Şubat 14, 2019

Osmanlı'da Kadın Dergileri*

1886 yılında yayımlanan, Osmanlı'nın ilk kadın dergisi olan, sahibi ve tüm yazarlarının kadın olduğu ilk dergi Şükufezar'ın Arife Hanım tarafından yayınlanmış derginin açılış yazısı şöyle açılıyor:

“Biz ki saçı uzun aklı kısa, diye erkeklerin hande-i istihzasına hedef olmuş bir taifeyiz. Aksini ispat etmeye çalışacağız. Erkekliği kadınlığa, kadınlığı erkekliğe tercih etmeyerek, şah-rah-i sa’y-u amelde (çalışmanın doğru yolunda) payendaz-ı sebat (ayak direten) olacağız."

O dönemde faaliyet göstermiş diğer kadın dergilerinden bazı sayfalar;

Arife Hanım ve  Şükufezar Ekibi





Şubat 01, 2019

Ahmet Sait Akçay ile Eleştiri Etiği Üzerine / Dürdane İsra Çınar & Zeynep Merdan


“Kurama yaslanmayan eleştiri etik dışıdır” 

Zeynep Merdan: Jacques Derrida, “Platon’un Eczanesi”nde “metin kompozisyonun yasasını ve oyununun kuralını ilk bakıştan, önüne gelenden saklıyorsa metindir ancak. Metin daima algılanamaz olarak kalır” diyor. Anlatmamayı bir anlatı olarak tercih eden biri kendini nasıl anlatır?

Ahmet Sait Akçay: Şimdi metin yanlışlanabilir ya da doğrulanabilir bir tez formatı değildir; en başta bunu vurgulamalıyım. Yani metnin ürettiğine sadece metnin kendisi tabidir, bu açıdan bakıldığında Derrida’nın “fark edilmez” olarak nitelediği “metin”, yasasını da kendisi belirleyen bir agent yani aktör olarak karşımıza çıkar. Şu noktaya dikkat etmeliyiz: Metin bağlamı dediğimizde başka bir anlam katıyoruz, oysa metnin kendisi bağlamından arîdir. Burada metnin biçimi ya da biçemi söz konusudur. Metnin yapısı hiçbir zaman gözle görülür bir nitelikte değildir. Yorum, metni daima saklar, yorum hiçbir zaman metinle özdeşleşmediği gibi, metnin anlamını da daima geciktirir. Bu evrensel bir kaidedir, en azından ben öyle bakıyorum. Çünkü metnin anlamını yorumlamak metni ikincil planda bırakır; yorumlayıcının erki devreye girer ki bu da metnin nesneleşmesine kadar gider. Bir metne nasıl bakmalıyız sorusu tahakküm üretir. Metni yorumlamak bakış açısıyla ilintilidir ve çoğu zaman ideolojiktir. Tam da burada metin nedir peki, sorusuna yanıt aramamız gerekir. Bir yığın soruyu da beraberinde getirecektir. O zaman metnin gerçekliği nedir? Bizim metne yaklaşımımız metni her zaman öteleyecektir. Burada metin özerktir.

Özellikle son on yıldır üzerinde çalıştığım metinler ve deneyimlerim üzerinden, öznel bakış açısıyla şunları ifade etmekte bir beis görmüyorum; Anlatmak ya da tahkiye yazarın otoritesini pekiştirir. Ve bu erk hiçbir zaman metinsel değildir, olamaz da. Ben buna “yazarın şiddeti”, diyorum. Yaratıcı yazar şiddete meyillidir, dolayısıyla metinden ziyade bir ürün ortaya koymayı hedefler, itkileri ne olursa olsun. Metni araçsallaştırmak metne uygulanan en büyük şiddettir. Bu da hikaye anlatmayla başlar. Günümüzde bu şiddet bir fetiş haline gelmiştir; bugün gün yüzüne çıkan hikayelerin yüzde doksanı yazarın zihniyetini temsil etmektedir, nakıstır ve edebi olmaktan çok uzaktır.

Merdan: Hem üreten hem eleştiren, dolayısıyla kendi yapıtını da eleştiren yapısökümcü   anlayışa sahipsiniz. Rollo May, Yaratma Cesareti adlı eserinde Pablo Picasso’dan şöyle bir alıntı yapar: “Her yaratma edimi, ilk önce bir yıkma eylemidir.” Bu konuda siz neler düşünürsünüz?

Akçay: Birincisi şunu söyleyeyim: Benim için metin hiçbir zaman yaratma edimi olmamıştır. Yaratma eylemiyle başlayan metnin özerkliğinden şüphe etmeliyiz. Metinde yaratma/doğurma, sancı gibi atıflar, çok süblime bir duyguyu barındırır ve metnin yörüngesini de o yüceleştirilmiş, tanrı-merkezli bakış açısı belirler. Bu algı biçimi geçerliliğini yitireli yüzyıllar geçti. May’in Picasso’yu referans alarak bunu öne sürmesi bir anlamıyla edebiyatı da içgüdüsel bir eylem olarak görme yanlışından kaynaklanıyor. Ancak şunu da belirtelim, Picasso yaratmayı resim için kullanır, sanatsal yaratıcılığı modernizm bağlamında kast eder aslında. Bana göre kendi resimleri de yaratı değil, birer metin örneğidirler. Çünkü modernistlerin romantik bir tarafı da vardır ki “Yeni Romantikler” olarak anılırlar.

Yıkma eyleminde hemfikirim elbette.  Modernist ve avangard sanatçıların da ortak kaygısı biraz önce bahsettiğim var olan, meşru geleneği, imgelem dünyasını yerle yeksan etmektir. Burada kast edilen de gelenektir; var olan yazınsal dildir. Bu da çoğu zaman convensional’dır, yani verilidir. Siz nasıl içine doğduğunuz dil için benimdir, diyemiyorsanız ortaya çıkardığınız ürün de edebi konvansiyonelden öteye geçemez. İşte tam burada strateji devreye girer.

Dürdane İsra Çınar: Bunun önüne nasıl geçebiliriz?

Akçay: Buna meydan okuyarak karşı çıkabilirsiniz. Çok basittir aslında, içine doğduğunuz geleneksel edebiyat dilini tersyüz etmekle başlamalısınız. Geçmiş yüzyılın konvansiyonel diliyle ürettiğiniz edebiyat bugün taklit bile sayılamaz çünkü taklit etmenin de metne bir katkısı vardır.

Merdan: May, yaratıyı ölüm anksiyetesine karşı bir cesaret gösterisi olarak belirtiyor. Kendi yaratınızı ölümle, ölüme rağmen ya da ölüm karşısında hangi bağlamda değerlendirirdiniz?

Akçay: Şimdi, yazmanın varoluşsal bir anlamı yoktur, sıkça zikredilen bir Sait Faik güzellemesi vardır: “Yazmasam delirecektim.” Yazmanın böyle bir duyguyla ilişkisi yoktur diye düşünüyorum. Yazmak için hayatı yaşamıyoruz, ya da hayatı yazmak için yaşamayız. Her ikisi de farklı kategorilerdir. May’in yazmaya ontolojik bir anlam katması, yazının kutsallaştırılması sorunlu bir bakış açısıdır. Bu bakış açısı maalesef edebi kamuda meşrulaştırılıyor. Oysa esas metnin amacı bu meşruiyet zemini bertaraf etmektir. Yine metnin stratejisinden bahsediyorum.

Çınar: Her metnin bir stratejisi var mıdır?

Akçay: Kuşkusuz vardır, metin matematikten öte bir şeydir; metnin iç stratejisini yine metnin kendisi belirler. Metin lineer değildir, doğrusallığı asla kabul etmez. Tek metinden bahsedemeyiz. Metnin girift yapısını ise stratejisi belirler.

Merdan: Peki metin stratejisinden biraz bahseder misiniz?

Akçay: Öncelikle metni Derrida’nın kullanımıyla ele aldığımı belirtmeliyim. O zaman metnin stratejisinden bahsedilebilir. En basit biçimiyle, metnin diğer metinlerle kurduğu ilişki biçiminden söz ediyorum. Metnin coğrafyasının ana arterini çarpıcılık, duygulanım, özdeşlik gibi kavramlar belirleyemez. Söz konusu ifadeler metnin alımlanmasını gösterecektir. Bu tarz bir belirlemenin metinle ilgisinden çok bakan gözün algısıyla ilişkisi vardır. Metnin hep edilgen olduğu bir dünyadan bahsediyoruz aslında. Ve bugün bu tavır kimseyi rahatsız etmiyorsa, edebiyatın içinden konuştuğumuz da söylenemez zaten.

Çınar: Roland Barthes da “Günümüzde yazmak anlatmak değildir,” derken anlatıda tahkiyeyi şiddetle eleştiriyordu. Aslında onun bu ve benzeri ifadelerinden yok edilmesi gerekenin anlatı değil, bir çeşit kökleşmiş model mantığı olduğunu anlıyoruz. Siz de yazılarınızda klişe bir model olarak gerçekçiliğin yeniden türemesini eleştiriyorsunuz.

Akçay: Şimdi Barthes, 1967’de kaleme aldığı ve yirminci yüzyıl edebiyat kuramının, postmodernizmin ve postyapısalcılığın temelini oluşturan “Yazarın Ölümü” makalesinde yazar merkezli okumaları, edebiyat geleneğini ters yüz etmişti. Şüphesiz Barthes da postyapısalcılar ve yapıbozumcular gibi anlamı hedef alıyordu. Makale, yazarın metin üzerindeki yetkesini ortadan kaldırmaya yönelikti. Walter Benjamin ise 1936 yılında yazdığı “Hikâye Anlatıcısı” makalesinde artık “anlatma sanatı”nın sonuna gelindiğini bildiriyordu. Benjamin bir değer peşinde olan hikâyenin bir mesafe ürettiğinden bahseder ki, bugün maalesef üretilen öykülerin çoğunun ortak noktası bu anlatma fetişi olabilmektedir. Bu da aslında edebiyat dışı saiklerin yazma dürtüsüne dönüştüğünü göstermesi açısından sosyolojik okumalara teşne azımsanmayacak bir malzeme birikimini ortaya çıkarmaktadır. Çünkü anlatmanın kendisi bir tahakkümdür. Yıllar önce Kitap-lık dergisinde “Hikayenin Geri Dönüşü Mü” diye yazmıştım. Bugün kurmacadan yoksun bir edebiyat geleneğine doğru gidiyoruz. Biçimsel bir yenilik yok, daha önce dediğim gibi metinden ziyade gelenek üretiliyor bugünlerde. Oysa edebiyat bir inşa hareketi değildir.

Öyküde tezek kokusu yükseliyor; bozkır hikâyelerinden kahramanlıklara, delişmenliklere yeniden inşa edilmeye çalışılan, yaşadığımız dünyanın çok gerisinde hazan yaprakları gibi ağaçların gölgesine mahkûm romantik bir zevkten ötesi değildir. Burada sorgulamamız gereken edebilik ölçüsüdür; biçim açısından fakir, sadece ahlak kaygısı hiçbir yazıyı edebi kılmaz, güdümlü yapar. Gerçekçilik bugün kimin tarafından üretilirse üretsin çok yerel bir düşünce sisteminin parçasıdır. Gerçekçi yazarların gerçeklikle ilişkileri de maalesef çok sorunludur. Aslında ben sanki gerçekçilik demek isterdim bugün gerçekçiler için. Sözgelimi Hürriyet Yaşar 90 Kuşağında bu damarı temsil etmiştir.

Çınar: Fakat tuhaftır bizde hala metin odaklı bir okuma/eleştiri çok kişisel alınganlıklar yaratıyor. Üstelik karşı tepkilerin çoğu birer ad hominem. “O önce kendi yazdıklarına baksın.” bile denebiliyor.  Ahmet Sait Akçay kendi yazdıklarına nasıl bakıyor?

Akçay: Çünkü edebiyata bir terapi olarak bakılıyor çoğunlukla. Bu tarz alınganlıklar bir metin üretmenin, edebiyat yapmanın sorumluğundan ziyade üretilen klişelerle bir tahakküm ortamı kurulmaya dönüktür. Edebiyat, her zaman söylüyorum, gündelik dille üretilmez. Evde oturup kahve içmeniz, sonra dışarı çıkıp gezmeniz, aniden hüzünlenmeniz, bunlar edebiyat değildir. Bugün metinle bir diyalog yoktur, yazılanların büyük kısmı yazarın bilinçdışını analiz etmek için terapi örneği gibi sunuluyor. Esas sorunuza gelirsem, metin merkezli eleştiri metnin anatomisini ortaya çıkarmayı hedefler, bu da yazarın otoritesine gölge düşürür ve yazar yazdığından korkar hale gelir zamanla. Bunu aşmak için yazdığını fetişleştirmeye kadar gider. Bu durum edebiyatla alakalı değildir, psişiktir ve günümüzde metne güvenmeyen yazarların korkulu rüyasıdır. Şahsım olarak kendimi sürekli sorgularım ve her zaman bir adım ötesine bakmayı amaçlamışımdır.

Hece / 266. Sayı
Çınar: Türkçe edebiyatta eleştirinin eleştirisini yapmak neden bu kadar zahmetli? Sebebi temelde ciddi bir eleştiri etiğinden yoksun olmak mı?

Akçay: Eleştirinin kendisi etik midir, sorusuyla başlamak isterim. Eleştiri bir bağlam üretme çabası olduğu sürece, kültürellik, tarihsellik, toplumculuk ya da metinsellik arayışında olabilir. Bu da son derece doğaldır, ancak ben eleştiriyi ve eleştirmeni yaygın olarak bir iktidar kurma aracı olarak da görüyorum. Eleştiri yerine ben “Okuma” diyorum, metni hem yazarın hem de eleştirmenin, ortamın tahakkümünden kurtarmak ana hedef olmalıdır. Esasen eleştirmenin hedefinin de yazarın yetkesini kırmak olmalıdır, diye düşünüyorum. Şunu söylemem gerek; Türkçe edebiyatta eleştirinin gelişmesinin önünde eleştirmenlerin otoriter yapıları vardır. Şimdilerde biraz kırılsa da yazarda da bir itaat eğilimi görünmektedir. Kuramsız eleştiri olmaz, kuramsal yazıların daha itibar görüldüğü bir zeminde edebiyat eleştirisi gelişir. Bizde eserle yazar arasında nasıl bir gönül bağı varsa; yazarla eleştirmen arasında da aynı bağ oluşuyor. Eleştirmen-metin-yazar arasında tuhaf bir ilişki var aslında. Bu arzu-itaat ilişkisinin sorunlu olması da metin-merkezli eleştirinin tıkanmasına yol açar. Edebi kamunun eleştiriyi metin ekseninde benimsemesi zaman alacaktır. Kuramsal birikimden yoksun bir bakış eleştirel olarak değerlendirilemez.

En başa dönersek, bu toplumda etik duygusunun geliştiğini söylemek çok güç. Eleştiride etik duygusunun tekamül etmesi de kültürel bir sorundur. Etik kavramına yabancı bir toplumsal dokudan bahsettiğimizin farkında olalım. Metne meta olarak bakmayı bıraktığımız zaman etikten bahsetme şansımız olacaktır.

Merdan: Sanırım eleştirinin felsefesi yeterince önemsenmiyor. Daha açık ifadeyle söylersem, bizde “eleştiri ehliyeti” ve “eleştiri etiği” gibi iki temel sorundan bahsedebilir miyiz?

Akçay: Çok önemli bir noktaya değiniyorsunuz; eleştiri ehliyet gerektirir, bunda haklısınız. Bana kalırsa eleştiri bir disiplindir; bu disiplinin içine girmek de hiç de kolay değildir. Birincisi, kuramsal altyapı şarttır, kuram dışı eleştiri olmaz. Burada söylemek istediğim şudur: Analitik bakış açısı tek başına yetmiyor, kuramsal yazı metnin çözümlenmesine yardım eder. Kuram, metin nedir sorusuna yanıt arayan, metnin iç ve dış dinamiklerini tartan bir ön bilgidir, yüzyılların birikiminden damıtılmış yaklaşımlardır. Bir doktorun hastaya yaklaşması onun anatomi bilgisiyle eşdeğerdir. Metnin anatomisi hakkında fikri olmayan bir zat eleştiri adına yazmaya  kalkarsa,  işte o zaman metin dışında her şeyi konuşur oluruz.

Bir zamanlar izlenimcilik diye uydurukça bir yaklaşım vardı; eleştiri diye beğeniler sunuluyordu.
Bugün eleştiri en azından “referans” merkezli yürüyor. Maalesef metinsellik ihmal edilmiş durumda. Şunu söyleyeyim: Eleştirmen, dünya edebiyatındaki ana arterlerle, edebi kuramlarla ve türlerle bir diyalog içinde olmalıdır. Yoksa kendi beğenisi ve görgüsüyle metnin gölgesinde kalır.
Eleştirmen duygudaşlık üzerinden metinlerle bağ kurarsa, burada herhangi bir etikten bahsedemeyiz.  Bence Fethi Naci’den bu yana sivil eleştiri kan kaybediyor; onun yerine gelmek isteyenler sebat edemiyorlar. Bir yanıyla az da olsa çok ciddi bir eleştiri/okuma çabası var diyebilirim. Ancak eleştiriyi şeyleştiren bir güruh de var.

Çınar: Bu noktayı biraz açar mısınız?

Akçay: Şimdi eleştiride muhafazakarlığa asla yer yoktur; hele ahlakçılık bir fantezi olarak kalacaktır. Kastettiğim şudur: Metinler üzerinden bir değer üretmeye kalkarsanız ya da kendi zihniyetinizi dayatırsanız, eleştiriyi araçsallaştırırsınız. Bir roman sizin değerlerinize uymadığı için kötü olmaz; bu tarz yargı ifadeleri eğer yeterince desteklenmiyorsa eleştirmenin bakış açısındaki körlüğü göstermektedir. Onun için herhangi bir edebiyat kuramına yaslanmayan eleştiri etik değildir. Bunu konuşmak bile abestir.

Merdan: Yine de edebi eleştiri ve etik ilişkisi nasıl olmalıdır sizce?

Akçay: Bir çapraz ilişki var aralarında bence. Türkçe eleştiride tematik olan ağır basıyor. Tematik ve problematik kavramlarını kullanmak isterim. Tematik eleştiride temanın ana çerçevesi, ürettiği meseleler tartışılırken; problematik safhada ise eleştirel duygunun konumlandırılması söz konusudur. Problematik olan metnin sorunsallarını hedeflerken kuramsallığa yaslanır. Okumanın kendisi kuramsaldır bu yönüyle. Çünkü metin metaforlarla, mecazlarla örülüdür. Edebiyat da bu yönüyle bir metafor kurma sanatıdır.

Çınar: Türkiye’de eleştirinin yapısal anlamda 1960’ların argümanlarıyla yürüdüğünü ifade ediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Akçay: Türkçe eleştiri çoğunlukla metin dışı faktörlerle gelişti, toplumcu gerçekçilik ve tarihsellik belirgin biçimde eleştiride etkili olmuş durumda. Yani, eleştirinin referans noktası salt metin olmamıştır, metni dönüştüren kültürel/tarihsel/toplumsal bağlam, kısaca anlamlandırma çabası ve kaygısı eleştirinin nirengi noktası olmuştur. Sözgelimi, “yakın okuma” kavramı bizim edebiyat eleştirisine hiç uğramamış sanki. Yakın Okuma’nın getirdiği imkanlarla metne farklı yaklaşımlar mümkündü. Maalesef Anglo-Amerikan Yeni Eleştiri Türkiye’de fazla etkisini gösteremedi. Ancak bizde çok tematik, konu merkezli çözümlemeler metnin çerçevesini belirledi uzun süre. Metnin biçimsel yapısını önemseyen ve metnin günümüz edebiyat algısına katkısını tartışan çok az yaklaşım görüyoruz. Eleştiri bana göre metin dışı etmenlerle gelişiyor; metinle diyalog kurmak önemli ancak, bu etkileşimin ereksel bir tarafı olmamalıdır. Eleştirmen metin karşısında edilgen olmak durumunda. Ve şunu iyice kavramamız lazım, hiçbir metnin doğru okuması yoktur. Derrida’nın özetlediği gibi, “Metnin dışında hiçbir şey yoktur.”

Merdan: Yoruma karşısınız, bu çok açık. Hermenütik’i, post yapısalcılığınız gereği, “indirgemeci ve dönemselleştirici” olarak niteliyorsunuz. Peki bu yakıştırma da indirgemeci değil mi?

Akçay: Asla değil. Bir defa hermenütik yaklaşım metni tarihselleştirir, geleneği yüceltir, ayrıca anlamın peşinde koşar. Metin dışı referansların esas alınması problematiktir. Metni yorumlamak bile başlı başına indirgeyen bir ifade değil midir?

Çınar: Okumanın Farkı isimli çalışmanızda Derrida, Barthes, Barbara Johnson, Paul de Man gibi isimlerden hareketle metin odaklı bir “yakın okuma”nın olanaklarını gösteriyor bir taraftan da yazar author otoritesini sorguluyorsunuz. Farklı bir okuma için metne yakın yazara mesafeli durmak şart diyebilir miyiz?

Akçay: Şimdi “yapıbozumcu okuma” metindeki ikili karşıtlıkların yarattığı yanılsamalar içinde gelişen farkların izini sürmektir. Burada eleştirmenin ödevi ise mantığın mecazbilimsel yerdeğiştirmesini metin boyunca izlemektir der, de Man. Dolayısıyla burada özne olan metindir ya da metinlerdir. Ve okumalar doğrulanmak için değil yalnışlanmak içindir.

Çınar: Yeni Hayat romanı için, “yazma eylemine karşı okuma biçimlerini öne çıkaran bir karşı-roman” demiştiniz. Kurmaca edebiyatta romanın bir tür olarak yaşayabilmesi onun yeniden üretilebilirliğiyle doğru orantılı görülüyor neredeyse. Peki, roman (ya da öykü) bütün olabilirliklerini tükettiğinde kendini neye dönüştürecek? Bize tahmini bir gelecek anlatısından daha doğrusu anti-anlatı sonrası bizi bekleyen şeylerden biraz söz edebilir misiniz?

Akçay: Bence tüketme olmayacak hiçbir zaman, dönüşme ya da form değiştirme kaçınılmazdır. Her anlatı bir anti-anlatısını getirmiştir zaten. Üretim biçimleri değiştikçe formlar da değişir.

Çınar: Wayne C. Booth, Kurmacanın Retoriği’nde  “güvensiz anlatıcı”  bahsini uzun uzadıya irdeler. Orhan Pamuk da neredeyse bütün romanlarında gerçekliği parçalayan, onun altını oyan bir “güvensiz anlatıcı” tercih eder. Bu tip bir anlatıcının imkânları üzerine neler söyleyebilirsiniz?

Akçay: Anlatıcı meselesi Türkçe edebiyatta maalesef ihmal edilmiş bir olgu olarak var. Oysa Türk romanının anlatıbilim açısından ele alınması kaçınılmazdır. Yıllar önce Kritik dergisinde bu konuda özel sayı hazırlamıştık. Anlatıcının konumu belirlemek, bakış açısını doğru algılamak için önemlidir. Maalesef “güvensiz anlatıcı” çok sık karşılaştığımız bir anlatıcı tipi değildir. Aslında Bilge Karasu’dan bu yana modernist ve postmodernist romanlarda, öykülerde işlene gelmiştir. Ondan önce “ben-anlatıcı”nın imkânlarından konuşalım isterim. Bugün üçüncü kişi anlatımı problematiktir; çok anakroniktir bence. Gerçekçilik tutkusuyla iç içedir. Ben-anlatıcı, sınırlı bakış açısıyla idare etmek zorundadır. Bu da ustalık gerektirir. Güvensiz anlatıcı ise daha çok ben anlatıma uygundur. Üçüncü kişinin denetiminde geliştiğinde tanrısal bir sese dönüşme ihtimali fazladır. Booth’un öne sürdüğü “İma Edilen Yazar”a uymayan bir sestir güvenilmez anlatıcı. Gerçekçi metinlerde anlatıcılar yazarın gölgesini temsil eden ima edilen yazara hizmet ederler. Yani anlatıcı araçsallaşmıştır. Anlatıcı omnipotent’tir; her şeye hakimdir ve müdahale eder gereğince. Anlatıcının müdahale etmediği metinlerde bu durum farklı tezahür eder. “İma edilen Yazar” roman/öykü boyunca anlatıcının ahlaki tercihlerden anlaşılır. Anlatıcının ahlakçılığı kurguyu da yönlendirir. Cumhuriyet romanlarından köy romanlarına bu izleği görmek mümkündür. Özellikle anti-mimetik metinlerde “güvensiz anlatıcı” görebiliriz. Aslında Barthes’ın “yazılır metinler”inde güvensiz anlatıcı olmazsa olmazdır diyebiliriz. Ayrıca şunu da unutmayalım ki, güvenilir anlatıcı gücünü yazarın ahlakçılığından alır.

Merdan: Kendinizi “Karşılaştırmalı Edebiyatçı” olarak tanımlıyorsunuz aynı zamanda. Karşılaştırmalı Edebiyatın imkânlarından bahsetseniz biraz, bu yaklaşım Türkçe edebiyat eleştirisinde ne kadar etkin mesela?

Akçay: Karşılaştırmalı Edebiyat bir genre, yani tür okumasıdır; edebi türler arasındaki geçişkenliklere, türün farklı kültürlerdeki işleniş biçimlerine bakar öncelikle. Bu tarz okumanın çıkış noktası benzerliklerdir ve benzerliklerin problematize edilmesindedir esas mesele. Yoksa iki farklı metinde aynı temanın olması onları karşılaştırılır kılmaz; maalesef Türkiye’de bir kısım akademisyen karşılaştırma diye farklı metinlerdeki benzer temaları özetler ki bunun da disiplinle ilgisi yoktur. Bir sorunsala yaslanmayan hiçbir okuma Karşılaştırmalı Edebiyat yaklaşımının içinde görülemez. Karşılaştırmalı edebiyat bakışı, edebiyat eleştirimize Berna Moran’la birlikte girmiştir diyebiliriz. Jale Parla başta olmak üzere, Nurdan Gürbilek, Orhan Koçak, Deniz Şengel, Bülent Somay, Murat Belge, Süha Oğuzertem’in yanı sıra, yine son yıllarda özellikle Fatih Altuğ’un yazdıklarını da bu “çapraz okuma”nın (Bu terimi Gürbilek’ten ödünç alıyorum) bir yerinde görmek keyif verici.

Merdan: Ian Almond, İbn- i Arabi ve Derrida - Tasavvuf ve Yapısöküm çalışmasının açılışını Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ıyla yapıyor:  “O ara biri ‘en büyük egzistansiyalist’in İbn-i Arabi olduğunu Batı’dakilerin yedi yüzyıl sonra, yalnızca ondan çalıp çırpıp taklit ettiğini yazmıştı” Fakat kitabın amacının Pamuk’un şakası gibi İbn-i Arabi’nin tüm zamanların varoluşçusu ya da post-yapısalcısı olduğu iddia etmek olmadığını belirterek şöyle ifade ediyor “Benjamin’in bir kavramını istismar ederek kullanırsak: farklı parçaların aynına, yani kırılmış bir çömleğe aidiyetini hatırlatacağız” Senin bu bağlamdaki görüşün nedir? İbn-i Arabi ve Derrida’yı aynı cümlede kullanabilir miyiz?

Akçay: İbn Arabi ve Derrida’yı aynı cümlede anmakta bir beis görmem, zira farklı çağlarda yaşasalar da geleneğe karşı sert tavırlarıyla birleşiyorlar. Elbette İbn Arabi, Derrida’nın kullanımıyla yapıbozumcu olamaz, zira farklı iki paradigmadan bahsediyoruz. İslam dünyasında paradigmatik dönüşüm çok geç gelişti. Aslında İbn Arabi bize dinin hiçbir zaman bireyin öngörüsünü engellemediğini ikili karşıtlıkların altını oyarak gösterir. Hem de yüzyıllar öncesinde.

Merdan: Almond, “İbn-i Arabi için felsefeci ve ilahiyatçıların Tanrı’nın eşzamanlı aşkınlığını (tenzih) ve içkinliğini (teşbih) anlayamamaları, Derrida için ise Batı Metafiziğinin ‘anlam’ kelimesini hiçbir zaman sorunlaştıramaması ya da kavramlarla ifade edilirse göstergelerin bizi ‘anlamlara’ değil basitçe diğer göstergelere götürüyor olması” konusunda ikisinin de metafizik itimatsızlık noktasında birleştiğini söylüyor. Hak veriyor musun?

Akçay: Katılmakla beraber bir rezerv koymak isterim. Hakikatin olmadığı bir dünyadan bahsediyoruz. Her iki filozof da hakikatin mutlaklığı sorgular.

Çınar: Eleştiri dışına çıkarsak Siyabesta’yla başlayan, Mukavemet’le çehre değiştiren ve son olarak Cape Town Öyküleri’yle çok başka süren bir yazarlık serüveniniz de var. Yazarlık üzerine konuşurken yazmanın bir gerekçesi olmadığını ve yaratıcı yazarlığın bir anlamda safsata olduğunu söylemiştiniz. Son yıllarda epey rağbet gören yaratıcı yazarlık atölyelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Akçay: Yazmanın gerekçesini sunduğunuzda yazının öncesine başka şeyler alıyorsunuz demektir. Yaratıcı yazarlık bir aldatmadan ibarettir; işin ticari boyutunu bir tarafa koyuyorum. Metnin oluşum sürecindeki müdahaleden bahsediyorum. Metin bir doğum sancısından çıkmaz, yaratıcı yazarlık ister istemez tahkiyeye yönelmek durumundadır. Şunu demek isterim kısaca: Metnin bir formülasyonu yoktur, biçim ise süregelen bir formdur ve durağan değildir.

Çınar: Mukavemet’teki öykülerde dili başkalaştıran bir araç olarak tasavvufi terimlere rastlıyorken Cape Town öykülerinde yabancı bir dili, İngilizce ifadeleri tercih ettiğinizi görüyoruz. Bu yeniden türetme ve metafor düşkünlüğü üzerinden üslup ve anlatı ilişkisine bakışınızı öğrenebilir miyiz?

Akçay: Şimdi metnin edebi olmasının tek ölçütü biçimdir. Ben burada biçim-anlatı ilişkisine nedensel bir zincir olarak bakmıyorum. Neden-sonuç ilişkisi yoktur. Biçim hem nedendir hem de sonuç. Ve anlatının bir merkezi yoktur, sonsuz merkezlere teşnedir metin, diye düşünüyorum.

Çınar: Edebiyatımızda hemen her kuşağın bir şekilde toplanıp edebiyat üzerine konuştuğu bir mekân, bir hafıza mekânı vardır. 90 kuşağı öykücüleri olarak o yıllarda Beyoğlu’ndaki Leylek Kafe’de toplanıyordunuz. Neler konuşuluyordu orada?

Akçay: Leylek Kafe, 90 Kuşağının bir kısmının 2000-2006 yılları arasında buluştuğu mekanlardandır. Cuma akşamları sürekli buluşur, hafif tartışmalı edebiyat sohbetleri yapardık. Bezen yazıklarımızı kıyasıya eleştirirdik. Mekanın müdavimleri arasında Sema Kaygusuz, Ömer Ayhan, Müge İplikçi, Özen Yula, Fatih Altuğ, Seyit Göktepe, Deniz Spatar, Saliha Yadigar, Onat Işık, İnan Çetin, Mehmet Çelik, Rıza Kıraç, Akın Sevinç, Leyla Ruhan Okyay, Hürriyet Yaşar, Nalan Barbarosoğlu, Murat Sohtorik, Almıla Özdek, Sevengül Sönmez, Duygu Kökek sayılabilir; seyrek gelenler arasında da, hatırladığım kadarıyla Selçuk Orhan, Hasan Öztoprak, Seher Özkök, Mahir Öztaş, Yekta Kopan Ahmet Karcılılar, Süreyyya Evren, Mehmet Batur ve Türker Armaner vardı. O zamanlardan hiç unutamayacağım bir anekdot aktarmak isterim: 2002 yılıydı, bir akşam Türk edebiyatında Yeni Eleştiri’nin temsilcisi olarak bilinen Hüseyin Contürk çıkageldi. Hoş bir sürpriz olmuştu bizim açımızdan. Boş gelmemişti, heybesinde hepimize yazdığı mektuplar vardı. Bana yazdığı mektupta o zamanlar yazdığım eleştiri yazılarına dair notlar vardı. Çok onurlandırıcı ve teşvik ediciydi notları benim için. Herkes için öyle olmuştur umarım. Onunla Wayne C. Booth’un neden hala Türkçe eleştiride etkili olmadığını konuşmuştuk. Sürekli ileriye bakalım diyordu, günümüzün eleştirisi farklı olmalıdır, diyordu. Bu kuşağın eleştirisi sizden çıkar, önceki kuşaklardan beklemeyin diyordu. 84 yaşında bir eleştirmenin kuşağa ve yazdıklarımıza çocuk heyecanıyla yaklaşımını şaşkınlıkla karşılasak da, o aslında edebiyatın geleceğin gözü olması gerektiğini tavrıyla bize yeterince kanıtlamıştı.

Çınar: Ahmet Sait Akçay öyküsünü kendi kuşağıyla birleştiren ve yine o kuşaktan ayıran nirengi noktası nedir?

Akçay: 90 Kuşağıyla ortak noktamız postmodern kurmacadaki kararlılıktır, ki bu da ikinci kitapla, Hayy’la belirginleşecektir. Yapıbozumcu ve postkolonyal bakışımla az da olsa ayrı düşüyorum. Mekan takıntısı kuşağın ortak yönü olarak belirginleşmiştir, diyebilirim.

Merdan: Cape Town Öyküleri’nde yoğunca hissedilen bir ritim var. Bu ritmi elektronik müziğe olan ilginizle bağdaştırabilir miyiz?

Akçay: Elektro Sound son dönem öykülerin mayasını oluşturur, böyle bir tercih şüphesiz biçimsel arayıştan kaynaklanıyor. Kendiliğinden bir durumdur bu. Benim için metin, kendisiyle cebelleşmek durumundadır. Biçim ve haz denemesi de denebilir.

Merdan: Kitap-lık dergisinde “Jozi” isimli, soluk soluğa koşulmuş bir yolun bitiminde okuruna umulmadık bir yerde aradığı ile burun buruna gelmiş hissi veren ve tek bir nokta kullanarak yazdığınız bir öykünüz var. Anlatan ama anlatmayan. İstediğiniz tam da bu değil mi?

Akçay: Evet, “Jozi” ve benzeri öykülerde farklı bir coğrafyanın imkansızlığı üzerine düşünmeye çalıştım. Metin kendisini anlaşılır kıldığında intihar eder,  bence. Metin senle oyun oynar, bu oyununun da sonu yoktur.

Çınar: Yapısökümcü eleştiriyi bir çeşit onanizm yani yazarın kendi kişisel tatmini olarak gören bir tavır da var. (Dünya edebiyatında, Orta Avrupalı yazarlar arasında) Bizde özellikle sizin yazdıklarınıza benzer öyküler okuyan deneyimsiz okurlar bu metinleri yazar tarafından bile isteye şifrelenmiş, kilidi de ortadan kaldırılmış okunaksız metinler olarak algılıyor ve onları büyük oranda yadsıma yoluna gidiyorlar. Soru da yanıt da uzamasın diye “Hakiki sanat izlerkitleyi umursar mı?” meselesini açmayacağım. Fakat yöneltilen bu ve benzeri eleştiriler için neler söyleyeceğinizi de merak ediyorum.

Akçay: Şunu rahatlıkla ifade edeyim: Bir yazar olarak amaçladığım edebiyatın biçimsel kervanına katılmak, bir çeşit diyalog kurmak. Bunlar en başta Thomas Pynchon, David Foster Wallace, William Gaddis’le başlayan çizgideki yazarlardır. Artık yazmak dünya edebiyatıyla bir diyalog kurmaktır. Türk edebiyatında bunun en güzel örneği Mahir Öztaş’tır. Okurun ilgisine de kayıtsız kalmayı tercih ederim. Öyküde dünyanın nerede olduğunu görmek isteyenler bir zahmet Lydia Davis’i bir okusunlar.
Şimdi yapısökümcü eleştiri, pozitivist yargılara yatkın eleştirmenlerin pek içine giremediği bir alandır. Çünkü yapıbozumcu okuma “diken üstünde yürümeye” benzer. Metnin içindeki, “kendi içinde farkı” tespit etmek, farkların farkını görmek yorucudur. Metafizik ve anlam dünyasından arınmadan bu tarz bir okumayla temas kurmak neredeyse imkânsız.