Meselesizlik, en büyük meseledir. Birbirimizi mesele edişimizi mesele etmek gereksiz bu yüzden. Meğer ki, mesele ettiğimiz şeyler; mesele ettiğimiz kişilerden muteber olsun.
I. Kinin Kiri
Kir bazen yüzeydeki bir lekenin arkasına saklanır. Onu kendine paravan edinip kendini kamufle eder. En kötü kokan kirdir bu. Temizlenmeye direnç gösteren, çıkmamakta ısrarcı olan inatçı kir. Sürekli birilerine karalayanlar da böyledir. Birazcık eşeleyin sadece, lekelerin derinliklerinde gerçek kirle yüzleşirsiniz.
En ilkel arzumuz güç istencidir. Gücü tıpkı bir kaplanın ilkel şehvetiyle duyumsayanlar gücü delicesine isteyenlerdir. Kendini çarmıha germe kudreti bulamayan, kendini nesne etmeyi beceremeyen akıllar ancak başka benlikleri yok sayarak var olabilirler. Güçle erotik bir ilişki kuranların ilkesizliği, kendilerinden zayıf olanlara dayattıkları adalet ve kendilerinden güçlü olanlara gösterdikleri hoşgörüyle ifşa olur. Oysa aksi olması gerekmez miydi?
II. Ufak Tefek Barbarlıklar
"Muhabbet"in sohbet ve sevgi gibi iki anlamı olması manidar. Sesini, jestlerini, mimiklerini, sohbetini sevdiği insanı seviyor insan. Sevmediğine ise önce yüzünü, sonra sırtını, en son da kalbini çeviriyor. Birbirini sevmeyen insanlar bu yüzden birbirlerinin konuşmalarına katlanamazlar. Nefret hâlinde ise muhakeme tarzı, ses tonu, mimikler, vurgular, en çok da benliğin duyulduğu yer olan retorik kısmı katlanılmaz hale gelir. Bu yüzden mi muhabbet beslenmeyen insanların yüzüne değil arkasından konuşuluyor?
Dedikoduyu vazgeçilmez bir sohbet malzemesi olarak görmek hiç bu kadar olağanlaşmamıştı. Ne sığ bir vaiz sesi ne ahlak bekçiliği ne her şeyi fazla ciddiye almak bu. Yaş, konum ne olursa olsun ruhtaki büyük bayağılık alameti bu: başkalarının aleyhindeki sansasyonlarını konuşmaktan hayvanî ve ilkel bir haz almak. Gıybetin temelinde "vurun kahpeye" hazzı vardır. Garrote, Giyotin, Recm gibi toplumsal kırbaçların soyut bir varyasyonu; cezalandırmanın sözle ve ilkel bir haz duyularak yapılması. Bedene değil, ruha ve benliğe uygulanan bir şiddet türü. Kişilerin itibarsızlaştırılmasından başka hedefi olamayan dedikoduyu birçok entelektüelin neden yapmadığı gayet sarih. Gıybet ve hazzı zihni olgusal düzleme çıkamayanların meşgalesi olabiliyor ancak.
III. Ben’in Zaferi
Ayn Rand'ın Objektivizm'ine haksızlık edildiğini düşünüyorum. "Ben"i özne değil; nesne olarak fikir ve sanata dahil etmek yüksek bir aklın tezahürü. "Ben" muhteşem bir kelime. Yalnızca "ben"i kullanarak herkesi yazabilirsiniz. Başkalarının biri hakkında söylediklerini, o biri de aynı kelimelerle başkasına diyorsa, itham edilen "ben" değişiyor fakat jargon hep aynı kalıyor ve artık itham tekerlemesine dönmüş bu tiyatroyu tüm toplum oynuyorsa?
Kendini başka benlerin gözünden "sen" ve "o" olarak göremeyenler kendini nesne edebilme yetisine sahip olamıyor. Çelimsiz benliklerinin tahtında onların, bunların, şunların nazarında ne konumda olduklarını dahi göremeden itham tekerlemelerini savuruyorlar. Herkes "ben"i sahiplenedursun Ben hep tek. "Ben" hep haklı. "Sen" ve "o" hep itham edilen. Ben'in kullandığı kelimeler dahi aynı. İstediği yüzleri, sesleri giyinecek kadar kudretli Ben. Ben hep haklı, hep en iyi, hep en yüce. Ah, Ben. Ah zavallı bu Ben.
Ben dili bahsine en güzel katkı olan Wittgenstein'in Dil Oyunları Kuramı her şeye uyarlanabilir. Herkes kendi dil oyununun grameri konusunda o kadar muhkem, başka dil oyunlarında o kadar cahilken; herkesin derdi kendi dil oyununu diller hiyerarşisinin tepesine koymak. Herkesin kendinden olmayan krallığa çöplük dediği Dünya çöplüğünde herkes kendi krallığından(çöplüğünden) olmayanları horoz, kendini ise Kral addetmekle meşgul.
IV. Uslanmaz Us
Uslanmanın etimolojisi seviyorum. Nasihatten de musibetten de 'us'lanmayana bazen sadece daha çok musibet gerekiyor. Israrla, fesatlıkla, ahmaklıkla aynı hatayı tekrar edeni sınıfta bırakıyor Hayat. Uslanmayan köteğini yiyor. Ta ki dersini alana dek. Usanmaz bir inatla aynı şeyi(hatayı) yapıp farklı sonuçlar beklemeyi ahmaklık diye tanımlayanlar uslanmayışın tarifini de yapmış oluyorlar. Aynı hatayı yapma ısrarı usandırmıyor mu bilinmez ama uslanmayışa tanık olmak dahi usandırıyor. Utandırıyor. Kendi usuyla meşgul olan ne güzel uslanıyor oysa. Hayattan tokadını yemiş, yemiş ama utanmışlar, utanmış ama uslanmışlar gibi. Utanmayana da, usanmayana da, uslanmaya da susuyor us; utanır da usanır da belki uslanır diye.
Kötü deneyimler, varlığımızdaki eksikliklerin tekâmül vesileleridir. Bir harfi onlarca kez çizdiren öğretmen gibi davranıyor Hayat. Nasipsizlere aynı ödevi, ceza gibi düzelene kadar tekrar ettiriyor. Azmedenlere ise hakkını veriyor. Hayatın soruları en zor yerden gelmiyor; zorlandığımız yeri en zor sanıyoruz yalnızca. Kaygı, şefkat, hırs, kibir, itibar nerede zorlanıyorsak onu koyuyor sınav diye önümüze. Azmet, aş ve geç diyor bunları. Parmakların neyde ısrar ettiğine göre veriyor notunu Hayat. Ne parmaklarıyla birilerini ispiyonlayanları ne de hırsla parmak kaldıranları başarılı sayıyor. Parmaklarındaki kalem nasırlarından seçiyor gerçek talebesini.
V. Şefkatin Acıtan Bilgisi
Acı, dile ya da yazıya düşebilir mi? Acıyı şimdiki zamandayken kaleme getirmek ne kadar münasip? Acının 3 hâli var: Acının Kan Hâli, Acının Kor Hâli, Acının Yas Hâli. Henüz yaralanmışken, "acının kan hâli"nde yazılamaz. Yazmaya teşebbüs etmek dahi acıya saygısızlıktır. "Acının kor hâli" belki yazılabilir. İnleyişe benzer, kesik kesik, mecruh bir dil ile. Yazılmaya en müsait hâl; "acının yas hâli" sanırım.
Şefkat insana en çok kudretliyken yakışıyor. Fakat insanın şefkati hayatında gerçekten tatbik edişi tam düştükten sonraki zamana tekabül ediyor. Yaralı hâline. Yaralanmadan, yaralamamanın erdemini bilmiyor insan. Yaralandığı için yahut yaralanma korkusuyla yaralamamayı tercih etmekte sahici bir yaralamama erdeminden bahsedilebilir mi? Bilinmez. Cevabı, o sahiciliğin de sınanacağı; yaranın iyileştiği andan sonrasında bariz. İsmet Özel'in "tam düşecekken tutunduğum tuğlayı rab bellemeyeceğim" mısrası harika bir ikaz bu bahse. Canımız acıdıkça anlıyoruz en güzel. Canımız acımadansa çok güzel acıtıyoruz yalnızca. Yaralanma korkusundan yahut yara acısından olmayan, yaralanmanın erdemini bilen şefkât bu yüzden duyguların en yücesi. Şefkâtin bu bilgisine canı yanmadan varan var mıdır peki?
VI. Dayatılan Gerçeğin Dayanılmaz Şiddeti
Meraka bakıp geçer, gerçeğe ise maruz kalırız. Gerçeğe gerçekten temas etmeyi göze alamadığımızdan gerçeği gün yüzüne çıkaranları şiddetle itham ederiz sadece. Oysa gerçeğin kendisidir şiddetli olan. Kendi gerçekliğini dayatmak da şiddetlidir. Dayatılan gerçeğin dayanılmaz şiddeti. Gerçeğin şiddetine mi yoksa dayatılan gerçekliğin şiddetine mi maruz kaldığımızı nereden bileceğiz peki? Dirençle... Bize dayatılan gerçekliğe egomuzun tüm teçhizatıyla direnç gösteririz. Teslim olmamak adına sonuna kadar savaşırız. Sonra bir gün, savaş biter. Muzaffer ya da mağlup çıkmaksızın teslim olduğumuz o şey, gerçeğin kendisi midir gerçekten?
Hakikat sessizlikteydi. Dile düştü, adı Gerçek oldu. Sonra kulaktan kulak yayıldı, bölündü sayısız Gerçeklik'lere. Herkes duyduğu gerçekliği Hakikat sandı. Sonra biri dile düşen ilk ağza sorma cesareti gösterdi; Gerçek'e erişti. Hakikat'se tüm bu olanlara sessizce gülümsedi.
VII. Bağışlamak, Bağışlanmanın Bahşedilişidir Ruhumuza
Güzel hatırlayışın şifâsı diye bir şey var. Bakışın kısıldığı, kalbin arka yollarına zehirin hücum ettiği anlarda var gücü ile taarruza geçiyor. Art niyete teessüf, kalbe teneffüs ediyor. Acımanın değil, merhametin değil, yalnızca şefkatin bahşedebildiği bazı güzellikler var. Şefkat, her şeye yakıştığı gibi akla da çok yakışıyor. Aklına yavaş yavaş şefkat vurmaya başlayanları 'bağışlamanın kibri'nden münezzeh bir şekilde, her şeye rağmen bağışlamalı.
Bağış, yüce gönüllülerin bahşişi değildir. Bağışlamalıyız çünkü ancak bağışlayarak bağışlanmaya layık olabiliriz. Bağışlamak, bağışlanmanın bahşedilişidir ruhumuza.
Bu yazı İtibar dergisinin 95. sayısında yayımlanmıştır.