Haziran 21, 2021

Meryem’in Seslenişi: Luce Irigaray


“Kadın filozof olur mu?” Bu klişe soru yüzyıllardır süre gelen kadın ve felsefe ilişkisinin olmazsa olmazlarından. Bu sorunun hala tartışılabilir oluşu, tıpkı tarih gibi felsefe tarihinin de baskın eril dille kaleme alınışıyla izah ediliyor. Bu durum literatüre bile girememiş birçok kadın filozofun varlığına gölge düşürüyor. O gölgelerin ardında Platon’un Şölen diyaloğunda geçen ve Sokrates’in hocası olduğu söylenen Mantinealı Diotima; varlığı kayda düşen ilk kadın filozoflarından biridir mesela. Bir diğeri ise kadın imgesinin cadı imgesiyle bir görüldüğü zamanda Orta Çağ’ın karanlığında beliren "Kadın filozof olmaz" klişesini yıkan filozoflardan biri olan Christine de Pizan’dır. 1363'te Venedik'te doğan Pizan, Orta Çağ’daki kadın düşmanlığı ile mücadele etmiş ve kısa ömrüne 41 adet eser sığdırmış üretken bir yazar olup en ünlü eseri Kadınlar Şehri’dir. Örnekler sayısız defa çoğaltılabilse de vurguyu doğru yere yapmak daha mühim: “Kadın filozof” vurgusuna dahi gerek var mıdır ki? 


Filozofların Kızı: Feminizm & Irigaray

Kadın filozof tartışmalarının ortasında feminist külliyata yaptığı katkılarla bilinen Linda Singer, feministlerin filozoflarla baba-kız ilişkisi kurduğunu ifade eder. Zeynep Direk, Başkalık Deneyimi kitabında bahsettiği bu ilişkiyi şöyle naklediyor: “Singer’a göre ilk feminist felsefeciler için bu tür okumalar akademik dünyada iyi bir var olma stratejisi idi. Feminist kızların, filozof babalarının mirasını taşıyan erkeklerin hakim olduğu akademide kabul görmesini kolaylaştırıyordu.” [1] Çünkü Platon ve Mill gibi filozofların eserlerinde geçen kadın söylemlerini arayan bu okumalar “filozof baba”lara hizmet ediyordu yine. Direk, eserlerinde “karanlık bir sürgün edilme” öyküsünü aynı motiflerde yinelediğini söylediğini Irigaray’ı ise ikinci feminist yorumsal pratiğe örnek olarak verir.

Radikal feminizmin en önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilen Luce Irigaray’ın entelektüel ve akademik yolculuğu sapmalar yaşasa da kendi istikametini bulur. Irigaray, eskiden sıkı bir takipçisi olduğu Lacan’a bilhassa “Öteki Kadının Aynası” başlıklı doktora tezinden sonra[2] getirdiği eleştiriler sebebiyle Lacan Okulundan dışlanır. Freud ve Lacan’ın kuramlarındaki irdeleyerek eril dil ve dişil dilin ayırdını vurgulayan sesi ona daha müstakil bir varoluş kurma imkânı tanır. Cinsiyet kuramını Lacancı terminolojiyi kendince tamir ederek yorumlayan Irigaray, cinsiyetlerin biyoloji ile değil dille kurulduğunu iddia eder. Irigaray’a göre Batı Kültürü dişilliği cinsiyet ve anneliğe indirgeyen; dişiliği erkeklik üzerinden okuyan bir anlayışa sahiptir. “Erkekleşmiş kadın” ona göre asıl tehlikedir ve kadınların kendi dilleriyle beraber kendi dünyalarını kurmaları gereklidir.

Meryem’in Esrarı

Irigaray, Meryem’in Esrarı kitabında Hristiyanların ve Batı Kültürünün eril dilini sorguluyor ve Meryem’in sessizliğine bambaşka bir yorum getirme cesareti gösteriyor. Irigaray, Meryem’in Esrarı kitabında semavi dinlerin özellikle Hristiyanlığın masum motifi olan Meryem’i tüm hatlarıyla şerh ediyor. Bu şerh, Batı’nın kültürel dilindeki eril dili ifşa eder ve hatta nişan alır niteliktedir. Kutsal kitaplardaki Meryem imgesinin yorumunun da eril bakışla yapıldığına işaret eden Irıgaray, Meryem’e yeni, dişil ve başka bir yorum getirir. Bu yorum onun felsefesinin karakteristiğini de ortaya çıkarır.

Irigaray, kitabın girişinde Meryem’e dair bilinen şeylerin nadirliğinden ve bu nadirliğin aslında ne kadar dekor kalışından bahseder Hristiyanlıkta. Meryem’in dini törenlerde çok az yer tutmasından, İsa’nın aksine doğumunun, mucizevi gebeliğini ve göğe yükselişinin kutlanmayışına dikkat çeker. Oysa der Irıgaray: “Meryem; Hristiyanlığa giriş çağının simgesi. O olmadan Hristiyanlığın müjdesi de tek kelimeyle var olamazdı. O; Tanrı’nın bedende zuhur etmesinin sebebi, dünyanın affı gerçekleşebilsin diye kutsallık ile insanlık, Tanrı ile insanlar arasında ilk arabulucu, ilk vasıta” Irigaray, Meryem’i bambaşka bir gözle bakarak onun Tanrı ve insan arasında bir aracı olduğunu söyler. Meryem’in okunmasında ilahiyatçılar ve sanatçılar farkına dikkat çeken Irigaray; sanatçıların Meryem’i sanatın bütün imkânlarıyla estetize ettiklerini ve onu resim, şiir, müzik dönüştürdüklerini ve bunun bilinenin aksine Hristiyanlığın en doğru yayılma şeklinin sanat olduğunu söyler.

Ruh Zamanı

Tanrı olarak adlandırdığımız varlık nefesiyle yaratır der Irigaray ve ekler: “Şeytanilik nefes almıyor ya da nefes almayı bıraktı; Dünya’nın ve başkalarının nefesini çalıyor.”[3] İnsanın doğuştan kutsal olduğunu fakat bu nefessizlik yüzünden kutsallığını kaybettiğini söyler. Irigaray, “ruh zamanı” dediği bir zamandan bahis açar. Yaradılış, kıyamet, insanlığın bağışlanmasından sonra gelen ve nefsin/nefesin uyanışıyla tensel ve tinsel paylaşımı mümkün kılan zamandır bu. Irigaray Meryem’i gökyüzünden yeryüzüne indirir ve onu önce insan sonra kadın elbisesi giydirerek düşüncesinin nesnesi eder.

Batı Kültüründe konuşmanın eril karakteristik taşırken susmanın dişil karakter taşıdığına dikkat çeken Irıgaray; bu sessizliğin bir boyun eğme olarak görüldüğünü ileri sürer.  Meryem’e layık görülen bu sessizliğe bambaşka bir çağrışım getirir: “Bu sessizliğin nedeni kendi mahremiyetini ifşa etmemek, kendisine olan sevgisini korumak olabilir” der.[4] Irigaray’ın Meryem’in sessizliğini kendince dillendiriş çabası ve dudaklar üzerine getirdiği hermeneutik oldukça enteresandır. Irigaray, dudakların birbirine değmesiyle gelen sessizliğin dünya ve iç dünya arasına çekilmiş bir sınır olarak okumayı teklif eder ve bir örnekle izah eder: Yunan mitolojisindeki Kore Tanrıçasının Kötülükler Kralı Hades’in tecavüzüne uğradıktan sonra ağzının ve dudaklarının bir daha eskisi gibi olmadığını söyler. Dudakların birbirine sıkı sıkıya kapanışını nevroza bağlayan Freud ve bastırılmış bir arzuya bağlayan Bay K.’nın aksine bunun bir zorlanışa karşılık verilen bir itiraz, bir ret olarak yorumlar.

Bir Okuma Pratiği: “Akıntıya Karşı Okuma”

Tıpkı Irigaray gibi Fransız Feminizminin önemli isimlerinden olan Hélène Cixious’nun Medusa'nın Gülüşü isimli makalesinde dişil yazı (écriture féminine) dediği kavram Irigaray’ın işareti ettiği yöntemin adını koyar niteliktedir. Hélène Cixious; kadınların bedenlerinden şiddetle kovulduğu gibi yazıdan da kovulduğuna dikkat çekerek kadının kendisini yazması ve kendini metnin içine getirmesi gerektiğinin altını çizer.

Bu yazı ve okuma deneyimleriyle beraber 1980’lerde feminizmin yeni sorgulama imkânları kazanmasıyla birlikte yeni bir okuma pratiği de belirir. “Üçüncü feminist yorumsal strateji adını verebileceğimiz pratik hem psikanalizle hem de Derrida’nın, metinsel ve tarihsel bir anlam kapanmışlığını bir önvarsayım olarak kabul eden, özel bir çifte okuma pratiği olarak tanımlanabilecek yapısökümcü okumalarıyla akrabadır.” [5] Akıntıya karşı bu okuma pratiği ile metne yabancı ve dışlanmış sesler de dahil edilir.

Bugün hala kadın meselesine dair çoğu problem eril dille çözülmek isteniyor. "Eril tahakküm”e karşı eril dilin yöntemini kullanmak, kadın meselesini daha da karmaşık bir hale getiriyor. Dişillerin dillendirdiği yeni bir eril dil doğuyor böylelikle. Eril ve dişil, kadın ve erkek arasındaki mücadele cinsiyet kavgasına dönüşüyor ve felsefi bir mesele cinsiyet kavgasına indirgeniyor böylelikle. Valerie Solanas gibi aşırı radikal feministlerin şiddetli dili ve dişil dilin varlığına imkân tanımayan hakim edil söylemin ortasında Irigaray; söylemi ve eserleriyle yeni bir dilin ve okuma pratiğinin mümkünlüğünü gösteriyor. Ve tüm bu sorgulamalar etrafında bir okuma pratiği ve kendi dişil yöntemini teklif ediyor okuruna.

Sözü Geçen Çalışmalar

Dinçer, Yeşim. (2021, 05. 24.). 3 Mayıs 1930: Luce Irigaray – Sembolik Düzen, Cinsiyet farklılığı ve Feminizm. https://catlakzemin.com/: https://catlakzemin.com/3-mayis-1930-luce-irigaray-sembolik-duzen-cinsiyet-farkliligi-ve-feminizm/# adresinden alındı

Direk, Zeynep. (2021). Başkalık Deneyimi. Ankara: Fol Kitap.

Irigaray, Luce. (2011). Meryem'in Esrarı. İstanbul: Pinhan Yayıncılık.


[1] (Direk, 2021, s. 268)

[2] (Dinçer, 2021)

[3] (Irigaray, 2011, s. 11)

[4] (Irigaray, 2011, s. 26)

[5] (Direk, 2021, s. 274)


Bu yazı Sabitfikir Dergisinin 124. sayısında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok: