Mayıs 30, 2021

Kendilik Cesareti: Gülgün Türkoğlu Pagy

Hoş geldiniz. Bu, bir röportajdan çok bir tür “Kendilik Mülakatı” olacak. Var olma biçiminiz ve varlığınıza dair bu 40 soru; kendinize, kendiliğinize, kendi dilinizce cevaplar isteyecek sizden. Soruların bir kısmını var olma cesareti göstermiş kişilerin sözleriyle dolaylıca; bir kısmını kendimce, doğrudan sordum. Soruları dilediğiniz gibi, “kendiniz gibi” cevaplayabilirsiniz.

Kendinin Sınırında
1.Her tanım tanımlayıcısını da tanıtır mı? Kendinizi nasıl tanımlar ve tanıtırsınız? Ben kendimi ismimle, sıfatlarımla, özelliklerimle vs. seçemediğim bir şeyle değil “philo-sophia”dan aldığım ilhamla, özgür irade ve şahsi gayretimle severek seçtiklerimle tanımlıyorum. Kendime, kendi koyduğum ad ile. Ben, Keşfsever. Siz kimsiniz? 

"Her belirleme bir sınırlamadır" denilir. İçine doğduğum kimliğe (kadın, müslüman Türk, vd.) tutunarak kişiliğimi (meslek, fikri tutum, vb.) oluşturma çabasıyla geçti yaşamım. Kendilik tanımımı, "henüz ne olmadığım" üzerinden yapabiliyorum şimdilik. Bir şeye "şudur" denildiğinde zorunlu olarak "bu değildir" denilmiş olur. Bu Spinoza'da ifade bulup, Hegel'de çözüme ulaşan bir sorunsaldır. Din de bunu anlatır. Ben dini de felsefeyi de kenara ittirip "acaba?" ile ilerledim ve bu tanımsızlığın dışına asla çıkamadığımı deneyimledim. "Kendilik" varıldığında tamamlanacak bir bilgidir. Yaşam, ölümle tamamlanır. "Ne olmadığı" bilmek gerek sezgisel gerekse aklî olarak deneyimlenmelidir. Yaşam; bu eksikliğin sezgisel bilgisinin, ussallığa taşınmasının deneyimidir kanaatimce.


2. Oscar Wilde "tanımlamak, sınırlandırmaktır" diyor. Tanımlamak, indirgemek midir? Bu tespite dahi tanımlayarak ulaşıyorken ve bu cümle dahi bir tanımken anlama erişmenin başka bir yolu var mıdır sizce? Kendimizi tanımlamanın imkânları kelimelerle mi sınırlıdır ya da? 

Bu, Spinoza'nın irdelediği bir konudur. Bir şeye "a" diyorsak, aynı zamanda "b" değil demiş oluyoruz. Bu tanımların anlamlı bir bütünlükte kavranılabilmesi için çatı kavramın ne olduğu önemlidir. "İnsan"ı felsefi olarak ele alıyorsak, "kendi"nin, "kendi olmayan" olmaksızın var olamadığına gelir mesele. Bu "kendi olmayan" felsefede "kendi başkası" olarak tanımlanır. Yok eğer "öteki" dersek ideolojik alana girmeye başlarız. Bu "kendi başkası" dinin anlattığıdır aynı zamanda. İşte bu felsefi ve dînî tanımların zorunlu köküne işaret eder; öyle bir ortak kök ki bir film, bir müzik parçası milyarlarca gönlü bir ediverir. Eş deyişle çatı kavram sanatla duyu algılarımıza sunulmuştur. Tanım, dondurur. Ne olmadığı bilmekse, potansiyeli kavramış olmaktır. İnsana hürmet etmenin özü budur. Yoksa her ayrı olay için ayrı bir tepki planlar dururuz.

 

3. Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler’de “kimliğim beni başka hiç kimseye benzemez yapan şeydir” derken onun eşsizliğinden bahseder. Seçilmişliğinden. Ve hissedilen tüm aidiyetleri “kişiliğin yapı taşlarıdır, doğuştan gelmediğini vurgulamak koşuluyla neredeyse ruhun genleri denebilir onlara”yla özetlerken; kimlik denilen şeyin aslında kişinin kendi ruhunu tanımlama biçimi olarak mı kast ediyordu sizce? 

Burada kavramsal bir karışıklık var sanırım. Kimlik değil kendiliktir kişiyi biricik yapan. Kimliğin biricikliğini sağlamaya çalışmak ontolojik olarak olanaksızdır; kimlik tikel belirlenimdir ve zorunlu olarak geçicidir. Geçici olan, biricik olamaz. Biricikliğin idraki ise, sıradanlığın kabulünü gerektirir.

 

4. "Kimlik bize keşfedilmesi gereken bir şey olarak değil de tamamıyla icat edilmesi gereken, bir çabanın hedefi, bir amaç, kişinin en başından inşa etmesi gereken veya alternatif teklifler arasından seçip sonra uğrunda mücadele edip ardından ancak daha da fazla çaba ile koruyacağı bir şey olarak yansıtılıyor.” Bauman’ın bu icat edilen, keşfedilen kimlik ayrımı ve “ithal kimlikler” mukayesesinde siz kimliğinizi nerede konumluyorsunuz?

Ben kendiliğimi fiilimde ispatlanmış olandan ibaret görüyorum. Fiilin yani edimin bir süreci vardır; fiilim bir faaliyetimin ürünüdür. Düşünme, sorgulama faaliyetim eğer bir süreçse beni dönüştürmüş demektir. Bu dönüşme sonucunda bulunan Kavram'dır, Tanrı'dır; O'nun işleridir. İyi, Güzel ve Doğru elele görünüşe çıkmıştır. Orada tikel ben taşıyıcı bir kaptır ancak; kibir o nedenle zorunlu bir "uğrak" olarak terk edilendir, tabii eğer "yolculuk" söz konusuysa. Felsefe "Varlık İyi'dir" der; din "Tanrı İyi'dir" der. Bu kişinin edimi olarak kavranılmazsa, dışsal kalır. Dışsal kalan her iddia öfkeye neden olur. Ülkemizde din ve felsefe ile uğraşanların temel sorunu budur bence. Akıl, erdemi ancak fiilinde görürse kavrar. Bu şu demek: İhlâs. Anadolu bilgeleri o nedenle "Âinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz" der.


Fıtri Işık

5. Descartes, Hakikatin Fıtrî / Tabii Işıkla Araştırılması olarak kitaplaşan metninde, fıtri ışığın, din ya da felsefenin yardımına başvurmadan, sıradan bir insanın aklını kurcalayabilecek her şey üzerine edinmesi gereken kanaatleri tayin edebildiğinden bahis açar. “Fıtrî ışık” nedir sizce? Bir tür sanatçı nüvesi mi?

Her insan bir sanatçı doğasıyla doğar. Yaşam, yukarıda değindiğim git-gel arasında kendini bir sanat eseri olarak inşa etme çabasıdır. Bu sanat, kendini bir bütünün ayrılmaz bir parçası olarak tanımlayabilme yeteneğidir. Bu, iflâh olmaz ama iflâh eden bir cedeldir. Descartes felsefi "kıpı" olarak düalite aşamasıdır. Ölmeden önce kuşkuculuğu yendiği söylenilir. Diğer bir deyişle fıtrî ışığın onu aydınlattığı. Ne mutlu ona!


Ruhça

6. Bilge Karasu “Kestirip atmak güç ya, kimi yazarın dilinde söyleyişin en incesini sözcüklerin birer ok gibi art arda fırlatılmasını sağlar; kimininkinde ise bir karasu gibi akış. Benim dilim, çiçek dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin yumuşaklığına, dalgalanışına ulaşmalı.” diyor yazısını tarif için. Ben de “Ruhça” dediğim yazımın, bir katana kesiği kadar derin ve bir rüzgâr gibi serin olmasını isterdim sanırım. Siz yazınızı neye benzetirdiniz?

Yazılarımın etkisini hiç düşünmeden yazmaya başladım. Yazarlık benim yaşamıma, başka bir şey yapamamak, eğer yazmazsam, yaşama devam etmenin olanaksız olduğu bir kurtuluş yöntemi olarak girdi. Düşüncelerimi, kemâle ulaştırmanın bir çeşidi... Daha sonra okurlarımdan gelen tepkilerden, yazılarımın onlarda, dönüştürücü bir enerjiyi tetiklediğini öğrendim. Sonradan anladım ki bu benim yazarken en istediğim şeydi; durduramadığım akışın satırlardan geçebilmesi, dönüştürücü enerjinin paylaşılması.


7. Saf bir fikre erişme çabası, bir heykeli sabırla yontmaya benziyor. En önce akla üşüşen tüm düşünceleri madırgayla fazlalıklarından kurtarmak; keski ve yontma tarağı ile üslûp kazandırmak ve en son elmas kalem ile ruhun imzasını atmak... Siz düşünmenizi ve düşüncenizi neye benzetirdiniz peki?

"Düşünmek" nihâyet kapımı çaldığında, kendimi yontacağım mermer kayayı dinamitleyerek yerinden söktüm. Kamyon tutup getirdim. Çok gürültülü bir süreçti evime taşınması. Bol bol rahatsızlık verdim. Komşularımı kınadım aynı şeyi yapmadıkları için. "Heykelime bak!" diyenlerin kusurlarını aradım, buldum ve ifade ettim. Allah şahidimdir; buldozerle girdim ruhuma ve tüm ruhlara. Merhametli Yaradan ruhların değil, tek bir Ruh'un olduğunu öğretti bana. İncittiğimle incinme sanatında beni usta kıldı. Düşünce işçiliği; gürültü patırtının koptuğu, herkesin kaçtığı bir atölyenin artık nefis bir müziğin sızdığı, sanatçının minik, zarif, aletlerle ayrıntı üzerinde nâzik vuruşlarla, dokunuşlarla ilerlediği bir atölye hâline geldiği büyülü bir evrim. Orası artık, bir kadeh şarap, bir bardak çay içmek için uğradığımız; sergilenenin değil, sükûnetin bizi davet ettiği bir ibâdethânedir.


Yazma Hırsı

8. Var olma tutkusu, yok etme hırsından kurtarıyor insanı. Kendi var oluşuyla meşgul olanlar, başkalarının bahçesini tahrip etmekle uğraşmıyor. Kendi varlığını çiçeklendirmenin hevesine düşüyor. Var olma tutkusu ve yok etme hırsını nasıl değerlendirirsiniz?

İkisini birbirinden keskin sınırlarla ayıramam. "var olma tutkusu" bir iddiadır ve her iddia bir bedel ödetir. Var olmaya tutkun olmak için "Yokluk" bilinci gerekir. Bu belki de gelinecek en üst düzey bilgidir. Felsefi olarak Hegel'de ilk kez Varlık-Yokluk dikotomisi "Oluş"la aşılmıştır; felsefesi oradan başlar. Anadolulu büyük bilge İsmail Emre, "Allah için 'yok' diyemeyiz ama 'yokluk'tur diyebiliriz,"der. Tikel "ben"in yerini Evrensel olana bırakışı bir yok oluştur: Var olunduğu kabulünün, yanılsamasının giderilmesi. "Başkası"nın sayesinde ben kendimi tanımlayabilirim; dolayısı ile, başkasının varlığı ve benim onun yapıp-etmeleriyle ilgilenmem bir lütûftur. Eğer "başka", "öteki"leştirilirse, "kendi"lik potansiyelinden uzaklaşılmış demektir. Başkası ile temas, kendim ile temastır; onun eksik yanları, bende "geride bıraktığım" aşama olarak merhametle karşılık bulmuyorsa onu ötekileştirdim anlamına gelir. İnsan, çevresinde olup bitenleri yargılamakla değil, çevresinde olup bitenlerin, kendinde yarattığı duygu durumlarını gözlemlemekle yükümlü bir varlıktır.


9. "Yazma hırsı" özgünlüğü tahrip ediyor bazen. Edebî türlerle ilgilenen insanların ilk büyük sorunu özgünlük bu yüzden. Özgün olmayışın farkına dahi varılamayışı belki bundan daha da büyük bir sorun. Yazma hırsıyla dolaşımdaki popüler kelimeleri, kavramları, kitapları evirip çevirip çıktı vermek yazmak sayılır mı sizce? Bu konu etrafında neler söylersiniz?

Yine, İsmail Emre'den bir cümleyle yanıtlayayım. Der ki: "Mevlâna, aşka düştüğü için coştu, vecde geldi Sema döndü; şimdikiler döne döne aşka düşmeye çalışıyorlar." "Boş Ben"in narsisistik salvolarını, arsız çığlıklarını dinleme çağındayız. Sanırım buna katkısı olmayan yoktur. Bir yazma telâşı... Aforizmacılık... Oysa, bir bilgeyi kısa ve öz konuşturan "Yokluk" bilincidir. Bizdeyse, bir bilgelik özentisi var. Bu kötü bir şey değil hatta hayranlık olsun, ne güzel! Lâkin, hakiki hayranlık, yakıtını varlığa değil yokluğa olan hayretinde bulur: susana, imtina edene, kenara çekiliverene...


10. Cimriliğin bambaşka tezahürleri var: Kincilik, biriciklik hırsı, takdir & iltifat edememek, bir mutluluğa ortak olamamak, bağışlayamamak, yüreklendirememek, kibirli seçicilik, kusurculuk, küçümsemek. Cimrilik, çoğaltamamaktır. İyiyi, güzeli, doğruyu doğuramamak. Bir tür ruhsal kısırlık. Cimri sakındıkça azaltır kendini. Sakladıkça çürütür kendini cimri. Takdir & cimrilik üzerine siz nasıl bir bağlantı kurarsınız?

Cimrilik, denge noktası cömertlik olan bir ölçeğin, aşırı iki ucundan biridir. Diğer uçsa savurganlıktır. Cimriliğin varabileceği boyutları ve altında saklanabileceği giysileri, sorunuzda açıklamışsınız. O hâlde cimrilik savurganlığın da dengeye kavuştuğu bir durumdur diyerek tanımları sonlandırabiliriz. Yersiz iyilik, niyetini gizleyen cümleler, yoğun kaygı ve benzeri gibi yaşam enerjisinin yersiz kullanıldığı durumlar dahi savurganlıktır. Ez cümle: İtidal bütünseldir; ara basamaklar geride kalanı eleştirmek için değil minnet duymak için kullanılırsa yaşamı cömertçe kucaklamış olabiliriz.

 

Yazmak Cüreti

11. Bir aktör Kral'ı oynayabilir. Her şeyiyle O'na benzeyebilir. Ve dahi "onun gibi" var olabilir. Ama O değildir ve olamaz asla. Tıpkı bunun gibi... Bir şeyi idrak edebilme, onu yazabilme kudreti "O" olabilme imkânını veremiyor insana. Yazmak, tanrısal bir cüret veriyor insana. O gücü taşıyamayanlar, yazabildiklerini oldurabilecekleri yanılgısına düşüyor. Yazı, yazar ve var olmak arasında nasıl bir bağlantı var sizce?

Yukarıda açıkladığım gibi, yazmak bende acziyet duygusunu artırdı. Cüret etmek, risk almakla ilgilidir. Ben almak zorunda kalacağım risk olmaması için yazıyorum. Bunlar "varoluş" alanıyla, fenomenal olanla ilgilidir. Muhayyilenin iş başında olduğu yazma faaliyetinde; demem o ki özgün ve özgür bir yazım fiili gerçekleştiğinde; yazan el, muhayyile ile kalem arasında kalemi tutan bir alettir yalnızca.

 

Tanrının Kalemini Çalmak

12. Tanrısal olanla ayartılır insan hep. Tanrının sıfatları birinde / bir şeyde tezahür etmeye görsün, başı döner insanın. Son söz, son hüküm, hikâyenin sonu tanrısal bir haz verir bu yüzden hep. Tanrısal hazzın zerresini tadan; akıbeti yazmaya kalkışır son gülen olacağını sanan o şen kibirle. Oysa ister komedi, ister dram olsun Tanrı'nın kalemini çalanların akıbeti hep trajedidir. Tanrının kalemini çaldığınızı düşündünüz mü hiç?

Bir önceki soruda yanıtladım sanırım. Tanrı'yı işlerinden, sıfatlarından bilebiliriz. Demek ki, hep kenara çekilen, başarıyı paylaşan, yokluğuyla ödüllendiren bir Tanrı var. Bu yanıyla da düşünmeli. Tanrısal olanda muktedirlik, çokça yoklukla ilgili.


Yara Yazı     

13. İbn Arabî, kelimenin Arapça "yara izi" olduğunu nakleder. Yazının bir kılıç gibi kullanımı “yara yazı” kavramını ilham ediyor. Bir yarayı en iyi tarif edenler, yaralananların kendisi çoğu zaman. Yara teşhisleri yapanlar da kendi yaralarını düşünceye dönüştürebilenler. Kendi yaralarından "bazı yaralar" diye bahsetmenin yeni yollarını keşfetmiş olanlar belki de. Dillendiremediği acılarını, gösteremediği yaralarını "bazı yaralar", "başkalarının yaralarının öyküsü" diye yazıyor bazen insan. Ama açık yara gibi tıpkı, saklanmıyor "yara yazı" da. Kanıyor ama kandıramıyor yazı. Yara Yazı var mıdır? Ya da yazınızda fark ettiniz yaralar?

Uzayın olumsuzlanması demek olan "nokta"nın ortaya çıkışı; birleşen noktalardan oluşan çizgilerle mevcûdata, ilkin harf sonra kelime olarak katılışıdır yara. Bir daha dönülemeyecek olan özdeşlik alanına atılan ilk yarıktır, yara. Yarılmış benliğimden başka bir şey yazmadım, yazamadım. Özdeş alandan çıkış, kendi başkana geçiş ve sonra bir özbilinç varlığı olarak başlangıç noktasına geçiş, yâni yaşam, bir yaranın iyileştirilme çabası değil midir?


Görünmek Biçimleri

14. Chul Han'ın Psikopolitika'sında geçen "neoliberal performans öznesi kendinin girişimcisi olarak kendini gönüllü ve tutkulu bir şekilde sömürür." ifadesi ürünü bizzat kendisi olan, kendini kendi isteğiyle sömüren milyonlarca insanın hâlinin trajedisini ifşa ediyor. Hiç sömürüldüğünüz hissine kapıldınız mı? Ya da kendinizi sömürdüğünüzü fark ettiniz mi hiç?

Cömertlik bahsinde sözünü ettiğim buydu tam olarak. Kendimi sömürmenin önüne geçebilmek... Eş deyişle; hakta durabilmek.


15. Gizlenmek, ters bir teşhir sadece. Göstermek, neyi olursa olsun bir imajı ve reklamı getiriyor beraberinde. Gizlenmeyi değil, görünmemeyi değil, göstermemeyi seçmek. En sağlıklı görüntü vermek bu ayrımda saklı. Katılır mısınız? Kendinizi gösterme şeklinizi yahut görünme biçiminizi nasıl değerlendirirsiniz?

Deneyimlenmeyen her şey zamanı gelince hakkını talep eder. Gizlenmemek taraftarıyım. "Göstermemeyi seçmek" ise bir plandır. 1985 yılında Feynman'a Nobel getiren KED çalışması ve "Allah her an bir şen'dedir" âyeti gereği bu tür şeyleri planlamam. Yaşamın cömertçe akışına ket vurmak istemem. Eğer "göstermemeyi seçersem" aklını benimkinden ileriye taşıyabilenlerin, beni uyarmalarını dilerim; çok sarsıcı olsa da ilk etapta içim burkulsa da... Bazen gizlenmek bazen göstermek gerekir; bu bir dengedir ve sükûneti sağlayacak olan yalnızca niyetimizdir.


16. Flörtöz zihinler herhangi bir alanda derinleşemiyor. Zihin, bir alanla mutlak aşk mertebesine eriştiğinde mutlak patlamayı yaşıyor. Şaheserler de o aşk halinde ortaya çıkıyor zaten. Alâkalar da aşk gibi sadakat istiyor. İstikrarsız bir hırs, rekabet içgüdüsü, seçici olmayan flörtöz meraklarla içselleştirilemeyen her alanla alâka kuranlar; hiçbirinde derinleşemediklerinden gerçek bir şaheser ortaya koyamıyorlar. Her şey olmak isteyen insan, hiçbir şeyin kemâli olamıyor sanki. Katılır mısınız? Aşk şiddetinde bir alakanız var mı?

Evet var: Yokluk.


17. "Biz" adına yaptığımız genellemelerde birçok "ben"e kıyıyoruz bazen. Julia Kristeva, biz kelimesinin gittikçe bir sorunsala dönüştüğü bu zamanda “biz” yerine “benler”den bahsetmemiz gerektiğinin altını çiziyor. Ben ve biz münasebetini siz nasıl kurarsınız?

Evrenselin kavranılması, tikel ben'in, bağımsız olarak var olmadığının bilincine varmasıyla gerçekleşebiliyor. Günümüzde sorun olan yasasızlık ve özellikle ülkemizi pençesinde kıvrandıran bu vahşi hâl ile her bireyin hesaplaşması gerekir. "Boş ben" insanlık tarihinin, düşünce tarihinin ve teknolojinin verdiği tüm imkanlarla kendini kusursuz saklayabiliyor. Bu seviyede saklanan bir olgu ile hesaplaşabilmek için onun kendini açık ettiği tek alanda uyanık durmaktan başka çaremiz yok. Bu aynı zamanda, tikel benin evrensel benlik seviyesine çıkış anahtarıdır. Ancak o ben, Biz belirleniminde kendini saklayarak kaldırandır zira daha üstün bir "ifade" yolu bulmuştur.

 

Biriciklik Hırsı

18.   Özel olma arzumuz, otantiklik kaygımız "biriciklik hırsı"yla "kibir güzellemesi"ne dönüşüyor çoğu zaman. Var olma sürecimiz; bir bebeğin doğuşu, bir çiçeğin açışı, bir kuşun uçuşu gibi kendiliğinden olamıyor her zaman. Kendiliğinden olanı ne tahrip eder sizce?

Acı çekmekten, acziyete düşmekten, umutsuzluğa kapılmaktan, sevilmemekten, onaylanmamaktan korkmak, kısaca: İnsan olma sorumluluğunu üstlenmeyi reddetmek.


19. "Biriciklik hırsı" sonsuzun idrakini engelliyor. En olan'a sahip olmak hırsı, sonsuzu sınırlı bir şeye indirgiyor. Sonsuz olan Güzel'i sahiplenmek, kendinden menkul sanmak, birilerine yakıştıramamak, güzelin sonsuzluğu idrak edemeyenlerin işi. Sonsuz, tek değildir. En değildir. Sahibi yoktur. Sonsuz, sonsuzcadır. Sonsuz olan iyiye, güzele, doğruya, yüceye eşlik etmek; onu cömertçe paylaşmak bir tür görgü. Güzele eşlik edip, güzellikle çoğaltmalı. Güzel, sonsuz çünkü. Güzelin sonsuzluğuna inananlardan mısınız? Yoksa bir hududu var mıdır güzelin?

Sonsuz, sonlu olmadan var olamayandır. Sonlu, yâni sınırlanmış olan, sınırında sonsuz olanı da belirlemesi sayesinde sonsuzluğa katılandır. Güzel; sonsuzun, sonluda seyridir; hem seyreden hem de seyredilendir.


Tesir Kudreti

20. Karl Jaspers ne güzel vurguluyor; "Ya kendim olmayı kazanmak için tekrar tekrar yalnızlığı istemeye cesaret ederim ya da bir başkasının varlığında eririm." Benlikler temas eder, tesir doğurur. Ama tesirin ifratı taklit, başka bir varlıkta erimeye benzetilebilir mi sizce de?

Burası en az iki katmanlı. Şöyle ki: Yalnız olamadığı için, başkalarıyla olmak ilk katman. Milyarlar böyle yaşadığına göre, ilerlemesi tehlikeli bir durum var. İlerleyenleri bekleyen tehlike, olguyu kendi idrakleri seviyesinde sabitlemeye çalışmaktır. Yalnızlığı sevmesini önemseyen kişilerde hep bir böbürlenme sezinlerim. Oysa, evimizin kapısından içeri girince, ayakkabılarımızdan önce yüzümüzdeki maskeleri çıkarırız. Sonra, yani yalnızlık başladığında ya radyoyu açarız ya televizyonu ya telefon ederiz ya bilgisayarın başına geçeriz ya da kitap okuruz. Böbürlenmek, bu seviyeleri yarıştırmak demek. İlerlemek isteyenin dikkat etmesi gereken şey; maskeli olduğu ve maskeyi çıkardığında da kendini meşgûl etmek zorunda olduğudur. Kendiyle baş başa kalabilmek en zoru, çünkü arsız zihnimiz devreye girer. Asıl yalnızlık zihnin artık haddini bildiği durumda gerçekleşir. Yoksa dehşet bir kalabalık! Zihin artık bize saçma sapan olayları getiremez, yüzlerce kişiyi odamıza boşaltamaz hâle gelir. İşte bu yalnızlığı başarabilenler kalabalıklardan etkilenmez hâle gelir. Onlara olaylar da pek etki etmez. Öfkelenmezler örneğin; hakarete uğrarlar ama onlar sanki yalnızmışçasına tepkisiz kalırlar. Yukarıdaki "Biz"e kenara çekilebilen "Ben"le katılabilenlerdir. O nedenle o duruş her dem tanrısaldır.


21. Birbirinin kopyası yüzler gibi, "iç ses"ler de birbirine benziyor artık. Yazılarımız da ifşa ediyor ki çoğumuz kendi sesimizi; iç sesimizi kaybettik. İç sesler birbirine karıştı ve "kolektif bir özne" elde ettik: Ben Dili. Başka isimler, başka kimliklerle, başka yüzlerle; aynı şeyi, aynı iç sesle, aynı üslûpla yazıyoruz. Güçlü ruhlar, çekici benlikler, şuursuz taklitler, güçlü tesirler kendimizden uzağa düşürüyor bizi. Buna katılır mısınız? Sizin iç sesiniz, yazı sesi sesiniz nereden geliyor?

Bilginin kolaylıkla ulaşılabilir olmasından dolayı, bilgiyi edinip "satan" kişiler çok. Eğitim arttı, herkes bir şeyler aktarabilecek, sunum yapabilecek seviyeye ulaştı. Yirminci yüzyılın başında bilinçaltı ve onun işleri ortaya saçılmaya başladı. Psikoloji gelişti ve sanatta buna paralel akımlar çıktı. Şeytan, neyi saklaması gerektiğini artık çok iyi biliyor. Bu o kadar önemli ki! İnsan, bilindiği kadar var olabiliyor, gelişiyor. Bu ontolojik "baskı" demem o ki zorunluluk, bizi bilmemekten korkar hâle getirdi. Bir yandan da artık kolektif bilincin etkileri yoğunlaştı. Pandemi döneminde ortak rüyalar gördüğümüz, ortak kaygılar güttüğümüz ortaya çıktı. Arketipal "baraj bentleri"nin açıldığına dair yayınlar yapıldı. İçine düştüğümüz çelişkiye bakar mısınız! Aynı evde yaşayan ama sürekli rol yapan, kostümlerle dolaşan bir topluluk gibiyiz. Bizi bu çukurdan samimiyet kurtarır. Bilmek değil de yapabilmek... Her düşünce, RNA olarak kodlanıyor; her düşünce fiziksel bir oluş demek. Bilim sürekli uyarıyor bizi ama anlamıyoruz. Bumerang misâli, ağzımızdan çıkan her sözcük, "var oluş" alanına çıkarılmış olmanın sorumluluğunu üstlenmeye zorluyor bizi.  


22. Gerçek bir sanat eseri onu asla yapamayacaklarda hayranlık uyandırır, yapabilecekleri ise kıskandırır. Picasso'ya atfedilen "iyi sanatçılar kopyalar büyük sanatçılar çalar" sözü doğru mudur? Doğruysa başka bir ruhun tesirindeki iyi sanat kıskandırabilir mi sahiden?

Çok değil, daha üç yüz yıl önce ressamların resimlerine imza atmaları söz konusu bile değildi. Sanatçı, Tanrısal olana aracılık eden bir araç olarak görülürdü. Öznel özgünlük, eş deyişle ferdî hikmet dönemine girişle birlikte "Özne" ön plana çıktı. Zorunlu olan bu çıkışta öznenin, kendini "boş ben" olarak mı yoksa "evrensel birey" olarak mı temellendireceği sorunsalının sanattaki yansımasıdır bu "kıskançlık" sorunu. Bu düşünceyi, kavrama taşıma çabasında uğradığımız bir durak. Amma velâkin sanatçıya kapris pek yaraşır!

 

“Etkilenme Endişesi”

23.  Hayvanların bölge belirleme durumuna "territorial pissings" deniyor. En arkaik güdülerden biri olan aynı sahiplenme güdüsü insanda da var: İyi bir şeyi en önce gören, bilen, fark eden olma atikliği ile zimmetine geçirip kendine mal etme hâli. Fikirde, aksiyonda, sanatta "pişti olma korkusu" da aynı sahiplenme dürtüsünden ileri geliyor. Keşfi zimmetine geçiren, kendisinin sanıyor. Ait olduğu şeylere sahip olmaya ihtiyaç duymuyor oysa insan. Sanat ve düşünceye dair olan şeyler sahiplenebilir mi sizce?

Sanat, özgün olduğu sürece sanattır. Tinsellikten kaynaklanmayan şeye sanat denilemez. Bu, günümüzde sanat olup olmadığı sorusuyla baş başa bırakır bizi. Sanat, toplumu derinden etkileyerek, dönüştürebilecek kudrettedir çünkü sanatın kaynağı imgelem yetimizdir. İmgelem yetisi, aklın nüfuz edemediği biricik alandır. Otoriteryen rejimler sanattan bu nedenle korkarlar. Bu bölge, bilimde paradigma değiştiren buluşların da beslendiği bölgedir. Buraya kadar kullandığım "sanat" ve "bilim" sözcüklerinin önüne "gerçek" yazmak istedim zira değindiğiniz sorun hakiki olmayanın, taklit olanın ortaya konulması aşamasında ortaya çıkıyor. Sevgili dostum Metin Bobaroğlu hem olağanüstü bir düşünür ve aydındır. Onun bir sözü kulağıma hep küpedir: "Koca Marks'ın "Artı değer" koca Hegel'in "Aufhebung" ile katkıda bulunabildiği literatüre yeni bir tanım ekleme çabasındansa, özümseyerek öğrenip (edim) kendimize mâl edelim." Yeni bir şey söylediğini zanneden kişi biraz saftır. Bireysel olarak "söylem"den ziyade "eylem" döneminde olduğumuzu düşünüyorum. Kaprisli, kibirli "ben" bu devrin kanseri. Uyanık durmak gerek.


24. Jung'un "kolektif bilinçaltı" keşfinin en görünür pratiği güncel edebiyatta olduğunu söyleyebilir miyiz? Kendi yörüngemizde olsak dahi zihin, his, gündem akışımızı yazdıklarımıza yansıtarak kolektif bir bilinçaltı yaratıyoruz hepimiz. Tesir kudretimiz, etkileşim gücümüze göre kolektifin titreşimini belirliyoruz. Kolektif titreşimin, popülerin gürültüsü, hakim jargonların ve bilindik var olma biçimleri arasında; bu kolektif gürültünün uzağında insanın kendi sesini bulması ne kadar mümkün sizce?

Sonucu belirleyecek olan niyettir. Bir deney gibi düşünelim: Deneyin, yöntemini belirleyen şey, sonuçtur. İhlâs sahibi herkes kendi sesiyle konuşur. Bunu başarabilmek için, kendi sesiyle konuşmamaktan muzdarip olmak da şarttır. Öyle değil mi! Yoksa, neyi olumsuzlayacağız? Buna dinde "Lâ" felsefede "düşüncenin olumsuzlanması" deniliyor. "Boş ben" ise kendini olumlama peşindedir. Günümüzde ilişkiler, ağır bir "onaylanma" yükü altında eziliyor. Alınganlık arttı; hatta yeni nesil için, snowflake tanımı kullanılıyor. Bir kar tanesi denli dayanıksızız. Ruhsal durumumuz içler acısı; zayıf psişelerle dolanıyoruz. Kolektif alan, kusar bizi bir yerde.


25.  Her benin kendi ekseni, kendilik yörüngesi var. Öz, kendi âlemimizin ana noktası. Taklitle yörüngeyi kaybeder; tesirle eksenden uzaklaşırız. İnsanın özüne varması, kendiliğini elde etmesi için eksenini ve yörüngesini çok iyi tayin etmesi gerekiyor. Kendinizin ekseni nereye düşüyor?

Eksen söz konusu olduğunda, bir nicelik devreye girer. Soyut anlamda da iki bölge belirlenimi içerir. O nedenle, tesir eksenden uzaklaştırmaz diye düşünüyorum. Yörünge, bir "ana merkez"e işarettir; eğer eksenin ayırdığı "kendi başkam" ise, her tesir beni bana yaklaştıracaktır, yeter ki duygusal alanımda yaptığı değişiklikleri samimi bir kalple takip edeyim. Eğer "ana merkez" yalıtılmış kendilikte bulunuyorsa, bu, kişinin henüz bir sistemin içinde yaşamını sürdürdüğünün bilincinde olmadığı anlamına gelir. Güneşin keşfi gerekir, Dünya'nın sistemdeki yerini anlamak için.


Kendinin Kaşifi

26.  Kierkegaard, “yola çıkmak kendi benliğinin farkına varmaktır” diyordu, siz ne zaman yola çıktınız?

Önceleri, "kendimden bıktığımda" diyordum. Daha sonra, "kendim" olarak tanımladığım şeyin sadece kimlik ve kişilik olduğunu idrak ettim. Bu bağlamda; her gün aynı kaygı, mutluluk arayışı, dünyasal dertler ya da sevinçlerle uyanmaktan bıktığımda diye revize ettim.


27.  Ayn Rand, her tür keşif yanılgısı için keşif zorunluğunu işaret ediyor: "Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu nasıl söyleyeceğini, kendi yanlışlarını nasıl düzelteceğini insan kendisi keşfetmek zorundadır. Kavramlarının, hükümlerinin, bilgisinin geçerliliğini kendisi keşfetmek zorundadır." Keşfetmek zorunda olduğunuz o şey neydi?

Yanıldığımız, yanlış bildiğimiz. Ezberlerimizin ve temelsiz bir kendilik fikrimizin olduğu.


28.  Herman Hesse “Bir insandan nefret ederseniz, onda olan ve sizin de bir parçanız olan bir şeyden nefret edersiniz. Kendimizde olmayan şeyler bizi rahatsız etmez.” diyerek kendimizde kör olduğumuz yerleri işaret ediyor. Kendi karanlığımız ötekinin yüzünde görünür bazen. Başkalarında katlanılmaz görülen o şeyler; insanın kendinde keşfedemediği karanlığın öteki yüzüdür aslında. Karanlıklarınız hakkında ne söylersiniz?

Karanlık yanımın yaşamımda çeşitli biçimlerde ortaya çıktığını gördüm. En kuvvetli çıkış biçimi öfke idi. Son derece kontrolcü bir insandım. Kontrolcü yanımın korkaklıktan kaynaklandığını anladım. Aceleci yanım korktuğu için böyleydi; sürece katlanamıyordu çünkü. Süreç dışarıdan belirlenmeye açık olmaktır. Sürece yayılamaya izin vermeyince, süreç gelip bana yayıldı; korku, kalıcı kaygıya; kızgınlık, öfkeye dönüştü.


29.  En çok taklit edilen şeylerden biri arzu, arzunun ta kendisi. Şuursuzca tesirinde kaldığı insanların gizil arzularını arzulamak, onlara has, ait ve özgü olan şeylerin tesirinde kalıp taklit fikirler geliştirmek kendinin kâşifi olamayanların belirgin bir özelliği. Arzular, keşif ve kendiniz üzerine ne söylersiniz?

Tahkik hâsıl oluncaya kadar taklit fenâ bir şey değildir. Önemli olan taklit etmek değil, taklitte kalmaktır. Yaşam; süreçtir, devinir. Taklit etmeyi istemek, hayret edebilme yetisinin olduğunu gösterir. Hayret edebilen hayranlık da duyandır. Bilme süreci ve hatta düşünme böyle başlar derler. Benim yaşamım aşkla doludur. "Kime âşık olmadın?" daha kestirme sorudur. Aristoteles'e, Muhammed peyambere, Hegel'e, Atatürk'e, Hypatia'ya aşığım ben; onları taklit ederek dönüşmeyi seviyorum.


30.  İnsan kendini özleyebilir mi? İnsanın kendini özleyebilmesi için o kendiliğe bir vakitler olsun varmış olması gerekir. Peki ya kendi olamamış bir insan? O insan neyi özler? Hasreti hep başkaya, başkalarına olan kendini özleyebilir mi peki?

Buraya dek sıkça tekrarladım: Derdi kendiyle olanın başkasıyla ilgili sorunu, sorusu kalmaz. Hakiki içe dönüş dışarıdakini kapsayarak olanaklıdır. Dışarıya bakıp kendimizi değerlendirdiğimiz ara durum olacaktır elbette; ama bu durumun kalıcılığı kibir getirir.


Var olma Biçimleri

31.  Bir Vazgeçiş Sanatı: Bartleby Sendromu

Bir sanatçıyı sanatını yaparken seyretmek, sanatın kendisinden daha sanat bazen. Bir sanatçıyı, sanatçı yapan sanattan vazgeçmesi de sanat olabilir mi peki? “Bartleby Sendromu” deniyor: Sanatçı ruhu, yeteneği, yaratma kudreti olduğu halde çeşitli nedenlerden, nedensizlikten, nedenin ne olduğunun dahi bilinmediği durumlardan dolayı sanatçının yaratmaktan vazgeçmesi hali. Sanatın intiharı budur belki, yaratmaktan vazgeçmek. Yoklukta bir varoluş; vazgeçişin sanatı. İnsan bir şeyi yapabilecek kudreti, istidadı, potansiyeli olduğu halde yaratmaktan neden vazgeçer sizce?

Yaratmaktan vazgeçmek, "karar almak" anlamına gelir. Bir sanatçı eğer karar vererek yaratım alanından çıkabiliyorsa, "yaratım alanına hiç girmiş midir?" sorusu geliyor aklıma. Yaratmaya belki de başka alanlarda devam ediyordur. Yaratamamaksa ayrı bir sorun olmalı.


32.  Varlıklar adedince var olma biçimleri yok mudur? Var olma biçimleri varlığımızı da ifşa eder mi? Her varlığın var oluşu kendine göre midir? Varlık ve var olma biçimleri arasında kendi varlığınızdan hareketle siz bir bağlam kurarsınız?

"Varlık ve varoluş" görüşünü benimsiyorum. Fenomenler sınırsızdır. Varolan, varlıktan nasibince varoluş alanına çıkar.


33.  Ulus Baker “dostum başka bir kendimdir ve onun erdemini gözlemlerken kendiminkini görür ve tanırım" diyerek kendiliği dostça çoğaltıyor. İnsan kendisi olmaya ve kendini bulmaya, ona kendini hatırlatan dostlarıyla da erişebilir mi? "Her kuş kendi cinsiyle uçar" mı? Dostluk ve kuşların uçuşu üzerine neler söylersiniz?

Baker'in tanımı İyi, Güzel ve Doğru'nun hakkının teslim edildiği bir aşamaya işaret ediyor. Huzurlu bir tanım. Arkadaşlarımın, ben dönüştükçe değiştiğine tanık oldum. Birlikte dönüştüklerim, benim için çok kıymetli. Bazıları, alacağınız dersle yaşamınızdan çıkıp gidiyor. Baker'in tanımı doruksa yolu yürürken işimize yarayacak karşıtını da söyleyelim o zaman: "Dedikodusunu yaptığın, yaralarını deştiğin arkadaşının kanayan yarası sende bir çizik olarak bile yok mu?" İsmail Emre, bu sözüyle "sende izdüşümü olmasaydı, tanıyamazdın" demeye getiriyor.


34.  Konforun en fenası zihniyetteki değil midir? En güzel yola çıkış kitaplarından birinin yazarı olan Ian Dallas, Gariplerin Kitabı’nda şöyle diyor; "Eğer hakikati arıyorsanız, hayatınız asla eskisi gibi olmayacaktır.” Huzur müptelalığı, dinginlik özlemi, ahlak bekçiliği, zihnimizdeki taşra… Hiçbiri zihniyetteki göçü başlatmıyor. Tekâmül istiyorsak göçü de, seferi de, ıstırabı da göze almak zorundayız. Siz ne zaman göç ettiniz?

Hatırlamıyorum.


35.  Dişil yazı, Feminist düşüncede bir var olma biçimi olarak varlığını koruyor. “Eril Tahakküm”, Eril Şiddet’e karşı neler söylersiniz? Eril tahakküme karşı eril şiddetin yöntemini kullanmak bir çözüm müdür? Yoksa eril tahakküme karşı yeni bir dişil yöntem mi bulunmalı? Eril Tahakküm ve Hélène Cixous’nun Dişil Yazısı bağlamında bu konuya ilişkin neler söylersiniz?

Kadın ve erkek imgesinde yansıtılan dişil ve eril simgeler; Tinsellikte ayrılmaz bir bütünün parçalarıdır. Karşıtmışçasına görünümleri aşılması gereken diyalektik sancının bir ifadesidir. Diyalektik bir gerilim temelinde yaratılmış, oluşmuş bu dünyada en hızlı ders beden dikotomisine rağmen ruhta tecelli eden karşıt yanın varlığı olsa gerek. Bu bağlamda feministler eğer "dişil yazı"dan söz ediyor ise bu bir oksimorondur çünkü yazmak eril bir faaliyettir. Kadın da erkek de yazarken bir harekete angaje olunmuştur. Eril ve dişil olgusunu; bir merkez ve bu merkezden kendine dönmek için başlayan harekete "eril" diyerek yapılandırıyorum. Mitler ve dinler simgesel anlatımlardır. Simge çözmeye koyulmak, kendi kitabımızı okumaya başlamak demektir. Tanrılar yalnızca erkekleri, Tanrıçalar yalnızca kadınları simgelemez. Hades’in, zorbalıkla yer altına kaçırdığı Persephone hepimizde içkin dişil yanımız değil midir?  Simgeselliği çözerek, dişil yanımızla teması nasıl sağlayabiliriz? Bedende üreme potansiyelini deneyimlediğimiz kadın-erkek dikotomisi, ruhumuzda bizi bekleyen dişil yanımıza doğru bizi yönlendiren, ruhsal döllenmeyi olanaklı kılan bir araç olabilir mi? Yer altının karanlığına dalacak gözüpek bir kahramana ihtiyaç var. Epiphanius’ta geçer:“İsa, Mecdelli Meryem’i bir dağa götürür. Burada İsa’nın bedeninin bir yarısı kadın hâline gelir, onunla sevişir.” Kanımca, Feminizm tartışmalarının beden anlatımları üzerinden yapılması artık geride bırakılmalıdır. Dişil yanımız, geçici olmayan değerlerimizi temsil eder: Alıcı, anlayışlı, merhametli, fedakar, sezgisel olanı. Erkek öznenin, içindeki dişil yanla buluşması özgüven ve özgürlük anlamına da gelecektir. Kadın özneyse, halihazırda kendinde olanın örtüsünü kaldırmakla sorumludur. Böylece kadın, modern toplumda, hem katılımcı hem de yön verici özgün ve özgür birey olarak bulunuşunu taçlandırır. Akıl ve gönlün birbirini tekzip etmeden biraradalığı pek de kolay başarılacak bir hedef gibi durmuyor.


Kendilik Cesareti

36. Jean Jack Rouesseau’nun Juvenal’dan alıp, yazgısına belki de mahlas seçtiği o tanım: Vitam Vero Impendenti. Sözlükler bizi kandırmıyorsa “hakikat uğruna yaşamını riske atan kişi” anlamında. Bedelini ödediğiniz bir gerçeğe eriştiğinizi düşündünüz mü hiç?

Vardığım her durakta, değil bedel ödediğimi düşünmek ne kadar bedelsiz yaşadığımı idrak ettim. Hiçbir karşılık beklenilmeden bana bahşedilen bu yaşamı onurlu bir ölümle sonlandırmak; vefat ederek, "dönüş için ahitleştiğim" vefa borcumu ödemek anlamına gelecek diye düşünüyorum. O ara duraklarda bedel ödemişlik duygusundan daha çok, zihnim tarafından oluşturulan gereksiz yüklerin atıldığı duygusunu yaşadım.


37.  Kendini hatırlamak… Kendinize, kendiliğinize dair hatırladığınız ilk şey neydi?

Var sandığım kendimin, yalnızca bir zan olduğu idrak etmek beni sarsmıştı. İşte o anda "kendiliğim" bana yokluğuyla göz kırpmıştı; dişil yanım.


38. Dücane Cündioğlu’nun "Yaşamda en değerli şey kendiliktir. Kendiliğinden mahrum olanların en büyük sorunu; değerli değil önemli olanın peşinden koşmalarıdır" sözü faydalı, önemli ve değerli ayrımına götürüyor insanı. "Faydalı, Önemli ve Değerli" olan mukayesesini siz nasıl bir hiyerarşide konumluyorsunuz?

Etimolojik olarak bu sözcüklerin ayrımını, onlara yüklenen bu anlamlarda bulamıyoruz. Her yazarın kendi anlayışınca şekillenen, deneyimine göre biçimlenen öznel anlamlar olacaktır kuşkusuz. "Kendiliğinden mahrum olmak" kendiliğime ulaştığımda çözüme ulaşacak bir sorunsal; o hâlde yol ve yoldaki durakların bize sunduğu ayrımlar var. Yoldaki, yolun sonuyla ilgili olarak diğer yolculara yalnızca deneyimlerinden söz ettiği sürece makbûldür. Evde yalnızken, hakiki anlamda yalnız kalmamak için bulduğumuz uğraşları hiyerarşik olarak sıralamak ve birini ötekine üstün kabul etmekten söz etmiştim yukarıda. Bu da onun gibi. Saltık'ta olumsuz yoktur. İşte bu da niyetimiz ölçüsünde değerlendirme yapabilmek demektir. Yolun ara uğraklarını yüceltmek riskli. Yöntemi belirleyen, sonuç olmalı, eş deyişle yokluğu ile şimdide var olan gelecek.


39.  İnsan bazen kendisi olmayı unutur. Korkunca. Kaybolunca. Kaybedince. Kendilik cesaretini de kaybederse bir daha asla kendisi olamadan bir yabancı gibi özler kendini. Kalabalık başkalıklar arasında. Bazen kendimiz sandığımızı kaybetmeden gelemeyiz kendimize. Kaybettikçe sahip oluruz kendiliğimize. Olmayandan, olamayandan, olmayacak olandan bahsetmek; oldum demek için değil, olanın ahkâmını kesmek için değil, olması gerekenin hükmünü vermek için değil. Olmak çabası sadece.  Olamamak hıncıyla her şeyi olan hiç kimse olmaktansa; her şeyini kendi olmaya sarf edenlerden olmak; hınçsız ve kimsesiz: Olmanın Kendi Hâli.

Önemsenmeyen ya da faydasız görülen değerlerin değerini yalnızca o değerlere sahipler değerlendirebilir. O değere varanlara da eşsiz bir kudret bahşedilir: Kendilik Cesareti. Yaratma Cesareti (Rollo May), Olmak Cesareti (Paul Tillich / Kemal Sayar), Hakikat Cesareti (Michel Foucault), Yazma Cesareti (Nihan Kaya) ve Kendilik Cesareti. “Kendilik Cesareti” ifadesi bana ait olsa da benzer çok fazla kullanım var. Siz Kendilik Cesaretini nasıl tanımlardınız? 

Aynı şeyi dile getireceğim: Kendim zannettiğimin bir zihin oyunu olduğunu anladığımda varlığım ihtilâca uğradı. Cesur insan samimi olur; benim hayal kırıklıklarım var hakkında konuşabileceğim. "Eskiden" böbürlenen Gülgün var bana kahkaha attıran. Sorunuzdaki her hâl bir hedeftir. "Yol, muhataralıdır" İsmail Emre'nin söylediği gibi. Önce eyleminde, sonra düşüncesinde huzura kavuşmuş kişilerin söylemleri iddiasız oluyor. Benim hedefim, kendim olmayı sıradanlıkta bulmak. Sıradan olduğunu anlamak, gark olunan bu acziyet şifa veriyor. Düşüncelerimle baş başa kaldığımda, çekiştirdiğim, sinir olduğum, kusurunu aradığım kişiler varsa ben kendilikten nasıl söz edebilirim! Düşüncemde herkesi baş köşeye oturtup konuk edebiliyorsam söyleyecek iki çift lâfım olabilir. "Kendi" tanımı "kendi başkası" tanımı olmadan eksiktir. Hegel, özgürlüğü "artık kendi başkasının olmaması" olarak tanımlar. Özgür insan mutlaka özgündür çünkü sıradanlığını kabul etmiştir.


40.  Clarissa P. Estes, Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında “Kendin olmak zor, yıpratıcı, tehlikeli ve riskli. Ama sana dayatılanları yaşamaktansa o riske girmelisin. Unutma: hem kalıp hem gidemezsin.” diyor. Napolyon ise “taklit edilemez tek şey” diyor cesaret için. Şuursuzca tesirinde kaldığı herkesi, her şeyi taklit edebilen insan cesareti taklit etmeye cesaret bulamıyor. Kendi olma cesareti gösterenler bu yüzden çok az. Siz, kendilik cesaretine sahip olduğunuzu düşünüyor musunuz?

Başka bir şey yapamamak cesaret ise, evet! Ben başka bir şey yapamadım. Olmayan kendimi aramaktan vaz geçmeyi çok istedim; çektiğim acıların dinmesini, zanlarımla yaşadığım bölgeye geri dönmeyi yakararak diledim. Olmadı. Ben başka bir şey yapamadım. Cesur olup olmadığımı düşünmedim.

Hiç yorum yok: