"Muhammed'in dağa gitmesi gibi aşka gittim" Balzac
Tutku, sadıktır. İnsan en çok tutkusuna sadıktır. Tutku öylesine nüfuz eder ki ruha, insan tutku duyduğu o şeye karşı yüksek bir sadakat gösterir. Zorunlu olmayan sadakat hem de. Sadık bir tutku aidiyeti ne muazzam şeydir. Ruhun biricik tutkusunu keşfedip tüm varlığıyla aidiyet bağı kurduktan hemen sonra yaşadığı o tamamlanma hissi... Yaşamda deneyimlenebilecek en kemâl haz başka nedir ki?
Ruhen, kalben, zihnen, bedenen tek bir tutkuya ait hissedince didaktik, tehditkâr ve vaiz gibi konuşan iç seslere, kıskançlık kavgalarına, saf dışı bırakılan rakiplere, sadakat ödevlerine, yasaklara gerek kalmıyormuş. Aidiyet, sadakatin tek muhafızıymış. İnsan tutkusu kadar kendine, özüne ve aslına da sadık olmalı. Kendine sadık olamayan, hiçbir şeye gerçekten bağlı olamaz.
Tinsel Tutku
“Tanrısallık takıntısı dünyevi sevgiyi yok eder. Bir kadın ve Tanrı... Aynı anda ikisini birden tutkuyla sevmek mümkün değildir. Yok edilemeyen iki erotiğin karışımı, sonu gelmeyen bir dalgalanma yaratır.” der Cioran. Tanrısal ve dünyevi olan arasında güçlü bağlantılar vardır. Tanrı, Aşk ve Ölüm... Bu üçlüyle bağ kurma şekline dair sorular birini tanımanın en kestirme yolu: Tanrısı neye benziyor? Aşkı nasıl yaşıyor? Ölüme nasıl bir mânâ yüklüyor? Tanrı, Aşk ve Ölüm: Sonsuzluk, Haz ve Karanlık bilgisi... Bu üçlünün ardında o kişinin ruhunun sırrı var.
Tutku en çok dinlere yakışır aslında. Tinsel tutku, metafizik yatkınlık ve arayış ıstırabı... Dini arayışlar en güzel böyle başlar. Ruhu bu hasletlere yatkın olmayan, bilincen hazır olmayan insanlarla din konuşmak ya da dini vecibeleri dayatmak beyhude bir yorgunluk bu yüzden. Ahlakçılık bu yüzden kaba bir yontma telaşına benzer. Ahlâkçı, arzudan korkandır. Çoğu ahlakçılığın ardında arzunun ifşa olma korkusu yatar. Ahlâklı ve ahlâkçının farkı da buradadır: Ahlâklı arzusunu tanıyan; ahlâkçı ise arzusunu bastırandır. Bu yüzden en önce kendine sonra da başkalarına zulmeder. Şeytani estetik bu yüzden korkutur. Şeytanî estetiğin en tekinsiz haliyle ifadesini bulduğu bu zamanlarda ürkek ve tutuk bir sanat anlayışı hâkim hala. Oysa özellikle de muhafazakarların en ihtiyacı olan şey tutku; tinsel tutku. Cioran "Bach'ı dinlediğinizde Tanrı'nın filizlendiğini görürsünüz..." derken ne kadar haklı. Tinsel tutkunun sanatta çok güzel görünümleri var.
Tutkunun bir de karanlık yüzü var. Karanlığın değil ışıksızlığın rengi, siyah ateşin rengi. Işıktan çok uzakta savrulmanın, kavrulmanın, ahenkle kararmanın rengi. Verdiği hazzı misli acılarla geri alan kahreden tutku rengi: Tinsel tutkunun rengi. Yüksek tutku duyulan bazı şeyler, uçurum etkisi yapar bu yüzden. Uçurum kenarındayken ihtirasla dans eder insan. Sonra birden aşağı düşer. Mahvolur acıyla yavaş yavaş, paramparça olana dek ta ki.
Heves & Tutku
Alâkalar da aşk gibi sadakat istiyor. İstikrarsız bir hırs, rekabet içgüdüsü, seçici olmayan meraklarla, içselleştirmeden, maymun iştahla, her alanla alâka kuranlar; hiçbirinde derinleşemediklerinden gerçek bir eser ortaya koyamıyorlar. Tutkunun erken keşfi bu yüzden büyük şanstır. Tutkuyu tetikleyici bir işaret olarak okumak, insana kendi varoluş yolunu işaret ediyor. Tutku ne denli otantikse yol o denli aşkınlaşıyor.
Bu gösteri çağında maymun iştahlı heveslerin trajik örnekleri var. Eskiden “Bir şey yap, popüler ol” anlayışı varken şimdi “popüler ol, bir şey yap” anlayışı hâkim. Şöhretin bu dönüşümü bile popülerliğin yapılacak en büyük şey olduğunu söylüyor kolektif bilinçaltımıza. Kelebek ömürlü popülerliklerin ucu bir şekilde şarkıcı, influencer, youtuberlığa çıkıyor bu yüzden. Her şey olmayı isteyip birini bile olamamak… Heveslerin tutkuya evirilecek sabrı yoktur çünkü. Tutku, heves ve saplantı arasındaki fark da böyle ortaya çıkar. Heves ithaldir, taklittir, mimetiktir. Tutkunun dalgaları vardır, saplantının aşağı çeken bataklığı. Tutkunun derinliğini vardır; saplantının dibi. Tutku, denizdir; saplantı, çukur.
En çok taklit edilen şeylerden biri arzu, arzunun ta kendisi. Girard’ın mimetik arzu kavramı bu anlamda mühim. Şuursuzca tesirinde kaldığı insanların gizil arzularını arzulamak, onlara has, ait ve özgü olan şeylerin tesirinde kalıp taklit fikirler geliştirmek kendinin kâşifi olamayanların en belirgin özelliği. İlk arzunun keşfi bu yüzden mühim. Çocukken kendiliğimize daha çok yakınızdır çünkü. Şuursuzca başkalarının arzularının peşinde sürükleneceğine o "ilk arzu”sunu hatırlamalı insan. Başkasının arzularının peşinden sürüklendikçe karanlık yollara sapar insan. İnsanın kendi yolunu kesmesi ne trajik.
Tutkunun yaşam pratiklerinde sağlıklı bir şekilde kendine nasıl yer bulacağının güzel örnekleri var. Japon düşüncesinde kendine yer bulan ve yaşam amacı, her zaman meşgul olmanın mutluluğu anlamlarına gelen “ikigai” kelimesi yaşamdaki tutkunun ideal görünümü için işlevseldir. Sevdiğimiz şey, iyi olduğumuz şey, para kazandıran şey, dünyanın ihtiyacı olan şeylerin hepsinin kesişimi olan nokta “ikigai” noktasıdır.
Sanatın Tutkusu & İştah
“Tutkulu ruhların çoğunda olduğu gibi, hayattaki inancının tükendiği an gelmişti.” cümlesini okudum. Bir saniye sonra, cümle içimde bir kez daha yankılanıyordu ve gözyaşlarına boğulmuştum.” Albert Camus’nün bu sözü tutkulu ruhlardaki sonsuzluğun taşkınlığını işaret ediyor. Nadiren ağlayan tutkulu ruhlar için; ağlamak kupkuru bir toprağa düşmüş bahar yağmuruna benziyor. O yağmurdan sonra filizleniyor ya da çürüyor ruh.
Geçmiş, çok geçmiş zamanlara olan tutku, bir tür "kayıp zamanın izinde"ye benziyor. Neden eski zamanlara çağırır ki ruhumuz bizi? Geçmişe, olanaksıza olan tutku çok defa sanata götürür insanı. Dostoyevski'nin "Tanrı’ya giden yolun başlangıcında tutku vardır" sözü ilginç bir kesişime işaret ediyor. Tanrı'ya da Şeytan'a da giden yolun aynı oluşunu... Tutku kavşağı ermişlerin, sapkınların ve bütün büyük sanatçıların yolunun kesiştiği o noktadadır. Dünya üzerinde büyük ruhlardan biri yoktur ki yolu tutkunun kavşağından geçmemiş olsun.
Richard Sennett'in Balzac için söylediği “kendi kendini tüketen tutku” kavramından ilhamla tutkunun doyumsuz hali arzudan da bahsetmek gerekir. "Arzunun tüm nesnelerini yemek isteriz. Güzellik, yemek istemeden arzulanan şeydir." der Simone Weil. Böylesi estetik bir bakışın keşfi, yüksek bir iştahın doyuma ulaşmasından daha zevklidir kim bilir? İştah için tutku raddesine varamamış bir istek denebilir. İştah kendini isteme şekliyle ele verir: Her şeyi isteyenler, çok şeyi çok isteyenler, çok şeyi az isteyenler, az şeyi çok isteyenler, az şeyi az isteyenler, hiçbir şey istemeyenler, istememeyi isteyenler ve tek şeyi tutkuyla isteyenler... Çünkü isteme şekli ifşa eder ruhu. Her şeyi istemek, iştahtır. İştah varsa tutku yoktur. Hakiki tutkunun neliğinde iştah kapasitesi kesin bir ayırt edicidir. İştahın başka başka görünümleri vardır: Hırs (başarı iştahı), ihtiras (güç iştahı), kibir (eşsizlik iştahı), şehvet (elde etme iştahı), şöhret (ün iştahı), intikam (had bildirme iştahı). Adları, türleri değişiyor yalnızca. İştah, hep aynı iştah.
Beğeni & Sevgi & Aşk & Tutku
“Alakalarımızın yüz bin şekline isim bulamıyoruz sevmek deyip çıkıyoruz. Onun için ne kadar suistimale uğruyor bu kelime” Peyami Safa’nın bu ikazı alaka çeşitlerin ayırdına dikkat çekiyor. "Beğeni" gözün ölçüsü, "sevgi" kalbin ölçüsü, "alâka" zihnin ölçüsü, "tesir" ruhun ölçüsü. Dört dörtlük bağların büyüsü bunların harmonisinde. Sayısız farklı bağ şekli var insanlar arasında: Fiziksel, duygusal, zihinsel ve ruhsal bağlar. Ruhsal ve zihinsel bağ kurduğunuz insanlarla ölene kadar bitmiyor o bağ. En çok da ruhsal, tinsel bağlar kopmuyor. Tensel ve duygusal bağların vadesi ise kısacık.
Aşkın yüzlerinin başka başka görünümleri vardır: Yan yana başka yöne: zorunlu bir aradalık, hep O'nun yönüne: platonik aşk, tutkuyla yüz yüze: aşk, yan yana aynı yöne: mutlak sevgi. Aşkın bu başka yüzlerinden platonik aşkın hoşnut yüzüne bir şerh düşmeli. Ruhun tutkuyla meyledip sahip olamadığı uzak güzelliklere has bir hoşnutluk hali vardır. O kadar güzel bir hâl ki sahip olsa da olmasa da hoşnuttur. Uzakta ama hoşnuttur. Asla varamayacak olsa da yine de hoşnuttur. Platonik aşk huşusu gibi tıpkı.
Mevlâna’ya atfedilen ''bir aşkı ancak başka bir aşk söndürebilir'' sözü bir şeyi işaret ediyor. Ateş gibi, aşk gibi, yakıcı, kahredici yaşam yangınlarıyla baş etmenin yolu söndürmekten değil; daha büyük bir ateş yakmaktan geçiyor bazen. Aşkın bu yakıcı doğası tutkunun ilkel doğasını hatırlatır. Polanski'nin aşkın ilkel doğası üzerine ince tespitler bırakan filmi Bitter Moon ilkel tutkudaki tehlike üzerine güçlü bir soru bırakır zihnimize: "Huzur, bir aşk ilişkisinde tutkunun baş düşmanı değil midir?" İnsanın kadim doğası estetize edilmiş ihtiras, ilkel tutkuya meyleder çoğu zaman. Hazzın sadık bir kölesi olan ilkel tutku sadakat bilmez. Oysa birbirine yıllarca aşık ve sadık kalabilme mucizesini başarmış bir yaşlı bir çift yaşayabilen en yüksek tutkunun en güzel kanıtı değil midir?
Hakiki Tutku
Ali Şeriati’nin "Onu görmemiş olsaydım ne yoksul bir ruhum ne vasat bir kafam ve ne sönük bir bakışım olacaktı." dediği Louis Massignon’un “La Passion de Husayn ibn Mansûr Hallâj” kitabının ismi manidardır. Massignon, Hallac-ı Mansur için tutku (passion) kelimesini seçmiştir. Bazı tutkular böyledir. Silsileyi takip eder, bulaşıcıdır ve kendinden başka herkesi, kendinden gayrı her şeyi silikleştirir.
Öyle değil midir? Hiçbir şey yapmak istememek, bir şeyi yapmayı çok istemek yüzünden. Hiç kimseyle konuşmak istememek, tek kişiyle konuşmayı çok istemek yüzünden. Ve herkese mesafeli olmak, tek kişiye çok yakın olmayı çok istemek yüzünden. Sıradanlık, küfür gibidir bazen. Layık görüldüğü her şeyi alçaltır, bayağılaştırır. Yüce, derin, aşkın olanı mahkûm eder sıradanlık. Yüce olanın, sıradan olacağına şerefiyle ölmesi gerekir bu yüzden. Unutulmazlık... Tesirin kudreti, âşkların sadakati, savaşçıların zaferleri, tarihin altın harfleri hep onunla ölçülür. Oysa gerçekten unutulmaz olan tek şey şüphedir. Unutulmazlık isteyen, muhatabına muhteşem bir şüphe bıraksın.
Hakiki tutku gibi hakiki tutkunun muhatabını ifşa eden bir ölçü vardır. Ruhu peşinde koştuğu şeyler kadar ifşa eden bir şey yoktur çünkü. Mevlâna’nın "Neye talipsen O'sun" sözünden ilhamla "Neyi seçiyorsan o'sun" denilebilir pekâlâ. İnsan en çok seçtiği şeye ait. Şartlar, zorluklar, engeller, mukayeseler, seçenekler, kararsızlıklar... Birini tanımanın en kısa yolu seçtiği şeylere bakmak. İnsanı en çok seçtikleri ifşa ediyor. Seçemeyişi ve seçmek zorunda kaldığı şeyler bile.
“Seni hiçbir dünya telaşına değişmedim ben.” demişti Şükrü Erbaş. Hakiki muhatabın en küçük ayrıntısına bile en mühim işi yapıyormuşçasına mesai ayırıp; zarif ve incelikli bir dikkat göstermekten daha büyük bir aşk alameti var mıdır ki? "Sen olduğun için" dünyanın en güzel iltifatı olabilir. Egoyu, biriciklik hırsını okşadığı için değil. Sayısız kulvardaki yarışın birincisi olduğu için değil. Cevapsız tüm soruların cevabı olduğu için. Bir ruhu görmenin sırrı olduğu için. Sen olduğun için.
Ey güzel tutku, sadığım ben sana. Yalnız sana.
Dünyanın son gününde, dünyada son günümde,
Gökyüzüne bakıp dönerek seni söyler
Ve sana gönenirdim yalnızca.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder