaç görünen ve asla femme fatale olmayan bir tiyatro oyuncusudur bu: Jenny Colon. Nerval bu anaç kadından tıpkı Dante gibi ilahi bir güzellik, tanrısal bir aşk, bir Beatrice çıkarır. Aurélia kitabının mülhimi olur.“Her yerde ölüyor, ağlıyor ve acı çekiyor ölümsüz annenin yüzü” der Aurélia’da; fakat bir bölümünde sevdiği şeyin bir kadın değil bir imge olduğunu da kendine itiraf ederek. O’nsuz her şeyi boş görecek denli uzaklara, varılmayana âşık bir ruh, neyse ki ikinci yaşamı olarak gördüğü düşlerinde avunabiliyordu. Düşler onun hem varışı, hem kaçışıydı. Aurélia’da bunu itiraf etmişti: “Yaratığı yaradana yeğledim, aşkımı ilahlaştırdım ve son iç çekişimi İsa’ya adayan pagan ayinlerine uygun bir şekilde taptım.”

Bir yapıtına “La Boheme Galante(Çapkın Aylaklık) adını veren, Théophile Gautier’le beraber “İki Centilmenin Aşk İtirafları” diye kitap yazar fakat hiçbir zaman çapkın bir salon beyefendisi olamaz. Dönemin tüm entelektüellerini fotoğraflayan Nadar’ın portesi de aşikâr edecektir ki o kaybettiği aşkının nişanı yüzünde hüzünlü bir adamdır.

Kaybolmuş Rüyalar & Kayıp Aşklar Cenneti
 “Ben senin gökyüzüne ait değilim. Beni bekleyenler bu yıldızda. Onlar senin ifşaatından önce vardılar. Onlara katılmama izin ver, çünkü sevdiğim kadın onlara ait ve biz oraya geri dönmeliyiz.” diyen Nerval 1800’lerin Paris’inde bir Orpheus ve Eurydike hikâyesi yaşar. Nerval üzerine Türkçede en iyi biyografik kitaplardan birini yazan Erdoğan Alkan, Düş Gezgini kitabında ilginç bir mukayese yapar. Burada ve şimdiye ait olmak istemeyen, ruhu başka zamanlara ait Rimbaud’un şiirlerinde geleceğe yöneldiği, değiştiremediği yaşamaya eklemlenemediği, Baudelaire’in fizikötesine, alegoriler içinde kaybolduğundan da bahis açarak Nerval’in geçmişe kaçtığını söyler. Mısır, Yunan, Sümer, Roma uygarlıklarına, efsanelere, mitolojilere, masallara saklanır. Ölüler Irmağını aşan Orphe, Filistin Tanrısı Belus, Fenikelilerin Tanrısı Dagon’un oğlu olup; burada ve şimdide asla teskin olamayan ruhunu başka âlemlere kaçırır.

Kalemin Şahitliği
Ruhsal problemler, esrar bağımlılığı, olumsuz fiziksel şartların etkisiyle 1841 yılı itibarıyla birkaç kez akıl hastanesinde yatar. Şizofreni nöbetlerinin birinde yatırıldığı hastanedeki doktorlarından Dr. Blanche, Nerval’e düşlerini ve kâbuslarını yazmasını önerir. Bu süreçten sürrealist, o döneme değin benzeri yazılmamış bir metin ortaya çıkar: Aurélia. Kitapta bu süreci böyle geçirir: “Kâğıt verdiler bana ve uzun zaman, öykülerin, dizelerin, bilinen tüm dillerde yapılmış tanımlamaların eşliğinde, dünyanın inceleme anılarıyla ve çabamın daha duyarlı kıldığı ya da süresini uzattığı düş izlenimleriyle karışık, bir tür tarihi yazmaya koyuldum.”

Düşün Ardına Düşmek
Düş ile gerçeği birleştirip Sürrealizm’i doğurtan, şairliği, oyun yazarlığı yanında seyyah da olan(Nerval’in dünya üzerindeki tüm düşlerin ve masalların peşine düşercesine yazdığı seyahatnamesi de vardır: Doğu’da Seyahat. Hatta kitabın bir bölümünde “Ramazan Geceleri” yazısıyla dikkat çeken İstanbul gezisi vardır) gerçek bir “düş gezgini” olan bu ruh "Yazık! Her şey ölecek demek ben ölürsem!" der. Balzac, Alexandre Dumas, Victor Hugo’larla aynı Paris’te dolaşan, Proust, Baudelaire, Rimbaud, Mallarmé, Apollinaire ve Ahmet Hamdi Tanpınar, Atilla İlhan, Cahit Sıtkı Tarancı’ya mülhem olan, Umberto Eco’nun yaza yaza bitiremediği bu ruh; ait olduğu yere, zamana ve ruha erişmek düşüyle belki kendini bir sokak lambasına asar. Cebinde Aurélia kitabının son sayfası olduğu rivayet edilir. (Benzer bir rivayet de Yahya Kemal’in öldüğünde başucundaki kitabın Aurélia olduğunu söyler.) O'nu görmeye gelen şairler, asılmış bedeni karşısında saygı duruşuna geçtiği söylenir. Polis kayıtlarına geçer gibi yazılmış ölüm haberi bile bir şiirle olur: Ahmet Oktay’ın “Morg Kaydı” şiiri ile.

Gerçekliğin kıyısına vurmuş bir ölüm ile rüyalarına sarılmıştı belki de. Onu her ne kadar boynundan tutan bir sokak lambası olsa da, Dünya yine de çekiyordu kendine. Hazindir ki bu çekim ile uzaklaştı dünya gerçekliğinden. Uzaklaştı ve kaybettiği tüm rüyaların ve dünyanın tüm masallarının peşinde, düşünün mültecisi oldu.

Zeyl: "Kalemin Şahitliği" ifadesi bana ait değil, tırnak içinde olmalıydı. Bu ifade ve keşif Dürdane İsra Çınar'a ait*

Yazı için tık; http://www.sabitfikir.com/dosyalar/yerin-muntehiri-ve-dusun-multecisi-g%C3%A9rard-de-nerval


Eylül 11, 2019

İdol*


Şu kitaplıktan daha güzel ne mülk var? Her sabah namazından sonra o kitaplığa varıp, ilmine devam eden güzel dedem, senden daha güzel idol mu var? 

Tanıdığım en disiplinli, çalışkan, tevekküllü ve inandığı gibi yaşama cesareti gösteren kişiydi dedeciğim.

*

6 gündür başka âlemin sakinisin ama bak varisin burada. 

Nur ol... 

Ağustos 27, 2019

Ruh Müzem Sakinleri*

Henüz hiçbir yerini çok sevemediğim bu dünyada sanırım en çok burayı seviyorum. Ruh Müzem'i. Ancak keşf'i çok sevenlerin yürümeye sabır göstereceği tekinsiz bir patikası, belirsiz bir rotası var. Burası nihayetinde bir müze ama Ruh Müzem'in patikasına ancak rast makamı ile varılabiliyor. İsimlerin, cinsiyetlerin, şehirlerin, mesleklerin, zamanın hiçbir önemi yok. Ruhça konuşabilmek kafi.

Tam da bu yüzden yolu rast makamı ile buraya düşenlerin yeri Ruh Müzem'in en güzel köşesi;

"Merhaba,

Ben M.T. Tıp fakültesinde öğrenciyim, aynı zamanda sosyoloji okuyorum. Aklımın ilk erdiği zamanlardan beri insana, onun davranışlarına, fizyolojisine ve psikolojisine karşı derin bir ilgim var. Birkaç gün önce İdefix'ten Psikanaliz Yazıları dergisinin birkaç sayısını sipariş etmiştim. Elime nihayet bugün ulaştı. İdefix'in âdeti olduğu üzere yanında hediye olarak bir dergi göndermişler "Sabit Fikir". Haftalık ve aylık olarak yayınlanan birçok mecmuayı okumuş ve hiçbirinin içeriğini doyurucu bulmamıştım bugüne kadar. Bununla da yetinmeyip bu yayınlara karşı savaş açtım desem yeridir. Sabit Fikir Dergisi'ni de bu önyargı ile açtım, birkaç sayfa çevirdim ve bir yazıyla karşılaştım "Aşırılıklar Çağı'nda aşkın bir ruh: Simone Weil". Yazının giriş cümlesi "J.J. Rousseau'nun..." diye  başlıyordu. Şu sıralar Rousseau'nun Émile kitabını okumaktayım, bu nedenle sanırım istemsizce okumaya başladım yazıyı. Henüz kargo paketini yeni açmıştım, ayaküstü okuyuvermişim yazıyı. Yazarını hemen bulmalıydım, yazının başına döndüm ve sizin isminizle karşılaştım. Derhal sizin hakkınızda bilgi edinmeliydim. Bir blog sahibi olduğunuzu farkettim, kapısı zaten aralıktı, ben de içeri usulca sokuluverdim. Nerede ne var diye kurcalarken "Johann Pachelbel" yazdığını gördüm. Sanki birisi size ulaşmam için küçük ekmek kırıntıları serpiştirmişti her yere. Neden mi böyle düşünüyorum? Klasik müziğe büyük merakım vardır, listelerim neredeyse tamamen Chopin, Handel ve Yiruma'dan oluşuyor. Fakat klasik müzik türü içinde bir parça var ki onun yeri çok ayrı "Canon in D". Ardından ilk defa karınca görmüş bir çocuğun heyecanına benzer bir heyecanla daha fazla yazıya ulaşmalıyım dedim. "Ruhça" isimli bir yazınızı okudum ve bugünlük bu kadar kâfi dedim kendi kendime, doymuştum, yavaş yavaş tüketmeliydim. Ardından yaşamınıza ve eğitiminize dair bir şeyler bulma umuduyla birtakım aramalar yapsam da nafile. Sonra dedim kendi kendime bir ehemmiyet teşkil etmiyor zaten, varsay ki sayfaları oraya buraya savrulmuş sahipsiz bir günlükten notlar okuyorsun. Diyeceğim o ki, dergilere dair önyargım halâ yerli yerinde durmakta. Fakat düzenli olarak yazıyor iseniz yazılarınızı okumak için Sabit Fikir Dergisi'ni düzenli olarak edinmeye çalışacağım.

Saygılarımla."

Ağustos 15, 2019

Kendilik Cesareti*

Sanatçıların ya da sanat eseri yaratma hevesi güden insanların başına gelebilecek en talihsiz şey; tesirinde, çekiminde, cezbesinde kaldığı güçlü bir ruhu şuursuz taklit etmek. Taklit ne kadar şuursuz, ego ne kadar yaralıysa vaziyetleri o kadar trajik oluyor.

Tezle değil antitezle başlayan, bir akıma karşı doğan fikir akımları gibi yazmak reaktif tavırla yapılıyor bazen. Reaktif bir tavırla yazanların rekabet hırsından beslendiğini görürsünüz. Yaratma edimi kendiliğinden değil "o yazıyorsa/o yapıyorsa ben de yazarım/yaparım" diyedir.

Kendiliğinden, kendilikleriyle değil, reaktif bir tavırla yola çıkanlar en çok üslûp ve özgünlük konusunda sıkıntı yaşıyorlar. Kendilerine ait bir odaları, kavramları, sözcükleri yoktur çünkü. Deneme, şiir, inceleme, eleştiri, roman denemedikleri bir tür kalmamıştır.

Tam da bu yüzden özgünlük yetenekten daha mühim. Yetenek, zekâ, birikim hepsi büyük avantajlar ama yeteneği, zekayı, birikimi özgünlükle birleştiremeyenler benzersiz bir eser ortaya koyamıyor.

“Aşırılıklar Çağı”nda Aşkın Bir Ruh: Simone Weil

Sabit Fikir dergisinde Keşfsever köşesiyle keşiflerimi arz edeceğim bundan böyle. İlk selâm Simone Weil hanımefendi ile.
James Last’ın ölümsüz bestesi Einsamer Hirte/The Lonely Shepherd’in (Yalnız Çoban) Zamfir yorumu eşlik edebilir bu yazıya.
Yıllar evvel, kendi küçük yörüngesinde dönen küçük bir benken keşfedilmeyi bekleyen incelikleri tanımlama hevesiyle yola çıkmış; kâşifi olduğumu sandığım şeylerin başka dillerde karşılığı olduğunu öğrenmiş, üzülmüştüm. Ardından böylesi bir keşfin imkânsızlığını keşfetmiş,  nihayetinde elimde kalan tek şeyin keşfi sevmek olduğuyla yüzleşmiş ve bari bu halin bir adı olsun, mahlasım olsun diye Keşfsever demiştim kendime. Sevmek anlamına gelen “phileo” ve bilgelik anlamına gelen “sophia” kelimelerinin kucaklaşıp içinde sevgi geçen tek öğreti olan Felsefeyi adlandırması güzel bir rast olmuştu. Hemen her şeyin sahipliklerle adlandığı bir zamanda tanımlanışın sevilen şeyle yapılışının güzelliğindeydi bu rast. Peki ya başka rastlar?
Öncelik ve sonralıkla farkına vardığımız zaman algısı bizimle aynı şimdiyi paylaşmayan herkesi bizden ayırıp başka zamanların içine saklıyordu. Aramızda yıllar, yüzyıllar var diye uzak sandığımız, başkalarına satır bize ise iç ses olarak gelen cümlelerin sahipleri vardı bir de. Onlar uzakta değildi. Hepsi bir keşf mesafesinde hem kendilerini hem bizi zamansız, mekânsız ve sonsuz kılacak bakışlarımızı bekliyorlardı. O bakışların biriyle Simone Weil’le Haşmet Babaoğlu’nun “İki Simone” isimli yazısıyla rastlaştık. Yalnızca bize ait olan şeyleri tanıyan ve anında “ta kendisi” dedirtecek ve İsmet Özel’in “bize ait olan ne kadar uzakta?” sorusuna cevap olacak bir rastlaşmayla. Pekâlâ platonik bir rastlaşma olabilirdi bu çünkü Simone Weil’in ölüm tarihi doğum tarihime 47 yıl uzaktan bakıyordu. Neyse ki Weil’in bu sözü rastımızı platonik olmaktan çıkaran ‘bulunmuş bir mektup’ yapmıştı: “Bizler emeğimizde ve gündelik hayatımız içinde yaşanan şeylerin bize sunduğu sembolik anlatıyı bir mektubu okur gibi okumalıyız. Bu semboller keyfi şekilde karşımıza çıkmaz, onlar şeylerin doğasına çok evvelden ve Tanrı tarafından yazılmışlardır.”

Yazıldığı Gibi Yaşanmış bir Yazgı
Bu süreçte Weil üzerine çeviriler yapıldıkça yapıldı, Yerçekimi ve İnayet, Kişi ve Kutsal, Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler olmak üzere birçok kitabı Türkçe Yayınları, Weil üzerine Türkçe ilk biyografik eser olan Palle Yourgrau’nun okura ulaştı. Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler’den sonra Ketebe Simone Weil kitabını Ümid Gurbanov’un çevirisi ile yayımladı. Yazar, Weil’in yediriyor ki kitap bir biyografi kitabi olmaktan çıkıp iyi bir Simone Weil felsefesini ve felsefesinin analizini Simone’un kişisel tarihine öyle güzel yorumuna evriliyor. 

Weil’in de çok beslendiği dönem olan Antik Yunan’da hakikati söylemenin risk taşıdığı durumlarda hakikati söyleme cesareti gösterene “parrhesiastes” denirdi, Weil tam olarak böyleydi. Jean Jack Rousseau’nun Yalnız Gezerin Düşleri’nde bir rahibin defterinden aldığı "Vitam Vero Impendenti"  ifadesi en çok onun yazgısına yakışıyordu. Çünkü anlamı “hakikat uğruna yaşamını riske atan kişi” demekti. İlginç bir şekilde Albert Camus, Nobel Ödülünü almaya gitmeden hemen önce bir azizi ziyaret eder gibi tıpkı Simone’nin Paris’teki eski apartman dairesine gitmişti. Belki de bu yüzden bir filozof mu, bir aktivist mi, bir yazar mı, bir mistik mi bunların hepsi onun gerçekten olduğu şeyi tanımlama noktasında eksik kalıyor. Ben onu bütün dünyevi sıfatlardan azat edip, varlığını çağdaşlarından bir çırpıda ayırt eden ruhuyla ele alacağım ve Palle Yourgrau’nun kitabından seçtiğim bölümlerle onu daha yakından keşfetmek isteyenlere bir özet sunmuş olacağım.
Başka Bir Dünyanın Seyircisi
Onu anlatmaya 'başka bir dünyanın seyircisi' olmaktan ileri gelen sakarlığıyla başlamalı belki de. Ruhsal konulardaki inceliğine tezat olacak şekilde, eşyayla ilişki kurma biçiminde tuhaf bir sakarlığı vardı. Oğuz Atay'ın “hayatın acemisi” yakıştırması onun eşyayla kurduğu ilişkiyi izahı etmede uygun düşecek sanırım. Felsefe öğretmenliği yaptığı dönemde ona rast gelenler hırkasını ters giydiğini fark etmeyecek kadar sakar; elleri, eski püskü kıyafetleri, çorapsız sandaletleriyle Orta Çağ keşişi gibi göründüğünü düşünüyor ve onun için “Kızıl Bakire” “La Simone” “Weil Ana” diyorlardı. Ders verme konusunda başarılıydı ama burada da farklı metotlarıyla diğer meslektaşlarından ayrılıyordu. Amacı öğrencilerinin beyinlerini doldurmak değil –derslerinde en çok kullandığı kitaplardan biri olan Platon’un Devlet’inde de bahsedildiği gibi- onların ruhlarını
dönüştürmekti. Çünkü Weil’e göre “ruh uyumaktadır.”

Düello: Dişil Zekâ versus Ruhsal Zekâ
Sis romanında “Erkeklerin her biri ayrı bir ruha sahip oldukları halde, kadınların hepsinde tek bir ruh, aynı ruh, kolektif bir ruh vardır” diyerek “kadınların hepsi bir ve aynı kadındır” diyen Miguel de Unamuno Weil’i keşfetse onu tanımlayacak kelime bulamazdı herhalde.  O, bir cümlede özetleyebileceği türden kadınlardan değildi. Değildi çünkü o varlığını cinsiyetiyle değil, bizatihi varlığıyla başlatmıştı. Yourgrau’nun güzel ifadesiyle kendi güzelliğini sırtında taşımayı istemediği bir haç olarak gören Weil, çağdaşı ve tanışığı Simone de Beauvior’ın tersine varlığını dişilliğinden tümüyle soyutlayarak var etme yolunu seçiyor; Beauvoir’ın burjuvalara karşı kullanmaktan asla çekinmediği ruju, makyajı ve süslü kıyafetleriyle kullandığı dişillik silahına ruhuyla karşılık veriyordu. Beauvoir’ın dişilliği yalnızca görünümünde değil, zekâsındaydı. Fakat eril tahakküme karşı verdiği mücadele Simone Weil’i etkileyemiyordu. Yourgrau bu durumu; “Weil gerçek bir köle olmayı amaç edinmişken Beauvoir’ın amacı kimsenin değil, kendisinin efendisi olmaktı” diyerek izah ediyor. Ve “Beauvoir feminizmin annesiyken Weil’in bu tanımlamayı reddettiğinden, bir gruba liderlik etmesi istendiğinde ‘ben feminist değilim’ diye tepki gösterdiğinden bahis açıyor kitabında.
Kendine Saldıran Savaşçı
Aktivistliği, sakarlığı düşünüldüğünde baltalanıyordu. İçindeki savaşçıyı her tür silahla teçhizatlandırmak istiyordu fakat silah kullanmayı bir türlü öğrenemeyişi içindeki savaşçının hevesini kırıyordu. Neyse ki cephe gerilerinde kendine bir yer bulabiliyordu. Tüm bu halleri Nietzsche’nin “savaşçı ruhlu biri barış zamanlarında kendisine saldırır” sözünü haklı çıkarıyordu. Nitekim savaşacak bir şey olmadığında savaşçı ruhlu Weil kendisi ile savaştı.
Şöyle yazmıştı Weil; "Keşke tehlikeli bir görevde hayatımı riske atabilsem. Ölümle göz göze gelebilsem, düzgün bir insan olma şansı edinirim.” “Ölüm insana verilen en değerli şeydir. Bu yüzden, onu kötü bir şekilde kullanmak en büyük küfürdür” Güzel ölmek, nihai noktaydı onun için. Ali Şeriati’nin meşhur sorusu “Senin İsmail’in kim?” muhatap kalsaydı Simone Weil pekâlâ bu soru ile yüzleşebilirdi. Bu yüzden de yaşamını, ona verilen canı tıpkı adaklık bir kurban gibi yaşamayı tercih etmişti. Ona atfedilen tuhaf tüm ithamlar, ona gerçek bir bakışla bakanlar için bağlayıcı olmadı. Bunda Yourgrau’nun da katkısı büyük. Nitekim Yourgrau’nun kitabıyla ilgili enteresan yorumlardan birini yapan French Studies Dergisi kitaptan şu şekilde bahsetti: “O genel olarak Weil'e atfedilen üç klişeyi: anoreksik, kendinden nefret eden bir Yahudi ve cinsel açıdan bastırılmış bir kadın imajını yıktı”

“Je Veux, Donc Je Suis” (Olacağım, O Halde Varım)
Eric Hobsbawm, 20. Yy için “The Age of Extremes” (Aşırılıklar Çağı) der. Umutsuzluğun, çürümenin, savaşın ve maddenin çağında Weil, ıssız bir yolda tek başına Godot’unu bekledi. Yaşadığı yüzyılda rağbet göremedi. Yaşadığı yüzyılda rağbet, onun rağbet göstermedikleriydi. Yourgrau kitabında onun felsefesini “je veux, donc je suis” (olacağım, o halde varım) olarak geçiren bir bahis açar. Bu, ısrarlı bir ümidi barındırır. Yourgrau, onun pusulasız bir istikamette hayatı boyunca geri dönüş yolunu aradığını söyler. Ardından mistik öyküsü Prologue’da olduğu gibi bir çatı katında hakikatleri bir bir gösterip ansızın ortadan kaybolan gizemli bir yabancıya rast gelmeyi ümit ettiğinden bahis açar. Yourgrau, kitabı bu yüzden olsa gerek şu cümleyle bitirir: “Daima dışarıda kaldı, hayatı boyunca davet edilmeyi bekledi, oradan davet asla gelmediyse bile, çağıran başka bir kapı olmadığı ne malum?”
Aziz Augustinus, “Tanrı bizlere bir şeyler vermek ister ama veremez çünkü ellerimiz doludur, onları koyacak yer yoktur der” Weil, Tanrı’ya yer açmak için yalnız ellerini değil, gençliğini, kadınlığını, zekâsını, kariyerini, elde edeceklerini, her şeyini feda etti. Geriye ise var olduğundan beri dönüşmek ve olmak istediği ruhu kaldı.