Temmuz 23, 2024

Senin Keşif İnsanın Kimdi?


“İki insanın karşılaşması, iki kimyasal maddenin teması gibidir: Bir reaksiyon gerçekleşirse, ikisi de dönüşür.” demişti Jung. Bazı bağlar, bazı insanlar dönüştürür. Değişim değil, başkalaşım değil, kendini kaybediş hiç değil: Dönüşüm. O tepkimeden sonra iki kişi de asla aynı kalamaz. Hayat böyle felsefî, estetik, zihinsel, uhrevî dönüşüm geçiren muhteşem ikililerle dolu. Seni dönüştüren insanı bul. Ve onu dönüştüreceğin. Ve orada ve onda tekâmül etmekten, yanmaktan, kül olmaktan, daha üst bir ben olmaktan sakın korkma.

Birbiriyle rastlaşan her insan böylesi güçlü tesirlerden, safhalardan geçer mi peki? Her zaman dönüşüm olur mu? 6 senkronistik bağlantı tipinden bahsedip ardından yazgımıza kendilerini bir şekilde yazan insanları sıra sıra keşfedelim o halde.

 

6 Senkronistik Bağlantı

Twitter’da @ruhsalrehber hiçbir insanla rastgele karşılaşmadığımızı, Jung’un senkronisite (eşzamanlılık) kavramından hareketle; senkronların anlamlı tesadüfler olduğunu ve karşılaştığımızın her insanın yaşamımızda ve yazgımızda bir yer ve anlam taşıdığından bahsetmişti. Çünkü hayat bize istediğimiz insanları değil; ihtiyacımız olan insanları verir. Ruhsalrehber; hayatımıza giren ve zincirleme reaksiyon başlatan insanları 6 senkronistik bağlantı tipiyle ifadelendirerek şöyle sıralıyor: 1. Sana hatırlatmaya gelenler, 2. Seni büyütenler, 3. Burada kalmak için olanlar, 4. Seni uyandırmaya gelenler, 5. Senin için yer ayıranlar, 6. Gitmesi gerekenler.

1.Size hatırlatmaya gelenler; bize unuttuğumuz bir şeyi hatırlamak için gelip; hayatımızın bir parçası olsunlar yahut olmasınlar ruhumuzda sonsuza değin kalıyorlar. 2. Bizi büyütenler; tekamülümüzü hızlandırmak için ruhumuzun öğretmenleri olarak hayatımıza geliyorlar ve ihtiyacımız olan her zaman yanımızda oluyorlar. 3. Burada kalmak için olanlar; sonsuza kadar hayatımızda kalacak olan, en çok deneyim yaşadığımız ve her şekilde yaşamımızın vazgeçmez ve vazgeçilmez destekçisi oluyorlar.  4. Seni uyandırmaya gelenler; bizi sarsmak için hayatımıza giren, asla tanışmamış olmayı isteyecek kadar varlığımızı ve yaşamımızı sarsan, bizi olumsuzla büyüten insanlar oluyorlar.  5. Sizin için yer ayıranlar; bir anlığına yaşamımıza uğrayan, bırakıp giden, yalnızca birkaç bakış, birkaç kelime paylaştığımız insanlar. Ve son olarak 6. Gitmesi gerekenler; asla uzun süre kalmayacak olan, bir ders vermek için yaşamımıza giren; aşkı kalbimizi kırarak bize deneyimleten insanlar. Biraz da diğer keşif insanlarından bahsedelim o halde:

 

Hicret İnsanı & Hüsran İnsanı

Her insanı bir dönem, bir ruh halinden, bir bilinçten, bir perspektiften, bir yazgıdan; bambaşka bir hâle, bilince, bakışa, yazgıya taşıyan insanlar var: Hicret insanımız. Sürgün, göç, hicret... Kalbin sürgünü, zihnin göçü, ruhun hicreti var. Çünkü her insanın bir muhaciri var bu dünya sürgününde. Her insana da bir de ders olsun, ibret olsun, acıyla derinlik ve bilgelik getirsin diye gönderilen bir hüsran insanı da var. Belki de sadece acıyla tekâmül ettirsin diye yaşamımıza gönderilen o musibet insanını idrak edince, ruhunun acısı diniyor insanın.

Hüsran insanını tanımak kolay değildir çünkü çoğunlukla hazla gelirler. Büyük hazlar vadederler. Ama zaman içerisinde kendini ifşa eden özellikler gösterirler. “Asla açıklamalara girişmeyin. Dostlarınızın buna ihtiyacı yoktur, düşmanlarınızsa zaten onu umursamayacaktır” diyor Oscar Wilde. Kalpler ikna edilmez... Kalbî konularda uzun uzun izah ve ikna ettiğiniz yerde kesin olan tek şey var: Yanlış bir kalbe seslendiğiniz. Kendinden, fikirlerinden, tercihlerinden bir an olsun şüphe etmeyen kişi korkunçluğu diye bir şey var. Bir an olsun yanıldım, saçmaladım diyemeyen, özür dileyemeyen ve pişmanlık hissedemeyen insan korkunçluğu. Tanrı olmak isterken(!) insana razı olmuş gibi korkunç bir hâl: Şüphesizliğin o kibirli yanılgısı.

Hüsran insanının diğer özellikleri de kendiniz olamayışınız, koşulsuz sevilmeyişiniz ve iç sesinizle konuşamayışınız olur. İç ses dışarı çıkamaz ve muhatabınızın da iç sesini duyamazsınız.  Güçlü bir ego, kitabi bilgi ve kurnaz bir akıl. İnsan bu üçlüyle en başta kendisi olmak üzere bütün dünyayı mutlak bir eminlikle manipüle edebilir. İnsan aklı öyle muazzam bir mekanizma ki; böylesi güçlü bir benlik ve kurnaz bir akılla kendini aklayamayıp başkasını suçlu çıkamayacağı hiçbir olasılık yok. Böylesi kurnaz bir aklın manipülasyonuna maruz kalanları ancak ilahi adalet gibi uhrevî bir güç teskin edebilir. Çünkü bazen sadece akıl değil. Kâlpler de delirirdi. Dayanamazdı. İlahi adalet, karma zayıf insanların aciz tesellisi gibi gelir. Yapılabilecek hiçbir makul hamlenin kalmadığı, hiçbir sözün işlemeyip, hiçbir şeyin tesir etmediği durumlarda ilahi akışın müdahale vakti gelmiştir. İşte o hamlesiz kalınan anlarda; hararetli, çaresiz ve masum bir kalbi teskin edebilecek tek bir şey var: İlahî akışa bırak ve seyret.

 

Seçilmiş İnsanımız

İnsan seçtiği şeydir. İnsanı seçimleri ifşa eder. Seçemeyişi ve seçmek zorunda kaldığı şeyler bile. İnsan, insanı seçtiği insanlarda tanıyor en çok. Birini keşfetmenin en hızlı yolu; seçtiği insanlara bakmak. Kimleri seviyor? Kimleri seçiyor? Kimleri hangi kriterleri için seçiyor? Hangi vasıfları için tercih ediyor? Hangi tip insanlara neden değer veriyor? Kırılma ve sınanma anlarında seçimleri kimlerden yana oluyor?

Bir şeyi gerçekten isteyip istemediğini anlamanın basit bir göstergesi var: Yapıcılık ısrarı ve yıkıcılık hızı. İnsan bilinç dışında bir şeyi ne kadar içtenlikle istiyorsa o şeye her şeye, her zorluğa rağmen yapıcı davranıyor. Israr ediyor. Asla vazgeçmiyor. Bir şeye karşı sürekli kusur arayıp; sorunlar, kılıflar icat edip yıkıcı yaklaşıyorsa da bilinç dışında o şeyden o kadar kurtulmak istiyordur aslında. Hakiki arzunuzun keşfi için durun ve bakın: O şeyde ne kadar, nasıl, neleri göze alarak ısrar etmiştiniz?

Estetik, iyi niyetli idealizasyonlar pratik yaşamda gerçekçi değildir. Gerçekliği ancak gerçek bir seçim anında ortaya çıkar. Bu tarz estetik ve ideal fikirleri söylemek ve savunmak kolaydır. Ama iş pratik yaşamdaki seçimlere gelince bu tip idealizasyonlardan eser kalmaz. İnsanlar ciddi ve gerçek kararlarını seçim ve eylemlerinde gösterirler. İnsanın insandaki gerçek değerini, ondan "vazgeçme eşiği" ifşa ediyor. Hiç şaşmaz. O vazgeçiş eşiği neyse, ne kadarsa birinin gözündeki hakiki değeriniz orada saklı. Kalan her şey süslü cümleler, münasip kılıflar, kendini aklayan serzenişlerden ibaret.

 

Kendini Harcayan İnsan

Kendini harcayan, başkalarınca harcanan insanlar var. Kendi zamanlarının en çekici, en karşı konulmaz kadınları ve en kudretli, reddedilmez adamları vardı. Dünya üzerinden geçmiş milyarlarca insan gibi azalarak bittiler. Ve yerini aynı biriciklik hırsına sahip, daha güncel doğum tarihli, dişli ve dişi ikâmelerine bıraktılar. Feminist kuramcı Mary Wollstonecraft "kısa ömürlü kraliçeler" diyordu. Genetik şans, spor, sağlıklı yaşam vs vs en fazla 40-45 yaşına kadar sürdürülebilirliği olan kısa bir dünyevî saltanat. Sonrası yaşlı ve haset gözlerle genç femme fatale rakiplerine maruz kalmak... Kibirli bir kadın doğası için kahredici ve dayanılmaz bir yenilgi. İnsan öyle bir şeye yatırım yapmalı ki; sonsuz olsun. Zaman, insan, hiçbir dünyevî güç yenemesin onu. Öyle alt edilemez bir şey olsun. Öyle uhrevî bir güç ve uhrevî ışıltı olmalı ki varlığında insanın; cesede döndüğünde bile sonsuz olsun.

İnsanın böyle kendi kendini harcayışı kadar; başkalarınca harcanışı da var. Birini o yapan özelliklerine âşık olup; bir vakit sonra onları bir tehdit olarak görüp değiştirmesini istemek; kanatlarına hayran olunan bir kelebeği, kanatlarını koparıp tırtıla dönüştürmeye benziyor. Bir insanın bir insanı ziyan edeceği buradan belli oluyor: Güzelliğini harcama hızından. Bir hediye paketini sabırlı ve özenli bir tutkuyla açanla; tek seferde yırtıp atanın farkı gibi tıpkı... Ama güzel, paramparça olurken da güzel. Ziyan olurken bile.

 

Tetikleyici İnsan

Ruhsal, zihinsel, kalbî çekicilik de var. Şahsiyeti, benliği çekici olanlar... Çekiciliğin bedene, beden diline indirgenmesi fahiş bir yanılgı bu yüzden. Bazı düşünür, yazar ve kitaplara duyduğumuz dikkat; bu soyut çekiciliğin varlığının en büyük işareti. Ve tetikleyici insanlar var. Varlığımıza tetik çeken, bizi ateşleyen, varlığının enerjisiyle varlığımızı tetikleyen, ruhumuza tesir eden, zihnimizi tahrik eden, kalbimizin ritmini değiştiren insanlar. Tetikleyici insanlar, yörüngelerine dahil olan yahut yaklaşan her insana muhakkak etki bırakırlar. Tıpkı ateş gibi dönüştürücü bir karakteristik gösterirler. Bu yüzden hayranlık, çoğunlukla da nefret uyandırlar. “Sizi rahatsız etmeye geldim”i motto olarak seçen Ali Şeriati’yi “tetikleyici insan” olarak tanımlamak mümkün. Onun namlu gözleri ve namlu fikirlerine bundan daha çok yakışacak bir tanım da yoktur herhâlde.

 

Eş ya da Hayata Eşlik Eden İnsanlar

Seçilmiş kimlikler ve verili kimliklerin farkının yaşamımızdaki en büyük göstergesi hayatımıza eşlik eden insanlar. İnsanların hayatlarına eşlik eden insanlara bakarak da onların kim olduğunu pekâlâ anlayabilirsiniz. Çoğu insan toplumun, ailelerinin onlara münasip gördüğü verili kimliklerin içinde; kendi olma cesaretini gösteremeden, ait olmadıkları görünümlerde yaşamlarını sürdürüyorlar. Bir tür yalanın ve çelişkinin içinde yaşıyorlar. Çünkü kendi olma riski ve bedeli var. Etnik kimlikler, dini kimlikler, milli kimlikler, melez kimlikler, cinsiyet kimlikleri... Tüm bu kimlik karmaşası içerisinde kendi kimliğini seçebilme gücü ve cesareti bulan çok az insan var ve yaşadığımız toplum bu trajik ve çarpık kimlik krizleriyle dolu.

“İçinde bulunduğumuz çağ 30 yaşından önceki evliliği taşıyamaz. Yükü çok ağır olur. Sürdürenler başarılı gibi gözükseler de aslında o bir Pirus Zaferidir.” diyor Dücane Cündioğlu. 30’lu yaşlarda evlenmek, 21. Yüzyıl dinamikleri ile en makul tavsiye olabilir. Seçilmiş bir kimlik inşa etmek, çağın dinamikleri, geç ergenlik faktörü ve kişinin varoluşsal, sosyolojik, maddi & manevi açıdan tamamlanması ancak 30'lu yaşlarına tekabül ediyor. Ki insanın bu kavşakta "yaşamına eşlik edecek eş"ini bulması için en ideal zamanı da başlıyor. Ve hepsinden önemlisi... Kadınlar en önce "kendisinin annesi" olmalı. Çocuktan çok daha önce kendi varlığını doğurmalı. Ve erkekler de en önce "kendisinin babası" olmalı. Kendinin annesi ve kendinin babası olmayı başaran insanlar çocuk düşünmeli. Çünkü "yarım"dan doğanlar, yaşamı boyunca nakıs ve travmatik kalıyorlar.

 

Güneş İnsan

Ruhsal ışıltı, varlık ışıltısı... Birinin varlığında, duruşunda, havasında, ona has olan o hâle, o aura, o ışıltı. Dünyada über güzellik ve yakışıklılıkta, muntazam ve kusursuz hatlara, doğuştan güzelliğe sahip binlerce insan var. Ama bir şey eksik... İşte o insanlarda eksik olan şeye sahip olanlarda olan şeyin ismi bu: Varlık ışıltısı. Birini sizin gözünüzde eşsiz kılan o ışıltı. Güneş insanlar tıpkı böyledir işte. Ruhsal bir ışıltıyla bizi, aydınlıkta, ışıltılı ve sıcak hissettirirler.

"Güneş insan"lar var. Aydınlatan, ısıtan ve ışıtan. Ve aynı zamanda yakıcı, göz kamaştırıcı, haşmetli ve haşyetli olan. Güneş insan. Çünkü her göz ona bakmaya, onunla olmaya cesaret edemez. Ey güzel Şems... Kendi gölgelerine sığan ve kendi gölgelerine sığınanlarla olanlara açmazsın ki ihtişamını sen. Arkanı döner, varlığını çeker, gece olursun. Karanlık olursun, karanlıkta bırakırsın. Ey güzel Şems, sana bakmaya bile göze alamayan gözler seni ne bilsin ki? Ancak yanmayı göze alanlar varır senin ihtişamına. Parla o vakte kadar. İhtişamla. Çünkü bazı insanlar parıldayan şeyleri sevemezler. Onları sevmeye, onlara bakmaya güç yetiremezler. Sevilmemek ve yok sayılmak pahasına... Parla.

 

Kendinin Şifacısı

"Kendi kendine iyileşen insan tehlikeli ve güçlüdür.” (Breaking Bad) Kendi onarabilen, en marazlı, kusurlu yanlarını en güzel şekilde şifalandırmayı bilen, yarasından merhem çıkarabilen kendinin şifacısı insanlar var. Kendinin şifacısı olanlar; nüvesini, içinde onu yaşayan ve öldüren hakiki tutkusunu keşfetmişlerden çıkıyor en çok. Tutkusunu keşfedememiş insan yarımdır, eksiktir, yarı insandır.  Bilgili, âlim, çok iyi, dindar, akıllı, kudretli olsun... Yarımdır, eksiktir. Hakiki arzusunu keşfedemeden ölen insan yarım, yanlış, yalan bir hayat yaşamıştır. Ölme. Hakiki arzunu bulmadan sakın ölme.

Her insanın bir çiçek açma zamanı var. Tohumuna göre, toprağına göre, güneşine göre. "Ben tam kendime göre" diyordu Turgut Uyar. Hiçbir şey için geç ya da erken değil bu yüzden. Çünkü çiçek açma zamanı da kendimize göre. İnsanın kendi zamanını, çiçek açma zamanını bulması bir ömür sürüyor bazen. Kendi ritmini, hızını, vaktini bilen, bilmenin telaşsızlığında bekliyor kendini. Kendi vaktini bilmenin şifası vardır çünkü. Ve o şifayı bilenler şöyle söyler: “Hiçbir engeli mazeret bilmeyerek; var olma aşkı ve cesaretiyle ölümüne açacağım” Çünkü onlar savaşçı ruhlardır. Savaşçı ruhlara aşığım. Şartlar ne olursa olsun asla vazgeçmeyen, yeisle düşmeyen, düşse bile kalkmasını bilen. Yenilse, yaralansa, kanasa, mahvolsa bile soylu bir güzellik uğruna kanının son damlasına kadar savaşanlara. Ölse bile... Gururla, güzellikle, asaletle ölen... Savaşçı ruhlara aşığım.

 

Bize Ait Olan İnsan

“İstesek bile sevmekten asla vazgeçemeyeceğimiz şey bize aittir ancak” der Maria Alberto Zambrano. Öyledir; vazgeçebilişin olduğu yerde aşk ve hakiki bir bağ yoktur. Bize ait olan insanları sınanma anlarındaki vazgeçme reflekslerinden tanırız. Çünkü onların ikamesi, muadili yoktur. Yerine başkasını konulamaz, benzeriyle telafi edilemez. Doğası gereği biriciktir o. Onun yerine bir şey koymaya teşebbüs etmek dahi şirk gibidir. İnhisar kelimesine karşılık gelen o hal. İnhisar… Yani “yalnızca bir şeye veya kimseye âit olan, başkası ile alâkası bulunmayan” demek. Bir şey bize ait olsaydı, bizimle olurdu. Bizimle olmayan, bize ait değildir. Ancak kendisine ait olan şey eksik bırakabilir insanı çünkü. "Bize ait olan ne kadar uzakta hüznünü" gideriyor İbn-i Arabî: "Sana ait olan seni talep eder, sen yorulma. Onu sen ararsan, yorulursun ve o sana sahip olur" O yüzden bırak aradığın da seni arasın. Bırak aradığın da seni bulsun.

Hakiki cömertlik tam da bu; verilmesi en zor olan şeyi verebilmek. Çok değerli birisi için; kendindeki en değerli şeyi bahşedebilmek... Yeryüzündeki hediyelerin en değerlisi bu olsa gerek. Ali Şeriati, Hac kitabında o meşhur sorusuyla bize ait olan insanın anlamanın yollarını işaret ediyordu: “Senin İsmail'in kim veya ne? Mevkiin mi? Şerefin mi? Mesleğin mi? Paran mı? Evin mi? Çiftliğin mi? Araban mı? Aşkın mı? Bilgin mi? Sosyal sınıfın mı? Sanatın mı? Elbisen mi? Hayatın mı? Gençliğin mi? Güzelliğin mi? Hangisi... Sana hangisini olduğunu söyleyemem, ama yardımcı olmak için bazı ipuçları verebilirim; inancını ne zayıflatıyorsa, sorumluluk kabul etmekten ne geri çeviriyorsa, çağrıyı duymana ne ve gerçeği itiraf etmene ne engel oluyorsa, "kaçma"ya ne zorluyorsa, rahatın için bahaneler bulmana ne yol açıyorsa, seni kör ve sağır ediyorsa... İşte odur kurban edeceğin!”

 

Senin Keşif İnsanın Kimdi?

Güzel zalimlikler de var. Hiç kimselerin bilmediği, bulamayacağı bir yere kendini kilitleyip, anahtarını okyanusa atıp deliler gibi bulunmayı arzulamak...  Birini imkânsız bir düşü başarması için zorlamak ve başaramadığı için onu suçlamak. İşte Dünyanın en estetik zalimliği ve en güzel, arzu duyulan yarası. Yara şifayı; şifa yarayı arzular. İyileşme başlayınca arzu biter. Yara, şifasına âşık olursa... Sonsuza kadar yara kalmak ister. İnsan bazen yaralanıyor, yara kalıyor. Ait olmadığı yerde, varlığını tomurcuklandıran insanlarla olamayan her insan sönüyor. Azar azar çürüdüğü hiçbir yerde, hiçbir insanda ve hiçbir kalpte kalmamalı insan. Ümit, her tür bağın o son nefesi. Bir şeyden, bir durumdan, bir insandan... Ümidi kestiğimizde o şeyle olan bağımız da kesiliyor. İnsanları sevmeyi bıraktığımız da değil; onlardan ümit etmeyi bıraktığımızda bağ kopuyor bu yüzden.

Mezarlığa dönüşmüş kalpler ve çürümüş beyaz zambakları, kurumuş ama ölmeye direnen ak güller, diri diri yakılmış defterler ve o defterleri söndürmek için yana yana akan ateşten bir gözyaşı. Buz ateş… Kelebek ömürlü aşklar, Şiraz’da Hafız’ın kabri olan bahçede şarap içmeden de Rind olmayı bilmiş bir Keşfsever, geçmişten çıkagelen, efsunlu bir orman yolunda artık sırlanmış bir ak geyik, onu kaybetmiş simsiyah at Karat…Tabirini kaybeden kayıp rüyalar. Bir İstanbul masalına karşı sonsuz bir manzaraya, artık bir hatıra fotoğrafına dönüşmüş iki insan.

3 çiçek hâli, 3 insan hâli: İlki; bir çiçeği özenle ekmek, onu sabırla, emekle sulamak, günden güne büyütmek ve çiçeği açtırmak. Özüyle, kokusuyla, tomurcuklarıyla onu yaşatmak. İkincisi; onu en güzel hâliyle koparmak, kurutmak ve bir altın yaldızlı vazolara hapsedip en görkemli yerlere koymak. Ruhların Müzesi'nde bir sonsuzluk vakitlenen, ruh müzelerinde antikalaşan, çok kıymetli bir yadigara dönüştürmek… Ve sonuncusu; onu parlak, cafcaflı bir plastik çiçeğe dönüştürmek. Ama kokusuz ama ruhsuz ama cansız olan. Hayat size bir çiçek verdiğinde hangisini yaptınız? “İki insanın karşılaşması, iki kimyasal maddenin teması gibidir: Bir reaksiyon gerçekleşirse, ikisi de dönüşür.” demişti Jung. O halde düşün ve sor içine:

Sen benim hangi insanımdın? Benim keşif insanım aslında kimdi? Cevabını bul ve ne kadar acı olsa dahi içinden inci gibi bilgeliği al ve gerçek bir Şems gibi tebessüm et.

 

1 yorum:

sonra ayarlarız dedi ki...

Birkaç defa daha okunacak bir yazı bu teşekkür ederim ♥️