Yıl 1855, bir kış gecesi... Paris'te kendini sokak lambasına asarak intihar eden Nerval üzerine bir yazımdan bir kuple okudum:
"Ruhunuz... Bu âlemde, hangisi? Yalnız, tek, ayrı, başka, eşsiz, kayıp, yabancı… Çok defa iç sesimiz dış sesimize senkronize olamaz da duyumsarız bu kayıp hallerinden birini. Yalnızlığımız kadar ikna olup yarımlığımıza, asla olmadığımız o zamanı, o mekânı, o insanı ararız. Yahut ait hissetmediğimiz tüm zamanların, mekânların ve insanların tam ortasında "niçin" orada olduğumuzu soran dünyanın en karadelik sorusuyla göz göze geliriz. Öyle tekinsiz, bilinmez ve rahatsız edici bir sorudur ki bu. Ya o karadelik sorunun içine düşecek ya da bildiğimiz ve hep yaptığımız şeylerin konforunu seçeceğizdir. İnsan "niçin"in içine hakikatle düşerse başka hiçbir eylemi yapamaz hale gelir çünkü. Kaçarız o heyulâdan. Bir meczubu kovar gibi öteleriz fikrimizden onu. Kovarız ve hep bildiğimiz, eşlerimiz, dostlarımız, tüm tanıdıklarımızın doluştuğu o konforlu bölgeye sığınırız.
Bazen de ruhumuzun çağrısının peşine düşmeye cesaret edip burada ve şimdiye ait olamayışın sürgünüyle ait olacağımızı düşlediğimiz “O Belde”ye sürükleniriz. Ruhun ait olduğu yere iltica edişidir bu. Peki ya ait olamadığımız şey zamansa? Şimdiye ait olamadığını anlayan ruh nereye gitsin? Ait olduğu âleme… Ait olduğu âleme gidecek olan düşünün mültecisi, Dünyanın müntehiridir belki de.
Nerval, gerçekliğin kıyısına vurmuş bir ölüm ile rüyalarına sarılmıştı belki de. Onu her ne kadar boynundan tutan bir sokak lambası olsa da, Dünya yine de çekiyordu kendine. Hazindir ki bu çekim ile uzaklaştı dünya gerçekliğinden. Uzaklaştı ve kaybettiği tüm rüyaların ve dünyanın tüm masallarının peşinde, düşünün mültecisi oldu."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder