Ruh Müzem
Aralık 06, 2024
İçine Açan İnsan
Kasım 15, 2024
Zeynep MERDAN - Haşmet BABAOĞLU ile “Muhteşem Yanılgılar” Üzerine
O cümlemiz Haşmet Babaoğlu’nun 2014 yılından bir Pazar notundan: “Mahzun yüzleri masum sanmak... Zarif bir yanılgı” Bu çok fazla güzel cümleyi çoğaltarak yanılgılar üzerine, muhteşem yanılgılar üzerine soralım o halde:
- Zeynep
Merdan: Henüz kötülük yapmamış olanların iyi sanılması kötü bir yanılgı...
“Kötü, iyiyi tanır ama iyi, kötüyü tanıyamaz" diyor Kafka. Gerçek
iyi, kötü olabilecek fırsatı ve kudreti varken iyiyi seçme kudreti
gösterendir diyebilir miyiz? Kötü ve kötülüğe dair yanılgımız nedir?
Haşmet Babaoğlu:
Tanımlamayla başlar yenilgilerimiz. Körlüğümüz gözlerimizden değil, zihnimizin
esir olduğu tasavvurlardandır… Kendi dünyanda verili hayatı olduğu gibi kabul
etmeye, tembelliğe “iyilik” diyoruz çoktandır. Al sana berbat bir yanılgı… Oysa
iyilik eylemdir; iyiler eylemcidir. Dolayısıyla varoluşlarını kötülüğü tanıyıp
hesaplaşarak inşa ederler.
İyilik ”gelişine vurmak”
sanılıyor, her şey akışına bırakılıyor ya, insan soyunun büyük serüvenine ve
vahiy geleneğine temelden aykırı bir haldir bu. Oturduğun yerde iyilik olmaz,
kıyam etmen, yani doğrulup kalkman gerekir.
Düzenin tanrılaştırıldığı
hayatlardan ötesini gözümüz görmediği için “küçük insan”lardan “iyiler” diye
bahsediyoruz. Sonra da kızıyoruz; “büyük insan”lar hep kötülerden çıkıyor diye…
Kötülük aldatır; niteliği bu… O halde iyilik aldanmaya direnç ve her sabah
yeniden hakikati kurmaktır… Yani “iyiyi seçme kudreti” dediğin şey aslında
hakikati seçmektir.
Bak, bir şey söyleyeyim
mi? Yanılgılarımızın pek azı öyle zarif saflıklardan oluşuyor… Korkakları “iyi
insan”, güçsüz zalimleri barışsever sanıyoruz. Belki en tehlikelisi de bir
yolda düşe kalka ilerlerken elini tuttuklarının aslında korkak hainler olması…
Sen onları sadık yoldaşın sanıyorsun…
Çarçabuk kötülük
problemine geliyoruz burada, değil mi? “Nereye gitti kötülük?” diye soruyordu
Baudrillard… Haklıydı bir bakıma… Öyle ya, hatalar var, hastalar var,
uyumsuzlar var, sosyopatlar var, arsızlar var, iktidar zehirlenmesine
uğrayanlar var, şunlar var bunlar var… Hepsi de yaftası oluşturulduktan sonra
“anlayışla” karşılanıyorlar; zihinlerimizde onlara ayrılmış bir kontenjan var,
oraya yerleştirdik mi, gerisi güvenlik sorunu… Ama kimse kötülükten söz
etmiyor. Nereye gitti bu kötülük? Adı kaldırılınca kendisi ortadan kalkıyor mu?
Artık ninem gibi sade,
yalın, dümdüz düşünüyorum: Akla kara kadar açık iyilikle kötülük arasındaki
çizgi. Bal gibi bilir insan ne iyilik ne kötülüktür, bilir. Kötülük ve kötüler
kol geziyor yahu! Mesele kaybetmeyi göze almakta… İyilik, kötülüğün kurguladığı
düzenden çıkabilme cesareti istiyor. Zor! O zaman gelsin yaftalar, anlayışlar
ve azı zarif, çoğu tehlikeli yanılgılar…
- Zeynep
Merdan: İnsanın kendisine haz veren her şeyi mutluluk sanması, acı bir
yanılgı. En acı mutsuzluklar, hazzın tadıyla başlar. "Huzurlu
mutluluk"larsa; başta yavan gelir hep. Tek hedefi buymuş gibi hırsla
mutluluğu arayanlara ve mutluluğa en büyük yanılgımız nedir?
Haşmet Babaoğlu: Mutluluğun
tamamı yanılgı galiba… Güzel aldanış
sanırım; en güzel aldanış. Bugünlerde şükran duygusuyla hayatının
mutluluklarını sık sık hatırlayan ve bundan da ayrıca mutlu olan biri olarak
biliyorum: Mutluluk, geçmiş zaman kipinde “var” oluyor. Yaşarken mutluluk yok,
palavra o! Bin türlü tarif yapıyorsun ama ancak geçip gittikten sonra,
“mutluydum” diyorsun. Şimdiki zaman kipine ise mutsuzluk ya da şüpheler hakim;
iyi miyim, mutlu muyum, huzurlu muyum, sorar durursun. Bütün olay bu! Ama bu
kadar kısa bir cevapla kim yetinebilir? Kim bu yalın gerçeği kabul etmek ister?
Şunu da itiraf edeyim;
mutluluk üzerine, haz üzerine sorularla karşılaştığımda hep şöyle bir şey
geçiyor zihnimden: Soruyu soran kendindeki hangi mutsuzluğu meşrulaştırmaya
çalışıyor acaba? Kendime de şöyle diyorum; mutluluk yanılgı mı dedin? Yapma
Haşmet, derdin ne? Mutsuzluğuna entelektüel mazeret mi uyduruyorsun? Ama
doğruya doğru!
Şu da var; İnsan
mutluluğa ayarlı değildir ama haz onun “yaşar kalma” düzeneğinin temel
unsurlarındandır. Kültürle haz arayışını terbiye eder ve “insan”laşır… Şimdi
diyeceksin ki, iyi de mesut olmak diye bir şey var, saadet var…
Arapça “Sa’d” kökünden
geliyor saadet. Kutluluk, uğurluluk, lütuftan nasibini almış olmak… Yani modern
insanın mutluluğu ile geleneğin saadeti arasında dağlar kadar fark var. Modern
insan bu haliyle ara ara mutlu olsa bile, mesut olamaz.
- Zeynep
Merdan: Çekiciliğin bedene, beden diline indirgenmesi fahiş bir yanılgı.
Ruhsal, zihinsel, kalbî çekicilik de var. Şahsiyeti, benliği çekici
olanlar... Bir kez bile görmediğimiz, tanışmadığımız ya da ölmüş insanlara
duyduğumuz yüksek alâka ruhsal çekiciliğin en büyük ispatı. Bu ayartıcı
dünyada çekici görünene dair yanılgımız nedir?
Haşmet Babaoğlu: Güzel,
çoğu zaman bir yanılgıdır… Güzelleşen, yani çekici olan ise hakikatin ta kendisidir…
Bunu söyleyince, başka da bir şey söylemek gelmiyor insanın içinden. Çünkü “güzelleşme”nin
içinde senin dediklerinde var, demediklerin de…Güzel kadınların bu bilgiden
türeyen tutukluklarıyla, güzelleşebilen kadınların coşkularını kıyaslamak
anlamamıza yardımcı olur.
Bir zamanlar yazılarında
çok kullandığın bir kavram vardı Zeynep. Hatırlıyor musun? Eskimiş sayılan ama
her dile gelişinde “tesiri” apaçık olan bir kavram: Tesir… İz bırakmak, görünme
ve görme anından sonraya kalmak… Hiçbir kelime kültür tarihi içinde eş anlamlı
değildir, malum. “Etki”nin cılızlığı ile “tesir”in dolgunluğunu bilenler okurlar
kıyaslasın ve sonra bana sorduğun soruyu bir de onlar bu “tesir altında”
cevaplasınlar isterim. (Buraya tatlı tatlı gülümseme emojisi konulabilse
keşke!) Şimdi aklıma geldi; eskiden hipnozitörler uygulamalarına “tesir”
derlerdi. Bunu da ekleyeyim.
Hiç tanışmadığımız
insanların çekiciliği mi? Esası odur zaten… Çekicilik mesafeden geçinir… Yani
ruhsal çekicilik diye açmana gerek yok, çekicilik burun burunayken bile
“ruhsal”dır. Mesafenin bir türlü kapanmadığını gördükçe ona doğru çekiliriz. Ve
işte onlar görme, tanıma, tanışma anından sonraya kalırlar. Bunu ilk andan
biliriz. Güzeli, çekiciliğin karşısına koyan toplumdur. Çünkü toplum çekici
olanın “tesir”inden korkar. Kaplanı sever toplum, kediye nankör der. Oysa bütün
“tesir” kedidedir. Anlayan, anlamıştır kastımı…
- Zeynep
Merdan: Subjektif yargıların eleştiri zannedilmesi trajik bir yanılgı.
Çoğu insanın eleştiri zannettiği şey, o kişi hakkındaki duygusal ve
subjektif izlenimlerden ibaret. Her tür mecrada eleştiriye dair en büyük
yanılgımız nedir?
Haşmet
Babaoğlu: Objektif
yargı var mı? Birisi hakkında yargıda bulunmanın her yanı trajik yanılgı… Lakin
öyle yaşayacağız, kaçış yok. Başkası hakkındaki her sözümüz içinde
benliğimizden bir parçayı da içinde taşır. Doğrusunu Allah bilir!
Genç
kalmak seviliyor ya, bu konuda genç olmayalım ne olur! Paçamızdan akan komplekslerimiz ve kişisel
serüvenimizin hayal kırıklıkları başkalarına bakışımızı kuşatıp teslim almasın.
Bir başkasını incitme iştahımız objektif havalarda eleştiri kılığına
bürünmesin… O kadarı yeter! Bundan fazlasını insandan beklemek çok hayalcilik
olur. Yargılarken, yargılanırız. Net! Bu yüzden yargılarımıza değil, zaman
aşırı sağlam ölçülere dikkat etmek ve zehirli bir dilden uzak kalmak en
doğrusudur.
Gerçek
bir “kritik”, kritik ettiğin kişiyi ciddiye alman, değer vermenle başlar. Tam
da bu yüzden ona karşı bir ödev gibidir. Peki şu egosantrik ortamda ne kadar
mümkün böyle bir şey. Kendimizden başkasını ciddiye almamayı kendini ciddiye
almak zanneden bir dolu insan… Biz hayranlıkla umursamazlık arasında gidip
geliyoruz. İkisi de “değer” vermeyi
imkansızlaştıran haller…
- Zeynep
Merdan: İçini olduğu gibi, çöp gibi dökmenin içtenlik sanılması da bir
yanılgı… "İçini pespaye arzular ve kör hırslarla doldurmuş olanlara
ne demeli? Sakın içten olma, sakın!" geçiyor son yazılarınızın
birinde. İçindeki karanlığı, kiri, kötülüğü olduğu gibi sözde dürüstlük
cesaretiyle dışarı vurmanın içtenliğine dahil olup olmama mevzu... Sağlam
bir soru: Kötü bir içtenlik, iyi midir? İçtenliğe dair yanılgımız ne
olabilir?
Haşmet Babaoğlu: İçtenlik
dediğimiz şeyin “iç”i yok… Bir tür
sürtünme ısısı üretenler “ne sıcak insan” diyoruz. Patavatsızlık samimiyet
sayılıyor. Yapmayalım nolur, diyeceğim de sürekli vazedilen şey bu… Dahası var;
senin de dikkatini çekiyordur, samimiyet için popüler kültür bir hazır kalıp
oluşturdu: İfşa numarasına yatan hikayeler anlatacaksın. Kişisel mazine dair son derecede sıradan
anlatılara “itiraf ediyorum” diye başlayacaksın… Böyle yapan bir politikacıysan “çok samimi
insan” diyecekler; eğlence sektöründen bir ünlüysen hayran kalacaklar…
Samimiyet kelimesinin
kökü bir “öz”e işaret ediyor Arapça’da. Merkez, ilik, içerisi… Yani bir “öz”ün
yoksa, olgunlaşmamışsan ve özüne dayanarak konuşmayacaksan… Gevşek bir
gevezelik seni samimi yapamaz! Ama şefkatten yoksun bir dünyada müptezel
dedikoduculuktaki paylaşım sıcaklığı bile müşfik sosyal ortam duygusu
doğuruyor; nasıl feci bir yanılgı!
- Zeynep
Merdan: İyi hissettirenlerin "iyi", kötü hissettirenlerin
"kötü" sanılması kötü bir yanılgı. Tıpkı bu şekilde bir insanın
yanındaki hâlimizi sevmek; gerçekten sevdiğimiz ya da sevildiğimiz
anlamına gelmiyor her zaman. İyi hissetmeye, iyiliğe ve iyilere dair
yanılgımız peki?
Haşmet Babaoğlu: Ah
Marguerite Duras’nın “Hiroşima Sevgilim”i geldi şimdi aklıma… Geçen gün bir
kafede notebook’umu açmış oylanırken kitabın pdf dosyası karşıma çıkınca
dalıverdim içine… Onca yıkımın ardından Hiroşima’ya gelmiş Batılı bir kadınla
Japon adamın kısacık karşılaşmasında hep kalıcı olacağı baştan belli bir aşk… Ve
onlar birbirlerine sürekli şöyle diyorlar: “Gün aslında hiç kimsenin üzerine
doğmayacak bir daha. Hiçbir zaman. Bir daha asla. Nihayet. Öldürüyorsun beni.
Öyle iyi geliyorsun ki bana…” Onların birbirlerine “iyi gelmeleri” ile
bugün sosyal medyada ve yaşam koçluğu mecralarında dillere pelesenk olan “iyi
gelmek, iyi hissetmek” ne kadar farklı…
Çileyi tanımamış bir
dünyada konforu hissetmeye “iyi gelmek” diyorlar. Birbirlerine tavsiye
ediyorlar; “sana iyi gelmeyenlerle ilişkini kes!” Anlayacağın, insan acısına
kayıtsız konforun adı “iyi hal” olmuş… Benden sevgi istemeyen, bana sevgisini
vermeyen bir ilişki bana iyi” hissettiriyor! Vay be! İlüzyona bak!
Sonra bir süre bize iyi
hissettirenin kötü yüzünü gördüğümüzde dünyamız yıkılıyor, lakin modern hayat
bizi iyi hissettirdiğini sandığımız sarhoşluklarla da bezeli; ayılmaya vakit
kalmıyor yani… Bir tek çocuklar bu konfor sınırını ihlal ediyorlar; çünkü
bizden hakikaten ihtimam göstermemizi bekliyorlar. Çocukların hem gerçekten
sevgimizi kazanması hem de aynı anda neredeyse asabımızı bozmaya başlamaları
bundan…
- Zeynep
Merdan: Aşk özlemini aşk sanmak… Romantik bir yanılgı. … Aşk’a dair
yanılgımız?
Haşmet Babaoğlu: Uzun
yıllar “aşk, özlemdir, özlemden başka hiçbir şeydir” diye yazmış; “aşık, ona
yanındayken bile özlem duyar” demiş birine böyle bir soru sormak… Dilim
tutuldu, doğrusu. Romantik bir yanılgı mı? Eh! Başka aşk yok, üzgünüm. Her
sevme, birlikte olma hali de tabii ki aşk değil. Olması da gerekmiyor. Cevabımı
uzatmamı istersen, söylediklerimi okuyanlar üzülürler belki… O yüzden tam
burada durmayı tercih ediyorum. Bir zamanlar ustamız saydığım Lacan ne der:
“Asla fazlasını söylemeyin!”
- Zeynep
Merdan: Alâkayı sevgi sanmak, ne büyük yanılgı. İnsanların çoğu,
ilgilerini çeken insanlara sahici bir sevgi beslemiyor. El uzatılmadan
seyredilen bir ölüm anı gibi... İlkel bir merakla gözlüyorlar sadece. İlgi
ve sevgiye dair insanın yanılgısı nedir?
Haşmet Babaoğlu: Sanırım
kastettiğin ve şikayetçi olduğun alaka “seyircinin ilgisi” dediğimiz şey… Haklısın!
Artık hepimizin belirleyici vasfı
seyirci olmak. O yüzden son zamanlarda kulak vermeyi dile getirmeye başladım.
Sevmeye adım atışın asıl dinlemek ve dinlenmekten geçtiğini yazmaya başladım.
Daha geçenlerde yazdım: Kulak, sevgi organımızdır. Unuttuk bunu… Görselliğin
bütün varlığımızı ele geçirdiği bir çağda arkaik bir çağrı mı bu? Hayır, zaman
aşırı bir çağrı… Kulak vermeye geri dönmeliyiz. Unuttuklarımızı bir bir
hatırlamalıyız. Umutlu muyum? Hayır.
Yine de alaka önemlidir.
Odaklanamayan insanların her yanı sardığı, ultra kinetik bir çağda “bak alaka
sevgi değildir” diye uyarmak içimden gelmez. Alaka, durmaktır çünkü… Koştururken
birden durmak… Yani o da nadir bir haldir. Kızma ama hiç yoktan iyidir.
- Zeynep
Merdan: İçe dönüklüğün "eziklik" sanılması zavallı bir yanılgı.
Biraz da içedönüklüğe dair yanılgılardan bahsetsek?
Haşmet Babaoğlu:
Öforik bir çağda tersi olamazdı. Bütün toplumları dışa dönük gösterilerin esir
aldığı bir kültürel ortamda içe dönüklüğü “eziklik” gibi sunmak yanılgının
ötesinde bir şey; başka ne yapabilirlerdi ki! İçe dönüklük akran zorbalığına
uğrayan bir çocuk gibi artık. Öyle kuytu köşeye çekiliyor; şiddet görüyor ama
kendinden şüpheye düşüyor, çünkü suçu kendinde buluyor…
“Zavallı bir yanılgı”
diyorsun ama kabul et biz de şüphedeyiz; toplumsal rüzgârdan etkileniyoruz.
Sürekli bir köşeye çekilmeye ihtiyacı duyduğumuz için, suskunluklarımız da
sohbetlerimiz kadar uzun sürdüğü için kendimizde bir tuhaflık bulduğumuz
zamanlar da olmuyor mu?
Çoğu içe dönük insanın
konuşurken elini kolunu çok oynatıyor olmasında bir mesaj da görüyorum: “Alın
işte size dışım… İstediğiniz gibi oyalanın!” Ha! Bir dakika! İçe dönüklükten
konuşmak bir tür demode değil mi yahu? Otistik bir hal deyip geçiyor bazı
tanıdıklarım. Vahameti düşün…
- Zeynep
Merdan: Son yazılarınızda geçiyor: “Üzerimize doğru yeni bir çağ
geliyor... Bir ‘çığ’ da diyebiliriz, yanlış olmaz” Son olarak Çığ ve Çağ
üzerine Haşmet Babaoğlu bize ne söyler? Çağa dair en büyük yanılgımız
nedir?
Haşmet Babaoğlu: Biliyoruz
aslında… Kar çoktan toplandı. Tepelerden yuvarlanıyor, pek yakında kimsenin
şüphesi kalmayacak bir çığ olduğuna… Yeni bir çağ aslında bu çığ dediğim… Şimdi
dağ otelinin terasında kahvemizi yudumlayıp uzaklardaki hareketliliği
gözlemliyoruz ama çok geçmeden çığın altında kalacağımız kesin. Kaçınılmaz bir
şey…
Basit bir tarihsel dönüşümü veya bir
uluslararası ilişkiler krizini falan anlatmıyorum; üretim ilişkilerinin, emek
düzeninin, kapitalizmin 200 yıllık insan modelinin değişiminden söz ediyorum. Dönüşüm
başladı ama uzun ve çok sancılı geçecek. Yeni feodalizm tarih sahnesine çıktı
bile… Buna tekno-turbo feodalizm diyoruz. Bir avuç derebeyinin borusu öttüğünde
devletlerin sözü geçmez oluyor. Ulus devletler çok zorlanacak. Peki insana ne
olacak? Şöyle sormak belki daha doğru: İnsan, insan kalacak mı?
21. Yüzyılın ekonomisi
ile geçen yüzyılın ekonomisi arasındaki en büyük fark mühendislik bilgisinin
çalışma alanının değişmesidir. Artık çalışma alanının küçük bir bölümü binalar,
otomobiller, silahlar; büyük bölümü ise insan bedeni ve zihni… Bütün bunlardan
gerçekten haberdar mıyız? Hayır! Bizi bugünümüzle meşgul ediyorlar; daha da
meşgul edecekler…
- Zeynep
Merdan: Ve Filistin… Filistin’le nihayetlendirmek isterim. Güncel siyaseti
takip ederken, seyirciler, stalkerlar ve takipçiler olarak yanılgımız
nedir? Bize gösterilen Dünya’nın sunulmuş haberlerine maruz bırakılan biz
takipçiler bundan kurtulmak için ne yapmalıyız?
Haşmet Babaoğlu:
Filistin dünyanın cilasını söküyor. Bizim oturduğumuz yerde, bir yandan
Gazze’yle bakıp içimiz yanarken diğer yandan da dünyanın cilasına kanmak için
çırpınmamız kabul edilemez. Şu kafamıza dank etmediyse, söylenecek laf yok:
İsrail devleti, Büyük İsrail, yani ABD olmadan parmağını bile kıpırdatamaz.
Soykırım varsa, çoluk çocuk katlediliyor, kalan Gazzeliler açlığa mahkûm
ediliyorsa, bütün bunlar ABD sayesindedir.
Merak ediyorum; Bir süre
sonra Netanyahu günah keçisi haline getirilirse, ABD’nin katliamın en şiddetli
günlerinde gönderdiği tonlarca bombayı ve BM’deki vetolarını; Blinken’in uslu
çocuk ziyaretlerini unutacak mıyız? Ben sadece İsrail’e bakıp odaklanmayı kabul
etmiyorum. Gazze direnişi bize dünyayı gösteriyor; tiksinç dünyayı, dünyanın
hegemonik düzenini gösteriyor.
Şu da var… İlk kez
“teşhir” edilen bir soykırım süreciyle karşı karşıyayız. Hiç sormayacak mıyız,
neden diye? Bir “ölüm kültü” inşa ediyor İsrail ve ABD… Neden alışmamız
isteniyor? Neden bu vahşeti sindirmemiz isteniyor? Yoksa…
Dünyanın büyük bir bölümü bir süre sonra Gazzeleştirilecek mi?
Eylül 22, 2024
Pazarın Eskimiş Bir Mutluluk Çağrışımı Var*
1. Klasik bir pazar gününüzü tarif eder misiniz?
Pazar benim için huzursuz bir tatile benziyor. Huzursuz bir rahatlığın adı pazar. Güzel ama gergin bir yüz gibi. Ve nedenini hala çözemiyorum. Çocukken mavi önlüklerinin ütülendiği o soğuk yüzü pazarın... Banyo günü, annemin telaşlı sesi, babamın kravatı, yetiştirilen ödevler … Ama 30’larımla bu çağrışım değişti biraz. Upuzun kahvaltılar, hafta içi az vakit geçirdiğim evle haşır neşir olmalar ve kokusu evi saran kekler pişirmek... Ve sevdiğim biri ile sohbet ederek yürümek… Her bir adıma bir kelime düşürerek, o ritimle senkronize olarak. Bazen hızlı, bazen aynı anda yavaş. Ormanda keşfe çıkmış ak bir geyik gibi. Dönüştürdüğüm pazar bu artık.
Pazarın bir de güzel son gün çağrışımı var. Geçmiş bir yaz, eskimiş bir mutluluk gibi… Dünyadaki en güzel hüzünlü şeyin; "eskimiş bir mutluluğu hatırlamak” oluşu ne tuhaf şey. Ne kadar mutlu olursam olayım şimdiki zamandaki mutluluk sadece geçmiş zaman kipiyle çekimlendiği zaman mutluluk oluyor... Yani nostalgia.
2. Pazarları sıkıntı olmaktan kurtarmak için öneriniz nedir?
Pazar sıkıntısı… "Can sıkıntısı bittiği anda sanat da bitmiştir" diyen Bourgeois haksız sayılmaz. Bu pazar sıkıntısı için de geçerli. Ama ben sıkıntı yerine “hüzünlü bir huzursuzluk” diye tarif ederdim. Ruh, hüzün, huzur... Ruhla hüzün hem fonetik hem mânâ açısından visal etmiş de ortaya huzur çıkmış gibi. Ne uyumlular değil mi? Huzur, huzurla çarpışırsa çoğalır. Bir huzur hüzne değerse; hüzün galip gelir. Bir mahzun, başka mahzunla kavuştuğunda ise; huzur bulurlar birbirlerinden.
Abdülkadir Geylani, Fütuhu'l Gayb kitabında bahsediyor: "Münkesiret'ül Kulûb". Gönlü Kırıklar Zümresi demek. "Kalpler yalnız O'nu anmakla itminan (huzur, tatmin, sükûn) olur" ayeti nasıl da ifşa ediyor. Ruhta bir hâl var: Ruhsal bir ışıltının hasreti ve ihtiyacı. Öyle bir hâl ki o; onsuz hiçbir şey tatmin edemiyor ruhu. Başarı, şöhret, iltifatlar, ilim, kitaplar, sanat, hediyeler, güzel her şey... Bütün dünyevî ışıltılar... Hiçbiri. Hiçbiri tatmin edemiyor ruhu. O'nsuzluk en büyük elem ruha.
3. Sizce pazar günü izlenecek en iyi film hangisidir?
Austen uyarlamalarından biri… Çok klasik bir seçim olacak ama favorim 2005 yapımı Pride & Prejudice. 1800’ler, İngiltere’nin yeşil kırsalları, büyük evler, porselenler, kurdeleli kızlar, fiyonklar. Ve romanlar. Romantik bir kız klişesi evet.
4. Pazar günü hangi kitabı okursunuz?
Yeşil bir yer ise o yer; kısa bir felsefi metin alırım. Yahut bir tasavvuf klasiği ve oradan birkaç sayfa.
5. Özellikle pazar günleri görmek istediğiniz arkadaşlarınız var mı?
Yaşadığım her bir şehirde saklanmak, kaybolmak için gittiğim mekanlar vardı. Ve o mekanlara giderken yanımda olan bazen bir bazen birkaç dost. Uzlet dostları. "İyi geldi" İhtiyacımız olan huzur şu iki kelimenin ardındaki şeylerde saklı sanki. Ilık bir rüzgâr, güzel bir hava, dostla sohbet, biraz yürüyüş, bir fincan kahve, biraz uzaklaşmak, kendimizle baş başa kalmak... Evet, iyi geldi.
Çünkü gürültülü insanlar var. Ruhu, zihni, gönlü, dili, gündemi, hırsı, vesvesesi, varlığı, varoluşuyla gürültülü olan insanlar. Kötü olmasalar bile yoran, teskin edemeyen, huzur vermeyen insanlar. Yaşamın o keşmekeş gürültüsünde, ruhunu dinlendireni arıyor insan hep. Anne rahminde gibi tıpkı, insan huzurla var olmak istediği yeri arıyor hep.
6. Pazarları favori mekânınız neresidir ve neden?
Pazar benim için zamansızlığın zamanı sanki. Hafta içi yaşadığımız zaman ait, cumartesi yaşadığımız zamanın ertesi ama Pazar öyle değil sanki. Woody Allen'in Midnight in Paris filmindeki "burada ve şimdi" olmaklıkla senkronize problemi yaşayan kahramanı gibiyim. Burada ve şimdiye ait değil, "orada ve o zaman"a aidim çoğu zaman.
Rousseau'nun Yalnız Gezerin Düşleri’ndeki yürüyüş yolu, Werther'ın kırları, Balzac'ın beyaz zambaklı vadisi, Jane Austen'ın kadınlarının yürüyüş yaptığı bahçeler... Pazar günlerinin muhayyel mekanları böyle bir şey tasavvurumda.
7. En güzel ve en kötü geçen pazar gününüz hangisi?
Bilmiyorum. Çünkü en güzel ve en kötü gün diye hiçbir zaman günlerin, ayların adına göre bir tasnif yapmadı zihnim. Ben günleri hep renklerle, kokularıyla hatırladım. An’ı saklamanın diğer bir yoludur o. Üstelik an'ı ve anıyı bir fotoğraftan dahi iyi saklar. Bir an’ı, bir zaman dilimini sonsuz’a kadar saklar. Fotoğraf yalnızca görüntüsünü verir an'ın. Bir sandık, bir şişe, açılan bir kapak ve koku... Ve o kokuyu ilk kez aldığın zamanda insan.
8. Pazar günleri çalışır mısınız?
Eski mesai düzenimde evet. Ama artık hayır. Hiçbir şey yapmamayı yapmayı seviyorum pazarları. Telaşsız, alarmsız, plansız bir güne uyanmak... Pazar benim için alarmsızlık demek biraz da. Kimilerinin rutini, olağanı olan bu sade istek yıllarca yoğun tempoda çalışan insanlar için bir düş değerinde. Gündelik hayatın "zorundalıklar zorbalığı"nda çok az güzellik var. O kadar az ki baktığımız ve yaşadığımız çoğu şey çirkin.
Tıpkı alarmlar gibi "hatırlatma ısrarı" unutturma çabasına dönüşür hep. Kendini ısrarla hatırlattıran çoğu şey, başka bir şeyi unutturmak içindir. Alarm çaldıkça uyku güzelleşir oysa. Unutturulmaya çalışılan her şey gibi.
9. Pazar günü bir insan olacak olsa nasıl birisi olurdu?
Jane Austen’dan Lizzy ve Darcy (Aşk ve Gurur) olurdu. Balzac’tan Henriette (Vadideki Zambak) ve Don Henarez (İki Gelinin Hatıraları) Diğerleri biliniyor ama ondan bahsedelim. İki Gelinin Hatıraları'nda Fransız Sosyetesinin dilediği her erkeği kendine âşık edebilecek kudretteki hanımefendisi Louise, Fransa'ya sığınmış Arap asıllı bir İspanyol asilzadesi; İspanyol hocası Henarez.
Darcy bir kadın ruhunun (Jane Austen) yazabildiği en klas karakterlerden biri. Tezat şekilde Henriette de bir erkek ruhunun (Balzac) yazacağı en derin kadın karakterlerden biri. Ve bu karaterlerin hepsi pazarın o zamansızlığına çok yakışıyor. Eski bir parfüm gibidir bazı roman karakterleri. Tesiri yüksek bir kokunun yaptığı zalimlikleri yaparlar her hatırlandıklarında. Ki koku, zamanlar arasında yolculuğun en kestirme ve büyülü yolu değil midir?
Temmuz 30, 2024
Söylenmemiş Aşkın Güzelliğiyledir*
Temmuz 23, 2024
Senin Keşif İnsanın Kimdi?
“İki insanın karşılaşması, iki kimyasal maddenin teması gibidir: Bir reaksiyon gerçekleşirse, ikisi de dönüşür.” demişti Jung. Bazı bağlar, bazı insanlar dönüştürür. Değişim değil, başkalaşım değil, kendini kaybediş hiç değil: Dönüşüm. O tepkimeden sonra iki kişi de asla aynı kalamaz. Hayat böyle felsefî, estetik, zihinsel, uhrevî dönüşüm geçiren muhteşem ikililerle dolu. Seni dönüştüren insanı bul. Ve onu dönüştüreceğin. Ve orada ve onda tekâmül etmekten, yanmaktan, kül olmaktan, daha üst bir ben olmaktan sakın korkma.
Birbiriyle
rastlaşan her insan böylesi güçlü tesirlerden, safhalardan geçer mi peki? Her
zaman dönüşüm olur mu? 6 senkronistik bağlantı tipinden bahsedip ardından
yazgımıza kendilerini bir şekilde yazan insanları sıra sıra keşfedelim o halde.
6 Senkronistik
Bağlantı
Twitter’da
@ruhsalrehber hiçbir insanla rastgele karşılaşmadığımızı, Jung’un senkronisite
(eşzamanlılık) kavramından hareketle; senkronların anlamlı tesadüfler olduğunu
ve karşılaştığımızın her insanın yaşamımızda ve yazgımızda bir yer ve anlam
taşıdığından bahsetmişti. Çünkü hayat bize istediğimiz insanları değil;
ihtiyacımız olan insanları verir. Ruhsalrehber; hayatımıza giren ve zincirleme
reaksiyon başlatan insanları 6 senkronistik bağlantı tipiyle ifadelendirerek
şöyle sıralıyor: 1. Sana hatırlatmaya gelenler, 2. Seni büyütenler, 3. Burada
kalmak için olanlar, 4. Seni uyandırmaya gelenler, 5. Senin için yer ayıranlar,
6. Gitmesi gerekenler.
1.Size
hatırlatmaya gelenler; bize unuttuğumuz bir şeyi hatırlamak için gelip;
hayatımızın bir parçası olsunlar yahut olmasınlar ruhumuzda sonsuza değin
kalıyorlar. 2. Bizi büyütenler; tekamülümüzü hızlandırmak için ruhumuzun
öğretmenleri olarak hayatımıza geliyorlar ve ihtiyacımız olan her zaman
yanımızda oluyorlar. 3. Burada kalmak için olanlar; sonsuza kadar hayatımızda
kalacak olan, en çok deneyim yaşadığımız ve her şekilde yaşamımızın vazgeçmez
ve vazgeçilmez destekçisi oluyorlar. 4.
Seni uyandırmaya gelenler; bizi sarsmak için hayatımıza giren, asla tanışmamış
olmayı isteyecek kadar varlığımızı ve yaşamımızı sarsan, bizi olumsuzla büyüten
insanlar oluyorlar. 5. Sizin için yer
ayıranlar; bir anlığına yaşamımıza uğrayan, bırakıp giden, yalnızca birkaç
bakış, birkaç kelime paylaştığımız insanlar. Ve son olarak 6. Gitmesi
gerekenler; asla uzun süre kalmayacak olan, bir ders vermek için yaşamımıza
giren; aşkı kalbimizi kırarak bize deneyimleten insanlar. Biraz da diğer keşif
insanlarından bahsedelim o halde:
Hicret İnsanı
& Hüsran İnsanı
Her insanı bir
dönem, bir ruh halinden, bir bilinçten, bir perspektiften, bir yazgıdan; bambaşka
bir hâle, bilince, bakışa, yazgıya taşıyan insanlar var: Hicret insanımız.
Sürgün, göç, hicret... Kalbin sürgünü, zihnin göçü, ruhun hicreti var. Çünkü
her insanın bir muhaciri var bu dünya sürgününde. Her insana da bir de ders
olsun, ibret olsun, acıyla derinlik ve bilgelik getirsin diye gönderilen bir hüsran
insanı da var. Belki de sadece acıyla tekâmül ettirsin diye yaşamımıza
gönderilen o musibet insanını idrak edince, ruhunun acısı diniyor insanın.
Hüsran insanını
tanımak kolay değildir çünkü çoğunlukla hazla gelirler. Büyük hazlar vadederler.
Ama zaman içerisinde kendini ifşa eden özellikler gösterirler. “Asla
açıklamalara girişmeyin. Dostlarınızın buna ihtiyacı yoktur, düşmanlarınızsa
zaten onu umursamayacaktır” diyor Oscar Wilde. Kalpler ikna edilmez... Kalbî
konularda uzun uzun izah ve ikna ettiğiniz yerde kesin olan tek şey var: Yanlış
bir kalbe seslendiğiniz. Kendinden, fikirlerinden, tercihlerinden bir an olsun
şüphe etmeyen kişi korkunçluğu diye bir şey var. Bir an olsun yanıldım,
saçmaladım diyemeyen, özür dileyemeyen ve pişmanlık hissedemeyen insan
korkunçluğu. Tanrı olmak isterken(!) insana razı olmuş gibi korkunç bir hâl:
Şüphesizliğin o kibirli yanılgısı.
Hüsran insanının
diğer özellikleri de kendiniz olamayışınız, koşulsuz sevilmeyişiniz ve iç
sesinizle konuşamayışınız olur. İç ses dışarı çıkamaz ve muhatabınızın da iç
sesini duyamazsınız. Güçlü bir ego, kitabi
bilgi ve kurnaz bir akıl. İnsan bu üçlüyle en başta kendisi olmak üzere bütün
dünyayı mutlak bir eminlikle manipüle edebilir. İnsan aklı öyle muazzam bir
mekanizma ki; böylesi güçlü bir benlik ve kurnaz bir akılla kendini aklayamayıp
başkasını suçlu çıkamayacağı hiçbir olasılık yok. Böylesi kurnaz bir aklın
manipülasyonuna maruz kalanları ancak ilahi adalet gibi uhrevî bir güç teskin
edebilir. Çünkü bazen sadece akıl değil. Kâlpler de delirirdi. Dayanamazdı.
İlahi adalet, karma zayıf insanların aciz tesellisi gibi gelir. Yapılabilecek
hiçbir makul hamlenin kalmadığı, hiçbir sözün işlemeyip, hiçbir şeyin tesir
etmediği durumlarda ilahi akışın müdahale vakti gelmiştir. İşte o hamlesiz
kalınan anlarda; hararetli, çaresiz ve masum bir kalbi teskin edebilecek tek
bir şey var: İlahî akışa bırak ve seyret.
Seçilmiş İnsanımız
İnsan seçtiği
şeydir. İnsanı seçimleri ifşa eder. Seçemeyişi ve seçmek zorunda kaldığı şeyler
bile. İnsan, insanı seçtiği insanlarda tanıyor en çok. Birini keşfetmenin en
hızlı yolu; seçtiği insanlara bakmak. Kimleri seviyor? Kimleri seçiyor? Kimleri
hangi kriterleri için seçiyor? Hangi vasıfları için tercih ediyor? Hangi tip
insanlara neden değer veriyor? Kırılma ve sınanma anlarında seçimleri kimlerden
yana oluyor?
Bir şeyi gerçekten
isteyip istemediğini anlamanın basit bir göstergesi var: Yapıcılık ısrarı ve
yıkıcılık hızı. İnsan bilinç dışında bir şeyi ne kadar içtenlikle istiyorsa o
şeye her şeye, her zorluğa rağmen yapıcı davranıyor. Israr ediyor. Asla
vazgeçmiyor. Bir şeye karşı sürekli kusur arayıp; sorunlar, kılıflar icat edip
yıkıcı yaklaşıyorsa da bilinç dışında o şeyden o kadar kurtulmak istiyordur
aslında. Hakiki arzunuzun keşfi için durun ve bakın: O şeyde ne kadar, nasıl,
neleri göze alarak ısrar etmiştiniz?
Estetik, iyi
niyetli idealizasyonlar pratik yaşamda gerçekçi değildir. Gerçekliği ancak
gerçek bir seçim anında ortaya çıkar. Bu tarz estetik ve ideal fikirleri
söylemek ve savunmak kolaydır. Ama iş pratik yaşamdaki seçimlere gelince bu tip
idealizasyonlardan eser kalmaz. İnsanlar ciddi ve gerçek kararlarını seçim ve
eylemlerinde gösterirler. İnsanın insandaki gerçek değerini, ondan
"vazgeçme eşiği" ifşa ediyor. Hiç şaşmaz. O vazgeçiş eşiği neyse, ne
kadarsa birinin gözündeki hakiki değeriniz orada saklı. Kalan her şey süslü
cümleler, münasip kılıflar, kendini aklayan serzenişlerden ibaret.
Kendini Harcayan
İnsan
Kendini harcayan,
başkalarınca harcanan insanlar var. Kendi zamanlarının en çekici, en karşı
konulmaz kadınları ve en kudretli, reddedilmez adamları vardı. Dünya üzerinden
geçmiş milyarlarca insan gibi azalarak bittiler. Ve yerini aynı biriciklik
hırsına sahip, daha güncel doğum tarihli, dişli ve dişi ikâmelerine bıraktılar.
Feminist kuramcı Mary Wollstonecraft "kısa ömürlü kraliçeler"
diyordu. Genetik şans, spor, sağlıklı yaşam vs vs en fazla 40-45 yaşına kadar
sürdürülebilirliği olan kısa bir dünyevî saltanat. Sonrası yaşlı ve haset
gözlerle genç femme fatale rakiplerine maruz kalmak... Kibirli bir kadın doğası
için kahredici ve dayanılmaz bir yenilgi. İnsan öyle bir şeye yatırım yapmalı
ki; sonsuz olsun. Zaman, insan, hiçbir dünyevî güç yenemesin onu. Öyle alt
edilemez bir şey olsun. Öyle uhrevî bir güç ve uhrevî ışıltı olmalı ki
varlığında insanın; cesede döndüğünde bile sonsuz olsun.
İnsanın böyle
kendi kendini harcayışı kadar; başkalarınca harcanışı da var. Birini o yapan
özelliklerine âşık olup; bir vakit sonra onları bir tehdit olarak görüp
değiştirmesini istemek; kanatlarına hayran olunan bir kelebeği, kanatlarını
koparıp tırtıla dönüştürmeye benziyor. Bir insanın bir insanı ziyan edeceği
buradan belli oluyor: Güzelliğini harcama hızından. Bir hediye paketini sabırlı
ve özenli bir tutkuyla açanla; tek seferde yırtıp atanın farkı gibi tıpkı... Ama
güzel, paramparça olurken da güzel. Ziyan olurken bile.
Tetikleyici İnsan
Ruhsal, zihinsel,
kalbî çekicilik de var. Şahsiyeti, benliği çekici olanlar... Çekiciliğin
bedene, beden diline indirgenmesi fahiş bir yanılgı bu yüzden. Bazı düşünür,
yazar ve kitaplara duyduğumuz dikkat; bu soyut çekiciliğin varlığının en büyük
işareti. Ve tetikleyici insanlar var. Varlığımıza tetik çeken, bizi ateşleyen,
varlığının enerjisiyle varlığımızı tetikleyen, ruhumuza tesir eden, zihnimizi
tahrik eden, kalbimizin ritmini değiştiren insanlar. Tetikleyici insanlar,
yörüngelerine dahil olan yahut yaklaşan her insana muhakkak etki bırakırlar.
Tıpkı ateş gibi dönüştürücü bir karakteristik gösterirler. Bu yüzden hayranlık,
çoğunlukla da nefret uyandırlar. “Sizi rahatsız etmeye geldim”i motto olarak
seçen Ali Şeriati’yi “tetikleyici insan” olarak tanımlamak mümkün. Onun namlu
gözleri ve namlu fikirlerine bundan daha çok yakışacak bir tanım da yoktur
herhâlde.
Eş ya da Hayata
Eşlik Eden İnsanlar
Seçilmiş kimlikler
ve verili kimliklerin farkının yaşamımızdaki en büyük göstergesi hayatımıza
eşlik eden insanlar. İnsanların hayatlarına eşlik eden insanlara bakarak da
onların kim olduğunu pekâlâ anlayabilirsiniz. Çoğu insan toplumun, ailelerinin
onlara münasip gördüğü verili kimliklerin içinde; kendi olma cesaretini
gösteremeden, ait olmadıkları görünümlerde yaşamlarını sürdürüyorlar. Bir tür
yalanın ve çelişkinin içinde yaşıyorlar. Çünkü kendi olma riski ve bedeli var.
Etnik kimlikler, dini kimlikler, milli kimlikler, melez kimlikler, cinsiyet kimlikleri...
Tüm bu kimlik karmaşası içerisinde kendi kimliğini seçebilme gücü ve cesareti
bulan çok az insan var ve yaşadığımız toplum bu trajik ve çarpık kimlik
krizleriyle dolu.
“İçinde
bulunduğumuz çağ 30 yaşından önceki evliliği taşıyamaz. Yükü çok ağır olur.
Sürdürenler başarılı gibi gözükseler de aslında o bir Pirus Zaferidir.” diyor Dücane
Cündioğlu. 30’lu yaşlarda evlenmek, 21. Yüzyıl dinamikleri ile en makul tavsiye
olabilir. Seçilmiş bir kimlik inşa etmek, çağın dinamikleri, geç ergenlik
faktörü ve kişinin varoluşsal, sosyolojik, maddi & manevi açıdan
tamamlanması ancak 30'lu yaşlarına tekabül ediyor. Ki insanın bu kavşakta
"yaşamına eşlik edecek eş"ini bulması için en ideal zamanı da
başlıyor. Ve hepsinden önemlisi... Kadınlar en önce "kendisinin
annesi" olmalı. Çocuktan çok daha önce kendi varlığını doğurmalı. Ve
erkekler de en önce "kendisinin babası" olmalı. Kendinin annesi ve
kendinin babası olmayı başaran insanlar çocuk düşünmeli. Çünkü
"yarım"dan doğanlar, yaşamı boyunca nakıs ve travmatik kalıyorlar.
Güneş İnsan
Ruhsal ışıltı, varlık
ışıltısı... Birinin varlığında, duruşunda, havasında, ona has olan o hâle, o
aura, o ışıltı. Dünyada über güzellik ve yakışıklılıkta, muntazam ve kusursuz
hatlara, doğuştan güzelliğe sahip binlerce insan var. Ama bir şey eksik... İşte
o insanlarda eksik olan şeye sahip olanlarda olan şeyin ismi bu: Varlık
ışıltısı. Birini sizin gözünüzde eşsiz kılan o ışıltı. Güneş insanlar tıpkı
böyledir işte. Ruhsal bir ışıltıyla bizi, aydınlıkta, ışıltılı ve sıcak hissettirirler.
"Güneş
insan"lar var. Aydınlatan, ısıtan ve ışıtan. Ve aynı zamanda yakıcı, göz
kamaştırıcı, haşmetli ve haşyetli olan. Güneş insan. Çünkü her göz ona bakmaya,
onunla olmaya cesaret edemez. Ey güzel Şems... Kendi gölgelerine sığan ve kendi
gölgelerine sığınanlarla olanlara açmazsın ki ihtişamını sen. Arkanı döner,
varlığını çeker, gece olursun. Karanlık olursun, karanlıkta bırakırsın. Ey
güzel Şems, sana bakmaya bile göze alamayan gözler seni ne bilsin ki? Ancak
yanmayı göze alanlar varır senin ihtişamına. Parla o vakte kadar. İhtişamla. Çünkü
bazı insanlar parıldayan şeyleri sevemezler. Onları sevmeye, onlara bakmaya güç
yetiremezler. Sevilmemek ve yok sayılmak pahasına... Parla.
Kendinin Şifacısı
"Kendi
kendine iyileşen insan tehlikeli ve güçlüdür.” (Breaking Bad) Kendi onarabilen,
en marazlı, kusurlu yanlarını en güzel şekilde şifalandırmayı bilen, yarasından
merhem çıkarabilen kendinin şifacısı insanlar var. Kendinin şifacısı olanlar; nüvesini,
içinde onu yaşayan ve öldüren hakiki tutkusunu keşfetmişlerden çıkıyor en çok. Tutkusunu
keşfedememiş insan yarımdır, eksiktir, yarı insandır. Bilgili, âlim, çok iyi, dindar, akıllı,
kudretli olsun... Yarımdır, eksiktir. Hakiki arzusunu keşfedemeden ölen insan
yarım, yanlış, yalan bir hayat yaşamıştır. Ölme. Hakiki arzunu bulmadan sakın
ölme.
Her insanın bir
çiçek açma zamanı var. Tohumuna göre, toprağına göre, güneşine göre. "Ben
tam kendime göre" diyordu Turgut Uyar. Hiçbir şey için geç ya da erken
değil bu yüzden. Çünkü çiçek açma zamanı da kendimize göre. İnsanın kendi
zamanını, çiçek açma zamanını bulması bir ömür sürüyor bazen. Kendi ritmini,
hızını, vaktini bilen, bilmenin telaşsızlığında bekliyor kendini. Kendi vaktini
bilmenin şifası vardır çünkü. Ve o şifayı bilenler şöyle söyler: “Hiçbir engeli
mazeret bilmeyerek; var olma aşkı ve cesaretiyle ölümüne açacağım” Çünkü onlar
savaşçı ruhlardır. Savaşçı ruhlara aşığım. Şartlar ne olursa olsun asla
vazgeçmeyen, yeisle düşmeyen, düşse bile kalkmasını bilen. Yenilse, yaralansa,
kanasa, mahvolsa bile soylu bir güzellik uğruna kanının son damlasına kadar
savaşanlara. Ölse bile... Gururla, güzellikle, asaletle ölen... Savaşçı ruhlara
aşığım.
Bize Ait Olan
İnsan
“İstesek bile
sevmekten asla vazgeçemeyeceğimiz şey bize aittir ancak” der Maria Alberto
Zambrano. Öyledir; vazgeçebilişin olduğu yerde aşk ve hakiki bir bağ yoktur.
Bize ait olan insanları sınanma anlarındaki vazgeçme reflekslerinden tanırız.
Çünkü onların ikamesi, muadili yoktur. Yerine başkasını konulamaz, benzeriyle
telafi edilemez. Doğası gereği biriciktir o. Onun yerine bir şey koymaya
teşebbüs etmek dahi şirk gibidir. İnhisar kelimesine karşılık gelen o hal.
İnhisar… Yani “yalnızca bir şeye veya kimseye âit olan, başkası ile alâkası
bulunmayan” demek. Bir şey bize ait olsaydı, bizimle olurdu. Bizimle olmayan,
bize ait değildir. Ancak kendisine ait olan şey eksik bırakabilir insanı çünkü.
"Bize ait olan ne kadar uzakta hüznünü" gideriyor İbn-i Arabî:
"Sana ait olan seni talep eder, sen yorulma. Onu sen ararsan, yorulursun
ve o sana sahip olur" O yüzden bırak aradığın da seni arasın. Bırak
aradığın da seni bulsun.
Hakiki cömertlik
tam da bu; verilmesi en zor olan şeyi verebilmek. Çok değerli birisi için;
kendindeki en değerli şeyi bahşedebilmek... Yeryüzündeki hediyelerin en
değerlisi bu olsa gerek. Ali Şeriati, Hac kitabında o meşhur sorusuyla bize ait
olan insanın anlamanın yollarını işaret ediyordu: “Senin İsmail'in kim veya ne?
Mevkiin mi? Şerefin mi? Mesleğin mi? Paran mı? Evin mi? Çiftliğin mi? Araban
mı? Aşkın mı? Bilgin mi? Sosyal sınıfın mı? Sanatın mı? Elbisen mi? Hayatın mı?
Gençliğin mi? Güzelliğin mi? Hangisi... Sana hangisini olduğunu söyleyemem, ama
yardımcı olmak için bazı ipuçları verebilirim; inancını ne zayıflatıyorsa,
sorumluluk kabul etmekten ne geri çeviriyorsa, çağrıyı duymana ne ve gerçeği
itiraf etmene ne engel oluyorsa, "kaçma"ya ne zorluyorsa, rahatın
için bahaneler bulmana ne yol açıyorsa, seni kör ve sağır ediyorsa... İşte odur
kurban edeceğin!”
Senin Keşif
İnsanın Kimdi?
Güzel zalimlikler
de var. Hiç kimselerin bilmediği, bulamayacağı bir yere kendini kilitleyip,
anahtarını okyanusa atıp deliler gibi bulunmayı arzulamak... Birini imkânsız bir düşü başarması için
zorlamak ve başaramadığı için onu suçlamak. İşte Dünyanın en estetik zalimliği
ve en güzel, arzu duyulan yarası. Yara şifayı; şifa yarayı arzular. İyileşme
başlayınca arzu biter. Yara, şifasına âşık olursa... Sonsuza kadar yara kalmak
ister. İnsan bazen yaralanıyor, yara kalıyor. Ait olmadığı yerde, varlığını
tomurcuklandıran insanlarla olamayan her insan sönüyor. Azar azar çürüdüğü
hiçbir yerde, hiçbir insanda ve hiçbir kalpte kalmamalı insan. Ümit, her tür
bağın o son nefesi. Bir şeyden, bir durumdan, bir insandan... Ümidi
kestiğimizde o şeyle olan bağımız da kesiliyor. İnsanları sevmeyi bıraktığımız
da değil; onlardan ümit etmeyi bıraktığımızda bağ kopuyor bu yüzden.
Mezarlığa dönüşmüş
kalpler ve çürümüş beyaz zambakları, kurumuş ama ölmeye direnen ak güller, diri
diri yakılmış defterler ve o defterleri söndürmek için yana yana akan ateşten
bir gözyaşı. Buz ateş… Kelebek ömürlü aşklar, Şiraz’da Hafız’ın kabri olan
bahçede şarap içmeden de Rind olmayı bilmiş bir Keşfsever, geçmişten çıkagelen,
efsunlu bir orman yolunda artık sırlanmış bir ak geyik, onu kaybetmiş simsiyah
at Karat…Tabirini kaybeden kayıp rüyalar. Bir İstanbul masalına karşı sonsuz
bir manzaraya, artık bir hatıra fotoğrafına dönüşmüş iki insan.
3 çiçek hâli, 3
insan hâli: İlki; bir çiçeği özenle ekmek, onu sabırla, emekle sulamak, günden
güne büyütmek ve çiçeği açtırmak. Özüyle, kokusuyla, tomurcuklarıyla onu
yaşatmak. İkincisi; onu en güzel hâliyle koparmak, kurutmak ve bir altın
yaldızlı vazolara hapsedip en görkemli yerlere koymak. Ruhların Müzesi'nde bir
sonsuzluk vakitlenen, ruh müzelerinde antikalaşan, çok kıymetli bir yadigara
dönüştürmek… Ve sonuncusu; onu parlak, cafcaflı bir plastik çiçeğe dönüştürmek.
Ama kokusuz ama ruhsuz ama cansız olan. Hayat size bir çiçek verdiğinde hangisini
yaptınız? “İki insanın karşılaşması, iki kimyasal maddenin teması gibidir: Bir
reaksiyon gerçekleşirse, ikisi de dönüşür.” demişti Jung. O halde düşün ve sor
içine:
Sen benim hangi
insanımdın? Benim keşif insanım aslında kimdi? Cevabını bul ve ne kadar acı
olsa dahi içinden inci gibi bilgeliği al ve gerçek bir Şems gibi tebessüm et.
Eylül 19, 2023
Hakiki Muhatabı Tanıma Rehberi
“Nerden bildin benim ben olduğumu? Oruç Aruoba
İyi gelmek, bir insana verilebilecek en güzel hediye. Sesiyle, sözüyle, bakışıyla, duruşuyla, hâliyle, enerjisiyle, perspektifiyle, eylemleriyle birine iyi gelmek, varlığını, yaşamını yükseltmek… Bundan daha iyisi, birbirine iyi gelmek olsa gerek. İyi olmak, iyi gelmeye yetmiyor her zaman. İyi olmasına rağmen iyi gelmeyen insanlar var. Ve kötü olmasına rağmen iyi hissettiren(!) insanlar. İyi olan ve iyi gelenin içinde iyinin en iyi versiyonu var. O iyiye rast gelmek ne büyük baht.
"Sizin istediğiniz gibi davrandığımda ‘bana’ ulaşamazsınız” diyor Arno Gruen. İnsanların çoğu birine değil; o birinin ihtiyaç duyduğu, kendi istediği ve kendi faydasına dokunan versiyonuna ulaşmak istiyor. Kimse birbirine gerçekten ulaşamıyor bu yüzden. Artık herkes çevrimdışı. Bu kalbi çevrim dışılıkta doğru insanları seçmenin incelikleri, bir tür hakiki muhatapları tanıma rehberi(!) var mıdır peki? Bilinmez ama o insana, o insanlara rast gelmenin bazı işaretleri vardır belki. Sayalım o halde:
Kısa Vadeli İnsan
Kısa vadeli insanlar var. Yaşamımıza katılmak için değil; bizi bir bilince ulaştırmak için girmiş insanlar. Duvara toslar gibi, trafik kazası gibi yaşamımıza giren, bazen de serin bir rüzgâr gibi esip geçen insanlar... Vadeleri dolunca, vazifeleri bitince uğurlanacak insanlar. Kısa vadeli insanlar çoğu zaman bir tür fırsat vadeder. Fazla seçeneğin olduğu yerde "fırsat" vardır. Seçenek fazlalığı mukayese yaptırır, rekabeti tetikler. Hunharca değersizleştirir. Estetize etme becerisi vermez. Bazı ilişkiler plastik çiçek gibi bazıları ise muazzam bir heykel gibi… İlişki emeği ve estetiğinin farkı da buradadır işte.
Kısa vadeli insan yaklaşımında
insanı ve hayatı şirket yönetir gibi planlayan kişisel gelişim furyasının
etkisi var. "En çok vakit geçirdiğin 5 insanın ortalamasısın"cılık, "sana
... yapanı hayatından çıkar" diyen kişisel gelişim buyrukçuluğu, "5
adımda kendinin en iyi versiyonu ol"culuk ve canım kendimcilik… Hayatın
böylesi bir matematiği yok oysa. Yaşamın estetiği, olağan dışılığı, saçmalığı
vardır. Yaşama hedef/performans/başarı odaklı bakan tipler Steve Jobs tarzı
yaşamın estetiğini ıskalayan tipleri hatırlatıyor. Zamanı, kendini,
potansiyelini en verimli şekilde kullanmak elbette mühim ama hayat bazen
saçmadır. Hayat bazen yenilgidir. Çünkü hayat böyle muhteşemdir. Bazen en
yüksek bilgeliği bir kalp sızısı öğretir. Bazen en olmadık insandan, yıllarca
aradığınız o cevabı duyarsınız. Bazen ruhunuz acır, o acıdan sanat doğar. Bazen
büyük bir hatadan şahsiyetinizin inşası başlar. Yaşamın estetiği, yaşamın
bilgeliği formüle edilemez çünkü.
Yanlış İnsan
"Ruhsal sıkıntıların kaynağında, anlamsız insanlarla anlamlı ilişkiler yaşama isteği ve çabası yatar." der Viktor Frankl. Bir şeye yüklediği/estetize anlamı o şey taşıyamadığında, o anlamın ağırlığının altında kendisi kalıyor insanın çünkü. Mesela terk edilme, aşağılanma travması olanlar; şiddetli bir şekilde onlara yüz vermeyen, reddeden insanlara çekiliyorlar. Hasbelkader yüz buldukça da ilgilerini kaybedip onlara yüz vermeyen, ısrarla reddeden yeni "güçlü kurban" avına çıkıyorlar.
Yanlış insanları tanıma bahsinde yalan en tanıdık eleme yöntemi. "Ah yalan dünya" "Dünyada ölümden başkası yalan" şarkıların bile söylediği gibi dünyaya en yakışan sıfat yalan. Dünyaya alışan, her veçhesiyle en önce güzel yalanlarda ustalaşıyor. Bu dünya ve insanına onca mânâ, güzellik, derinlik, incelik, yücelik yüklemek boşuna... Yakışmıyor, taşıyamıyor, kaldıramıyor. "Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim, incinirsin" demişti Özdemir Asaf. Yalan incitmiyor artık. Dünyanın en saçma, en aptal, en şahsiyetsiz yalanı da olsa... Çoğu insan ona fayda sağlayan yalanın en sessiz en sadık müşterisi oluyor. Ve o yalana yeni şık isimler icat ediyor.
“Sadakat kişinin kendinde bir kişiye yer ayırması ve o yeri hep onun için korumasıdır. Sadakatsizlik de kişinin o yerin korunmasını savsaklamasıdır. İhanet ise, kişinin, o yerine, başka bir kişiyi sokması.” der Oruç Aruoba. Aldatan, kazananların en mutsuzudur. Ve bütün galiplerin en huzursuzu. Her aldatışıyla ruhunu soldurur yalancı. Kandırmanın zaferiyle, teslimiyetin huzurundan mahrum eder sinesini. Ve sonsuza kadar o "zalim şüphe"den kurtaramaz sinesini. Masumun en saf intikamıdır bu. Aldatmak bir çukurdur bütün veçhesiyle. "Sana alçak diyemem çünkü alçak da bir seviye belirtir. Sen çukursun." der Necip Fazıl. Ne şık bir hışım... Çukur, incitmez. Çukur, utandırılamaz... Çukur aşağılanamaz bile. Çukurda tökezleyen; çukur olmadığına şükreder. Tek hamlede silip paçasını, salınarak yürümeye devam eder.
Yanlış insanlar, yanlış
tanışıklıklar, yanlış anlaşılmalar… Yanlış anlaşılma kaygısı çoğu zaman
"yanlış kulaklara seslenme ısrarı" yüzünden. Bu anlaşılma eforuna
değen çok daha güzel uğraşlar var yaşamda. Yanlış kulaklara seslenme ısrarı,
doğru muhatapları geciktirmekten başka bir şeye yaramıyor üstelik.
İnsan Kendini Nasıl İfşa Eder?
İyi gelen insanı, kötü gelen insanı tanımanın incelikleri nedir? İnsan sürekli kendini ifşa eder. Üstelik gönüllü bir ifşadır bu. Bu gönüllü ifşaları fark ederek birinin ruhunu kolaylıkla okuyabilir insan. Nedir o ifşalar? Sıralayalım o halde:
Bir insan sizle en çok neyi paylaşıyor? Neyini paylaşıyor? Sevgisi? Mutluluğu? Acısı? Arzusu? Keyfini? Fikirleri? İdealleri? Sırları? Sorunları? Talepleri? Peki ya ruhunu? En çok neyini? Paylaşım neyse bağ o oluyor, paylaşılan azalıyorsa bağ da kalmıyor o yüzden.
Birinin varlığına, varoluşuna bakmak da onu tanımanın en kestirme yolu. Varlığı gürültülü insanlar var. Varoluşu gürültülü insanlar. Kendiyle meşgul olmak ne kadar güzelse; kendinden başka derdi, gündemi olmayan ve varlığını başkalarına dayatanlar o kadar gürültülü. Oluş ne kadar sessizse; "varoluş gösterisi" o kadar gürültülü.
Güç. Güç. Güç. Bir türüyle, birazcık güç verin insanlara ve onların gerçek şahsiyetlerini seyredin. İnsanın güçle kurduğu ilişki onun gerçek ahlâkını anında ifşa ediyor. Katlanabilmesi en güç şey de bu; bir şekilde güçlü olan insanların ahlâksız, şahsiyetsiz ve kötü olması.
"Zayıf karakterli olmak" insanın en büyük defosu. Duruşsuzluk, korkaklık, riyakarlık, yalancılık, x düşkünlüğü... Zaaf arttıkça karakter zayıflıyor. Zekâ, güç, güzellik, birikim... Zayıf karakterde hepsi boşa düşüyor. Ve kendi eliyle öz sermayesini istismar ediyor insan.
"Her şeyi istemenin hiçliği" var. Her şeyi isteyen bir insan modeli var. Başarı, kariyer, mal mülk, makam, âşk, ilgi, tutku istiyor. İtibar istiyor, şöhret istiyor. Her şeyi istiyor, her şeyden biraz istiyor. Her şeyi istemek, hiçbir şeyi gerçekten istememektir oysa.
"Kendinden, fikirlerinden, tercihlerinden şüphe etmeyen kişi korkunçluğu" diye bir şey var. Bir an olsun yanıldım, saçmaladım, hata ettim diyemeyen insan korkunçluğu. Tanrı olmak isterken(!) insana razı olmuş gibi korkunç bir hâl: Şüphesizliğin o kibirli aptallığı.
Benzemek, en büyük çağrı. Zamanla benzediği şeye yakınlaşır ya da benzerini kendine çağırır, kendine çeker insan. Benzer şekilde... Benzemediği, "artık benzemek istemediği şey"den uzaklaşır, ayrılır ve şiddetle kopar insan.
Bize Ait Olan Ne Kadar Uzakta?
“Sensin o. O sensin. Sen o’sun… Bir
şey –bir ilişki- başlatıyorduk; ama ne kadar yetebilecektik buna? Anlamlarımız,
anlamalarımız, anlatmalarımız anlaşmaya ne kadar yetecekti?” Oruç Aruoba.
"Tanrı benimle ne kastetmiş olabilir?" Kierkegaard'ın bu tutkulu sorusu ilahi plana, ilahi adalete ve ilahi ironiye inananlar için sarsıcı bir münâcâta dönüşüyor. Tanrı'nın kastını merak etmek... Tanrım, yaşadığım bu deneyimle bana neyi, kimi işaret ediyorsun? Neyi? Kimi? Bize ait olanı bilme ve tanıma bahsinde bu işaretler öyle pusula ki.
"Bana ait olmayan hiçbir şeyi
istemiyorum. Bana ait olmayan başarıyı, gücü, malı, mülkü, âşkı, insanı
istemiyorum. Bana ait olmayan Güneş'i bile istemiyorum." diyen bir ses var
içimizde. Yalnız kendine ait olanı istemeyi bilmek diye kendini bilmek görgüsü
var. Üstelik her türden hüzne ve kıskançlığa şifâ. Çünkü ancak bize ait olan,
eksik bırakabilir bizi. Ancak o şey bizi paramparça edebilir. Bütünlüğümüz
ancak böyle bozulabilir. Sahte olan, boşluk hissi verir. Eksiklik
yanılsamasıdır bu. Uçucudur, geçicidir. Sahte boşluklar her şekilde dolarken
aidiyet doldurulamaz bu yüzden. Ne istediğini bilen insan eminliği diye bir şey
var. Ve ne aradığını dahi bilmeyişin o şaşkın, heveskâr telaşı. Tıpkı bir
mağazaya girince alacağı şeyi dahi bilemeden gözleri her şeye koşturan
kararsızlık karşısında görür görmez bu "bu bana ait" dedirten ve alan
eminlik.
Ruha İmza Atmak & Ayrıcalık
Beklentisi
Bazı insanlar hayatımıza son rötuşları yapmak için giriyor sanki. Ruhumuza, zihnimize, perspektifimize dokunuşlarını yapıyor, silinmez iz bırakıyorlar. Bir parfümün notası, bir yemeğin baharatı ve bir tasarımın, heykelin son rötuşları gibi tıpkı... Ruhumuza imzasını atıyorlar. Üslûp ruhun markası. Üslûp ruhun, kalbin, zihnin öyle aynası ki üslûbunu sevmediği insanı da sevemiyor insan. Üslûp her şeyi sızdırıyor. Bilgeliği, iyiliği, riyayı, sahteliği, kibri, kötülüğü, art niyeti, sevgiyi her şeyi. İnsan birini sevmeye üslûbundan başlıyor. Hususî bir kitap gibi okunmaya layık bazı insanlar. Ve marifetli bir elden çıkmış kaligrafi gibi yazgıları. Bazı insanların mürekkebi (ruhu), kalemi (varlığı) ve defteri (yaşamı) öyle güzel ki; hüsn-ü hat gibi bir yazgı kalıyor onlardan geriye. Bak, seyret ve oku.
Çok özel bağlarda tuhaf bir
"ayrıcalık beklentisi" var. İçsel ve sessiz bir beklenti. Muhatabın
herkese gösterdiği prosedüre razı olmayan, zarif bir dikkat ve hususî bir alâka
beklentisi. Bulamadığında sessizce uzaklaşan sitemsiz ve kırılgan bir beklenti.
Öğrenilmiş jestler, bir iki romantizm hilesi, partiler, buketler, pahalı
hediyeler falan... Hiçbiri. "Bir ruha özel olduğunu hissettirebilme
kudreti" her tür hediyenin özü bu. Kelimeler, jestler, çiçekler hepsi
bahane.
İkiz Alev
Platon’un Symposion diyaloğunda Aristophanes’in aşk üzerine yaklaşımı bugün popülerleşen “ikiz alev” kavramının kıvılcımını yakmış olur. Yunan mitolojisine göre insanlar iki başlı, dört kol ve dört bacakla yaratılmışladır, bu hallerindeyken çok güçlü oldukları için buna mâni olmak isteyen Zeus onları iki yarım parçaya ayırır… İşte o yarımlara ikiz alev (twin flame) denir. Dünyada birçok insanın birçok ruh eşi olmasına rağmen sadece bir tane ikiz alevi vardır. Çünkü bazı şeylerin "tek yarım"ı vardır. Ve sayısız yarımı olan şey paramparçadır…
"Sen ile ben, hiç ‘bir arada’ olmadan ‘birlikte’ olabiliriz” der Oruç Arouba. Oruç Aruoba'dan ilhamla insanlar arasındaki yakınlık aşamalarından bahsedilebilir: Bir aradalık, beraberlik, birliktelik, birlik ve bir olmaklık. Tanışıklıktan tanımaya, sevmekten o sadık tutkuya ve benimsemekten aidiyete… Beğendiğimiz sıfatlara sahip onlarca insana duyulan şeyin adı mıdır aşk? Bu mudur? Bu kadar mıdır? Beğendiği sıfatlara sahip insanlardan hoşlanmayı flört için yeter şart ve aşk başlangıcı sayıyor çoğu insan. Tez kızarıveren güller gibi kolayca birilerine meylediyor herkes artık. Birbirine benzeyen herkes alternatif, herkes bir seçenek artık. Ve kimse kimseyi eşsiz kılmanın o sihrini bilmiyor artık. Oysa yalnız birbirinin yarısı olan, başka hiç kimseyle tamamlanamayan ve ancak böyle bir ve var olabilen ikiz alevler gibi; hakiki muhatabını arayanlar hep vardı dünyaya düştükleri o günden beri.
Tam da bu yüzden… Birini "bize
en çok tesir eden yer, zaman ve koşullarda değil de bambaşka bir zaman, mekân
ve şartlarda tanısaydık yine de onu seçer miydik?” sorusunda, onun hakiki
muhatabımız olup olmadığının cevabı saklı.
Ağustos 23, 2023
Kibirli Selfieler, Sanal Personalar ve Yaralı Kimlikler
İnsanı en çok ne ifşa eder? Günümüzde en büyük ve üstelik gönüllü ifşa edicinin sosyal medya olduğunu söylemek yanlış olmaz herhalde. Birinin playlisti, sosyal medyada yaptığı likelar, varsa fake hesabı ve kullanma stili, çarçabuk sildiği göz atma geçmişi, DMleri, online alışverişleri… O kişinin isminden, cisminden, kimlik bilgisinden, sosyo-ekonomik & sosyo-kültürel statüsünden, mesleğinden daha çok ifşa ediyor varlığını artık. Sosyal medya izleri, kimliğimizin sanal gölgeleri artık. Çünkü insanların varlığını gösterme şekli ruhlarını ele verir. Çoğu zaman oldukları değil olmak istedikleri personaları hatta bir konsept gibi tasarladıkları kişilikleri görürüz. Sosyal Medyayı kullanma & Sosyal Medyada var olma şeklimiz hakkımızda öylesi şeyler apaçık ediyor ki “birinin ne olduğunu değil ama ne olmak istediğini” hemen ifşa oluyor artık bu sanal göstergelerle.
Sosyal Medya & Sanal Personalar
İnsanlar gerçekte oldukları kişiyi sanal
personalarla kamufle edebiliyorlar. Gerçekte olduğu kişiden çok uzakta ideal
benliğini sosyal medyada yansıtan çok kişi var. Bu örneklerden en çarpıcısı Twitter’da
kendini sonradan Müslüman olmuş bir İspanyol gibi tanıtan ve yaklaşık on yıl bu
sahte kurguyu oynayan Anita Kaver isimli kullanıcı hesabıydı. Yıllar sonra
ortaya çıkan ifşayla aile baskısını aşamayan, bir yalanın ardında kendine
çarpık bir dünya inşa etmiş, kendisi olma cesareti gösterememiş bir tip çıkmıştı.
Tüm bu hikayelerin ardında değişmez bir gerçek var: Kendi gerçekliğini
sevememek. Kendini, yaşamını, sahip olduklarını bir türlü sevemeyenler
kendilerine kurgu bir persona yaratıyorlar. Gerçek dünyayla ve hiçlik
duygularıyla ancak böyle baş edebiliyorlar. Sosyal Medya bu özelliğiyle böylesi
trajik vakaları ayyuka çıkaran, sayısız örnekle tescilleyen bir mekanizma
durumunda.
Sosyal medyanın toplum sosyolojisini,
eğilimlerini ve karakteristiğini gösteren örnekleri de var. İlginç bir örnektir
mesela: Herhangi bir kuaförün instagram hesabına bakın, paylaşımların çok büyük
bir bölümünün sarı saç ve türevlerinden oluştuğunu fark edeceksiniz.
İstanbul'dan Trabzon'a, Hakkâri’den Edirne'ye böyle, esmer kadınlar bile platin
sarısı. Elbette bu durumun başka gerekçeleri de var ama genetik olarak bu kadar
tezat bir kategoriye benzeme hevesinin dahi kimlikle bağlantısı var. Sarışınlık
ve Avrupalı hissetmek üzerine Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi kitabında genetik
olarak esmer, koyu tenli ve koyu saç renkli bir coğrafyanın kadınlarının
sarışınlık hevesi üzerine çarpıcı bir çıkarım yapıyor: "...kalplere
asıl mutsuzluk sızısı veren şey... Sarışın Inge'nin, kendilerini olduklarından
da Avrupalı hissetmek için çırpınarak saçlarını sarıya boyayan, kaşlarını
yolan, ve butik butik gezip kıyafet seçen sosyete kadınlarına, ten renginin ve
ırk yapısının da ne yazık ki kolay telafi edilemeyecek önemli bir eksiklik
olduğunu hatırlatmasıydı." Görünme biçimleri ve kimlik arasında
kuvvetli bir ilişki var. Sarışınlık ve Avrupalı hissetmek arasında da. Dileyen
dilediğini tercih eder elbette ama bir insanın görünme biçimi tercihlerine
bakarak onun kimliğine dair çok şey okuyabilirsiniz.
Sosyal medyaya dair trajik çarpıklardan biri de
ilişkiler ve ilişkilere olan yansımaları. Sosyal medya ve sağladığı iletişim
emniyeti konforu (şifreler, gizli yazışma özellikleri vs.) güvensizlikler,
aldatmalar üzerine de çok şey ifşa ediyor. Orijinal ismi Perfetti
Sconosciuti (Kusursuz Yabancı) olan Ferzan Özpetek'in Cebimdeki
Yabancı uyarlaması sosyal medya, stalk kültürü(!), internetteki sanal
kimliklerimiz ve trajik yalanlar üzerine çarpıcı tespitler yapıyor. Filmdeki
çarpık ilişkiler ağı sosyal medya üzerine konumlanıyor ve her gerçek sosyal
medyayla kanalıyla ifşa oluyor. Bağ kurma hızı ve kurulan bağların kopma hızı sosyal
medyayla daha da mümkün hale geliyor. Sosyal medya bağları hızlı dostlukların,
tek kalemde harcayışları da beraberinde getiriyor. Bauman, Kimlik kitabında Charley
Handy’den sanal cemaatlerdeki "yakınlık yanılsaması"ndan harika bir
alıntıyla bahsediyor: “Ne kadar eğlenceli olursa olsunlar bu sanal cemaatler
sadece bir yakınlık yanılsaması ve yalandan bir cemaat hissi yaratmaktan başka
işe yaramazlar.”
Umberto Eco, sosyal medya toplumunun görünmezlik üzerine konumlandırıldığını ve sosyal medya kimliklerinin varlığının gizlilikle sarılı olduğunu söyler. Gizliliğin kaybı mahremiyetin yok olmasına sebep olsa da kazanılacak yeni sanal kimlik bu fedakarlığın karşılığı olabilir.[1]
Sanal bir persona yarat, o personayla her tür
suç unsuru taşıyan eylemler yap… Sosyal medyada böyle suistimallere de fırsat
veriyor. Böyle örneklerin suç konusu teşkil etmesi örnekleri de var. Tüm bu
gerekçelerle sosyal medyada tıpkı gerçek hayatta olan bir etik anlayışı olmalı.
Bu anlamda Sosyal Medya Etiği çalışmaları oldukça önemli. Tüm bu siber
zorbalıklara karşı alınacak en iyi önlem T.C. Kimlik numarası şartı konulması. Dileyen
mahlas kullansın fakat suç teşkil edecek bir eylemde bulunulduğunda resmi
mercilerce ivedi şekilde gereği yapılsın.
Kibirli Selfieler
“Selfie bağımlılığı ‘Ben’in iç boşluğuna
işaret eder. İç boşluğunun karşısında bu Selfie öznesi beyhude yere kendisini
üretmeyi denemektedir. Selfie benliğin boş biçimidir. Boşluğu üretir. Ne
narsist kendi kendine delice bağlanma ne de kibir Selfie bağımlılığını çıkaran
şeydir; fakat iç boşluk bunu üretir. Burada sabit, kendi kendisini seven
narsist bir ‘Ben’ yoktur. Daha ziyade bir “negatif narsisizm” söz konusudur.” der Byung-Chul
Han, Güzeli Kurtarmak kitabında.
Jean Baudrillard ise Kötülüğün Şeffaflığı
kitabında artık her kişinin kendi görüntüsünü aradığından “Varım, buradayım
değil; görülüyorum, bir imajım; bak bana, bak! Narsisizm bile değil bu; sığ bir
dışadönüklük, herkesin kendi görünüşünün menajeri haline geldiği bir tür
reklamcı saflığı.” diyerek bahseder. Bu gönüllü ifşanın aynı zamanda bir
kibir aptallığı getirdiğini söylemek yanlış olmaz. Kibre has bir aptallık var. İçten
içe büyüyen “sen eşsizsin” telkini, herkesten başkasın yanılsaması ve hayattaki
her şey seninle ilgili sanrısı. Hayat en şık kibirli aptallarla dalgasını
geçiyor oysa. Üstelik hep aynı cümleyle: "Çok özelsin..." Kibir, en
çok benzerliği sevmiyor. Kendini eşsiz kılabilmek için biriciklik hırsı ile
benzer rakipleriyle bitimsiz bir mücadeleye giriyor. Kaybeden önce kendisi ve
kendiliği oluyor. Eşsizlik imkânsız, benzerlik kaçınılmazdır çünkü. Özel olma
arzumuz, otantiklik kaygımız biriciklik hırsıyla kibir güzellemesine dönüşüyor
çoğu zaman. Var olma sürecimiz; bir bebeğin doğuşu, bir çiçeğin açışı, bir
kuşun uçuşu gibi kendiliğinden olmalı oysa.
"Beni, sahip olduklarımı, beni beni,
seçimlerimi, beni beni beni, seçmediklerimi, aşkımı, hayatımı seyredin!" diyen,
tüm enerjisini seyredilmeye, göstermeye harcadığından zihni, ruhu, dili tutuk
kalmış influencer tipi var. Çocukken zengin, popüler ya da şımarık olan
çocuklar; kendi gibi olmayan diğerlerini içine alan doğal bir çember halesi
yaratıp ve onları seyirci kılıp en ince ayrıntısına kadar işte tam böyle
anlatırlardı. Bugün o çocuklara "youtuber, influencer" diyoruz.
Göstermenin bile sınıfsallığı var. Şatafatlı “sünnet vlogu” ya da “Paris kombinim
vlog”u arasında bir fark var mı? Instagramda elbise, ayakkabı odalarını
gösterip uzun uzadıya anlatan influencer kadınlardan ne farkı var şatafatlı,
altın varaklı bir sünnet töreni organizasyonunun? İki tarafın da nihai amacı
göstermek değil mi? Tek fark hedef kitleleri. Birinin hedef kitlesi orta &
üst sınıf; ötekinin mahalle & akraba grubu. Nihai amaç ve yöntem birebir
aynı. Toplumun entelektüel bilinci gelişmemiş her tabakası aynı gösterme
hevesine sahip. Birini aşağılayarak ötekini hayranlıkla seyretmek ise sınıfsal
bir bönlükten ibaret.
Narsisizm Salgını
Kemal Sayar, şişkin egolar çağında “narsisizm
salgını”nda olduğumuzu söyler. Narsisizmin salgın metaforuyla ifadesini bulması
günümüzdeki tabloyu iyi izah ediyor. Benzer metaforu Jean M. Twenge de Asrın
Vebası: Narsisizm İlleti kitabıyla yapıyor. Jean M. Twenge, Asrın
Vebası: Narsisizm İlleti kitabında narsisizmin selfiesini çekiyor: “Narsistler
için, kimin en çok ve "en seksi" arkadaş ekleyebildiğini görmek, iyi
bir rekabet unsuru ve narsistler rekabeti severler.” Bu bağlamda narsistler
heyecan veriri ilişkiler sunarlar ve bağları ego beslemek üzerine kurumuştur.
Temel hedef kendi egolarını beslemek olsa da geri dönüşünü almak şartıyla
muhataplarının da egolarını beslerler. Twenge’e göre narsistler özsaygı ve
konumlarını yükseltemeyen bağları sonlandırma eğilimindedir çünkü narsistler
partnerlerine yakıt gözüyle bakar. İnsanları itibar ve mevkilerini beslemeyen
insanları bir çırpıda çöpe atıverirler. İnsan harcama hızı çok yüksektir
narsisistlerde çünkü narsistlerin hedefi uzun vadeli, sağlıklı bağlar kurmak
değil olabildiğince çok insanı kazanmak ve dikkatini çekmektir.
Engin Geçtan, narsisizm kendini sevmeyi
değil, kendine yabancılaşmayı simgelediğini söyler. Gençtan, Karen Horney’e
atıf yaparak narsisizmin kişiye acı veren hiçlik duygusuna karşı geliştiğini,
kişinin olağanüstü bir varlık inanarak hiçlik acısını bastırdığını ifade eder.
Kişideki artan yabancılaşma duygusuna bağlı olarak olağanüstü varlık olduğuna
ilişkin inancın da arttığının altını çizer. Türkiye'de bilhassa Z kuşağının
ürettiği sosyal medya içerikleri bu anlamda bu yabancılaşma ve narsisistik yönelimi
ifşa eder nitelikte. İçeriğe bakarak, kitledeki narsisizm salgınını okumak güç
değil. Bu bağlamda Say Yasası iktisat kadar sosyolojide de işlevsel. Her arz
kendi talebini; her içerik de kendi kitlesini yaratıyor. Arz nitelikli hale
getirilmedikçe kitleden nitelikli talep de çıkamayacak. Dünya
bir zamanlar nasıl savaşlara, kıtlığa, ideolojilere karşı önlem almış,
silahlanmış ve savaşmışsa bugün de ruhunun, aklının ve kalbinin sıhhatini
korumak adına bu narsistik vebalara karşı da ruhsal silahlarla teçhizatlanmak
zorunda.
Kombin Kimlikler ve Kimlik İnşası
Bireylerin yaşam deneyimleri, öznel tercihleri, bireysel farklılıkları
kimlik inşalarında belirgin etkiler yaptı, gittikçe çeşitlenen kimlik
tasavvurları meydana getirdi ve sosyal medyayla birlikle daha da görünürlük
kazandı. Ve halihazırda etkisi olan Narsisizm salgınıyla kimlik tasavvurları
özellikle sosyal medyada daha da çeşitlenen bir görünüm sergiledi. Tüm bu
süreçlerle birlikte kimlik ve kimlik inşası süreci üzerine yeni yaklaşımlar da
orta çıktı. Onlardan biri olan ve kimlik üzerine de teorileriyle öne çıkan
Manuel Castells, kimliğin inşa edici karakteristiğine dikkat çekti.
Manuel Castells, küreselleşmeyi 1970’lerden bu tarafa enformasyon
toplumunun ortaya çıkışı ile bağlantılandırır. Özellikle internet gibi yeni
iletişim teknolojileriyle veri ve bilgi akışları hız kazanmış; toplumlar
politik ve ekonomik açılardan birbirleriyle bağ kurabilir hale gelmiştir.[2] Toplumsal etkiler
ve kimlik bağlamında kimliğin yapılandırılması baz alındığında kimliğin iki
boyutundan bahsedilebilir. Bunlardan ilki; Kimlik Çakışması-Yakınsaması:
Üzerinde mutabakata varılmış bireylerin ve hareketin birleşimlerine vurgu
yapar. Bir diğeri ise Kimlik İnşası: Kişiler ve kolektif kimliklerin
bağlantıları ve bununla birlikte bireylerin kendilik algısı süreçlerine vurgu
yapar.[3]
Henri Tajfel ve John Turner tarafından geliştirilen Sosyal Kimlik Kuramı
ise bireyin düşünce, duygu ve davranış kalıplarının meydana gelmesinde sosyal
grupların etkisi olduğuna dayanır. Tajfel ve Turner’ın kuramı, grup içindeki
benlik algısı ve grup dışındaki benlik algısının farklı olduğunu; grup
dışındaki kişisel kimliğin grup içinde kendini sosyal kimliğe bıraktığını ileri
sürer. Bu bağlamda bireylerin toplum içindeki davranışlarını kişisel kimlikten
daha çok sosyal aidiyetin olduğu sosyal kimlikler belirler. John Turner’ın
Sosyal Kimlik Kuramına paralel olarak oluşturduğu Kendini Sınıflandırma Kuramı,
bireylerin birçok konuda kendilerini sınıflandırdığını ileri sürer: İnsanlık
Boyutu (Bireyin İnsani Kimliği), İç-Dış Grup Boyutu (Bireyin Sosyal Kimliği) ve
Özgül Boyut (Bireyin Kişisel Kimliği)[4]
Bu kuramsal çerçeve hem sosyal hem bireysel hem de sanal yaşamlarımızda
bizlere çözüm yolu sunuyor. Sağlıklı bir benlik inşası için en önce kendini ve
sahip olduğu her şeyi kabullenme bilinci gerekiyor; kendilik inkârı değil. Sonradan
edindiği, inşa edilmemiş, kurgu ve sanal personalarla sağlıklı bir benlik,
kimlik inşa edilebilir mi insan? Kimlik inşasında ilk durak yüzleşme bu yüzden.
Yüzleşmek, acıtır. Yüzleşmek; insanın hakiki yüzüne varana kadar yüzündeki
personaların derisi soymaya benziyor. Ne acıdır soyulan bir derinin ardında, iç
yüze varmak... Ve kanamış gözlerle, hakiki yüze bakakalmak. Toplumca ve ferdi
olarak hepimizin en önce bu yüzleşmeye ihtiyacı var. En önce de kendi yüzümüz
ve sosyal medyadaki sanal personalarımızla.
[1] Alperen Karapınar, (2022), “Twitter Gündem Ağları: Twitter Türkiye Gündemlerinin Ağ Toplumu Kavramı Üzerinden İncelenmesi” (Doktora Tezi) s. 44.
[2] Aylin Akpınar, (2014), “Toplumsal Değişme ve Küreselleşme” Yeni Toplumsal Hareketler, Anadolu Üniversitesi Yayınları, s. 17-19.
[3] Snow ve McAdam’dan aktaran: Filiz Göktuna Yaylacı, (2014), Yeni Toplumsal Hareketler. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, s. 92.
[4] R. Saim Dalbay ve Nazmi Avcı (2018) “Kimlik İnşasına İlişkin Temel Yaklaşımlar ve Bu Yaklaşımların Türkiye'ye Yaklaşımları” Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi s. 31-32.