“İki insanın karşılaşması, iki kimyasal maddenin teması gibidir: Bir reaksiyon gerçekleşirse, ikisi de dönüşür.” demişti Jung. Bazı bağlar, bazı insanlar dönüştürür. Değişim değil, başkalaşım değil, kendini kaybediş hiç değil: Dönüşüm. O tepkimeden sonra iki kişi de asla aynı kalamaz. Hayat böyle felsefî, estetik, zihinsel, uhrevî dönüşüm geçiren muhteşem ikililerle dolu. Seni dönüştüren insanı bul. Ve onu dönüştüreceğin. Ve orada ve onda tekâmül etmekten, yanmaktan, kül olmaktan, daha üst bir ben olmaktan sakın korkma.
Birbiriyle
rastlaşan her insan böylesi güçlü tesirlerden, safhalardan geçer mi peki? Her
zaman dönüşüm olur mu? 6 senkronistik bağlantı tipinden bahsedip ardından
yazgımıza kendilerini bir şekilde yazan insanları sıra sıra keşfedelim o halde.
6 Senkronistik
Bağlantı
Twitter’da
@ruhsalrehber hiçbir insanla rastgele karşılaşmadığımızı, Jung’un senkronisite
(eşzamanlılık) kavramından hareketle; senkronların anlamlı tesadüfler olduğunu
ve karşılaştığımızın her insanın yaşamımızda ve yazgımızda bir yer ve anlam
taşıdığından bahsetmişti. Çünkü hayat bize istediğimiz insanları değil;
ihtiyacımız olan insanları verir. Ruhsalrehber; hayatımıza giren ve zincirleme
reaksiyon başlatan insanları 6 senkronistik bağlantı tipiyle ifadelendirerek
şöyle sıralıyor: 1. Sana hatırlatmaya gelenler, 2. Seni büyütenler, 3. Burada
kalmak için olanlar, 4. Seni uyandırmaya gelenler, 5. Senin için yer ayıranlar,
6. Gitmesi gerekenler.
1.Size
hatırlatmaya gelenler; bize unuttuğumuz bir şeyi hatırlamak için gelip;
hayatımızın bir parçası olsunlar yahut olmasınlar ruhumuzda sonsuza değin
kalıyorlar. 2. Bizi büyütenler; tekamülümüzü hızlandırmak için ruhumuzun
öğretmenleri olarak hayatımıza geliyorlar ve ihtiyacımız olan her zaman
yanımızda oluyorlar. 3. Burada kalmak için olanlar; sonsuza kadar hayatımızda
kalacak olan, en çok deneyim yaşadığımız ve her şekilde yaşamımızın vazgeçmez
ve vazgeçilmez destekçisi oluyorlar. 4.
Seni uyandırmaya gelenler; bizi sarsmak için hayatımıza giren, asla tanışmamış
olmayı isteyecek kadar varlığımızı ve yaşamımızı sarsan, bizi olumsuzla büyüten
insanlar oluyorlar. 5. Sizin için yer
ayıranlar; bir anlığına yaşamımıza uğrayan, bırakıp giden, yalnızca birkaç
bakış, birkaç kelime paylaştığımız insanlar. Ve son olarak 6. Gitmesi
gerekenler; asla uzun süre kalmayacak olan, bir ders vermek için yaşamımıza
giren; aşkı kalbimizi kırarak bize deneyimleten insanlar. Biraz da diğer keşif
insanlarından bahsedelim o halde:
Hicret İnsanı
& Hüsran İnsanı
Her insanı bir
dönem, bir ruh halinden, bir bilinçten, bir perspektiften, bir yazgıdan; bambaşka
bir hâle, bilince, bakışa, yazgıya taşıyan insanlar var: Hicret insanımız.
Sürgün, göç, hicret... Kalbin sürgünü, zihnin göçü, ruhun hicreti var. Çünkü
her insanın bir muhaciri var bu dünya sürgününde. Her insana da bir de ders
olsun, ibret olsun, acıyla derinlik ve bilgelik getirsin diye gönderilen bir hüsran
insanı da var. Belki de sadece acıyla tekâmül ettirsin diye yaşamımıza
gönderilen o musibet insanını idrak edince, ruhunun acısı diniyor insanın.
Hüsran insanını
tanımak kolay değildir çünkü çoğunlukla hazla gelirler. Büyük hazlar vadederler.
Ama zaman içerisinde kendini ifşa eden özellikler gösterirler. “Asla
açıklamalara girişmeyin. Dostlarınızın buna ihtiyacı yoktur, düşmanlarınızsa
zaten onu umursamayacaktır” diyor Oscar Wilde. Kalpler ikna edilmez... Kalbî
konularda uzun uzun izah ve ikna ettiğiniz yerde kesin olan tek şey var: Yanlış
bir kalbe seslendiğiniz. Kendinden, fikirlerinden, tercihlerinden bir an olsun
şüphe etmeyen kişi korkunçluğu diye bir şey var. Bir an olsun yanıldım,
saçmaladım diyemeyen, özür dileyemeyen ve pişmanlık hissedemeyen insan
korkunçluğu. Tanrı olmak isterken(!) insana razı olmuş gibi korkunç bir hâl:
Şüphesizliğin o kibirli yanılgısı.
Hüsran insanının
diğer özellikleri de kendiniz olamayışınız, koşulsuz sevilmeyişiniz ve iç
sesinizle konuşamayışınız olur. İç ses dışarı çıkamaz ve muhatabınızın da iç
sesini duyamazsınız. Güçlü bir ego, kitabi
bilgi ve kurnaz bir akıl. İnsan bu üçlüyle en başta kendisi olmak üzere bütün
dünyayı mutlak bir eminlikle manipüle edebilir. İnsan aklı öyle muazzam bir
mekanizma ki; böylesi güçlü bir benlik ve kurnaz bir akılla kendini aklayamayıp
başkasını suçlu çıkamayacağı hiçbir olasılık yok. Böylesi kurnaz bir aklın
manipülasyonuna maruz kalanları ancak ilahi adalet gibi uhrevî bir güç teskin
edebilir. Çünkü bazen sadece akıl değil. Kâlpler de delirirdi. Dayanamazdı.
İlahi adalet, karma zayıf insanların aciz tesellisi gibi gelir. Yapılabilecek
hiçbir makul hamlenin kalmadığı, hiçbir sözün işlemeyip, hiçbir şeyin tesir
etmediği durumlarda ilahi akışın müdahale vakti gelmiştir. İşte o hamlesiz
kalınan anlarda; hararetli, çaresiz ve masum bir kalbi teskin edebilecek tek
bir şey var: İlahî akışa bırak ve seyret.
Seçilmiş İnsanımız
İnsan seçtiği
şeydir. İnsanı seçimleri ifşa eder. Seçemeyişi ve seçmek zorunda kaldığı şeyler
bile. İnsan, insanı seçtiği insanlarda tanıyor en çok. Birini keşfetmenin en
hızlı yolu; seçtiği insanlara bakmak. Kimleri seviyor? Kimleri seçiyor? Kimleri
hangi kriterleri için seçiyor? Hangi vasıfları için tercih ediyor? Hangi tip
insanlara neden değer veriyor? Kırılma ve sınanma anlarında seçimleri kimlerden
yana oluyor?
Bir şeyi gerçekten
isteyip istemediğini anlamanın basit bir göstergesi var: Yapıcılık ısrarı ve
yıkıcılık hızı. İnsan bilinç dışında bir şeyi ne kadar içtenlikle istiyorsa o
şeye her şeye, her zorluğa rağmen yapıcı davranıyor. Israr ediyor. Asla
vazgeçmiyor. Bir şeye karşı sürekli kusur arayıp; sorunlar, kılıflar icat edip
yıkıcı yaklaşıyorsa da bilinç dışında o şeyden o kadar kurtulmak istiyordur
aslında. Hakiki arzunuzun keşfi için durun ve bakın: O şeyde ne kadar, nasıl,
neleri göze alarak ısrar etmiştiniz?
Estetik, iyi
niyetli idealizasyonlar pratik yaşamda gerçekçi değildir. Gerçekliği ancak
gerçek bir seçim anında ortaya çıkar. Bu tarz estetik ve ideal fikirleri
söylemek ve savunmak kolaydır. Ama iş pratik yaşamdaki seçimlere gelince bu tip
idealizasyonlardan eser kalmaz. İnsanlar ciddi ve gerçek kararlarını seçim ve
eylemlerinde gösterirler. İnsanın insandaki gerçek değerini, ondan
"vazgeçme eşiği" ifşa ediyor. Hiç şaşmaz. O vazgeçiş eşiği neyse, ne
kadarsa birinin gözündeki hakiki değeriniz orada saklı. Kalan her şey süslü
cümleler, münasip kılıflar, kendini aklayan serzenişlerden ibaret.
Kendini Harcayan
İnsan
Kendini harcayan,
başkalarınca harcanan insanlar var. Kendi zamanlarının en çekici, en karşı
konulmaz kadınları ve en kudretli, reddedilmez adamları vardı. Dünya üzerinden
geçmiş milyarlarca insan gibi azalarak bittiler. Ve yerini aynı biriciklik
hırsına sahip, daha güncel doğum tarihli, dişli ve dişi ikâmelerine bıraktılar.
Feminist kuramcı Mary Wollstonecraft "kısa ömürlü kraliçeler"
diyordu. Genetik şans, spor, sağlıklı yaşam vs vs en fazla 40-45 yaşına kadar
sürdürülebilirliği olan kısa bir dünyevî saltanat. Sonrası yaşlı ve haset
gözlerle genç femme fatale rakiplerine maruz kalmak... Kibirli bir kadın doğası
için kahredici ve dayanılmaz bir yenilgi. İnsan öyle bir şeye yatırım yapmalı
ki; sonsuz olsun. Zaman, insan, hiçbir dünyevî güç yenemesin onu. Öyle alt
edilemez bir şey olsun. Öyle uhrevî bir güç ve uhrevî ışıltı olmalı ki
varlığında insanın; cesede döndüğünde bile sonsuz olsun.
İnsanın böyle
kendi kendini harcayışı kadar; başkalarınca harcanışı da var. Birini o yapan
özelliklerine âşık olup; bir vakit sonra onları bir tehdit olarak görüp
değiştirmesini istemek; kanatlarına hayran olunan bir kelebeği, kanatlarını
koparıp tırtıla dönüştürmeye benziyor. Bir insanın bir insanı ziyan edeceği
buradan belli oluyor: Güzelliğini harcama hızından. Bir hediye paketini sabırlı
ve özenli bir tutkuyla açanla; tek seferde yırtıp atanın farkı gibi tıpkı... Ama
güzel, paramparça olurken da güzel. Ziyan olurken bile.
Tetikleyici İnsan
Ruhsal, zihinsel,
kalbî çekicilik de var. Şahsiyeti, benliği çekici olanlar... Çekiciliğin
bedene, beden diline indirgenmesi fahiş bir yanılgı bu yüzden. Bazı düşünür,
yazar ve kitaplara duyduğumuz dikkat; bu soyut çekiciliğin varlığının en büyük
işareti. Ve tetikleyici insanlar var. Varlığımıza tetik çeken, bizi ateşleyen,
varlığının enerjisiyle varlığımızı tetikleyen, ruhumuza tesir eden, zihnimizi
tahrik eden, kalbimizin ritmini değiştiren insanlar. Tetikleyici insanlar,
yörüngelerine dahil olan yahut yaklaşan her insana muhakkak etki bırakırlar.
Tıpkı ateş gibi dönüştürücü bir karakteristik gösterirler. Bu yüzden hayranlık,
çoğunlukla da nefret uyandırlar. “Sizi rahatsız etmeye geldim”i motto olarak
seçen Ali Şeriati’yi “tetikleyici insan” olarak tanımlamak mümkün. Onun namlu
gözleri ve namlu fikirlerine bundan daha çok yakışacak bir tanım da yoktur
herhâlde.
Eş ya da Hayata
Eşlik Eden İnsanlar
Seçilmiş kimlikler
ve verili kimliklerin farkının yaşamımızdaki en büyük göstergesi hayatımıza
eşlik eden insanlar. İnsanların hayatlarına eşlik eden insanlara bakarak da
onların kim olduğunu pekâlâ anlayabilirsiniz. Çoğu insan toplumun, ailelerinin
onlara münasip gördüğü verili kimliklerin içinde; kendi olma cesaretini
gösteremeden, ait olmadıkları görünümlerde yaşamlarını sürdürüyorlar. Bir tür
yalanın ve çelişkinin içinde yaşıyorlar. Çünkü kendi olma riski ve bedeli var.
Etnik kimlikler, dini kimlikler, milli kimlikler, melez kimlikler, cinsiyet kimlikleri...
Tüm bu kimlik karmaşası içerisinde kendi kimliğini seçebilme gücü ve cesareti
bulan çok az insan var ve yaşadığımız toplum bu trajik ve çarpık kimlik
krizleriyle dolu.
“İçinde
bulunduğumuz çağ 30 yaşından önceki evliliği taşıyamaz. Yükü çok ağır olur.
Sürdürenler başarılı gibi gözükseler de aslında o bir Pirus Zaferidir.” diyor Dücane
Cündioğlu. 30’lu yaşlarda evlenmek, 21. Yüzyıl dinamikleri ile en makul tavsiye
olabilir. Seçilmiş bir kimlik inşa etmek, çağın dinamikleri, geç ergenlik
faktörü ve kişinin varoluşsal, sosyolojik, maddi & manevi açıdan
tamamlanması ancak 30'lu yaşlarına tekabül ediyor. Ki insanın bu kavşakta
"yaşamına eşlik edecek eş"ini bulması için en ideal zamanı da
başlıyor. Ve hepsinden önemlisi... Kadınlar en önce "kendisinin
annesi" olmalı. Çocuktan çok daha önce kendi varlığını doğurmalı. Ve
erkekler de en önce "kendisinin babası" olmalı. Kendinin annesi ve
kendinin babası olmayı başaran insanlar çocuk düşünmeli. Çünkü
"yarım"dan doğanlar, yaşamı boyunca nakıs ve travmatik kalıyorlar.
Güneş İnsan
Ruhsal ışıltı, varlık
ışıltısı... Birinin varlığında, duruşunda, havasında, ona has olan o hâle, o
aura, o ışıltı. Dünyada über güzellik ve yakışıklılıkta, muntazam ve kusursuz
hatlara, doğuştan güzelliğe sahip binlerce insan var. Ama bir şey eksik... İşte
o insanlarda eksik olan şeye sahip olanlarda olan şeyin ismi bu: Varlık
ışıltısı. Birini sizin gözünüzde eşsiz kılan o ışıltı. Güneş insanlar tıpkı
böyledir işte. Ruhsal bir ışıltıyla bizi, aydınlıkta, ışıltılı ve sıcak hissettirirler.
"Güneş
insan"lar var. Aydınlatan, ısıtan ve ışıtan. Ve aynı zamanda yakıcı, göz
kamaştırıcı, haşmetli ve haşyetli olan. Güneş insan. Çünkü her göz ona bakmaya,
onunla olmaya cesaret edemez. Ey güzel Şems... Kendi gölgelerine sığan ve kendi
gölgelerine sığınanlarla olanlara açmazsın ki ihtişamını sen. Arkanı döner,
varlığını çeker, gece olursun. Karanlık olursun, karanlıkta bırakırsın. Ey
güzel Şems, sana bakmaya bile göze alamayan gözler seni ne bilsin ki? Ancak
yanmayı göze alanlar varır senin ihtişamına. Parla o vakte kadar. İhtişamla. Çünkü
bazı insanlar parıldayan şeyleri sevemezler. Onları sevmeye, onlara bakmaya güç
yetiremezler. Sevilmemek ve yok sayılmak pahasına... Parla.
Kendinin Şifacısı
"Kendi
kendine iyileşen insan tehlikeli ve güçlüdür.” (Breaking Bad) Kendi onarabilen,
en marazlı, kusurlu yanlarını en güzel şekilde şifalandırmayı bilen, yarasından
merhem çıkarabilen kendinin şifacısı insanlar var. Kendinin şifacısı olanlar; nüvesini,
içinde onu yaşayan ve öldüren hakiki tutkusunu keşfetmişlerden çıkıyor en çok. Tutkusunu
keşfedememiş insan yarımdır, eksiktir, yarı insandır. Bilgili, âlim, çok iyi, dindar, akıllı,
kudretli olsun... Yarımdır, eksiktir. Hakiki arzusunu keşfedemeden ölen insan
yarım, yanlış, yalan bir hayat yaşamıştır. Ölme. Hakiki arzunu bulmadan sakın
ölme.
Her insanın bir
çiçek açma zamanı var. Tohumuna göre, toprağına göre, güneşine göre. "Ben
tam kendime göre" diyordu Turgut Uyar. Hiçbir şey için geç ya da erken
değil bu yüzden. Çünkü çiçek açma zamanı da kendimize göre. İnsanın kendi
zamanını, çiçek açma zamanını bulması bir ömür sürüyor bazen. Kendi ritmini,
hızını, vaktini bilen, bilmenin telaşsızlığında bekliyor kendini. Kendi vaktini
bilmenin şifası vardır çünkü. Ve o şifayı bilenler şöyle söyler: “Hiçbir engeli
mazeret bilmeyerek; var olma aşkı ve cesaretiyle ölümüne açacağım” Çünkü onlar
savaşçı ruhlardır. Savaşçı ruhlara aşığım. Şartlar ne olursa olsun asla
vazgeçmeyen, yeisle düşmeyen, düşse bile kalkmasını bilen. Yenilse, yaralansa,
kanasa, mahvolsa bile soylu bir güzellik uğruna kanının son damlasına kadar
savaşanlara. Ölse bile... Gururla, güzellikle, asaletle ölen... Savaşçı ruhlara
aşığım.
Bize Ait Olan
İnsan
“İstesek bile
sevmekten asla vazgeçemeyeceğimiz şey bize aittir ancak” der Maria Alberto
Zambrano. Öyledir; vazgeçebilişin olduğu yerde aşk ve hakiki bir bağ yoktur.
Bize ait olan insanları sınanma anlarındaki vazgeçme reflekslerinden tanırız.
Çünkü onların ikamesi, muadili yoktur. Yerine başkasını konulamaz, benzeriyle
telafi edilemez. Doğası gereği biriciktir o. Onun yerine bir şey koymaya
teşebbüs etmek dahi şirk gibidir. İnhisar kelimesine karşılık gelen o hal.
İnhisar… Yani “yalnızca bir şeye veya kimseye âit olan, başkası ile alâkası
bulunmayan” demek. Bir şey bize ait olsaydı, bizimle olurdu. Bizimle olmayan,
bize ait değildir. Ancak kendisine ait olan şey eksik bırakabilir insanı çünkü.
"Bize ait olan ne kadar uzakta hüznünü" gideriyor İbn-i Arabî:
"Sana ait olan seni talep eder, sen yorulma. Onu sen ararsan, yorulursun
ve o sana sahip olur" O yüzden bırak aradığın da seni arasın. Bırak
aradığın da seni bulsun.
Hakiki cömertlik
tam da bu; verilmesi en zor olan şeyi verebilmek. Çok değerli birisi için;
kendindeki en değerli şeyi bahşedebilmek... Yeryüzündeki hediyelerin en
değerlisi bu olsa gerek. Ali Şeriati, Hac kitabında o meşhur sorusuyla bize ait
olan insanın anlamanın yollarını işaret ediyordu: “Senin İsmail'in kim veya ne?
Mevkiin mi? Şerefin mi? Mesleğin mi? Paran mı? Evin mi? Çiftliğin mi? Araban
mı? Aşkın mı? Bilgin mi? Sosyal sınıfın mı? Sanatın mı? Elbisen mi? Hayatın mı?
Gençliğin mi? Güzelliğin mi? Hangisi... Sana hangisini olduğunu söyleyemem, ama
yardımcı olmak için bazı ipuçları verebilirim; inancını ne zayıflatıyorsa,
sorumluluk kabul etmekten ne geri çeviriyorsa, çağrıyı duymana ne ve gerçeği
itiraf etmene ne engel oluyorsa, "kaçma"ya ne zorluyorsa, rahatın
için bahaneler bulmana ne yol açıyorsa, seni kör ve sağır ediyorsa... İşte odur
kurban edeceğin!”
Senin Keşif
İnsanın Kimdi?
Güzel zalimlikler
de var. Hiç kimselerin bilmediği, bulamayacağı bir yere kendini kilitleyip,
anahtarını okyanusa atıp deliler gibi bulunmayı arzulamak... Birini imkânsız bir düşü başarması için
zorlamak ve başaramadığı için onu suçlamak. İşte Dünyanın en estetik zalimliği
ve en güzel, arzu duyulan yarası. Yara şifayı; şifa yarayı arzular. İyileşme
başlayınca arzu biter. Yara, şifasına âşık olursa... Sonsuza kadar yara kalmak
ister. İnsan bazen yaralanıyor, yara kalıyor. Ait olmadığı yerde, varlığını
tomurcuklandıran insanlarla olamayan her insan sönüyor. Azar azar çürüdüğü
hiçbir yerde, hiçbir insanda ve hiçbir kalpte kalmamalı insan. Ümit, her tür
bağın o son nefesi. Bir şeyden, bir durumdan, bir insandan... Ümidi
kestiğimizde o şeyle olan bağımız da kesiliyor. İnsanları sevmeyi bıraktığımız
da değil; onlardan ümit etmeyi bıraktığımızda bağ kopuyor bu yüzden.
Mezarlığa dönüşmüş
kalpler ve çürümüş beyaz zambakları, kurumuş ama ölmeye direnen ak güller, diri
diri yakılmış defterler ve o defterleri söndürmek için yana yana akan ateşten
bir gözyaşı. Buz ateş… Kelebek ömürlü aşklar, Şiraz’da Hafız’ın kabri olan
bahçede şarap içmeden de Rind olmayı bilmiş bir Keşfsever, geçmişten çıkagelen,
efsunlu bir orman yolunda artık sırlanmış bir ak geyik, onu kaybetmiş simsiyah
at Karat…Tabirini kaybeden kayıp rüyalar. Bir İstanbul masalına karşı sonsuz
bir manzaraya, artık bir hatıra fotoğrafına dönüşmüş iki insan.
3 çiçek hâli, 3
insan hâli: İlki; bir çiçeği özenle ekmek, onu sabırla, emekle sulamak, günden
güne büyütmek ve çiçeği açtırmak. Özüyle, kokusuyla, tomurcuklarıyla onu
yaşatmak. İkincisi; onu en güzel hâliyle koparmak, kurutmak ve bir altın
yaldızlı vazolara hapsedip en görkemli yerlere koymak. Ruhların Müzesi'nde bir
sonsuzluk vakitlenen, ruh müzelerinde antikalaşan, çok kıymetli bir yadigara
dönüştürmek… Ve sonuncusu; onu parlak, cafcaflı bir plastik çiçeğe dönüştürmek.
Ama kokusuz ama ruhsuz ama cansız olan. Hayat size bir çiçek verdiğinde hangisini
yaptınız? “İki insanın karşılaşması, iki kimyasal maddenin teması gibidir: Bir
reaksiyon gerçekleşirse, ikisi de dönüşür.” demişti Jung. O halde düşün ve sor
içine:
Sen benim hangi
insanımdın? Benim keşif insanım aslında kimdi? Cevabını bul ve ne kadar acı
olsa dahi içinden inci gibi bilgeliği al ve gerçek bir Şems gibi tebessüm et.
1 yorum:
Birkaç defa daha okunacak bir yazı bu teşekkür ederim ♥️
Yorum Gönder