-Paul de Senneville / Mariage d'Amour (Aşk Evliliği) eşlik edebilir bu yazıya-
Birini, bize en çok tesir eden yer, zaman ve koşullarda değil de bambaşka mekân, an ve mümkünlüklerde tanısaydık yine onu seçer, yine onda ısrar eder miydik? Bu soruda o kişinin hakiki muhatabımız olup olmadığının cevabı saklı. Bu sorunun varlığından bihaber kurduğu muhataplık (aşk, dostluk vesaire) ilişkisini biricik zanneden çok kişi var. Kaderci bir bakışa sahip değilseniz; her ilişki bir tür eşsizlik güzellemesine sahip olmak durumunda. Bu tezden hareketle muhatabınızda başka hiç kimsede olmayan bir şey olmalı. Olamıyorsa, muhataplığın benzer ikamelerle sınanması an meselesi.
Aşk sandığımız şey, fiyakalı bulduğumuz özelliklere sahip kişilere meyl etmekten ibaret değil midir çoğu zaman? Yahut idealdeki maşuğu çağrıştıran varlıklara meyledip, o meyl listesinin birinci sıradaki öznesini seçmek değil midir? Aynı güzergâhta Shakespeare’in "beğendiğiniz bedenlere hayalinizdeki ruhları koyup, aşk sanıyorsunuz” sözü de benzer ihtarı yapıyor. Belki de bu yüzden çoğu ilişki bir tür güç & güzellik ikamesi anlamına geliyor. Aşkın sahibi yok, maşuk dahi aşığa değil aşka ait çünkü.
Bir Eşlik Etme Sanatı Olarak Evlilik
Zaman, mekân ve ruh hepsi sonsuz devinim halinde iken yazgımıza sonsuza kadar eşlik etsin diye seçtiğimiz partnerin bir ömürlük sabitlikte kalmasının umulması evliliğin en güç tarafı değil mi? Virginia Woolf'un intihar mektubunda eşine "biri beni bu durumdan kurtarabilecek olsaydı bu sen olurdun"dan ilhamla “yaşamıma sonsuza kadar birisi eşlik edebilseydi bu sen olurdun” cümlesi en güzel evlilik teklifi olabilir. Evlilik; aidiyeti yalnız sizde olan, müzedeki bir antika kadar şahsi ve eşsiz olana bir yaşam eşlik etmek olmalı belki de. İdeal ve sonsuz bir hakikat arayışına eşlik eden, çocuk dışında bambaşka şeyler de doğurabilmek ayrıca.
Polanski'nin Bitter Moon filmi aşkın ilkelliği üzerine güçlü bir replik bırakıyor bize: "Huzur, bir aşk ilişkisinde tutkunun baş düşmanı değil midir?" Tüm bu sorular kavşağında Tolstoy da aşk, ilişkiler ve evliliğe romanı Kreutzer Sonat’ta çok tartışılan cevaplar veriyor. Tolstoy’un Kreutzer Sonatı’nı radikal ve cinsiyetçi fikirlerine rağmen aşkın ilkelliği ve yozlaşmış evlilik algısına şiddetli bir felsefe çabası olarak okumak mümkün.
Kreutzer Sonat
Gerçek bir sanat eseri çiçekte titreşen polenlerin taşıyıcı etkisini gösterir. Zamansız ve mekânsız bir etkileşim kudreti taşır bu etki. Bir tür kelebek etkisi yapar. Tolstoy’un Kreutzer Sonat’ında bu etkiyi görmek mümkün. İsmi, Beethoven’in aynı isimli eserinden mülhem romanın fikri alt yapısı Schopenhauer’ın Aşkın Metafiziği eserinden izler taşıyor. Yayınlandığı dönem büyük yankılar uyandırmış, bazı ülkelerde sansüre uğramış, Çehov gibi birçok yazarın eleştirilerine uğramış kitap; en çok da Tolstoy’un eşi Sonya’da yıkıcı etkiler bırakır. Bu yıkıcı tahribatın en belirgin örneği olarak birçok kaynak, Kreutzer Sonat’tan sonra eşinin Tolstoy’a olan tüm saygısının bittiğini ve hatta kitapta yazılanlara nazire olacak şekilde evliliklerinin korkunç hikâyesinin kaleme aldığından bahseder. Sonya, yine de kitaba uygulanan sansüre razı gelmeyerek Çar’ın huzuruna çıkıp sansür engelini kaldırmasını rica eder. Kaynaklarda Kreutzer Sonat’ın pahalı ve ciltli edisyonun yeniden basım süreci bu şekilde izah ediliyor.
Tolstoy tüm bu yankıları açıklığa kavuşturmak kastıyla ve okurların yoğun isteği üzerine romanın son bölümüne kitaptaki tartışma yaratan fikirleri ayrıntılarıyla açıklayan bir sonsöz ilave eder. Romanın bu bölümünde evlilik üzerine etik eksenli bir felsefe yapar. Buradan hareketle Tolstoy’un son dönem eserlerinde sanatçı kimliğinden çok ahlakçı filozof kimliği baskındır yorumu yapılabilir. Nabokov kendi penceresinde bu durumu şöyle ifadelendirir: “Sanatı öyle etkili öyle özgün ve evrenseldir ki, vaazlarını kolaylıkla gölgede bırakır. Uzun vadede bir düşünür olarak ilgilendiği yaşam ve ölüm gibi meselelerdi."
İncil'den "her kim bir kadına hırs ve arzu ile bakarsa içinden onunla zina etmiş olur"la başlayan kitap, başından sonsözündeki mesajlarına kadar Hristiyan ahlakçılığını savunur. Cinselliği bütünüyle şeytani bir dürtü sayarak onu tüm kötülüklerin başı olarak görür. Schopenhauer’ın fikirlerinin de tesiriyle kadınlara indirgemeci, sert ve cinsiyetçi yorumlar getirir. Aşkın reddi, cinselliğin aşağılanması ve kadınları ontolojik açıdan yetersiz ve önemsiz varlıklar olarak gören Schopenhauercı bakış, Kreutzer Sonat’taki kadın bakışıyla örtüşür. Tolstoy’un son dönem düşünce yapısında da bu ahlakçı, kötümser etki görülür. Yarayı apaçık gösterip teşhis eden Dostoyevski yerine şifayı da sunan Tolstoy; tıpkı Anna Karenina’da ihtiraslı aşk yerine ideal bir çift olarak sunduğu Levine & Kitty evliliğinde olduğu gibi bu romanında da şifa reçetesini sunmaktan geri durmaz. Romanındaki şiddetli cinayet tasvirini neredeyse bir papazın vaiz sesine denk düşecek sesle dengelemeye çalışır.
Tahrik ve Müzik: Başka Mümkünler Dünyası
Stefan Zweig, Tolstoy’un müzikten fazlasıyla rahatsız olduğunu ve hatta müziğin ruhuna iyi gelmediğini düşündüğünü söyler. Tolstoy, müziği en önce ruhu, peşi sıra bedeni tahrik eden bir cezbedici olarak düşünür. Romanı da bu tahrik fikriyle yazmış olacak ki romanın ismine Beethoven’in 9 numaralı sonatının (Kreuetzer Sonat) adını verir. Bu isimlendirmenin Beethoven’in müzikte yaptığı devrimsel tavra bir gönderme olduğu yorumu yaygındır. Tolstoy, şüphe bırakmayacak şekilde Kreutzer Sonat’ın şerhini romanda yapar adeta: “Korkunçtur bu sonat. Müzik nedir? Müzik ne yapar? Ve yaptığı şeyi neden yapar? Müzik kendimi, gerçek durumumu unutturur bana, beni başka, benim olmayan bir duruma taşır.” Tolstoy, bu cümleyle müziğin başka bir mümkünler dünyası yaratan, orada her tür tahayyülü mümkün kılan ve eyleme geçmese de kıskanç bir zihin için fazlasıyla malzeme veren korkunç bir şey olarak görmüş oluyordu.
Tolstoy Ne İle Yazar?
Gorki, Anılar’ında Tolstoy’un kendisine okuması için verdiği günlüğünde Tolstoy’un iç sesine dair çekici bir ayrıntı keşfeder: “Tanrı benim isteğimdir” Bunun ne anlama geldiğini kendisine sorduğunda ise Tolstoy’dan şu cevabı duyar: “Tanrı benim onu bilme isteğimdir demek istemiş olmalıyım…” Gorki buradan hareketle Tolstoy’un Tanrı ile şüpheli bir ilişkisi olduğuna varır. Bu durum Tolstoy’un yalnız Tanrı ile değil; yapıtları ve ilişkilerinde de aynı şüphenin varlığını beraberinde getirir. İnanç, şüphe ve aşk… Bu üçlüyle olan münasebetimiz öyle mühimdir ki, onlara olan yaklaşımlarımız Tanrı'ya, Dünya'ya, çoğu konuya olan yaklaşımımızı ele verir. Bu etkiyi Tolstoy’da görmek bilhassa mümkün. Mesela Tolstoy’un 1856’da tanıştığı Valeria Arseneva’yla bir aşk ümidinde yazdığı “Aile Mutluluğu” kitabı, derin bir muhasebe ardından kaleme aldığı İtiraflarım’ı ve nihayetinde ömrünün ve evliliğin son demlerinde Kreutzer Sonat’ı yazması bu teze şüphe götürmez bir örnek.
Harold Bloom, Batı Kanonu’nda Tolstoy’un din konusundaki görüşlerinde “vahşi bir ahlakçı” olduğunu, evlilik & aileyle ilgili konularda ise “korkunç derecede kadın düşmanı” olduğunu söyler. Bloom, ayrıca Tolstoy’un sanatının epik eğilimler gösterdiğini, Tolstoy’da cesaretin epik bir erdem olduğunu ileri sürer. Bloom, bunu Tolstoy’cu etiğe en yakın şey olarak görür. Tolstoy, inanç ve aşkın da cesaret gerektiren şeyler olduğunu düşünür ve onun aşk romanları dahi bu epik karakteri taşır bu yüzden. Harold Bloom’un teşhisinden cüretle “Tolstoy ne ile yazar?” sorusuna “Tolstoy aşkının ve inancının cesaretiyle yazar” diyebilir miyiz? Bu tezin sağlamasını yazdığı yapıtları, o dönemki aşk ve inanç durumuyla yapmak mümkün.